Duyurular

kiymetli gonuldaslarımız , vakıf binamızdaki cumartesi sohbetleri Bu hafta Egitimci yazar Mehmet Ayman ın Gazzali düsünce sisteminde bilgi ve süphe adlı sohbeti ile devam etmektedir .27/04/2024 Cumartesi saat 13.00 da Adı geçen sohbete Tüm gönüldaşlarımız davetlidir.


<p>Kiymetli gonuldaslarımız , vakıf binamızdaki cumartesi sohbetleri Bu hafta Egitimci yazar Mehmet Ayman ın Gazzali d&uuml;s&uuml;nce sisteminde bilgi ve s&uuml;phe adlı sohbeti ile devam etmektedir .27/04/2024 Cumartesi saat 13.00 da Adı ge&ccedil;en sohbete T&uuml;m g&ouml;n&uuml;ldaşlarımız davetlidir.</p>


Başbuğ Velilerden 33

 

Ezelle ebed arası Allah'a doğru giden evliya kervanları arasında en şanlısına ait 33 kolbaşılı "Altun Halka - Silsile-i Zeheb" çerçevesidir ki, keyfiyet ölçüsüyle temel sayısını, bütün kainat gibi O'ndan alır.


«Velîler Ordusu» kitabında hayatı anlatılan 333 Velînin içine, «Bir» sayısını Allah Resulüne verdikten sonra mukaddes emaneti O’ndan alıp günümüze kadar getiren, O’nunla beraber 33 büyük velî, esere bilhassa alınmamıştı. ... 


VAKFIMIZIN YENİ YAYIYININI BEKLEYİN 
                 

             "CÜMLE KAPISI"

                YAKINDA


Kayseri Hava Durumu
Anket
Döviz Bilgieri
Merkez Bankası Döviz Kuru
  ALIŞ   SATIŞ
USD 0   0
EURO 0   0
       
Özlü Sözler
Takvadan Kıymetli İzzet ve Şeref Yoktur
Sponsorlarımız
Çıktım Erik Dalına

ÇIKTIM ERİK DALINA MUSTAFA ÖZER 2 3 ÇIKTIM ERİK DALINA Yunus Emre’nin çok meşhur olmuş şathiye şiiridir, ele alacağımız konu, Şeyhzade imzasıyla yapılan ilk şerh ölüm tarihi 1544 olduğu bilinen Muslihiddin Mehmet efendi olduğu tespit edilebilen zata atfedilebilmektedir. Şeyhzade, Niyazi Mısrî ve İsmail Hakkı Bursevi, Şeyh Ali Nevrekani, İbrahim Has(1 ) ve Şevket Turgut Çulpan(2 ) tarafından şerhleri yapılmış, anlaşılması yönünde açıklamalar sunulmuştur. (3 ) Şair, kelimelerin akışkanlığında, hayalin her yere sızan görünmezliğinde, esinin bütün zamanları aşan kapsayıcı ve kuşatıcılığında şiirini oluşturur. Bütün düz mantık kurallarının ötesinde, akademik cümlelerin çok uzaklarında bir sırrı keşfeder gibi, nesne ve olayların içini dışına getirerek, kullanım alışkanlıklarının dışında, özel, yepyeni dizeler oluşturur. İç musikisi, dış örgüsü, anlam ve okumaları kolay olmayan ve/ya okudukça anlamları çoğalan, değişen, evrilen şiir, şairini 1 BRÂHİM HÂS (d. ?/? - ö. 1175/1761-1762) tekke şairi (Tekke / 18. Yüzyıl / Anadolu-Osmanlı-Türkiye) ISBN: 978-9944-237-86-4 Halvetî Karabaş-ı Velî'nin (ö. 1097/1686) halifelerinden olup dönemin ünlü mutasavvıflarından Hasan Ünsî Efendi (ö.1136/1723-24) tarafından yetiştirildi ve onun halifesi oldu. İstanbulludur. Ailesi hakkında herhangi bir bilgi yoktur. Osmanlı Müellifleri’nde Hasan Ünsî Efendi biyografisindeki bilgiler dışında hayatı hakkında çok fazla bilgi bulunmamaktadır. 1175/1761-62 tarihinde vefat etti. Mezarı Bâb-ı Âlî yakınındaki bulunan Salkım Söğüt’te Aydınoğlu dergâhında Hasan Ünsî Efendi'nin mezarının yanındadır (Yavuz ve Özen: 213). Şerh-i Ebyât-ı Yûnus Emre, Yunus Emre’nin “Çıktım erik dalına” “Anda yedim üzümü” mısralarıyla başlayan tasavvufî içerikli şiirinin şerhini ihtiva eden bir eserdir. 2 "Üsküdar'ın Üç Sırlısı"ndan biri de, Halvetî-Melâmî meşrebli bir bankacı olan Şevket Turgut Çulpan Efendi’dir. Turgut Baba, 14 Mart 1910 tarihinde Üsküdar'da doğmuş, yine burada 30 Temmuz 1990 tarihinde vefat etmiştir. 3 Çıktım Erik Dalına, Hz. Suat Ak. Sh.7 Büyüyen Ay yayınları İstanbul2012 4 de bir serüvene sürükler. Bu serüvenin taşıyıcısı olan aşk acıları, dertleri, kederleri, hüzünleri anlamsızlıkları ürettiği gibi doktoru da yine “Aşk”tır. “Bu aşk kimde yoksa” diyor Mevlana ve gerisini Allah bilir diyelim. Aşkımızın el verdiği ölçüde ve halavetin süresince, yüreğimizin esenliğinde, dimağımızın aydınlığında ve çıraklığımızın özrüyle bir de biz, ustamız Hazreti Yunus Emre’yle hemhal olup şiirini bugünün halleriyle yeniden yoğurup yorumlayalım istedik. Hatalar bizden affı ve toleransı sizden olsun da “çıktım erik dalına” diyelim. Öncelikle ontolojik olarak daha sonra fenomenolojik açıdan bu sanat eserine yaklaşalım. İnsanoğlu bildiğini bilir, bildiğini okur, bildiğini yazar, bildiğini konuşur ve bildiğinin resmini yapar. Bilmediğini bilmek de insanın erdemlerinden biridir. Bilmediğini hissedince, anlayınca, bilemediğini tecrübelerinde bulamayınca öğrenilmesi gereğini duyar. Araştırır, inceler, tecrübeler edinir ve sabırla dünya ve toplum olan mekân ve zaman laboratuarından aldığı sonuçları hafıza ambarına yerleştirir. Çıkarsamalar yapar, zamanda geriye doğru tarihsel ve ileriye doğru projeksiyonlar yapar, ilgili ilimlerin laboratuarlarını kullanarak yeni çıkardığı sonuçları görür. Duyusal olarak doğruladıklarının duygusallıklarını kullanmaya başlar. “Estetik obje reel olarak verilmiş olan bir ön-yapı ile irreel olan bir arka yapıdan meydana gelmiştir. Arka yapı realize edilemez, tersine o sadece görünen bir arka yapıdır”.(1 ) Arka yapı zorunludur zira ön yapı tek boyut olarak kalsaydı “bilgi objesi” olurdu. Anlaşılan o ki anlamamız istenen ve hafızamızda bilgimiz veya algımız çerçevesinde bulunan bilgiye, “mısra”nın yani “estetik obje” olarak algılanışı aklımızda çok sorular uyandırıyor. Reel olanla irreel olanın analizi, fenomenin içeri- 1 İsmail Tunalı, Sanat Ontolojisi, sh. 71 5 sinden çıkarılmış olan öğelerin konularak yeniden okunması deneyimimizi yeni boyuta götürecek “estetik obje” estetiğinde bir şeyler kaybederek anlamlı hale gelecektir. Bu iki söylem sanat analitiği olarak işlevsellik kazanacak şairin yazdığı ile maksadını birlikte çözebilmiş olacağız. Bu çözüm kritikçinin yeni bir eseridir. Eski “estetik obje” yine eski yerinde kalacak, o iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış programına konu olmayacaktır. Ahmet Haşim’in tabiri ile “eti için kanarya kuşunu yemeğe” niyetlenmiş gibi olacaktır. Sanat fenomenleri bilimsel analizlere sokulsa da çok hoşlanılmasa da o, yani sanat objeleri bağımsız olarak vardır ve olacaktır. Sanatçının kelimeleriyle, yani ahlakî yaklaşımıyla seçme yeteneklerini irdelemek başka bir yaklaşımdır. Biz bu analizlerimizde önden gidenlerin “şerh” dediği ihtiyacı ihtimal bir açıdan karşılayacağız. Günümüz “şerh” tarzı böyle de gelişebilir. Çünkü nesnelerin varlığı ve bu varlığın anlaşılması ayrı bir konu. Ve fakat nesnelerin sosyolojisi ve psikolojik yansımaları ayrı bir konudur. Etik ve estetikle ilgilenen bütün bilgilenme alanları şeffaflaşmış, dijital denetim ve gözetimler imkân sınırlarını çok genişletmiştir. Konu Hazreti Yunus Emre’nin şiiri olunca daha bir özenin gereği var diye düşünüyoruz. Zira tarım toplumunda kurgulanan ahlakî ve değerler sisteminin anlaşılma işinin anlatılması sanayi toplumuna nakledilecekse konjonktüre uymalıyız. Değilse analizini yapmak istediğimiz şiir gibi “absürd” de kalırız. Ne anlaşılmasını ne de anlatılmasını başarabiliriz. Belki de son üç asırlık bocalamamız bu işi anlamazlıktan gelerek yerimizde saymayı marifet sanıyoruz. Necip Fazıl’ın “herkesin bir kurtarıcı beklediği ve fakat kendisinin talip olmadığı” diye eleştirdiği bir sosyal, iktisadî, ahlakî kriz, tarım toplumundaki ahlakî ve vicdanî sorumluluğu bırakıp, sanayi devriminin gereksindiği ahlakî - hukukî sorumluluğa 6 dönüşmemesi nedeniyle; toplum ahlaken olumsuzluğa ve devlet güvensizliğe düşmektedir. Dünya aklının vardığı yere varmak veya dünya aklının oluşmasında önder olmak, katkıda bulunmak insan olma sorumluluğudur. Edebiyatta, Fizikte, Kimyada, Matematikte ve her alanda birlikte olmak. Kopya çekmek geri kalınan noktada kaçınılmaz ve hayati bir boyutta olsa bile yüzyıllar sürecek her alanda kopya çekmek sorumsuzluktur. Kriptomanik bir yapıda ve hatta kriminal bir boyuttur. Sahamıza dönelim. Hazreti Yunus Emre’nin şiirine yeni bir açıdan bakışın temeline inelim. Şair bu adı geçen eseri şarihlerin şerhettiği gibi kurgulamış mı, böyle bir nakısa var mı şiirde. Asla diyebiliriz, ama yetmez. Çünkü bu şiir adı üzerinde sanat eseridir. Türkiye Türkçesini ve anlam dizgesini kuran Yunus Emre gibi bir büyük şairin inşa ettiği şiirdir. Eksikliği düşünülemez, olsa olsa şarihlerin olmasını ve görmesini istedikleri formatta anlamlandırması şarihlere sâridir. Şarihleri bağlar. Adı geçen şiirin sadece adı ve kelime yapısı kullanılarak şarihler dilediklerini ve dileklerini onun üzerinden söylemiş olurlar. Burada şair ve şiiri araçsallaştırılması söz konusu edilebilir. Şeyhzade’nin şerhi böyle ele alınmış. Ve hatta Şeyhzade’ye çevresince sipariş edilmiş edası görülüyor. Şiirden bağımsız doğru söylüyor, gerekli şeyler söylüyor, nasihatlerde haklı olabiliyor olması konumuzun dışındadır. Niyazi Mısrî hazeratı ise kendisi bizatihi şair ve Yunus Emre ekolüne aittir. Yunus’u kendi yerine koyarak büyük bir coşkuyla şathiye’ye çözümsel ve anlamlı boyut getirmek istiyor. Çok bilgileniyoruz kendisinden. Bir anlatıya dönüşen şerh ayrı bir şiir gibi ses yapısı, anlam derinlikleri, sanat özellikleri taşıyor. Kuru bilgi nakilliği yapılmıyor. Bilgiler zata mahsus ve her biri tefsire muhtaç boyutlarda. Buna rağmen Yunus Emre’nin maksadı Niyazi Mısrî’nin anladığı gibi midir denince kalemimiz susar. Allah bilir. Bir nesnenin fotoğrafı o nesne değildir. 7 İsmail Hakkı Bursevî’nin şerhi Şeyhzade’nin yüzeyselliğinde olmasa da derinliği olmayan bilgi aktarımı “faydalı olma”, “emr-i bil maruf” görevlerini yerine getirme kapısından giriyor. Öncelikle Hazreti Yunus Emre’nin çağını ve edebiyatını önceleyerek tespitten sonra, bu şiiri bir analiz edelim. Şiir ve şairle ilgili bir konuya özet olarak değinelim diye gönlümden geçince, ilerde belki Hz. Yunus Emre’nin bütün hayatı ve şiirleri üzerine kitaplık çapta çalışma yapmak isteğime de paralellik arz eden bu arzumu burada açmış oldum. Abdülbaki Gölpınarlı merhum “Yunus Emre” adıyla şiirlerini de derlediği bir kitap yayınlamıştı. Önsözünde Yunus’un çağını bir hercümerç dönemi olarak görmüş ve bunun nedenlerini alt yapısıyla birlikte açıklamıştı. Selçuklu İmparatorluğu’nun ülkesi işgal edilmiş, kaleleri yıkılmış, erkekler kılıştan geçirilmiş, kadın ve çocuklar sürülüp yurtlarından koparılmıştı Cengiz Han’ın ordularınca. Direnç noktaları oluşmaya başlayınca da kardeş kavgaları, beylik davaları halkı canından bezdirmişti. Ne Roma’nın (Bizans) esamisi okunuyor ve ne de hukuku ve adaleti sağlayacak bir devlet ufukta gözüküyor. Cengiz’in orduları soyup - kırıp - yıkıp geçiyor, arkasından beyler erzak topluyor. Bunlar yetmiyormuş gibi kıtlık - kuraklık halkı çaresiz bırakmıştı. Entelektüel bir avuç azınlık bir yandan beyleri, beri yandan Cengiz’in ordularını iknaya çalışıyor. Yılgınlık, yoksulluk, korku, cemiyetin bütün hücrelerini esir almıştı. Mevlana Celaleddin, Ahi Evran-ı Veli, Hacı Bektaş-ı Veli ve benzeri bir avuç insan hem halkı yüreklendiriyor, hem de yeni sahipleri teskin ediyorlardı. Zor bir hayat. Yunus Emre hazretleri bu dönemde neşvü nema buluyor. Öylesine zor bir hayatın akıllarına estetik değer sunmak ve hele bu değerin içerisinde coşkuyu var etmek gerçekten “mucize” ile izah edilebilir. 8 Emre Yunus’un kafasını ve karnını doyuran tarikatı, doğru deyişle Taptuk Emre’nin kapısı Patronaj, Rezzak’ın eli gibi. Dervişlerini sosyal bünyenin içerisinde (elin kârda gönlün yarda) prensibiyle besliyor, eğitiyor, dertlerini dinliyor, izliyor ve çözümler getiriyorlar. Dervişler ihtiyacın en azıyla yaşıyor, hizmette sınır tanımıyorlar ve hizmette; hırs ve tamah ve de hasedi hasletlerinden temizleyerek yarış içerisindeler. Tasavvuf ve Fütüvvet yapısı aynılaşmış, tarikat taassubu gütmeden halka hizmeti hakka hizmet olarak telakki ediyorlar. Tekkeye hizmet ederler iken özel marifetlerini de sergilemekten geri durmuyorlar. Yunus Emre’nin özel hali şair olmasındadır. Elbette “ham idi pişti” hatta yangınına “Elhamdülillah” diye hu çekiyorlardı. Yunus Emre şiir’i ve insan olarak ve de şair olarak kademe kademe gelişti, geliştikçe “curuf”u attı, yandıkça yakan’a yakın oldu. Hamisi Taptuk psikolog gibi onun her halini takdir edip zirveye çıkışını gördü. Taptuk şair koruyucusu sıfatıyla yüzyıllardır “dua” ve aferin alıyor. Tekkenin başı ve şair hamisi olarak Yunus Emre gibi bir dehayı yetiştirmek ve onun her haline katlanmak zannedildiği gibi kolay bir iş değildir. Şair şiire başladığı günkü yerde kalmaz. Şiirde kelime, kelime de ses dolayısıyla iç musiki ve anlam dediğimiz tek tek kelimenin algı ve anlamı, mısranın bütünleyici anlamı, dizenin ya da yüklemin olduğu bütünlükteki anlamı, veya şiirin bölümlenişindeki lokal anlamı ile şiirin bütün olarak anlamı, “estetik” bir “değer” olarak katmanlar halinde ele alınır. Yunus Emre, şiirindeki kelime seçişiyle Türkiye Türkçesinin banisi sayılır. Türkçenin vurgu ve ses yapısına da ilk harçları koyanlardandır. Türkmen kocasının gayreti, direnci ve uzak görüşlülüğü bugün bile insanı “hayret makamı”nda alıkoyuyor. Bütün şiirlerinde cümle yapısı, anlam duruluğu, ses özelliği tam bit Türkçe harmonisi oluşturuyor. 9 Polyfoni diyebileceğimiz sanatın merceğinde yansıyan yapı; şiirin objesi kelime anlam ve sesi ile bir estetik değere ulaşırken sanatçının müdahale ve sosyolojik varlığı arka fonda görülür. Bu nedenle, okul ve üslup oluşturanlar klasikleşir. Ve sonsuza dek estetik değer olarak kalırlar. Elbette ki Yunus Emre hazretlerinin şiiri çok daha fazladır. Bize ulaşanlar yazıya kavuşan ve aşka harman olanlardır. Diğer yandan Yunus Emre Okulu diyebileceğimiz tasavvufun içinden ve dışından çok izleyen şair vardır. Niyazi Mısrî hazeratı daha önce söyledik. Nasıl ki şairimiz divan oluşturmuş, aruz kullanmış ise, Divan edebiyatı mensubu diyebileceğim şuaranın da gerek hikemi ve gerekse ses olarak Yunus’u izleyenler çoktur. Cumhuriyet döneminde gerek dini, gerek ladini alanlarda çok şair Yunus’un muakkibidir. Çünkü Yunus Emre şiirde aşılması zor bir mekteptir, üsluptur. Karacoğlan’dan Aşık Veysel’e, Cahit Sıtkı’dan Hasan Ali Yücel’e, Mehmet Akif’ten Bedri Rahmi Eyüboğlu’na kadar daha yüzlerce şair Yunus’un nazirecisidir. İdeal olarak dini vecdini beğenen binlerce şair vardır. Bu özet içerisinde şunu da söylemek zorundayız. Yunus Emre’ye temlik edilen nice söz, deyiş, mısra ve şiir var ki şairi bile belli iken, algıda, benzeşmede ve taklitte Yunus üslubunda olduğu için hafızalara, ezberlere alınıyor. Hele halk muhayyilesi karanlık bir mağara gibi güneşli bir ortamdan bu karanlık hafızaya hapsolunca dönüşüme uğruyor değişim geçirerek hafızaya ve dolayısıyla kültüre dâhil oluyor. Dayımları ziyarete gitmiştim; Bilecik ili Pazaryeri ilçesine. Küçük dayımla ilçeyi geziyor, ne yiyip ne ürettiklerine, çevredeki ağaç ve bitkilere bakıyoruz. Komşu kasap tavuk çiftliği sahibi olduğu için modern çiftliği ilk kez orada görmüştüm. Suluk ve yemlikler, tavukların yumurtlama yuvaları v.s. yıl 1973 ler olmalı. Yaşlı halamız var evin işlerini yürüten, onun da komşu kadınlarla toplantıları oluyor. Komşu hanımlardan birine sormuştum adet ve ananelerini. O da dü- 10 ğün bahsinde okunan bir türküyü söylemeğe başladı. Dinledik. Bu türküyü ne zamandan beri söylüyorsunuz diye bir soru yöneltince, kendisinin kına gecesinde bu türkünün söylenerek (çığrılarak) ağlatıldığını söylemişti. Türkü Kayseri türküsü idi ve ismi “Gesi Bağları”dır. Türkü adı ve giriş kısmında tekrar edilen “Gesi” kelimesi “keçi” olarak değişime uğramış ve Pazaryeri türküsü olmuştu. Keçi söz olarak “geçi” olarak telaffuz ediliyordu. Yunus Emre’nin şiirlerine sahip çıkanlar onun bazı yerlerini değiştirerek sahipleniyorlarsa bazıları da Yunus Emre tarzı yazıp Yunus mahlasını kullanmışlardır. 800 yıla yaklaşan bu ekol, mezarı ve hayatı meçhul Yunus Emre’nin adına yürütülen edebi, edebi olduğu kadar estetik alt yapı haline gelmiştir. Yunus Emre hazretleri dinin “emri bil maruf ve nehyi anil münker”ini, coşkusunu, güvenini, ölümsüzlüğü, iyilik, doğruluk ve hayır - hasenat yapmayı, çoğalıp örgütlenmeyi, sevmeyi ve sevilmeyi evrensel değer olarak estetik zarf içerisinde halklaştırılmıştır. Dahası tasavvufun aşkın hallerini şiirinde eritmiş ve Türk entelektüelinin zevkine katmayı becermiştir. Özetin özetini söylemek ise; Bugün yaşayan Türkün dini, imanı, estetik değeri, sevgisi ve aşkının patenti Hz. Yunus Emre'nin aynasında yansır. 11 Çıkdum erik talına anda yidüm üzümi Bostân ıssı kakıyup dir ne yirsün kozumı Kerpîç koydum kazgana poyrazıla kaynatdum Nedür diyü sorana bandum virdüm özini İplik virdüm Çulhâya sarup yumak itmemiş Becid becid ısmarlar gelsün alsun bezini Bir serçenün kanadın kırk kanluya yükletdüm Çifti dahı çekmedi kaldı şöyle yazılı Bir sinek bir kartalı kaldurup urdı yire Yalan degül gerçekdür ben de gördüm tozını Balık kavaga çıkmış zift turşısın yimege Leylek koduk togurmış bak a şunun sözini Bir küt ile güreşdüm elsüz ayagum aldı Güreşüp basamadum göyündürdi özümi Kâf Tagı'ndan bir taşı şöyle atdılar bana Öylelik yire düşdi bozayazdı yüzümi Gözsüze fısıldadum sagır sözüm işitmiş Dilsüz çagırup söyler dilümdeki sözümi 12 Bir öküz bogazladum kakıldum sere kodum Öküz ıssı geldi eydür bogazladun kazumı Ugrulık yapdum ana bühtân eyledi bana Bir çerçi geldi eydür kanı aldun gözgümi Tosbagaya ugradum gözsüz sepek yoldaşı Sordum sefer kancaru Kayserî'ye ‘azimi Yûnus bir söz söylemiş hîç bir söze benzemez Münâfıklar elinden örter ma‘nî yüzini (1 ) 1 Yunus Emre Divanı, Mustafa Tatçı, H Yayınları, İstanbul-2021, Sh.531 13 Şiirin tümü üzerinde şiir sanatı olarak durmak önceliğimiz, sonra analizine geçmek isteriz. Divan edebiyatında gazel formundaki bu şathiye üzerinde durmak gerekiyor. Divan edebiyatına dâhil edilmeyen ve divanı olan aruzla + heceyle şiirler inşa eden Yunus Emre hazretleri Osmanlı saltanatı boyunca tasavvuf ve İslam ile halk edebiyatı içerisinde değerlendirilmiştir. Birçok sebebi var kolay ve coşkulu söylemek ve şiir kurmak değil söylenmemiş, bulunmamış hayali (sevgiliye aşkını anlatmak bile değil) hikemî sözler bulmak bu sözlere hikâyeler hazırlamak. Cumhuriyet dönemi şairlerinin çoğu divan edebiyatına giremezler. O nedenle halkiyat avamilik olarak değerlendirilir, sanat olarak görülmezdi. Biraz da Halil İnalcık hocanın “Patron ve Şair”(1 ) kitabında belirttiği gibi padişaha tabi ve sarayın “icaze ve inam ve elbiseleriyle” donanan bu sınıf şuara, Patrona bağlı olarak Divan Edebiyatı oluşturacaktı. Estetik değer ölçüleri çok yüksek ve seçkinlik istemektedir. Fisebilillah çalışan Halk şairlerini aralarına niçin alıp da gelirlerini paylaşsınlar. Fuat Köprülü’nün “İlk Mutasavvıflar”(2 )eseriyle gün yüzüne çıkan ve akademik camiaya açılan Yunus Emre hak ettiği siyasal erginliğe de ulaştırılmış oldu. (3 ) Şathiye; dini, millî v.b. ciddi konuları yarı şaka, yarı alay havasında bilmece unsurları üzerinden gülmece içerisinde çözüş, anlayış mest-i hab-ı nar olmaktır. Hafif tertip eğlen- 1 Patron ve Şair, Halil İnalcık, Doğu Batı Yayınları, Nisan-2033 Ankara 2 İlk Mutasavvıflar, Fuat Köprülü, Diyanet Yayınları Ankara 1976 3 Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, Nihat Sami Banarlı, C.I Sh.325-336 Devlet Kitapları, İstanbul 1987 14 ce şiirleri havasındadır. Fabl gibi direkt ders vermeğe veya didaktik olmak yerine arifan meclisini sevindirmek için yapıldığı sanılmaktadır. O çağlarda aleni sokakta halk önünde böyle bir durum olamaz. Özellikle halkın anlaması mümkün değildir. Rical-i devlet ise kriminal göreceği için “zaptiye”ye havale edilir. Şiirin türüne uygun kelimeler baştan sona doğru yerleştirilmiş ve ne kelime üzerinden ve ne de sesdeşliği (sağlam şiir temellerinde kusur olmadığı için) üzerinden bir anlam çıkarılamaz. Bazı ipuçları yorum için uygunsa da okunduğu sırada ki kulak bir isyanı çağrıştırmamaktadır. Munis kelimelerle akıcı bir üslupla okunabiliyor. Bir de cami cemaati bu konuda “nötr”, halk ise ilgisiz. Bütün şiir boyunca tarım toplumunu bize anlatan kelimeler ve anlamı bu kelimeleri transformatör olarak kullanarak değişik mesleklere göre yorum yapılabilir. Erik dalına çıkmak, üzüm yemek, bostan sahibi, ceviz ve kızmak kelimeleriyle beliren anlam, çıkmak, yemek, kızmak filleriyle iştah açan bir canlı tablo oluşmaktadır. Tarikat mensuplarınca yapılan şerh denen yorumlar dini çerçevede olmaktadır. Şerhlerde kelime üzerinden yorum yapmak veya anlam çıkarmak ve okumaları kelimelere mesleğin yüklediği anlamlardan yola çıkılarak yapılmaktadır. Oysa şair’den kopmadan yapılacak yorumlar şiirin daha iyi okunduğunu vurgulayacaktır. Şairin tekke arkadaşlarını üzmemek için ve/ya tekke dışındakilerin (diğer tekkeler de dâhil) tekke içinde olanlardan haberdar olmamaları için sembolik kelimelerle şiirler hazırlanmış olabilir. Tekke içerisindekileri üzmemek için cümlesini biraz açmakta fayda görürüz. Tekke bir ruh eğitim sürecidir. Kendisi icazet alarak bu işe yetkin olduğu tanınmış olan şeyh ve kademeler halinde değişik yaş, ilim ve sanat erbabı ile farklı kültürlerden tilmiz, talip, öğrenici adayları, bir süreçle 15 bu ruh eğitim sürecini (seyr-ü sülük) tamamlamak için belli dersleri takip etmektedir. Bu öğrencilerin her biri tasavvufun tasavvuruna getirdiği düzlem ve olgunlukta değildir. Adı üzerinde talip, yani talep edendir. Onların (ham veya çiğ) halinden (anlayışlı olgun) hale gelmeleri, hem yeteneklerine, çalışkanlıklarına, uyumluluklarına ve hatta yaşlarına bağlı olarak değişecektir. Onların ders yolları da önemlidir. Sınıf içindeki tasnifleri çıraklıktan, tekkenin insan gücüne duyduğu ihtiyaçları karşılamak üzere kalfalığa, yani yeni gelenleri takip ve teftişe görevlendirilmeleri söz konusudur. Şeyh ise günün belli saatlerinde en olgunlar iç halkada, çıraklar dış halkada derslere müzaheretle yetinirler. Süresi dolanlar veya bu tekkeden daha fazlasını alamayacak olanlar daha nüfuzlu tekkelere aktarılır. İcazeti hak edenlere de icazetleri verilerek tekke kurma veya öğrenci kabul etme hakkı verilmiş olur. Yunus Emre rivayete göre tekkenin odun ihtiyacını kırk yıl karşılamış, taşıdığı odunlara gösterdiği özen şiirlerine bile yansımıştır. Olgunlaşmak bir süreçtir. Bu tabloda Yunus Emre arkadaşlarını kırmamak ve rakip tekkelere kendi tekkesinin dedikodu malzemesi olmaması için sembolik dille konuşması gerektiği üzerinde durmuştuk. Oysa şairin oyun kurma, bilmece çözdürme, arkadaşlarını güldürme gibi tamamen şaire bağlı isteklerden de kaynaklanmış olabilir. Ve hatta bu sembolik dili ustalığını göstermek için Yunus Emre dahi arz etmiş olabilir. Çünkü “Şair deme hoş meşrebi eda demedir” diyen Şeyh Galip bu konuyu aydınlatmış olur. Şair coşkun, taşkın, her hünerini sanatında göstermek isteyen “ben”dir. Yunus ne denli “Ben”siz ise o denli “diğer benlerin adına” özellikle de “Yaradan” adına, O’nun “ben”inden makamını yüceltecektir. “Enel hak diyeyin dara gireyin mevla” diyen şair, şiirde her frekansı ayrı yıldızdan yıldıza sıçrayacaktır; onu durdurmak ne mümkün. “Ballar balını buldum kovanım 16 yağma olsun” şenliğine “kuşdili” konuşanlarla bir toplum oluşturmak isteyecektir. Bu dili bilmeyenler de nasiplerine razı olsunlar diyeceklerdir. Bu şathiye bir dizede söylenenin diğer dizelerde de harmonik olarak çoğalmasından oluşmuştur. Sadece son dizede kendini öne çıkararak üstlerine özür, anlamayanlara da kusurlarını anlatma hakkı gururunu kendine ayırmıştır. “Yunus bir söz söylemiş hiçbir söze benzemez Münafıklar elinden örter mana yüzünü” Bu tür şiirler olgunluğun başlangıç evrelerinde üretilir. Bilgi ve edepte olgunlaşılmış olmakla birlikte sabır ve affedicilikte henüz zamana ihtiyaç var. Çatmasa kendisi çatlayacak, çatsa çatı çökecek; dolayısıyla örtülü konuşma, sembolik tarz, alaylı ve gülmeceli olmak, konunun ciddiyetine halel getirmeden hem kendisini rahatlatmak ve hem de üslendiği “emr-i bil maruf, nehy-i anil münker”i tebliğ etmek görevini yerine getirmektedir. Tekrar söyleyelim tarım toplumu aşamasının en büyük şairi Yunus Emre’dir. Bizlerin algısı dini bilgiler içerisinde Yunus Emre “hak aşığı” sıfatıyla yerleştiğindendir ki; O’nu en olgun “ümmeti Muhammed” olarak algılarız. Oysa Yunus Emre şiirlerinin incelenmesiyle gerek bilgilenme evreleriyle ve gerekse yaş evreleriyle çok değişik kişilikler arz eder. “Çıktım Erik Dalına” şiirini öğretimin bittiği eğitimin ise staj döneminde olduğu zehabını uyandırmaktadır.. Burhan Ümit Toprak Yunus Emre’yi birey olarak eğilip bükülmeyen, hiçbir yalakalığa girmeden sanatçı kimliğini sonuna dek yaşatan ivazsız ve toleranssız “iman etmiş” imanını sanatında yaşama zevkine ulaştırmış biri olarak takdim etmektedir. Şiirinin 800 yıldır rüzgâra hiçbir kelimesini kaptırmadan yaşamasını bu “yiğitlikte aradığını görüyoruz. Yunus Emre’nin dışındaki bir şathiyeyi gündeme getirerek bu şiirin paralelinde güncel bir türkünün sözlerinin ne denli reel olduğunu görüyoruz. “Tiridine Bandım” türküsü. 17 MANDA YUVA YAPMIŞ (Tiridine Bandım) “Manda yuva yapmış söğüt dalına Yavrusunu sinek kapmış gördün mü? Amanin yandım Tiridine bandım Bedava mı sandın Para verip aldım Sabah erken çifte giderken Öküzüm torbadan düştü gördün mü? Amanin yandım Tiridine bandım Bedava mı sandın Para verip aldım.” (Özcan 2002: 217-218) Dönemin Beyi (Kastamonu) tarafından halk ozanlarının yönetim aleyhine söz söylemelerini yasaklamıştır. Bu yasağın yanı sıra saz çalıp türkü söyleyen ozana bir eğlencede kendilerine türkü çalması emrivakisi yapılmış bir kenara da önüne kuru ekmeklerden oluşan yemek konmuş. Bu ortamda bu türkünün çıktığı söylenmektedir. Ozan da kendisine yapılan bu haksızlığı onlarla dalga geçerek dile getirmiştir. Şöyle ki; Tosya bilindiği gibi pirinciyle ünlüdür. Çeltik tarlalarının sürülmesinde kullanılan manda yazın sıcağında göletlere yatarak az kıllı olan derisini hem serinletmek, hem sineklerden korumak amacıyla çamura bular. Bunun için de göletlerin ve çeltik tarlalarının kenarlarında bulunan ve dalların suyun içine kadar uzanan salkım söğütlerin dalları üzerine, gölgesine 18 yatar. İşte mandanın söğüt dalına yuva yapması budur. Yavrusunu sinek kapması da yavrunun sinek tarafından ısırılmasıdır. Çünkü yörede kapmak sözü ısırmak anlamındadır. ‘Köpek kapar’ gibi. Ayrıca ‘cız tutmak’ diye bir deyim vardır. Bir tür sineğin hayvanların kuyruk altlarına girip ısırması ile oluşan ve hayvanı delirten oradan oraya sıçratan bir olaydır. Ardından ‘gördün mü’ sözcüğü ile türküye devam edip akıl almaz olayların olduğunu vurgulayıp alay etmektedir.”( 1 ) Şathiye örnekte görüldüğü gibi düğünlerde oyun havası olarak eğlenilen bu türkünün tahkiyesi sadece gülmece olmadığıdır. Ozan şikâyetini yine de yapmış kendisine verilen su ve kuru ekmeği verenleri alaya almıştır. Şiirde kullanılan ise bölgenin fotoğraf makinesiyle tamamen objektiften görülerek çekilmiş fotoğrafıdır. Yunus Emre Hazretleri de doğrudan olayı anlatıyor “göz var göre” “kulak var işide” demek istiyor. Günün reel fotoğrafını elbette İsmail Hakkı Bursevî hazretleri gibi “dervişin fikri neyse zikri odur” olarak alıyoruz. Şarihler biraz da, Yunus Emre üzerinden kendi şiirlerini yazıyorlar. Biz bu şathiyenin gerçeği üzerinden hareketle anlamaya çalışıyoruz. 1 e-şarkiyat ilmi- araştırmalar dergisi ISSN 1308-9633 http://www.turkuler.com/yazi/halkkulturunde.asp (25.12.2016) 19 İlk beyit; “Çıktım erik dalına anda yedim üzümü Bostan sahibi kapıp der ne yersin kozumu” Fikir soyutlanırken, zaman ve mekân tutucularının tümü (“fikir”in üzerine) baskı yapan diğer unsurlardan arındırılarak ele alınırsa mutlak bilgi ortaya çıkar. Burada “Erik dalına çıkılarak üzüm yemekten” bahis var. Bu dizeyi tek fikir gibi ele alırsak (absürd) bir hüküm çıkar. Yani erik ağacından üzüm yenmişlik hükmü konur ortaya; oysa şair bir oyun kuruyor. Kelimelerin altındaki bir boyut olan “zaman ve mekânı gözümüzün önünden alıyor. Zaman ve mekân unsurları birer hakikattir. Erik’in yetişme ve yenilebilme zamanı ile üzümün yenme ve hasadı farklı zamanlardadır. Anadolu’da önce erik erişir, sonra üzüm. Yani demem o ki; Erik sadece bir ağaçtır hatta bir daldır, üzümün asmasına “cergi” denilen havada tutarak yetişmesini ve kolay hasadını sağlayan, yerden tasarruf ettirerek gölgesinden de istifade edilen asmanın çubukları erik dalına tutundurulur, böylece hasat edilirken erik dalına çıkılarak üzümler toplanır ve yenir. Zaman ve mekân değerler skalasına dâhil olunca erik dalında üzüm yemek normal ve reel bir tablo olur. Gelelim ikinci dizeye: Yunus Emre’nin yaşadığı yıllarda ve hatta cumhuriyetin ilanından çok sonrasına değin mülkiyet, kullanım hakkı olarak var ve bu hak el senetleriyle toprak kısmı devredilse bile üzerindeki ağaçlar ağacı yetiştiren ilk üretici veya onun varislerinde kalırdı. Meyvesinden ağacı ekenin kendi veya varisleri istifade ederdi. Ceviz ağaçları çok büyür ve birkaç asır yaşabilirdi. Ağacın özelliklerinden kaynaklanan bu realite 50-60 metre yarıçapındaki bir alana yayılan cevizin hasadı en geç olur. İhtimaldir ki üzüm asması ve erik ağacının bulunduğu tarafa bu ceviz meyveleri düşebilir. Hele ki kargalar bu cevizleri her yere taşıya- 20 bilir. Ve tarla sahibi başkası, ceviz ağacının sahibi başkası olan bir zaman diliminden söz ediliyor. Hayatın hayret edilmeyecek bir resmi şair tarafından, zaman, mekân ve sahiplik ögeleri eklenmeden ele alınır. Başkalığa zaman, mekân ve sahiplik unsurları eklenince realist bir fotoğraf çekilmiş oluyor. Kısaca; Eriğin hasadını yaptık, erik ağacının desteğiyle ayakta duran asmadan da erik ağacının yardımıyla üzüm hasadını yapıp yedik. Daha sonra bahçede (bostan) bulunan ceviz ağacının sahibi başka birisi olduğundan o da cevizlerini korumak için ceviz (koz) yememize muhalefet ediyor denilebilir. 21 İkinci beyit: “Kerpiç koydum kazana poyraz ile kaynattım Nedir diye sorana bandım verdim özünü” Şair oyununu sürdürüyor: Kerpiç: Toprak su ile yoğrularak özlü bir çamur elde edilir. Bu çamura kırılganlığını önlemek ve esneklik kazandırmak için saman veya elyaf pamuk, kıl, yün v.s. katılır. Ahşap kalıplara doldurularak yapı malzemesi elde edilir. Gölgede kurutularak kullanıma alınır. Kerpiç pişirilmediği için su ile temasa geldiğinde dağılabilir. Bu briket taşın yakınlarda olmadığı ova bölgelerinde köy ve mezralarda kullanılır. Basit yapı malzemesidir. Bu açıklamadan sonra kerpici kazanda kaynatma eylemi (absürd) bir ironik mantık hükmüdür. Bir eğlendirici zekâ oyunudur. Dağılan kerpicin yeni amorf tozlarını ve içerisindeki hafif elyaf veya saman parçalarını da poyrazın nerelere götüreceğini herkes bilir. “nedir deyip sorana bandım virdim özini” Su ile temasa gelince dağılacak olan kerpicin poyrazda ne olacağını hala anlamayan ve soru sorana “avucunu yala” demenin hal diliyle söylenişi olacaktır. Semavi dinler ve özellikle İslamda insanın aslı topraktır, yani kerpiç gibi “kelfekkari” üstelik pişmemiş, çiğ, ham topraktan, kazanda kaynatsan da pişmez, poyrazla da savrulur ancak. Durum ortada iken bu ham insanların halini size gösteriyorum. Çiğlik, hamlık etmeleri doğaldır. Kendi özünüzle bu yapıyı bilmeniz gerekir demek olan “neden diye sorana” cevaptır. 22 Üçüncü beyit; “İplik verdim çulhaya sarıp yumak etmemiş Becit becit ısmarlar gelsin alsın bezini” İplik elyafların öreke, kirmen ve iğlerle eğrilerek oluşturulur. Dokumaya geçmek için şairin yaşadığı dönemde yumaklar yapılarak dokuma makinelerine asılır ve dokuma başlar. Bugün elektronik tezgâhlarda yumaklar yerini leventlere bırakmıştır. Oyun yine devam ediyor şairin kafasında. İplik dokuma düzenine girmediği halde “çulha” haydi acele et bezini gel al diye çağırıyor. Abes bir mantık, absürd hal devam ediyor. Burada Yunus’un önce inşaat malzemesiyle kurulan oyun şimdi tekstil dokuma konusu gündemiyle tekrarlanıyor. Hazreti Yunus gerçekten gülmeceyi ve “absürd” mantığı bilen biri. Yunus şen şatır demleri de olan sanatçı yanıyla şiirinde bu oyunları kuruyor. Kendi verdiği kalitesi farklı, fiyatı farklı, en önemlisi de helaliyeti olan ipliğin dokunacak düzeye getirilmediği açık olan (sarıp yumak etmemiş) çulhacı başka ipliklerden dokuduğu ve hazır elinde bulunan bir başka kumaşı alması için acele ediyor. Çulhacı (dokumacı) sahte bir iş yaptığı için durumu şiire böyle yansıtıyor. Zaman, mekân, bilgi eksikleri tamamlanınca bir dokumacının halinin anlatıldığı görülüyor. Ve elbette ki Yunus Emre bu durumu anladığını, dokuma ustasının tavrının yanlış olduğunu ifade ediyor. 23 Dördüncü beyit; “Bir serçenin kanadın kırk katıra yüklettim Çifti dahi çekmedi kaldı şöyle yazılı” Serçe: Hala Anadolu’nun yerli ve göçmen olmayan küçük kuşudur. Bir dalda hareketsiz bir dakika duramaz. Çok hareketli ve çift gezer. Kağnı (Kanlı): Öküz arabası da denir; iki tekerlekli bir oktan ibaret. Çok az yük konabilen çok gürültüyle hareket eden, ağır bir taşıt. Şairimiz küçücük serçe kanadını (çok hareketli kanadı) saatte bir kilometre giden kağnıya yüklüyor. Bu zıtların oranındaki gülmece açık. Kazınmak, yerinden kalkmak için acılar çekiyormuş, tekerleklerin hafif yüküne rağmen (bir serçe kanadı) ahşap dingillerin sürtünmesini kazınma olarak görüyor. Bu kez ulaşım ve taşımacılık üzerinden absürd olanı göstermeğe çalışan bir Yunus Emre görüyoruz. Marjinal fayda ve maliyet ve fayda iktisat ilmi ve mikro iktisadın konularından biridir. Bir iş gereği ve yeteri kadar emekle yapılmalı, sermayeyle üretilmeli ki optimum fiyat teşekkül edebilsin. Örneğin yüz metre karelik bir alanı bir işçi iki günde sıva yapıyorsa, iki işçi bir günde sıva yapabilmeli, dört işçi yarım günde yapabileceği öngörülen teorik olarak doğrudur. Ama bu küçük alanda rekabet ve psikolojik nedenlerle dört işçi yarım günde yapamamakta ve hatta kalitesi oldukça düşmektedir. Hele hele sekiz işçiyle hiç yapılamaz hale gelir. Ücretin bölünmezliği ve çalışma şartlarına göre iki işçi optimumdur. İkinci işçiyle iş tam iki gün yerine biraz işçilere dinlenme imkanı vermişse bu süre marjinal maliyeti 24 yani katılan son işçinin katkısı maliyetine marjinal maliyet veya fayda diyoruz. Bir küçük serçenin bir kanadını kırk katıra yüklemek deyişi, marjinal maliyetin veya faydanın gözetilmeden artırılan katır sayısıyla sağlanamayacaktır. Hatta çifti yani iki katır dahi taşıyamadı. Ve ben de bunu böyle yazdım diyor Yunus Emre Hazretleri. Kırk ere bir yumurta taşıtırsan sonunu merak etme, zira yumurta kırılmıştır. Ama erler cezaya çarpılmamak için kaçmış olmasınlar. Yumurtayı düşünme, onun kaybı görevi verirken düşünülmeliydi. Şimdi firardaki erlerin vebali ve sorununu olacaktır. Bir de kırk katır kervan kavramıdır, çokluk ifadesidir. Serçe kanadı azlık, ihmal edilebilir bir değerdir. Ederi veya ağırlığı açısından ihmal edilebilir. Oysa kırk katır sorumluluk isteyen bir iş dalı o çağda. Ulaşım, onlar üzerinden yapılırdı. Bugün ki tabirle 40 tır dolduran bir yük “hiç” olabilir mi? Bunu azaltsak bile 2 tır dorsesi boş yola çıkarılır mı? Sahibinin önemsememesi bile, yol tedariki, yol boyunca bu tırdan faydalananlar ihmal edilebilir mi? Çok açık ulaşımın marjinalliğini tartışmasız biçimde dün de bugün de yarın da göz önüne alınmasını öneren bir beyittir. 25 Beşinci beyit; “Bir sinek bir kartalı kaldırıp vurdu yere Yalan değil gerçektir ben de gördüm tozunu” Sinek aciz ve küçük, kartal güçlü sineğe nispetle büyük ters orantı gülmecenin palamarını çözen şartlardan biridir. Mukayesenin abesliği absürd’ü ortaya çıkarıyor. Bu ciddi olay derseniz “olay”, “latife” gündeme gelir. Kartal aç kalınca sinek yakalamağa çalışır. Gagasının yapısı gereği yakalayamaz, ısrar ederse yorulur. Enerjisi biter. Diğer yandan kartal yavruları korumasız kalınca sinekler musallat olur. Sonunda et obur uçuculara yem olurlar. Tabiattaki bu tenakuzu gören Yunus Emre bize tiyatro sunuyor. Akıl oyunları güçler arası orantısızlıkların taraflara üstünlük sağlamayacağını gösteriyor. Ölen kartalın üzerine üşüşen sineklerin çokluğunu toz olarak algıladığını veya tecahül ü arif yaptığını görüyoruz. Yalan değil gerçektir ben de gördüm tozını Evet tabiatta devam eden bu hareketin içerisindeki zamanı çıkarırsanız, kalan toz haline gelen ölü canlandırılmış olur. Doğal mücadele daha nasıl anlatılabilir. “Yalan değil gerçektir” ibaresi büyük şairimizin şiirini, bugünkü dille söylenecek olursa “realizm” üzerine kurgulandığıdır. Şiir söz sanatıdır. Belagat, fesahat, açıklığı, kapalılığı, gizemli, didaktik, kısa heceli, çok uzun heceli, açık veya kapalı heceli olmaları, iç musiki taşıması veya masnu, süslü, sade, koçaklama, taşlama, destansı, tahkiyeli, salt oluşlar halinde, yani gerek okumak için (sessizce) veya yüksek sesle okumak için veya mırıltılı bir musikiyle okunabilecek yapıda olabilir. Bu yapıyı şair kuracaktır. Muammanın içinden süzü- 26 lerek, okuyanda merak uyandırmak ve okuyanda şiire katkı yaptıracak duyguları kışkırtmak veya asabi okuyucuları yatıştırmak hep şairin şiire verdiği yönle ilgilidir. Necip Fazıl’ın şiiri yüksek sesle okumağa izin vermez. Sezai Karakoç’un şiiri sessiz ve göz takibiyle okunabilir. Yapısallığı bilinerek böyle kurgulanmıştır. Yunus Emre üstadımız yüksek şiir kabiliyetidir. İnsanı, coşturmağa, sessizliğe, sorgulamağa, her türlü ruh haline uygun şiirler kurabilmektedir. Çünkü şiirleri elden ele, ilden ile, dilden dile dolaşarak dergahına çağırmaktadır. İnsanı kendi özüne çağırmaktadır. Kartal ölünce sinek veya haşerat başına üşüşür ve kartalı tozu çıkacak hale getirirler. Bu gerçeği başından kovamadığı sineğin ölüsünün üzerinde olacağını düşünmeli insan demek istiyor. Koca koca barajları baraja nispet kapakları zapt etmekte, koskoca kamyonu bir fren durdurmaktadır. Gücün büyüklüğü sonsuz değildir. Canlılar ölümlüdür ve öldükten sonra zerrelere dönüşür. Sondan başa dönersek çok aciz olan toz bir zamanlar güçlü kartal ve atmosferin sahibiydi. Uçanların kralıydı. Şimdi sineğin yerden yere çaldığı toz zerresi. Futbol kulüpleri için söylenen böyle çok söz var kinaye dolu. Büyük kulüp, küçük kulüp sahada belli olur. Yunus Emre’nin diliyle mana gözüyle bu gerçeği gördüm, yalan değil gerçektir diye de onaylamış oluyor. 27 Altıncı beyit; “Balık kavağa çıkmış zift turşusun yemeğe Leylek koduk doğurmuş baka şunun sözünü” Günümüzde dahi belirsiz bir tarih verilecek ve o tarihte yapılacak bir fiil gündeme gelirse “balık kavağa çıktığı zaman”a tarihlenir yani olmaz, olamaz, hayır veya yapamam demenin olumsuzluğu anlatan bu cümlesi, o günlerde de kuruluyor olması, bu kültürün temellerinin ne kadar gerilerde olduğuna bir karinedir. “Balık kavağa çıkmaz” kesin kültürel yargısı varken, buna “zift turşusu yimeğe” diyerek yapılan ek olumsuzu şiddetlendirmeğe yönelik bilinçli bir mantık önermesidir. Zira zift ile turşu kurulmaz. Bugünlerde destile edilerek motorin elde ediliyor; kalan cüruf asfalt olarak yol kaplama malzemesi olarak kullanılıyor. Petrol cürufu denen bu malzeme siyah leke oluşturduğu ve yanıcı özelliğiyle tehlikeli bir madde sınıfında tasnif edilir. O günlerde savaş malzemesi olarak kullanılmakta ve kale içlerine akıtılarak yangınlara sebebiyet yaratırdı. Ziftten turşu olmaz. Balık da bu yemeği yemez. “leylek koduk doğurmuş” şu söze bak, olacak iş mi diye açıklama geldiğine göre doğum ve yemek üzerinden her şeyin kendi tabiatıyla mütenasip beslendiği, sofrasının da beslenme alanında olduğu “olumsuz”dan açıklığa kavuşturuluyor. Çünkü leylekler de kuş cinsi olduğu için doğurmaz yumurtlar. Kaldı ki “koduk - sıpa” eşek yavrusudur ve eşek doğurur cümlesi doğru cümledir. Olumsuzdan olumlu olanı çıkarmak yolunu gösteren bu dize mantık yürütmenin bir başka güzergâhını göstermektedir. İrreelden, reele varmanın yine mantık örneği dizenin kendidir. 28 Üç ayrı abes cümle: “Balık kavağa çıkmış”, “Zift turşusun yemeğe”, “leylek koduk doğurmuş”. Üçü de mantıksız ve abes ve de absürd. İnsanoğlunun öyle işleri var ki bu üç cümleyi bile aşar. Madem mantıksız neden yapar diye düşünelim. Zira fiziksel olarak dünyanın içindeki boşlukları saymaz iseniz dünya ağırlığını kaybetmez ama hacmi bir portakal büyüklüğündedir. O kadar küçük bir dünyada biz yaşayamazdık. Bizim yaşamamız için hava, su toprak ve bolca boşluk gerekli ki dünyamız da boşlukta yüzebilsin, dönebilsin. Bir gerçeğe binaen böyle diyoruz. Koca koca şirketler insanlığa fayda üretmek için fabrikalar kuruyor. Buralarda devletler denetim yapıyor, kurallar koyup, kanunlar çıkarıyorlar. Bu fabrikaların bazılarında da sigara üretiliyor. Cıcılı bıcılı, paketlere konuyor, dünyanın her yerine gönderiliyor. Faydalı mıdır sorsana “balık kavağa çıkınca” denilebilir. İnsanlar satın alırlar, evde, sokakta, gece, gündüz, bunalınca, sevinince peş peşe sigara yakılır, derin nefeslerle akciğerlerine sigara dumanı doldururlar. Bütün hastalıklarda payı olan sigaranın faydası için mi içer insanlar sorusuna “zift turşusun yemeğe” dense denk düşmez mi? Tıbbın yatırımlarını sigara gelirlerinden finanse etmeye ise “leylek koduk doğurmuş” denemez mi? Leylek bildiğimiz kuştur. Adı ve kendisi değişmedi. Nasrettin Hocanın ayaklarını ve gagasını keserek “şimdi bir kuşa benzedin” dediği kuş işte, göçmen kuştur. Gezmek ona çok yakışır; yazıda yabanda avını arar. Bu arada yabanda sıpa ile yan yana görülmüş olmalı ki leyleğin doğurduğuna karar vermişler. Cümle absürd. Bu yanlışı evrensel olarak ele alırsak, yalanın yalan olduğu biliniyorsa yalan orada barınmaz. Ama açık yalanlar abes ve sembolik konuşulabilir. 29 Yedinci beyit; “Bir küt ile güreştim elsiz ayağım aldı Güreşip basamadım göyündürdü özümü” Bu beyitte de zamandan arınmış bir kurgu var. Uzay geometri parametreleriyle çalışan bir bakış bu, hikâyenin “reel” unsurlar taşıdığını görür. Sağlam bir kişi kendine vücutça denk olmayan diğeriyle neden güreşir? Çünkü güneş hayal de yapılıyor.. hayal ki zamanı ihmal ediyor. Bacakta olan sakatlık rakibin elsizliğine evrilirken boşluktaki ışık huzmesi ayağı aydınlatıyor. Engelli birine yenilmek vicdanı ne yönde sızlatır? Yendiği için mi, yenildiği için mi? Buna cevap arayan soruşturucu ve yargılayıcı yapı merak hayaline takılıp kalıyor. Sporu engelliler üzerinden, sağlam olanın şükrüne yöneliyor. Vicdan ve engeller ölçüsü bu beyitte “reel” terazide tartışılıyor. Küt; kötürüm anlamlı bir kelimedir. Küt ile GrekoRomen bir oyun tarzı gibi herhalde. Öyle de kötürümü kimse müsabakaya çıkarmaz. Yunus’un şiirsel kurgusunda senaryosu hazırlanan güreş müsabakasında tarafın bir kötürüm, diğeri beyniyle düşünüp “elsiz ayağı”nı kaptırıyor, hasmını yere yatırıp müsabakayı kazanamayınca üzülüyor. Bu hukuksuz maçın adil olmadığı açık; kötürüm tarafı vicdanen kazanması gerekiyor. Öyle de oluyor. Kazansa idi yine üzülecekti, kaybetti ve üzüldü. Kötürümü koruması gerekirken güreşe çıkaramazsın. Madem çıkardın o kazansın, sevinsin ki adalet temin edilsin. Aynı zamanda senaryoyu hazırlayan şair de üzülsün ki burada şike oluşmasın. 30 Sekizinci beyit; “Kaf dağından bir taşı şöyle attılar bana Öylelik yere düştü bozayazdı yüzümü” Bütün hayatımızın içerisinde yaşadığımız bu dünyanın dış sınırı olan “Kaf dağından bir taşın atıldığı” imgesi, gerçeğin içerisinde kalınmağa ve dünya dışına dair tasavvuru yasaklayan bir cümle olduğu açıktır. Dünyanın dış sınırından atılan o taş o gün itibariyle sınırlarını koruyan askeri yapının sınırlarını aşmak isteyenlere bir uyarı atışı niteliğindedir. Zarar görmemiş olmasına rağmen “öylelik yola düşdi” diyerek bu açıklanıyor. Lakin “ben kaf dağını aşmak ve dünyanın dışına çıkmak istiyordum, bu taş beni uyandırdı, hayalimden caydırdı” ama üzüldüm. Üzüntüm yüzüme yansıdı diyerek, iç üzüntülerin yüzden okunabileceğine de gönderme yapılıyor. Kafdağı bir masal, ama dünyanın çevre yanını sarar. Yunus Emre de etrafını saran kendini bilmez öyle iftira ve sözlü hücumlar ediyorlar ki linç etmeğe sanki hazırlar. Bunu korkutuyor, ürkütüyor, onların adına yüzüm sararıyor, benzim soluyor ama kaderimi görüp teselli buluyorum. Onlara (halka) bir şey demiyorum. 31 Dokuzuncu beyit; “Gözsüze fısıldadım sağır sözüm işitmiş Dilsiz çağırıp söyler dilimdeki sözümü” Bir üst beyitte dile getirilen haksız ve düşmanca suçlamaları gözsüze fısıldadım sağır sözüm işitmiş. Dilsiz dayanamayıp bağırarak dilimdeki sözümü dile getiriyor. Çünkü Kaf dağından atılan taşlar uygun mahallere düşüyor. Demek ki alın alınyazımı ibret diliyle görmemi istiyor. Korunma altında olduğumu bildiğim için sessiz kalmak istedim. Lakin belki bu sır bana ağır geldi. Sırrı saklayacak bir köre bunu fısıldayayım istedim. Lakin sağır bunu işitmiş. “elsiz” “dilsiz” “gönülsüz” denen “dervişler, dirilmişler de gelmişler hak yoluna durmuşlar. Senaryonun yazarı biliyor ki “hiçbir sır gizli kalmaz”. Bu nedenle gözsüze tevdi ettiği sır sağıra sirayet ediyor ve dilsiz dijital hoparlöründen bütün dünyaya “sırrı faş ediyor”. 32 Onuncu beyit; “Bir öküz boğazladım kakıldım yere serdim Öküz ıssı gelip der boğazladın kazımı” Öküz sembolü esatirin en önemli sembollerinden biridir. Oğuz kelimesinin de aynı kaynaklı olduğu söylenir, yazılır. Hindistan’dan tutun da eski Mısır ve Yahudilerden tutun da Vikinglere kadar boğa kutsal olmuştur. Kur’an’da geçen Zülkarneyn (Çift boynuzlu) ibaresi de bunu tamamlar, gücün paraleli, cinsel gücü temsil eder. İnsanların canlılar grubu olmaklığı nedeniyle hayvanlar âleminden eşleştiği hayvanı sembol olarak kabul edilir. Yunus Emre Hazretleri diyor ki ben bende bulunan boğayı yere serdim boğazladım. Oysa içimden ben de diyor ki ey Yunus Emre kazımı boğazladın. Yani yorumcu der ki “kaz” hırs ihtiraz sembolüdür. Sen sendeki cinselliği iptal etmiş olmakla hırs-u hevesi de iptal ettin. Nefis dediğimiz yaratılışımda bizimle var olan ve Yunus Emre’nin Risaletin Nushiyye’sinde her frekansını her ışınını ayrı ayrı gösterdiği ve erdemlerini korumayı ve Âdem’i cennetten kovduran nedenleri de terbiye etmeği öğrettiği nefis, cinsellik, kibir, hırs, v.d. gibi huy yapılarının üzerindeki ana kumanda merkezidir. Yunus Emre’nin tabiriyle şeytanın soluk aldığı yer. Öküzün de, kazın da sahibi Nefistir. Dolayısıyla birini iptal edince sahibi kızmış oluyor. 33 On birinci beyit; “Uğruluk yaptım ona bühtan eyledi bana Bir çerçi, gelmiş der kanı aldın gözgümü” Uğruluk: Hırsızlık, aşırma Bühtan: İşlenmemiş bir fiilden suçlanmak, iftira Çerçi: Gezgin satıcı Gözgü: Ayna Meğerki bir fiil işlemiş yapılmış ise karşılığında yapılan suçlama iftira olmaz. Veya bühtan eyleyen çalınan bir şey olduğunu göremiyor. Açıklamak gerekli: Satıcı ister gerçek, isterse mecazi olsun aynanın sahibi yerindedir. Ayna her şeyin yansıdığı bir mekândır. Ayna bir şey üretmediği gibi olandan başka bir şey de yansıtmıyor. Tasavvufta ayna ile gerçekhayal münazarası kurulur. Feyezan bahsinde Gazali önemli bilgiler verir. Şimdiki kameralar aynanın yerini aldığı için hayalin gerçekliğini de sinema ve/ya film ve/ya kameradan yansıyan dijital platform diyebiliriz. Gördüklerimiz hayaldir; yani gerçeğin hayali ve/ya hayalin gerçeği. Dünya da böyledir. Bir süre (ömür) yaşar ve göçeriz göçmen kuşlar gibi; farkımız “gidenler memnun ki yerinden/ dönen yok seferinden” diyen Yahya Kemal gibi, ölüm bir yok oluş değildir. Ve yine Yahya Kemal’in tabiriyle “Lakin vatandan ayrılışın ızdırabı zor” deriz. Yunus’un anlatışından aynasının çalındığını zanneden çerçi (satıcı) gerçekte ise çerçiye avucundan gösterdiği gerçek onun aynasından yansıyan değildi. Yunus Emre’ye çaldın dememeliydi. Veya Yunus Emre satıcıya öyle demeli idi ki; gelecekte bu aynanın yerini alan araçları düşünsen bana bühtan atmazdın. 34 On ikinci beyit: “Tosbağaya uğradım gözsüz sepek yoldaşı Sordum sefer kancaru Kayseri’ye Azimi” Tosbağa: Kaplumbağa Sepek: Değirmen Taşı, Köstepek Kaplumbağa yavaş hareketiyle tanınan sürüngen; bu yönüyle ağır hareket edenleri sembolize eder. Sepek ise bazı metinlerde köstebek olarak değerlendirilmektedir. Köstebeğin özelliği yerin altında ve toprak içinde yaşaması olarak tanımlanabilir. Bu kemirgenin özelliği kış için yiyeceklerini yumruları yer altında olan bitkileri mevsiminde toplayarak depo etmesidir. Bu yönüyle tarz-ı ticaret-i kayseriyye uygun düşmektedir. Kayserili tüccarlar da üretim yerlerinden ticari metaları toplayıp Kayseri’deki depolara getirirler bu depolardan perakende satışları yaparlar. Bu depoculukları sayesinde hem mal istikrarını hem de fiyat istikrarını sağlarlar. Hem de enflasyona karşı veya diğer para değer kayıplarına karşı önlem almış olurlar. Bu işlerini çok sessiz sedasız yaptıkları için köstebeğin yer altı fotoğrafına uygun düşmektedir. Dolayısıyla kaplumbağa ve sepeğin birlikte Kayseriye gitmeleri hayvanlar aleminden örnekleme ile anlatılmış olmaktadır. Bazı metinlerde de sepek köpek şeklinde yazılmıştır. Biz bunu eski metinlerde görmediğimiz için kaale almıyoruz. Bir başka değerlendirme tarzı da sepek kelimesi “sabit kalan değirmen taşına” ad olarak lügate girmiştir. Üstteki değirmen taşının ortası deliktir. Buradan öğütülecek tahıllar dökülür ve/ya akıtılır. Sabit taşın ortasında “öbek” denilen mil vardır. Öbek (ahşap parça) üst taşın alt taşa dokunmasını önler. Böylece dönen üst taş ile sabit alt taş arasında kalan tahıl un olur. Sepek hem ağır hem sabit ve/ya hareketsizdir. Anadolu şivesin- 35 deki taştaki bu oyuk, deliklere, işlemlilik çerçevesinde “göz” tabir edilir. Gözsüz sepek kaplumbağaya bir rozet armağan etmek gibi olmuş. Nereye gittiğini sormuş kaplumbağaya, yakasındaki rozeti göstererek azminin Kayseri olduğunu söylüyor. Kayseri’nin yerlileri de çok ağır ve yavaş hareket eden sabırlı karaktere sahiptir. Yunus Emre belki buna işaret ediyor. Belki de Abdülbaki Gölpınarlı’nın Yunus Emre Hazretlerinin çağını anlatırken Kayseri’nin başına gelenlere işaret ediyordur. “Kösedağı yenilgisi (641 H. 26 Haziran 1243), Selçuk İmparatorluğunu temelinden sarsmıştı. Moğollar, Sivas’a yürümüşler, Sivas kadısının şefaâtiyle halka dokunmamışlar, şehri üç gün yağmâ etmişler, oradan Kayseri’ye geçmişler, erkekleri kılıçtan geçirmişler, kadınlarla çocukları alıp yola çıkmışlardı. Yolda yürüyemeyenleri öldürüyorlar, her yana dehşet saçıyorlardı. Selçuklular, yıldan yıla ağır bir vergi vermeye râzı olarak Moğollarla uzlaşmışlardı.”(1 ) 1 Abdülbâki Gölpınarlı, Yunus Emre, Hayatı ve Bütün Şiirleri, Altın Kitaplar Yayınevi, Eylül 1971, Sh.5 36 On üçüncü beyit; “Yunus bir söz söyledi hiçbir söze benzemez Erenler meclisinde bürür mana yüzüni” Aklı cüzü buraya kadar yordu, gerdi, diğer mantıkları kışkırttı, uyandırdı, düşündürdü ve “mana - anlam” yüzünü açtı. “Yunus bir söz söyledi” O’nun şiiri konuşma gibidir hep. Ortaya sorular koydum, bu soruların gerisinde de önünde de “ben” varım. Çok taze, yepyeni, hiçbir sözü taklit makamında olmadan söyledim. Zira erenler meclisinde bunların cevabı bilinir. Onun için “yeni” üretimimle duyduğun kıvancı dostlarımla paylaşıyorum. Onların da mutluluğu benim bilgeliğime paralel durmaktadır. Taklit ve öykünmeyle ve en kötüsü de “soru ve/ya sorular” bırakmadan “anlamak” nasıl sağlanır? Sokrat’ın at sineği diyalogu “sinek sayesinde bu küheylan canlanıyor” demesi gibi sorular gizemi açabiliyor. Tebessüm içinde aydınlık önünde kalbe doğan esin gibi. Vahyin kıymeti daha belirgin hale geliyor. Yunus Emre, Selçuklu Devletinin kültür tarihini günümüz Türkçesine adapte ettiğini itirafla söze girersek, dilimize ve dille yaptığımız imandan, musikiye bütün güzel sanatların ona borçlu olduğunu da itiraf etmeliyiz. En yakınında, sohbetine katıldığı, Hz. Mevlana Celaleddin Rumi’yi Türkçe dile getiren de odur. Selçuklu Devletinin Devlet dili Farsçadır. Farsça dünya dili olmayı türkçeden önce yazılı kültüre geçmesi hasebiyle, tarih sahnesine çıkan Türk devletlerinin devlet ve sanat dili olmuştur. Yunus Emre tonlamasıyla, duraklarıyla, vurgulamalarıyla eşsiz şiirler inşa etmiş, temasıyla kelime yapıları coşkusuyla fiil yapılarının zarif işlevlere eş etmiştir. Mısralar arası 37 uyumla beyit anlamlarını yükseltmiş beyitlerin geçiş - korelâsyonlarıyla şiir tamamiyetini sağlamış bir şairdir. Parçadan bütüne, organdan - organizmaya geçişler öylesine doğal ki Dertli dolabı okurken okuyucu dertleniyor adeta. “Dağlar ile taşlar ile/ Çağırayım mevlam seni” derken kul - mevla öylesine içiçeleşiyor ki “Elhamdülillah…” demeden geçemiyoruz. Camilerimizi çınlatan, yüreklerimizi Allah sevgisiyle şenlendiren Yunus’a elbette her tahiyyattan sonra rahmetler okumalıyız. Onun sözleri insanın özünden kopup gelen ilahiler ve onun içinde onu sevdiren belki de sevinen meleklerdir. Yunus’un söylediği hiçbir söze benzemez. İlahi kelamın zarif tekrarlarıdır onlar. “Yunus ne hoş demişsin balu şeker yemişsin Ballar balını buldum kovanım yağma olsun” Erenler meclisinde bu şiir dinlenirken bütün zevat demlenir. Pişer hissemend olur. Yanmağa başlar. Oysa münafıklar ve mürailer meclisinde şiir nikabına girer, Kâbe gibi yüzünü siyah elbiseyle örter. Münafıklar meclisi alınıp - satılanla nişanlı olması nedeniyle başları hep beladadır. Realiteyi okurken bütün boyutları bilmek, bulmak, yanlışlanabilirliğini önceliyerek okuma ve hüküm cümlesi çıkarmak doğruya daha yakın olur kanaatindeyiz. Okuduğumuz nesnelliği araçsallaştırarak başka anlamlara uzanmak akılla yapılacak bir iş değil. Dr. Kenan Göçer’in Yunus okuması da güzel bir değerlemedir. Buraya özet olarak ve bu şathiyenin sınırlarında kalarak makaleye eklemlenmek istiyorum. Çünkü tarihsel Yunus Emre ile yüzleşmek, anlamak ve anlaşmak istiyorsak “yol” budur. Miskince bir tavır ama konumuz tam da bu. Bir Miskin’in hayatını teşrih ediyor gibi, o gün yazılanı bugünkü imkan ve akılla irdeliyoruz. 38 Sayın Göçer M.Ö. 500’lü yıllarda kurulan İyonya’daki yönetim ve/ya yönetişim üzerinden “izonomi” kavramını fon yaparak Yunus Emre okulunun ne yaptığını, yapmak istediklerini, kimlerle nasıl oluşup, oluşturdukları kurumları ve kendi oluşum süreçlerini irdeliyor. Bütün savaşlar, dengeleri bozan “birikim” üzerinden çıkmaktadır. Birikimi dağıtmalı ki, toplum güvende fertler de özgür olsunlar. Birikim (bir+iki+m) tevhide varmak için bu birikim dağıtılmalıdır. Toplumdaki bütün bireyler eşitlenmelidir. Örneğin A da 100 birim birikim var, B de ise 6 birim birikim var. Bu birikimin eşitlenmesi için diğer bir deyimle bu birikimin dağılması için A+B/2 = 100+6/2= 53 birim olarak dengelenebilir. Miskin medeniyeti bunu kabul edebiliyor. Bu dağılım birikim sahibi olanlarca gönüllülük esası ve her alanda olmalı, dervişçe ve eşit bir dağılım izonominin anlaşılmasına bir adımdır. 1. Benlik olarak birikimin dağıtılması 2. Maddi olarak birikimin dağıtılması 3. Anlam - mantığın dağıtılması 4. Statü ve itibarın dağıtılması 5. Dilsel mesafenin dağıtılması Horasan - Nişabur hattından taşınan Anadolu Melamilerinden olan Derviş Yunus Emre “Bir yandan meslek, emek ve çalışmaya önem verirken diğer taraftan itibar ve statüye değer vermeyerek nefsini kontrol altında tutup kibre düşmemeyi ilke edinmiştir.”(1 ) Darma dağınık olmuş, şiddet, salgın, baskın ve savaşlarla nasıl baş edeceğini düşünemeyerek, her şeyiyle dağılmış olan kalabalığı, araya giren bozguncuları ve sözüm ona sessiz kalan görevlileri paranteze alarak korkup sinen, saklanan ka- 1 eISSN 2667-5625 Yunus Emre Aslında ne dedi, Kenan Göçer 39 labalıkları birliğe davet eden Yunus Emre bilinçli olarak agoraya atılıp gönüllere girerek, onları birleştirerek bir toplum olmalarını sağlamak önemlidir. Bu bir tesadüf raslantısallık içinde bilinçsizde oluşan veya oluşabilecek olan “inşa” kurgu olamaz. Yunus Emre önemli bir önderdir. Miskinlik işinin özünden ayrılmadan bunu başarmıştır da. Özgürlük ve eşitlik Yunus’un şiirlerinde “kelime” olarak olmasa bile hayat olarak olduğunu Sayın Göçer de tespit etmiştir. Şimdi esas Göçer’in gündemine aldığı “anlam - mantığın dağılımı” bahsinde bu şathiyeyi örneklemesinde tespit ettiği yolumuza yeni bir ışık olabilir. Bu da bir şerhtir. Hem de Yunus Emre gibi kısaca “Ete kemiğe büründüm Yunus gibi göründüm” demekte sanki. “bütün Yunus şiirlerinden apayrı duran bu şiiri diğer yorumcular gibi yorumlama niyetinde değilim. Ancak yapısal olarak bakıldığında Yunus’un dizge yapısını bozmaksızın yine bir birikim olan anlam ve mantığı dağıttığı söylenebilir. Yapılan bu dağıtma ile yukarıda yapılan yorumlara halel getirilmiş, onlara karşı çıkılmış, yanlış bulunmuş olunmuyor. Şiir anlam ve mantığı dağıtmasına rağmen yorumlamayı hala mümkün kılabiliyor. Tasavvuf biraz da yaratılan bu müphemlik sayesinde zenginliğini, çekiciliğini ve sağlığını koruyabilmiş gözüküyor. Onun her şeyini dağıtıp yağma edebilecek yapısını başka şiirleri de desteklemektedir. Canlar canını buldum, bu canım yağma olsun Assı ziyandan geçtim, dükkanım yağma olsun Ben benliğimden geçtim, gözüm hicabın açtım Dost vaslına eriştim, gümanım yağma olsun Benden benliğin gitti hep mülkümü dost tuttu 40 Lâ-mekân kavmi oldum mekanım yağma olsun İkilikten usandım, birlik hanına kandım Derd-i şarabın içtim, dermanım yağma olsun Varlık çün sefer kıldı, Dost andan bize geldi Viran gönül nur doldu, cihanım yağma olsun Geçtim bitmez sağınçtan, usandım yaz ü kıştan Bostanlar başın buldum, bostanım yağma olsun Taalluktan üzüştüm ol dosttan yana uçtum Aşk divanına düştüm divânım yağma olsun Yunus ne hoş demişsin, bal ü şeker yemişsin Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun Yunus Emre hem örnek alınacak bir kişilik, hem de ibretnüma evrendir. Üzerinde çalışıldıkça mazlumlara özgürlük, zalimlere vicdan bahşedecektir. Sayın Göçer hocanın burada söz konusu ettiğimiz makalesinde Yunus Emre’nin sosyolojik işlevini sanatına nasıl yansıttığını çerçevelemiştir. Konumuzla ilgili “anlam - mantık” birikiminin dağıtılması konusu da işlenmiş oluyor. Söylenecek sözü absürd, anlamsız, saçma gibi görünse de “hayatın içindekilerine” paralel olarak şiire yansıdığı söylenebilir. Yani realite fondaki manzarayı tümüyle gerçeklik üzerinden vermektedir. “göz var göre” “kulak var işite” çığlığını Yunus Emre’den duyar gibiyiz. 41 Esin vahyin gölgesinin gölgesi gibidir. Şairler bu sayede barınır. Hazreti Yunus Emre’nin himmetiyle burada noktalıyoruz. Allah sırrını kutsasın ve rahmetiyle yarlıgasın. 

Başkan'ın Mesajı
Aidat Borcu Sorgulama
Köşe Yazıları
Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa Özer (özer Koç)

Ahmed ceemal El Hamevi

Prf.Dr.Serdar demirel

N.Mehmet Solmaz

Mustafa Özer (özer Koç)

Mustafa Miyasoğlu

Mustafa Ekinci

Galip Boztoprak

Şeyma Kısakürek Sönmezocak

Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa cabat

Ebubekir Sifil

Ali Biraderoğlu

İbrahim Ulueren

Mustafa Özer (özer Koç)

Ali Biraderoğlu

Mustafa cabat

Günlük Gazeteler
Sponsorlarımız

Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı

© Copyright 2020  V4.1 Tüm Hakları Saklıdır. | Vakıf Sitesi


Top