Duyurular

Kiymetli gonuldaslarimiz , vakif binamizdaki cumartesi sohbetleri Bu hafta Ahmet AVANLIER in Yapacagi Filistin, Kudus adli sohbeti ile devam etmektedir .17/02/2024 Cumartesi gunu saat 13.30 da Adi gecen sohbete Tum gonuldaslarimiz davetlidir. 


Başbuğ Velilerden 33

 

Ezelle ebed arası Allah'a doğru giden evliya kervanları arasında en şanlısına ait 33 kolbaşılı "Altun Halka - Silsile-i Zeheb" çerçevesidir ki, keyfiyet ölçüsüyle temel sayısını, bütün kainat gibi O'ndan alır.


«Velîler Ordusu» kitabında hayatı anlatılan 333 Velînin içine, «Bir» sayısını Allah Resulüne verdikten sonra mukaddes emaneti O’ndan alıp günümüze kadar getiren, O’nunla beraber 33 büyük velî, esere bilhassa alınmamıştı. ... 


VAKFIMIZIN YENİ YAYIYININI BEKLEYİN 
                 

             "CÜMLE KAPISI"

                YAKINDA


Kayseri Hava Durumu
Anket
Döviz Bilgieri
Merkez Bankası Döviz Kuru
  ALIŞ   SATIŞ
USD 0   0
EURO 0   0
       
Özlü Sözler
Takvadan Kıymetli İzzet ve Şeref Yoktur
Sponsorlarımız
Sanat ve aksiyon içinde bir portre denemesi

Sanat ve Aksiyon İçinde Bir Portre Denemesi

Mustafa ÖZER

2

*Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı Yayınları: 10
* Birinci Basım; 1997/ Kayseri
* İkinci Basım; Temmuz-2012 Kayseri
*Kapak; Mustafa İbakorkmaz
*Tashih; Mustafa Cabat
*Dizgi-Baskı; Orka- Kayseri
TAKDİM

3

Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı “İlmi kitapla kaydediniz.”
buyruğunu yerine getirmek amacıyla bir süre önce başladığı kitap
yayınlarına hız kesmeden devam etmektedir.
İlk kitabımız olan Felsefe Öğretmeni Mustafa Cabat’ın “İki
Kavram Analizi Laiklik-Aksiyon” adlı çalışmasının ardından
Kayseri’nin yetiştirdiği ender şairlerden Mustafa Özer’in “Evsa
,Düşüşten Sonra , Sis ve Selva, Çağrı Sayfaları,Çalakalem
Çiçekler,Birlikte Ayrılmak, Şapkamda Saklanan Azrail,Düşüşten
Sonra-2 , Sanat ve Aksiyon İçinde Bir Portre Denemesi, Ses ve
Heves adlarını taşıyan 10 adet şiir ve denemelerinden oluşan
kitaplarını yayınları arasına katmıştır.
Vakfımız 2012 yılı içerisinde 12 numaralı kitabını Büyük Doğu
‘nun yaşayan mütefekkiri Ali Biraderoğlu’nun “Necip Fazıl ve
Büyük Doğu” adlı Kayseri Büyükşehir Tiyatro salonunda 1989’da
verdiği konferansın yayınlanmasına tahsis etmiş bulunmaktadır.
Manevi kültürün kaynağı kitaptır.Neslimizin varoluşunun
kitaplarla haşır neşir olmasına bağlı olduğuna inanıyor ve bugüne
kadar bir düzine kitabı yayın hayatına kazandırmaktan mutluluk
duyuyor,okuyucusunun hiç bitmemesini temenni ediyoruz…
Mustafa Fikri Tekelioğlu
Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı Başkanı

4

AKSİYON VE SANAT ÇERÇEVESİ

5

SUNUŞ
Kendi açık ve gizli hayatını bütün yönleriyle, derisini
soyarcasına canhıraş çığlıklarıyla agoraya (cemiyet
meydanı) çıkaran, böylesi büyük bir dehayı anlatabilmek
öylesine zor ki, Van Gölü'nün suyunu elekle Akdeniz'e
taşımak cefası bile bu kadar zor olamaz. Çünkü O'nu
tanımak saadetine erdik. Bu bir (hal)dir. Bunu bile
anlatmak zordur. Kaldı ki, O adın önüne bir prizma
koyarak, renklerine ayırmak kolay olabilsin.
Anlatacağımız bir yönü, o yönün sonsuzluğunu bir
sınıra sokmak gayretini aşamayacak. Bütün yönlerini
tanımlarla sınırlamak, handiyse O'nu anlatmak değil,
anlatmamak olacak.
O'nu duyuyoruz. Bu gayretimizin boşa çıkmaması ve
O'nu karanlığın varlığını elle tutulur hale getiren gece
yıldırımların aydınlığına çekerek küçük, küçücük bir
pozuyla tesbite çalışıyoruz.
"Ben haritada deniz görmüş boğulmuş,
Dokuz köyün sahibi, dokuz köyden kovulmuş!"
diyor. Evet o öylesine bir ben'in sahibi ki, gözüyle
düşünenlerin anlamayacaklarını bile bile anlattı
kendini… Istırap çektiğini ve bu ıstırabın kaynağını
defalarca anlattığı halde, yine de anlaşılamadı. Herhangi
bir parti finosu "boşver canım… Mantık kargaşası…
Geç…" diyebilir. Ama bir parçacık küçük papatya çiçeği
kadar vicdan sahibi olanlar böylesine paralanan sese
"boşver" diyemez. Değil ki insana saygı duyan bu sesi
duymadan geçsin.
O'nu mümkün olduğu kadar yine O'nun genişliğine
sığınarak terennüm etmeye çalışacağız.

6

O, tek kelimeyle, kelimelerin hepsini potasında eriten
bir tek kelimeyle… Müslüman…
O, tek kelimenin, gürültüler yüzyılında, dönmez
dâvacısı ve takipçisidir… Olanca derinlik ve hamasetiyle,
asalet ve saffetiyle, iffet ve ismetiyle, haşmet ve
dehşetiyle, kelâm ve kalemiyle necip kahraman...
O tam bir destanla anlatılabilecek birisi. Homeros
veya Firdevsî'nin altından kalkmayacakları bir tip. Zira
onlar, çok kahramanla anlatılabiliyorlar. Oysa O;
kahramanlıkların hepsini bünyesinde toplamış birisi…
O'nu geçmiş kahramanlıkların dirilişi, gelecekteki
kahramanlıkların prototipi olarak düşünmek mümkün ise
de, kendine özgü edası içerisinde "Çöle İnen Nur"un
pervanesi olarak görmek O'nu daha mutlu eder.
O'nun dediklerini hissetmek mümkün, aslî mecrasını
anlatmaksa mümkün değil, Gönül kapısını O'na doğru
çevirmek ve uzaydaki küçük bir teneke parçasını,
ekranlarında tesbit eden radar kadar olsun uyanık olmak
ve avının üzerine saldıran pars çevikliğiyle yüreğe sızan
o sesi duymaya çalışmak, O'nu biraz olsun anlamaya
yaklaştırır bizi.
O'nu anlamak biraz da yürek işi oluyor.
Anlayışsızlıkların sağır eden sirenleri, halka halka
O'nu çevrelediği bir dünyada, O'nu koruyan tek güvenlik
kolu ıstırapları oldu. Boş ve uzun boruların hepsine ayrı
ayrı soluklar üflemekten ve borulardan yankılanan yılansı
ıslıklardan O'nu, ıstırapları korudu yine.
O ıstırap ki, imanını korumak uğruna yapılan çetin
savaşlardan inancına yönelen saldırılara karşı, dev
yürüyüşlerden damla damla biriken bir öz varoluştur.
O ıstırap ki, küfür hokkalarından parmağa bulaşan
mürekkeple, inanmanın bestesini yapma cehdi.

7

O ıstırap ki, Hak'kı halk ormanına teslim etmek ve
büyük ormanı Hak'kın ateşinde yakıp, tohumuna hasret
çeken ağaçlar halinde bayraklaştırmak uğrunda oluştu.
O ıstırap ki, renklerden ve seslerden oluştu.
Ve ıstırap; korkmaktan ve aşktan oluştu.
Istırap; çevre çevre, ondan kaçıldıkça daha çok
kucaklar insanı
Istırap öylesine bir zarf ki, mazrufu da ıstıraptır.
Kaçmaktan gebe kalan bir kavram.
Hiçbir canlı yoktur ki aklını, nefesinin yettiği yere
dek gererek, nesne ve olayların neden ve niçinlerine
mutlak cevapları bulmak uğruna ıstıraba düşmemiş olsun.
Eğer yaşayanlar,ıstıraba düşmediklerini sanıyorlarsa
aldanıyorlar. Çünkü, ya eşya ve olayların mahkûmu
oldukları için, suçlarına karşılık, bulundukları durumu
doğal cefa sayıyorlar, ya da, sarhoş olarak yaşıyorlar.
Herkes hakkına düşen hevesi tasarruf edebilir.
Tasarruflarını ezbere yapıyorlarsa ve haklarından haberli
değillerse veya yaşamak hevesini hak görmüyorlarsa
kimseyi yargılamıyoruz. Ve fakat herkesi yargılayan
nesne ve olaylarda, hakkını aramayanların bile rahatsız
olacakları bir mustarip varsa ve o mustarip hakikatı
gösteriyorsa (adam sende) diyerek o mustaribin ıstırabını
ağırlaştırmaktan başka ne yapılmış olur. O mustaribin
sesine kulak vermemekle, sümüklü böcek gibi ardında
bıraktığı ıslaklıkta marifet arama oyununa devam edilmiş
olur.
Ömrünü, hayatın hakikatini çözmek için hücre hücre
ıstıraplarda dolaştıran, acılar üstüne acıları tattığı halde,
yinede, o acı iptiladan tatmak için, gövdesini dolap gibi
ıstırapla dolduran bu adam, mutlaka deha olmalı. Deha

8

almalı bu mustarip… Ancak bu ıstıraba onlar
dayanabilirdi.
Dehanın ıstırabını, diğer, yığınların ıstırabından
ayırmalıyız. Çünkü dehanın ıstırabında dışa doğru hamle,
içe doğru oluş vardır. Bir yanıda, olanca esrarıyla içe
doğru oluş, dış hamlenin kaynağı, dış hamlenin hakim
olduğu dünyada, iç oluşun kaynağı olmasıdır.
"Herşey bende bir gizli düğüm
Ne ölüm terleri döktüm nelerden,
Yetişir çektiğim mesafelerden."
deyişinde bile bu sırlar açıklanır gibi.
İmam-ı Bûsırî'nin Kaside-i Bürde'sindeki,
Âdetke halî lâ sırrî bî müstetirin
Ani'l-vüsati ve lâ dai bî münhasimin
(Benim gerçek halimi öğrendin, zaten ne
kınayanlardan saklı bir sırrın, ve ne de, derdimin dermanı
vardır.) beyitinde açıklanan hale denk bir tavır.
Mustaribin ıstırabı yüzünde, derisinin renginden daha net
bir biçimde ifadesini açığa vurmaktadır. Anlayış gerekir
biraz.
Anlayışın kıtlığı onların her tavrını gizli oyunlara
beziyor. Bu bezeyiş iyi niyetten doğsa da mustaribin
acısını katmerleştirmekten başka ne işe yarar?
Belki olanlara bir ışık olur umuduyla, hem genel
san'at diyalektiğini kırmadan ve hem de, hakkı bütün
bütün yenmek istenen sanatkâr, düşünür ve büyük
aksiyoncunun hüviyeti ve kendi ehliyetimiz çerçevesinde
düşünülmesi gereken bu esere, özellikle tam bir biyografi
gözüyle bakılmasını istemiyoruz. Daha önce söyledim,
biz onu tanımak şerefine erdik. Tam bir biyografya

9

özelliğinde eseri vermemize, bizim bağlılığımız el
vermez. Onu tanımadan da olmaz bu iş. Bu nedenledir ki,
kendi biyografisini de kendine yazma şerefi doğdu. Biz
onu kendisinden daha iyi tanımak iddiasında değiliz.
Bizim tezimiz onun idealinde açıklandığı içindir ki, onu
anlatıyoruz..
Kronolojiyi hazırlarken, yine kendi yazılarından yola
çıktık. Seçmeler bölümünde ise, kritikleri entellektüel
düzeyden yapmayı uygun bulduk. Bir de dün-bugün
mahsubunun yapılabilmesi için ayrı dünyaların
kalemlerine de yer verdik.
Hak ölçüsüne bağlılığımız onu, sahibine teslimle
başladı ve bitti. Bu ölçü içerisinde kullanılabilecek hiçbir
kirli kelimeye gönlümüz razı olmadı. Ve hiçbir parti ve
grubu da hedef seçmedik, aksi halde bağlı olduğumuz
ölçüyü çiğnemiş oluruz. Kitapta kullanılan kelimelerin,
soyut ve genel anlamlarıyla ele alındığının bilinmesini
isteriz.
O KİMDİR?...
San'atın ışılışır diliyle, insan cevherinin atomlarına
dek sokulan, insanı içinden ve inanmanın önünde teslim
olan O, fosfor parmaklarıyla duygulara ezel ve ebedin
dirilişini kurmak yönünde, küllenen ateşin küllerini
ayıklayıp, gönül korunu tazelemektedir. San'atın fildişi
kulesinde yalnızlığının gururunu taşımak yerine,
aramızda dolaşan O, diğer yandan aklın elastik (strüktür)
ünü bozmadan, aklın bütün bölgelerini çalışmaya çağıran
basit madde komplimanlarını aşmamızda akıl elimizden
tutan birisidir…
O Kimdir?

10

O, yaşamak adına, en büyük ıstırap borcunun altında
imzası olan kimdir?
Evet… Onu anlatmak zor…
Kolay ve rahatça söylenen bir kelimeyle
söylenmesini dilerseniz; şu bütün anlatılamazları
içerisinde toplayan ve herhalde, anlaşıldığı sanılan ve
fakat onu ruhunun çeperlerinde duyanlara ve anlayanlara
dünyadaki saadetlerin en büyüğünü bağışlayan kelimeyle
diyebiliriz ki;
O sadece müslümandır.
O Necip Fazıldır.
Necip Fazıl 8 mayıs 1904 yılında İstanbul'da doğdu.
Dersaadet'in son örnekleri olarak yaşayan Devlet
ricalinden Hilmi Efendinin torunudur. Küçük isimleri
Ahmet Necip.
Annesi Mediha Hanım, babası Fazıl Beydir.
Necip Fazıl'ın hayat hikayesinin dış çizgileri için, bu
bölümü dehanın dış çizgilerini çeken iç dünyanın
duyulmasına ayırdık.
Çocukluğunun ilk devresi Klasik Türk ailesinin
içidir. (Pederşahi) aile yapısı. Hilmi efendi konağın
sahibi ve torunlarının şefkat kaynağı… Onun ölümü
arkasından Fazıl Bey'in Mediha hanımdan ayrılması,
Necip Fazıl'da derin izler bırakır… Dayılarının Necip
Fazıl'a dıştan uzanan yardım elleri… Istıraplar
coğrafyasına, yokluğun eklendiği muhakkak…
Necip Fazıl hastalık derecesinde hassasiyetinin lügatını
bu devreden devşirmiş olmalı. Bu derin hassasiyete
eklenen yakıcı bir hayal gücü… Sevginin okşayan kadife
ellerinden maddenin balyoz gibi inen sert yumruğunun
altına düşüş… Cıvıl cıvıl konaktan, masum ve mazlum
anne ile sessizliğin içine düşüş… Ve damla damla

11

biriken korkular… Sonunda, 1922 yılının içerisindeki
granitleşmiş dünya kayalıklarında çığlığa dönüşen ruhun
sesleri halinde, dış dünyada mezar sessizliği gösteren
şiirler birikti.
O, ölümü ölümsüzleştirdi.
O, korkunun rüyalarını tablo halinde resmetti.
O, şüphenin maddeyi nasıl yok ettiğini gösterdi.
Evet, onun sanatına hakim olan duygu ölümdür.
Lakin ölümün dostluğunda ölümsüzlüğü bulmaktır. Türk
şiirinin ilk tattığı bu kesif ve derin duyarlık O'nu, ilk
günden şöhretin kapılarına getirmiş oldu. O, ölümü
duydu… Ölüm O'nu ölümsüzleştirdi, demek yerine;
yaşamaktan başka, yaşamaktan daha gerçek, daha canlı
hâl'in olduğu bir dünyada, ölümü dost bilmeyen, ölmeye
bile değmez ki, ölümsüzlüğe varabilsin, diyebiliriz.
Şüphesiz ki O'nun zekâsı, kendisi de dahil herkesi
rahatsız edecek bir ölçüdeydi. Kendisinin öğretmeni ve
iki üç yaş katı kuşak farkı olanlar arasında, O'nun şöhrete
ulaşması büyük zekası sayesindeydi. Zekâsını bir gölge
gibi izleyen sezgisi "ben" isimli varlığın zarfının
yırtılmasına engel olamazdı. Bu yüzdendir ki O'nun
sanatı, ilk günkü varlığını son zamana kadar korudu. Şiiri
veya tiyatrosu gittikçe olgunlaşan ve gittikçe ustalaşan
bir yol izlemedi. O'nun sanatı ilk günden olgun, söz
yerindeyse (profesyonel)di. O ilk günün usta sanatçısıdır.
Dehası ilk yayın dünyasına katıldığı gün çizilmiş,
belirlenmiş ve olgunlaşmıştı.
Türk şiirinde hiçbir şair, Türk tiyartrosunda hiçbir
yazar, ölümü onun kadar canlandırmamıştı. O'na verilmiş
olan sanat özü, ilk şiirlerinde ve tiyatrolarında bu yüzden
derin ve yüzeysel tartışmaları doğurmuştu. O buluşuyla

12

bir muharip gibi savaşmasını da pekalâ ilk günden
biliyordu. Bilinen bir gerçektir ki;
"Ebedî gençlik ölüm, desem kimse inanmaz;
Taş ihtiyarlar, servi çürür, ölüm yıpranmaz."
(Karacaahmet. Çile 7. bs. 1979-İst.)
dizelerinin ulaştığı yerde, O ebedî gençliği bulmuştu.
Korku, vehim, cinnet, şüphe, mezarlar, kuytu yerler,
cinler, viranelerle çepeçevre bir ölüm dünyası… Necip
Fazıl'ın şiirindeki sağlam forma, kafatasını ve elleriyle
tuttuğu diz aynasını yaslamış bir ölünün canlanışını ve
seyahatini çok yakınımızda hissederiz.
O'nun şiirini, içinde mırıldanarak karanlık bir
sonbahar sokağında yürümek isteyen birisinin, ikide bir
arkasına dönüp bakması doğaldır. Ne var ki, o şiiri bilen
birisi arkasına dönüp bakarsa, "yok"lukla bir anda
yüzyüze geleceğini, arkasındaki boşluk kadar kesin bilir.
"Sanki burnum, değdi burnuna (yok)un,"
(Çile. Çile 7. bs. 1979-İst.)
Genç Şair, Türk şiirindeki haklı şöhreti ve saadetini
öyle bir anda ayaklar altına alır ki, O'nun şöhretini ve
saadetini kıskananlar bile, O'na acımak zavallılığına
düşerler. Oysa o, maddeyi ve dış dünyayı elde etmedikçe
rahatsız, elde edince onu yok etmeden rahatlık duymayan
bir zekânın sahibidir.
Necip Fazıl'daki ölüm korkusu nereden geliyor? Bu
soruyu cevaplandırdıktan sonra Mistik Şair'e döneriz.
Dedesinin, kızkardeşi Selma'nın ölümleri ile, savaşın
felâketine uğrayan Türk insanın yürekler paralayan
yüzleri mi, O'nda korkuyu temelli hale getirdi? Veya
konağın meşum ve ketum yapısı mı? Dahası gençlik

13

çağına henüz girerken (11-12 yaşları) yalnız kalmaları
(babasının annesini terki) mi sebebdir? Ve hatta hasta
annesi sebeb gösterilemez mi? Hayır… Hayır… Hayır…
Bin defa hayır…
Necip Fazıl her şeyden önce korkak değil ki… Cesur,
atak, yırtıcı, hareketli bir mizaca sahip… O'nu tanıyanlar
iyi bilir ki, ani kararlı, gazap ve nefretli, sevgi ve yardım
elini bir anda uzatır. Peki nasıl oluyor da hep ölümü
teşrih ediyor?
Yukarıda sorulan sorular, olsa olsa Necip Fazıl'ın
ölümü seyretmesi ve yakından tanımasına sebep olarak
gösterilebilir.
Ruhun ölümsüzlüğüne inanmak, O'nu ölümde
hayatın sırrını keşfe memur etmiştir diyebiliriz.
"Sevgilim, kapını çaldı aydınlık,
Baygın gözlerimi aldı aydınlık,
İçimde tıkandı, kaldı aydınlık,
Bu aydınlık beni boğmak üzredir."

(Aydınlık. Çile 7. bs 1979-İst.)
Bu dörtlük, O'nda tıkanıp kalan aydınlığın O'nu
nerelere sürüklediğini anlatır gibidir. Hayatın sırrını
bulmak uğruna, gaibi kurcalayan çilingirin girdiği şiir
dünyasında, ölümü tanımayanlara Münker-Nekir
meleğinin görevini müjdeler. Necip Fazıl kendisi
korkmuyor. Korkuyla dosttur. Ölümün yakın arkadaşıdır
O… Cinler, Şarlovari komedileriyle O'nu güldürmekten
başka anlam taşımazlar. Şairdeki telkin gücü çok
büyüktür. Bu güç şiirinin özüdür.
Şöhret ve saadete genç yaşta erişmesine rağmen,
daha büyüğe talip olan, sahip oldukça daha da

14

doyumsuzlaşan psikolojisi, O'na "Yaşanabilir gerçek
hayatı" herşeyi kaybetmekle verir.
"Ver cüceye onun olsun şairlik,
Şimdi gözüm büyük sanatkarlıkta.
Diyecek ve cemiyetin geniş meydanına atlayacaktır.
Periler sultanı ona gelse ve dese ki;
-Dile benden ne dilersen!
Ap-açıktır ki şöhret ve saadetin zirvesinde (dünya
ölçüleriyle) olan o, bulunduğu durumdan daha fazlasını
isteyecek durumda olmadığından;
-Asıl sen dile, benden ne dilersen! Diyecektir.
Herşeye rağmen o, şiirinin cemiyetini kurmak
mücadelesine girecekti.
Ölüm'ü lif lif mezarsız bıraktıktan sonra, yaşanabilir
gerçek hayatın keşfi, ıstıraplarıyla oluşmuştur. Ve
ıstıraplarıyla şenlenen yeni hayat, orijinini yine o'nun
yakasına dayamıştır. Onun hassasiyeti, (aksesuar)
kabilinden veya (garnitür) olan nüansların içine dek
sızarak, en küçük şüphe kırıntısına yer vermeyen bir
cemiyet nizamı düsturunu keşfetme cehdini vermiştir.
Onun hayali hassasiyeti içerisinde devasa ilhamı
kurmuştur. Ve zekası iki unsurla oluşan nizam-ı alem'in
insanlara saadet götürmesi için (fakültelerinde) insanlara
ulaşmıştı.
Tolstoy'a atfedilen, sanattaki "adem-yokluk" korkusu
belki Necip Fazıl'ın yabancısı olmadığı bir duygudur.
Ama şairimizdeki korku ile Tolstoy'un 1880 lerde
düştüğü Allah'a ve ölümden sonra dirilmeye
inanmamaktan doğan ölüm korkusu arasında bir mahiyet

15

farkı var. Tolstoy'da düşünmeye has bir şubenin emriyle,
mantığı aldatamamaktan doğan koskoca bir boşluğun
oluşması var. Oysa şiirinin cemiyetini kurmak için
kollarını sıvamış bu aksiyon adamındaki korku,
hassasiyetinin her şeyi bir anda mahvedebileceğinden
kaynaklanıyor. Bunun yanında hayalinin enginliği kinin
haline getirilmiş yafta inanç-sembollerinden çok ilerilere
düşüyor. İmam-ı Gazali hazretlerinin düştüğü buhran…
Tahkiki iman süreci… Ve Zemahşeri gibi koskoca
imamın ölürken "Yarab beni kocakarı imanıyla teslim
al!" duasının dayanılmaz sırrı… İşte böyle…
Ve mübarek Abdülhakim Arvasi Hazretleri Necip
Fazıl'ın elinden tutar. Bir elmas parçasının siyah kadife
üzerinde daha belirginleşmesi gibi, akıl heykelinin
alnında parlayan nur, onun eliyle tekrar aslî yerine
yerleştirilir. Şiirinin cemiyetini kurmak yolunda ilk izin
alınmış gibidir. Ve büyük Çile şiiri doğar… Nam-ı diğer
Senfoni…
"Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur!"
Bir yazımızda; Necip Fazıl, tarihi ve kültür mecraı
yönünden, hayatıyla Türkiye'nin timsalidir. Bu cümleye
bugün şunu da ekleyebiliriz, şu farkla ki Necip Fazıl
kurtarıcısını buldu, Türkiye henüz bekliyor.
Deha, O'nu bulmasaydı ne olurdu? Pilotu aniden kalp
kriziyle ölen uçak, dipsiz gökte ne olursa, Necip Fazıl'da
onu olabilirdi. Lâkin, kaderin tecelli etmiş haline "ise"li
şartını taşıyan soruları sormak, muhalde muhakkak
aramaya benzer.
Yeni devrede metafizik Leitmotivler ilk olma şansını
yine koruyor. Çünkü O'nun sanatı ilk çıkışıyla tam ve
bütün objektifin yasaklarına riayet var yeni devrede.

16

İncil ve Tevrat'ın ruhsal doyumunu tadamayan
metafizik ve mistik sanatçıların hiçbirine sanatçımızı
benzetemiyoruz. Çünkü Necip Fazıl Kur'an'ın geniş çatısı
altında ruhunu teskin ve teslim etmiştir. Ruhî inanmanın
rahatlığına varmıştır. Orada gerçek san'atın mutlak
ölçülerini görmüşse ıstırabı nedendir?
Diyelim ki;
Malikiyetleri arttıkça mahrumiyetleri artan ve
doymak bilmez bir ruhun (niçin? ve… ve daha sonra?)
sorusuna tam ve mutlak bir cevabı akıl insana getirmeye
yetmezse…
San'at oluşumunun her an yeni bir sır avına çıkarsa,
her avlanmada kendi sırrını sırtlanıp getirmek zorunda
kalırsa…
Ve sır sanatçıyı içinden ihtiyarlatır da, o ihtiyar
haliyle ihtiyarlığa karşı mücadele veriyorsa…
Şiirinin cemiyetini kurmak uğruna, cemiyetin kör,
sağır, ve dilsiz duvar gibi, yüzünde ümid ışığını
göremiyorsa…
Şiirin cemiyetinin, ilânihaye kurulması bile muhal
kirine bulanmışsa…
Ve insan çabuk ihtiyarlarken, toplum tembel tembel
"hiç ölmeyecek gibi" sanatçının "acelesinde" karnını
doyurup" horlama uykusuna" dalıyorsa…
Devlet, ithal malına denk bir tavırla, yerli sanatı yok
ediyor veya kanun sayıyorsa…
Sanatçı, bir lokma ekmeği bile, dilenci psikozuna
hakim bir alışa zorlanıyorsa…
Susmak bile suç sayılıp, sanatçı tutuklanıyor, bu
tutuklamayı bir lütufmuş gibi yine onlar affediyor ve
sanatçı da onları bir türlü affetmiyorsa…

17

Ve en önemlisi de yaratmanın metafizik acısı
içerisinde olan bu hassasiyet mecraını, iltifat edilmediği
gibi sinek gürültüsünden rahatsızken, bütün gürültüleri
kulağına, armudun beneğindeki renkte çürüklük
duyarken, bütün kanalizasyon kokularını bu adamın
yanına iltifat diye getirebiliyorlarsa…
Karanlık bir mağazadan farksız şu körler dünyasında
herkesin gözaçıklık eğitimi görerek sanatın tılsımını
istismar ediyorlar da hiçbir sanatçı buna dur
diyemiyorsa…
Sanatçının kimsenin yüzüne bakmak istemediği
iğrencin iğrenci oyunların tezgahlandığı bir ortamda bu
oyunbazların bakışları insanın yüzünde gezen sinek gibi
ise ve bu sineğe "kışş" bile dedirtmiyorlarsa,
inanmamaya inanmak hürriyeti varken inanmak hürriyeti
yoksa…
Bir şeyi anlatırken cinaslı ağız kullanmak
gerekiyorsa…
Cemiyeti kokutan ve bozan davranışlar karşısında
olunamıyor ve kokutucular (sübvansiyon) a tabi
tutuluyorsa…
Kısacası hayatı anlayabilecek akıl'ın serbest
sergüzeşte bile müsterih değilken ölümü anlayabilecek
ışıklar söndürülüyorsa…
Evet bütün bunlar bir sanatçının algısı içerisinde ise,
O ıstırap duymasın da kim duysun?
Necip Fazıl, iç'e doğru uhrevi, dışa doğru ilahi sır ve
hikmetlerin kaynağına inmeye çalışıyor. Her basamakta o
basamağın sırrına dayanma gücü isteyen bir hamleyi
biriktiriyor.

18

Konunun ağırlığını, giriftliğini, zorluğunu ve çok
büyük sorumluluklar yüklediğini, bugüne kadar bu
konuya eğilmeyen gönüldaşlar kadar hissediyoruz. Bu
konuda çok geç kalındı. Kuşak kuşak suçu paylaşmalıyız.
Eksik ve yanlışları zamana bırakarak elimizden
geldiğince titiz davrandığımızı ve usulümüzün bütün
yönleriyle yanlış anlamaya meydan vermemekte
toplandığını belirtelim.
Bu kitabı O'na ve O'ndan olanlara adıyoruz…
Sanat, hayatın müdebdeb gürültüsünü sükûna,
mermerin hücrelerinde yatan canlanma hevesini
musıkîye, dağların münzevi sinelerine papatya tohumları
döşeyip yankılanmağa, beynine tilki giren insanın, aklına
kapan kurmağa, kan döken top, tüfek, balta, nacak, kama
ve kılıca ayı tuzakları eşmeğe, kanadı kırık bir turna
kuşuna, vatanına varması için, bütün ortopedik önlemleri
almağa; karasevda yolcularına muhabbet çölleri bulmağa;
yavuklulara, tıpır tıpır baston sürüyen ihtiyarlara erginlik,
saygınlık ve yücelme sağlayan, en kuvvetli, en yüksek
hayatı yaşamaya çağrıdır.
San'at, savaşın, ürpermenin, şahlanmanın, coşmanın,
hareketin, var olma gayretinin basit ve ucuz mücadelesini
dişe diş, dobra dobra, dalga dalga zaman denen nazik,
mahcup, ürkek ve kaygan kavramın girdiği çelik kafesi
kırmanın, kudret ve tahakkümü gibi billurlaşan, nağme,
ses, ritm, ton, eda vb. dediğimiz "beyin pespektifi"nin
eşyaya nakşıdır.
San'at, drosera böcekçili gibi (espri)sine ayak basan her
organı bünyesinde renkleriyle göz, sesleriyle kulak,
rayihalarıyla burun, lezzetleriyle dil, dokunmasıyla
deriye dönüştüren, metamorfoz komutanlığının

19

karargahı. O karargahta alınan kararlar, en sessiz, en seri,
en ciddi ve en gizli planlarıyla eksiksiz uygulanır.
San'at "etten kalıp" üyelerine der ki; Ey deri çıkınına
sarılmış iskelet, korkuyor musun? Eğer bilseydin seni
nereye sürüklediğimi, daha çok korkardın. Seni bir
diyapozon teli gibi titrer görüyorum. Biraz da bu
titreyişlerine heyecan kat ki, çocuklar senin inleyen
sesini, uçkur lastik tellerinde aramasınlar: Der de, ovaya
çatır çatır inen, gök yüzünün cam parçaları gibi
yeryüzüne elmas taşları yağdırdığı demleri görür gibi
olur. Ah o dolu taneleri yok mu… İşte onlar, verimli,
bereketli ve kutsal akıl ovasına düşünce oyuncak
misketler gibi zıplar durur… Eğer ki akıl toprağında
yumuşak bir mekan bulursa oyar, derinleştirir, bir
kahraman potininin gireceği mazgal yapar. İşte akıl o
mazgalı savunmağa memur köledir. O köle öyle bir
sevdaya düştü ki, vücudunun çelik kasları yumuşadı,
hidrofil pamuk gibi oldu. Hareketi durdu. Gözleri tavana
dikildi… Bütün ilaçlar yarar sağlamaz oldu. San'at bu
lanetli hastalığa, aforismalar halinde yıldırımları
yönlendirecek ki akıl kendine, hayata ve O'na
yenilmekten kurtulabilsin. Bir şoke… Ve köle
özgürlüğüne kavuşuyor. Bundan böyle insan kendi
savunmasını, eşya ve olaylar karşısındaki tavrını san'ata
teslim olmakla ödeyecektir.
Ve san'at, bir tutam kakül gibi alın aklığını kapatan
akıla karşı, ruhun koruyucu ve kuşatıcı çok yönlü cehdi
olarak iyiye, doğruya, güzele varmanın, ermenin ve
olmanın ahengi, ritmi ve nefesidir.
Akla karşı bu savaş, doğmuş olmak adına herkes
tarafından yürütülür. Herkes bizatihi varlığıyla bu savaşta

20

yer alsa da, bazıları bunu (prospektüs)lerini hazırlayarak
yapar. "bazılarına", sanatçı diyerek, komutan ve er
ayırımından öteye geçmeyen bir (hiyerarşi) söz konusu
edilecektir.
San'atın, san'at olduğu kadar hayatın altın anahtarı,
sınır çizgileri tertemiz, belirgin ve açık olmaktır.
Bulanıklığın ve ötesizliğin olduğu yerde hayal kuruluğu,
aşırma ve adaptasyon, taklit ve kopyanın başladığı
görülür.
San'at öyle doruk noktalara doğru gider ki ressama
çizgiyi, şaire kelimeyi, müzisyene hançereyi unutturur.
Çünkü bütün sanatların ortak yanı ölçü, ritm, ton, biçim
kısacası sempatiyi doğuran perspektiftir.
San'at bazen iyi ve doğruyu göstermek yerine sadece
güzelde kendi iyi ve doğruluğunu göstermek yolunu
seçebilir. Zira fikir ve siyasal yargılarımızı anlatmada en
iyi ve doğru yol san'at yerine (direkt) araç "Dil" dir. Belki
de san'atçı farkına varmadan ya da (tecahül ü arif)
yaparak, psikolog imkanlarıyla bilinçaltının "Dil"e karşı
tepkilerini ve "Dil"den nasıl motive olduğunu anlatmakla
iyi'yi ve doğruyu güzel'in özüne götürerek anlatmıştır.
Ressam için "boya kullanan psikolog" demek ilk
bakışta kolay söylenmiş yargı gibi gelebilir. Beceri,
inanç, bilgi, buluş ve zaman değerlerini en özge
anlayışla, en genel sempatiye ulaştırmak pek öyle
harcıalem olmasa gerekir. Nice becerikli sanatçı
cehaletine kurban olmuştur. Nice san'atçı var ki ortaya
çıktığı zamanın ve mekanın içerisinde boğulmuştur. Ve
nice sanatçı inanma yetisinin yokluğundan, son
dönemlerini akıl hastanelerinde tamamlamış ya da,
toplumun giydirdiği deli gömleğinde hapsolup kalmıştır.
Sosyal ve ekonomik şartların aynı olduğu bir devre

21

içerisinde yetişen san'atçılardan yukarda saydığımız
değerleri en iyi takip edenler, Deha olmayı hak
edenlerdir.
San'at ve Deha böylece daha bir aydınlığa çıkmış
olmaktadır. Dehşetli bir baskı ve terör içerisinde
bulunulan devirleri, tekmil sevgi ve yaşamaya değer hale
getirip, değerlerimize açıklık getiren o dehaya, çok şey
borçluyuzdur.
Sanat, ister bir iradenin terennümü, ister bir sevginin
bestesi ve isterse bilinçaltının tepkilerini tespit şeklinde
oluşsun, değişmez amacı güzelle sevabın, çirkinle
günahın bağlantılarını ifade edebilmesidir. Güzelin
sevaba, sevabın cennete dönüşümü san'at ve din
bağlantısını da açıklamaktadır. Güzellikle, iyi ahlaklı ve
doğru olmanın ilgileri tarih öncesinden beri bilinen ilk
gerçeklerdendir.
San'ata duyduğumuz saygı belki de, dünyaya
bakışımıza netlik, berraklık, açıklık ve düzenli düşünce
getirdiği içindir. Bazıları da kendilerini eğlendirdiği,
sevindirdiği, duygulandırdığı için saygı duyabilir. İkinci
ve üçüncü yargıyla san'ata saygı duyanlar "sonuç"
üzerinden hareket etmiş olurlar. Temel espriyi gözden
kaçırırlar. Onlar bu yüzden basit siyasal yargılar gibi ya
her gün bir başka "güzel"i arayacak ya da, rijit bağlarla
güzel'in bir alt şubesinin çömezi olacaktır. Duyguların
katı kalıpları karşısında san'at eserleri ifadelerini ve
amaçlarına ulaşma özelliklerini yitirirler. San'at eserini
anlatmakta biricik yol, san'atçı mizacıyla, olduğunca
"hür" olmak gerekmektedir. San'at, duygunun anlayışlara
kendisini ifadesi şeklindeki bir tanımla yeni bir maceraya
çıkarılmış olur. Bu tanım daha çok san'atla toplum
ilişkilerini açıklamak yönünden güzeldir. Şu kadarını

22

söylemek gerekiyorsa, çağdaş san'atı biraz makine tadıyla
açıklamak, bu tanıma ister istemez" limon sıkacak" tır.
soyutlama açısından san'atı anlamak ise ya o san'at eseri
hakkında edindiğimiz bilgilerle dıştan yaklaşım (sempati)
göstereceğiz veya o eserin içerisine girerek (empati)
anlayabileceğiz. Eleştiri sınırlarını böylesi en temel
bilimsel mantığına oturttuktan sonra (empatik) bir tavırla
dönelim konumuza.
San'at ne bir birikim, ne bir yaratma, ne bir evrim ve
ne de bir devrimdir. Belki iç içe hepsi… Yalnız başına
hiçbiri açıklık kazandıramaz san'ata… Eşyalar arası
diyalektik bağı kurmak ve korumakta san'atın bizatihi
görevi olamaz. Eşyaların olay yaratma (kapasite) si bile
yalnızca san'ata girmez. Kaldı ki olay tasavvuru iki
yönlüdür… Yok'un varlığı olarak bir, var'ın yokluğu
olarak iki yön… Tezat gibi olsa da iki yönü aynı anda
olabilmek "nadir" olayların hakkıdır. Nice türbeler vardır
ki, ölümün ölümsüzlüğe başkaldırma kitabesi gibi
kendisini san'atıyla sarhoşluğun sinesinden
beslemektedir. Kim nasıl yaparsa yapsın, yapılanın
kendisini görüyoruz. Gözlem yerimiz, yangını semender
gibi yiyerek, içerek ateşin içerisinde, girdiğimiz yuva…
San'at, örümceğin ağ örmesi, kanarya kuşunun ötmesi,
atların rüya görmesi, arının bal yapması değildir. O
tabiatın bağrı ki nice doğal verilerle dolu, nice aklı
apıştıran zenginliklerle içiçe… O külfetin nimeti, ülfetin
zahirileşmesidir. Oysa akıl çatısındaki kırık çatlak ve
eprimiş yerlerinden içeriye sızan lügat kitabı, insanda
başka bir volkanik hal oluşturuyor.
İşte san'atçı barometre borusundaki civa gibi ağır,
soğuk ve muzdarip, bütün (enstant) larıyla zamanın
değişim, başkalaşım ve yepyeni oluşumunu "tunç boru"

23

ları üfleyen damar yumağı, renk kutusu, ve, ve…
hançere…
San'atçı ilk adımı kendine doğru atar. Bütün dış
değişimleri kendi sinir tellerinde terennüm eder. İlk ayak
bastığı yer, akıl sahiline "biraz daha var!…" nidasıyla
mesafî, derunî ve kainatın içindeki nüfuzunu ağaç yontar
gibi kavlatarak kendisini göstermesi olacaktır. Marazî
hassasiyet san'atçıda öyle bir ögedir ki, onu, kıskanç,
bencil, hasbi, ürkek, şüpheci, tek kelimeyle kendi kendini
yaratmanın nasıl ve niceliğinin, vücut (laboratuvar)
ındaki yankıları… Marazi hassasiyete sahip olarak,
bakkaldan bir toplu iğne satın almak zorunda olan bir
kimse, o iğne yerine bakkalı satın almak zorundadır.
Üstelik raftan toplu iğneyi aldıktan sonra bakkaliyeyi
terkedip gidecektir. Anormal gibi gözüken bu tavır,
san'atçı benliğini açıklamakta bir örnektir. Daha insafsız
vehimler de vardır bu hassasiyetin içerisinde. Öyle ki, en
insafsız, en azap verici haller, aynaya vurmuş yansımanın
içerisinde gönenir. Herkes annesine ne gözle bakarmış
onu bilmek istemez. Onun vehimlerinde anne, veladet
katili olabilir.
Sanatçı dışında "zıpzıp gibi küçülen" dünyaya karşı
içerisinde dev homurtuları duyar. O dev ki "inanma diye
gülen", bir dudağı yerde, bir dudağı gökte, yankılanır
durur. Eşyaların öylesine eziyetini duyar ki, kendine
kaçmaktan başka çare bulamaz. Oysa;
"Suratımda her suç bir ayrı imza
benmişim kendime en büyük ceza"

(Aynalar yolumu kesti/çile)

24

demek zorundadır. Kendini hücre hücre parçalayan bu
zehir yükü tefekkür, sanatçının marazi hassasiyetinin
ürünüdür.
Sanatçıya yapılan mukaddime töreninin
meşalelerinden bir diğeri de, "acıtan bir hayal
kuvveti"dir. Dinleyiniz o sesi:
"İnsanlar içinde en yalnız insan,
Düşün, taş duvara başın gömülü,
Ve kapan sükuta, granitten, taştan,
Mazgallı, bir kale gibi örülü.
Gözünü tavandan ayırma ki, sen
Üşürsün gölgeni yerde görürsen
Dikilir karşına, mumu söndürsen,
Ölüler içinde en yalnız ölü…

(geceye şiir 2./çile)
Acıtan hayal kuvvetinden çekilen bu (göze) bakınız,
daha ne girift demlerin içerisinden geçiyor.
Sesimi alıp da kaybetse rüzgar,
Versem gözlerimi bir sonsuz renge
İçimde bir mahşer uğultusu var,
Ruhumdur çağıran, tenimi cenge.
Gözlerim bir kuyu, dilim kördüğüm,
Bir görünmez alem olsa gördüğüm,
Mermer bir kabuğa girip ördüğüm,
Kapansam içimden gelen ahenge.

(geceye şiir 3./çile)

25

Renklerine ayrımlaştırılan (poze) ye zihni bir
yaklaşım yapmak, dehanın, basit ve adi maddelerle neler
yapabileceğini gösteriyor.
Su, toprak, gübre ve bilmem şu, bu gibi minerallerin
yan yana getirilmesi, kimseye elini uzatınca dikeni batan
bir dalın ucunda gül hayalini yaptırmaz. Bütün zihni
çalışmalar böyle yapılır oysa… Sanat, ve sanatçıyı,
içlerindeki, loş mağaranın temiz ve kara boşluğundaki
aydınlıkta göremeyenler papatya tarlasında otlarcasına
hem kendilerini hem de sanatı küçümserler. Bazı aydınlar
da var ki, bilgi yönünden hayli dolu olmasına rağmen,
yedikleri papatya değil de nilüfer, otlanma alanı yerüstü
değil de havuz ya da bakımlı bir bahçe tarhı olabilir. Bu
görüntü farkı, mahiyet farkı değildir. Sanat ve sanatçıyı
anlamak için, fikrin insana en büyük azabı, en büyük
çileyi ve en büyük hazzı verebileceğini kabul etmek
gerekiyor. İşte acıtan hayal kuvvetinin birkaç kelime ile
takdimi. Ve işte, hayal kuvvetinin dehada usaresi alınmış
melas yığınları halinde atılan posasına sarılan diğerleri.
Sanat bir hayal olmasına hayal… Hayal ki kuvvetli
olmalı… Dayanmalı. Her vardığı mevkiyi ilk basamak
saymalı… Bu kuvveti kendinde bulmayan hayal, fakir
kızın beklediği prens gibi oyalanma aracıdır. O hayal ki,
en korkunç rüyanın bile sonunu görmek ister… Evet…
Hayal kuvveti… Zaman, mekan, eşya ve olayların ne
yapabileceğini nasıl yapabileceğini son anına değin,
çalışan kronometrenin saliseleri halinde binlerce yılı
gözlemek… İlerisi için gerilerdeki tüm oluşları
görmek… Bir feracenin dokunup geçtiği taştan, o güzel
kokuyu kazımak almak ve sayısızlaştırmak onun yolu…
Acıtan hayale dönelim:

26
Her gece periler uyur odamda,
Derinlerden gelir uzun nefesler,
Yanan mum bir rüya seyreder camda,
Bir ağır hastanın nabzıdır sesler.
Gittikçe alçalır, yükselir tavan,
Duvarda küçülür, büyür parmaklar,
Elbisem çivide canlanır o ân,
İçinde bir başka vücudu saklar.
Her perdeden çalar sivrisinekler,
Sanki bir tel gevşer, bir tel burulur.
Sokakta uyanık kalan köpekler,
Yıldızlara bakıp durmadan ulur.
Birdenbire bir şey çıtırdar, derken,
Merdivenden gelir bir ayak sesi.
Basamaklar birer birer esnerken,
Kilitli kapının düşer perdesi.
Gözler parlayınca karanlıklarda,
Kemikten parmaklar terimi siler,
Yanyana oturmuş, bekler dışarda,
Sarışın kediler, siyah kediler...

(Gece Yarısı / Çile)
Sanatın iskelet kemiklerini birbirine bağlayan kaslar
halinde, acıtan hayal kuvveti ve özgeleşen, biricikleşen
marazi hassasiyetle kurulduğunu tespit edebiliyoruz. Bu
iki (monat)ı el ele vererek yürürken görmek istersek,
sanatın gereğini duyuyoruz demektir.

27

Korkuların tretuar gibi yolun iki geçesine döşenmiş,
karşıdan karşıya geçme olanağı tanımadığı bir berzahta,
ince bir zeka, engin bir hafıza, teslim olmuş bir irade ile
insanın sanat metropolünde en girift ve en baş döndüren
sokak ve caddelerini açacağı ilkesi, sanatın vazgeçmediği
yasadır. Sanatcı bu (metropol)de tek kılavuzdur. Herkesi
gezdirir ve şehrini tanıtır, sevdirir. Gezdireceği kimse
yoksa, o koskoca boşluğu yalnız başına doldurur. Yalçın
kayanın çatlağından sızan suya, çağlama sesleri veren
sanatçı, öğretmekle yetinmez, onunla, dev dalgaların,
kıvrımlı büklümlerin oluşturduğu okyanuslara dek
varması yolunu da açar. Okyanusta yok olmamak için
çırpınır, yırtınır ve buhar halinde yükseklere çıkar,
dağlara düşer… Granitlerin yüreğini parçalar, ılık ılık
damardan akar gibi boşluğa yeniden oluşuma yönelir.
Bir zaman gelir ki sanat, hayalin haclegahında, yeni
bir cemiyetin doğum sancılarının ilk tohumlarıyla
eşeylenir… Sanatçı, fecrin ilk ışıklarıyla sevgilisini
kaçırmak için, atıyla dolu dizgin boşanıp gelmiştir. Hızla
atından atlar. At munis, efendisine hizmetten zevk alıyor.
Bir çırpıda kuş üzümleriyle süslenen çitten geçer.
Kendisini arka bahçede bekleyen sevgilisini elinden
tuttuğu gibi atına atlar… Sevgilisi kolları arasında,
limana sığınmış gemilerin hali gibi, sol kolunda
sevgilisinin baygın bakışlarıyla başı ve taşlarda
kıvılcımlar bırakan nal sesleri… Uzaklara… Uzaklara…
Yakınlık ilham eden kelimelerin varmadığı çok uzaklara
doğru uçarlar…
San'atçı bundan böyle bünye değiştiriyor. Başarısı
kahramanlık çapta DEHA, başarısızlığı, bütün hücrelerini
ayrı ayrı, üç ayaklı idam sehpasında astırmadıkça acısı

28

dinmeyecek olan, kendi kendisinin lanetlisi biri olarak
anılacaktır.
Eylemleri tılsımlı hali aşacak, efsane hırkasına
bürünecektir. İktisatı yılanlardan öğrenmek için, onların
dilini bilenlere koşacak, toprak tükenir diye, onu az az,
adeta koklamakla doymanın örnekleşmesi biçiminde
temsil alemine çıkaracaktır. Ve kendisine verilen tanıma
kuvvetiyle bütün kapı tokmaklarını, zillerini çalıp
cemiyeti agoraya dökecektir. O halk yığınları (agora)daki
(forum)u izlemek için koşuşurken, düşecekleri
çıkmazlara içlerindeki bir gizli ses gibi;
"Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak"
diyerek, tek yönü gösterecektir. Sanatının cemiyetini
kurmak sorumluluğunu kendinde bulmak son menzile
yaklaşıldığının ifadesidir. Bu ifade de gösteriyor ki
bireysel ve sanatın hakkını bağışlamak yönünden girilen
kapıdan daha sonra geçilecek aslanlı avlunun var olduğu
gerçeğidir. Bu alanda daha, her türlü (ajitasyon) ve
olumsuz tavrın üzerine gitmek zorundadır.
Primitif san'atın basitliği bile onu küçültmez. Belki
onun perspektifi, bugün dünyamızdan kovulan
kelimelerde kalmış olmasından dolayı bizi fazla
ilgilendirmiyor. İlk uygarlıkları resimle başlatan san'at
tarihi, şiirin büyük uygarlıklarda oluşabildiğini de
kaydetmektedir. Resim ister boya kullanarak düşünceyi
motive etsin isterse mekanik araçlarla nakış, oyma,
kaplama biçiminde geometrik boyutları şaşkına çevirmiş
olsun, san'atların anası olmaktadır. Hatta resmin bazı
uygarlıkların dili olması (hiyeroglif) bu sanatın işlevini
daha iyi anlatır. Resmin heykele ve mimariye

29

dönüşümünü ise bu ilk san'atın, gözüyle düşünmek
isteyenlerin sempatisinden yararlandığını belirtelim.
İnançların ruhsallığını yitirerek efsaneye, efsanelerin
insaniliğini yitirerek masala, masalların hayatını yitirerek
hikayeye ve hikayenin aklını yitirerek romana dönüşmesi
dil, yazı, düşünce ve teknik yapıyı izlemiştir.
Şiir ve musîki her devir ve uygarlıkta baş köşeyi
almış san'atlardan ikisi olarak kalabilmişlerdir. İkisi öyle
zamanlar olmuş ki birbirinde erimişler. Dilin büyüklük
ve sağlamlığına bakmadan ve Deha'nın ellerine düşmeyi
beklemişlerdir. Günümüz uygarlığında çabuklaşan
herşey, san'atı ucuzlaştırmasına rağmen şiir asli görevini
yine de korumaktadır. Musîki bile çabuklaşan "kütle"
malı "ticarî emtia" olmaktan kurtulamamıştır.
Gözüyle düşünme sanatı olan roman, hikaye ve
plastik san'atların birçok şubesi, dehasını yetiştirme
şansını kaybedecek kerteye gelmiştir. Bu san'at dallarında
"deha" resim ve mimari dışında, pek pek te
çıkmamaktaydı. Bugün büsbütün çıkamaz hale geldi.
Oysa musîki ve şiir her an yeni bir deha'nın gelmesine
açıktır.
San'at ve dehanın, hem genel san'at espirilerini en
özel çizgilerinde tesbit etmeye çalıştık, hem de, Türk
dehasının ilk ışıklarını genel çizgideki özel yerlerine
koymayı denedik. Bu çizgiden sonra san'at ve Deha
yerine, özdeşi Necip Fazıl'ı yerleştirerek devam edeceğiz.
"Hayattan muhacir" olmak duygusu, bireyin
organlarıyla yaşadığı dünyadan sıyrılmak isteğiyle iç içe
bir tavrı göstermiş ve görmüş olmasını gerektirir. Elle
şunlar tutulur, bunlar itilir, gözle şu renkler görülür,
bunlar gözden kaçırılır, kulakla onlar işitilir. öbürleri
işitilmez… Her organın gördüğü ve görmediği işler o

30

organa bağımlı olarak anlatılabilir. Fakat maddenin
boyutları - ağırlık, hacim v.s. - organlarımız aracılığıyla
bütünüyle kavranamaz. Kaldı ki "sen" denilen varlığın
"hayat hakkı"na nasıl katlanılır?
"Gözsüz görüyorum rüyada nasıl?"
diye sorulan soru karşısında, organ haklarını iptal yerine,
"ben"in "hayat hakkı"nın konması da gösteriyor ki,
organlar "ben"i tanıma yolunda giriştikleri yolculukta,
öncelikle kendini et-kemik olmaktan kurtararak
"hayat'tan muhacir" olacaktır. Sorun burada bitmez.
Belki de esaslı sorularla bu ilk basamakta
karşılaşılacaktır. Çünkü ayrı ayrı organların yaşayışı
değil, tümel olarak algılanmak istenilen bir atmosferin,
iyiden iyiye imbikten geçirilmesi gerekiyor. Bu akıl
imbiği, kendini tutan, hem de zekaya karşı küçük
düşürmeden olgunluğa eriştirmek zorundadır.
"Hayattan muhacir" olmak, demek oluyor ki,
eşyaların, olayların ve oluşumların kendilerini
kanıtlıyacakları kürsüyü, insanın tek tek organlarına
kurmak yerine, ruhuyla algılayabilecek "ben" de kurması
hali oluyor. Bu oluş ki, tek tek organlarla algıladığımız
madde dünyasını, bundan böyle, "esrar perdesini"
aralayarak "nedenleriyle" "gönülden seyretmek şeklinde
olur. Eşyalar ölüdür. Onları tanıyan organlar ölüdür.
Ölümsüz olan birlik, ruhtur.
Elbette ki "muhacir" ileri karayolları halinde görev
yapan, organların bağlı olduğu nefsin yetkilerini de
sonsuz şekilde kısıtlayarak;
"Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök" diyecektir.
Bu dizeyle dile getirilmek istenen olay, ezbere yaşanılan

31

hayattan, bütünü kavrayıcı, her nüansta kendini bulan ve
tanıyan bir hayata veya sonsuzluğa varmak için (nefs)
bütün dizginleriyle zapt-ü rapt altına almanın kaçınılmaz
olduğudur. Nefs veya organlar "ben"in eline geçince,
normal hayattan "muhaceret" başlar. bu ilkeyle yakılacak
meşalenin aydınlığında "hayattan muhacir" olmayı
noktalayalım:
a) Çoğunluğun, (yığınsal ve sürüsel olarak) takvim
yapraklarıyla sürdürdükleri "yemek için yaşamak"
olgusundan sıyrılmak,
b) Sıyrılış sonrası, gövdesiyle normal insan hayatını
sürdürmek, iç alemiyle "azınlık" "sürgün" ve yalnızlık
hayatı yaşamaktır.
Birinci şıkta aydınlanmanın, olgunlaşmanın ve
erdemin yüceliğine ermek isteği, ikinci şıkta varılan
düzeyin nasıl ve niceliğinin ayrımlaştırılması
gözlenmektedir.
Deha, "Ben"ini eşyalara yenilmek yüzünden suçlu
sayar. Kutsal suç diyebileceğimiz metafizik ürpermelerle
dolu bu suçluluk hali önce kendi kendini tanıma
araçlarını bulur, o araçlarla kendini tanır, zaferin yollarını
arar onu da bulursa;
"Diz çök önümde ey zorlu nefs, önümde diz çök"
diye iç alemine, dış aleme doğru emreder.
İç aleme doğru verilen buyruğu tanımlamayı sürekli
yaptığımız için, dış aleme doğru verilen emirdeki
özelliğe bakalım. Girilecek olan yalnızlık dünyasına, yeni
canlar temini cihetindedir bu emir. Yine de nefs tam bir
"ince terbiyeden" geçemeyecektir. Kendine arkadaş
arayacaktır. Çünkü nefsi yenmekteki hazzın dışlanması
bile, onu yenmek değil, onunla anlaşma masasında ve

32

"ben"in muzafferane tavrıyla yapılan, bir sözleşmeyi
açıklamaktadır.
Nefsi yenebilmek için "hayattan muhacir" olmak
sonucu yetmeyecektir. "Hayattan muhacir" olmanın
temel şartı, "eşyadan öksüz" kalmaktır. Materyalist
felsefenin doktirinini dayadığı "maddenin bilinci ve
hayatı oluşturduğu" kaziyesi, tepeden tırnağa "nefs
olmak" ve bu hakikati bile bilememek şartıyla iç içedir.
Oysa kendisini maddenin yaratmadığı ve oluşturmadığını
kanıtlamak ya da öyle bir aleme sefer edenler için
materyalist felsefe yoktur, ve temel şartı ortadan
kaldırmıştır. Varlığını, maddeyken tanımış ve kavramış
bir "ben", kendini, madde ve bağlarından özgürleştirmiş
ya da, maddenin öksüzü kalmış insan, "çil horozun"
ötüşüyle "yep yeni bir dünya" bulacaktır.
İşin aslı şu ki, vücutta maddedir. Maddenin kendi
kendisini oluşturması ve bilinçlendirmesi özelde ve
genelde tam bir yanılgıdır. Diğer maddelere oranla, vücut
maddesine sahip insan, söz konusu olunca, fiziksel
yasanın iyiden iyiye çelişkili olduğu ve hatta öylesi
yasaların varlığından bile kuşkulandırmaktadır insanı.
"Eşyadan öksüz" kalınan bir dünya elbette ki yeni bir
dünyadır. Ve o kişi "hayattan muhacir" kalarak, bulunan
dünyada yeni bir düzeni de bularak tam anlamıyla
yaşayacaktır.
EFSANE
Bütün sihirli kelimeleri yan yana getirsek bile
bunlardan bir efsane lügati çıkmaz. Oysa büyük
mustaribin mürekkebini içen her kelime efsane lügatini
yalnız başına kurmaya yetiyor. Hiçbir canlı yaşamak
adına onun kadar varla yok arası ıstırabın kıskacında
kalıpta yine ıstırap adına yaşamayı seçebilsin. Yaşamak

33

basit ifadesi içerisinde doğal bir hak olmak yerine,
ıstırabın hem kaynağı hem sonucu olmaktadır. Taşıdığı
benlik gizi ile gövde çamurunun çelişkisinde nurdan bir
şehir yaratma çabasıdır. Nurdan şehre Sisif gibi her an
yaklaşıyor ve ıstırabın tuzağında onu yeniden
yalanlayarak değişmez öğeleriyle nurdan olan şehri
yeniden çağırıyor. Nurdan şehrin çağrısı metafizik algılar
dünyasında olması nedeniyle aklı iptal ve aklın acziyetini
teşhir gibi en zor görevi de yine benliğine yüklemektedir.
Aklı germek fakat koparmamak onun usullerinin başında
yer alır. Hz. Peygamberin "Cihad-ı asgardan, cihad-ı
ekbere" diye işaret ettiği küfrün beslenme kaynaklarından
olan nefs ile savaş mustaribin genel savaş çizgisini de
belirler. Hatta Necip Fazıl ismiyle benliğe karşı verilen
mücadele aynı şeyi anlatır. Benliğe karşı verilen savaşı
öylesine özgeleştirmiştir ki, bu tür savaş onun hayatını
doldurur. Benine karşı giriştiği bu eylemler içerisinde o
yaşanabilir gerçek hayatı da bulmaktadır. Mustaribin
ıstırabı bu yüzdendir, "serin karanlıklar" ı bu yüzden
ister. Kendi benini tanıdıktan sonra ilk şiirlerindeki
aydınlık bu yüzden erir. Istırabını anlamayan herkes onun
gözünde bir nefs heykeli durumuna düşer.
İlk şiirlerindeki "Batan Güneş" nefsini tanımasıyla
nur arayışına dönüşecektir. "Çile" şiirinde bu nuru
bulduğunu açıklar.
"Atomlarda cümbüş donanma, şenlik;
Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.
İçiçe mimari, içiçe benlik;
Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur!"
BÜYÜK GERÇEK

34

Her evin bir kapısının olması, gören canlının
gözünün bulunması, yürüyen otomobilin bir şoförünün
bulunması gerçek olabilir. Varlar alemindeki salt insanın
hizmetine verilmiş nesne ve olaylar enikonu incir
çekirdeğini doldurmayan doğuşların nedeni olabilirler.
Bu gerçekler birazcık aklı olan herkesin tasarrufu altına
girebilir. Hatta yaşamak zorunda olan herkes bu küçük
gerçekleri kullanmak zorundadır. İnanmak, sevmek,
düşman olmak, acı duymak, dayanmak gibi nice
kavramlar da var ki, hayata yön veren esas unsurlardır.
Bunların ne kesin tanımları, ne de herkeste aynı izleri
vardır. Büyük gerçekler diye genel çizgisini
verebileceğimiz entellektüel hayatın boyutları, bütün
dehalarda olduğu gibi Necip Fazıl'da da oldukça açıktır.
Yaşamaya değer gerçek hayat, onda temel esprileriyle
birlikte şiirinin tezi olmuştur.
Toplumun küçük gerçeklere yaslanarak büyük
gerçekleri görecek duygularını körleştirmesi büyük
gerçeklerin savunucusu ve koruyucularında ıstıraplar
biriktirmesinin başlıca nedenidir. Diğer yandan onların
doyumsuz olan ruhi potansiyellerini ön plana çıkarmış
olmalarıdır. Her halükarda yaratılışlarıyla ilgili olan
efsanevi varoluşları, alınyazılarına mustarip olmayı da
iliştirmiş olmalı…
Onda, marazi olan toplumun suç ve vebalinde kendi
payını aramasıdır. Bu durum, toplumu ve özellikle
yöneticileri sorumsuzluklarından ötürü eleştirmesi,
kişinin kötü bir iş yaptığında duyduğu pişmanlık gibidir.
Toplumun suçları karşısında dehada tezahür eden ceza,
ıstıraptır.
Küçük gerçeklerin içerisindekiler ya da küçük
gerçekler nedeniyle adliye koridorlarına işi düşenler, belli

35

kuralları izlerler. Oysa aşağıda anlatacağımız olay,
dehanın nasıl bir yol izlediğini gösterecektir:
Son mahkemelerinden birinde, mübaşirin şimşir
sesiyle duruşma salonuna girer. Kürsüde savcı ve sorgu
yargıcı. Mustarip sanık sandalyesinde… Gerekli
mahkeme prosedürü uygulandıktan sonra söz savunmaya
verilir. Savunma makamındaki mustarip tarihi bir kıvanç
içerisinde cebinden çıkardığı savunmayı okumaya başlar.
Sorgu yargıcı müdahale ederek.
---Yazılı savunma yapacaksanız elinizdeki belgeyi
vermeniz yeterli. Yazılı savunmanıza ekleyeceğiniz
sözünüz varsa zapta geçsin, der. Necip Fazıl'ın yüz
haritasında hakimi suçlayan bir eda belirir ve göz
ufkundan savunma belgesini çekerek:
--Bu salonda adaletin teessüsü için flüt çalmam
gerekiyorsa bunu dinlemek borcundasınız... Dediğinde
hıncahınç genç avukatlarla dolu olan salon tebessümlerle
dolmuştu.
Mahkeme koridorlarına dek uzanan ulvi suçlar, bir
yanıyla onun ıstırabını hafifletir.
METAFİZİK
Onun kahramanlığını ucuz ve kolay elde edilen
madde kahramanlıklarından sıyırıp metafizik alemde ele
almadığımız sürece, ne onun kahramanlığını ve ne de
ıstırabını anlarız. Gerçekte keşif hakkı kendisine ait olan,
keşfini aklını bir tuzak gibi kurarak elde etmemiştir. Hiç
kimse diyemez ki, Archimedes kaldıracı bulmak için
aklını planladı ve onu buldu. Archimedes'in, akılını
kapan gibi kurarak bulunduğu sananlar, onu fino köpeği
gibi avını arayan birisi olarak göstermiş olurlar. Oysa o
büyük fizikçi "Kaldıracıma öyle bir destek bulunuz ki

36

dünyanızı yerinden kaldırayım", derken fizik dünyasının
dışındaki espriyi de vermektedir. Bu büyük fizikçiyle
laborantı ayıran çizgi de aralarındaki metafizik
mesafedir. Zira laborant bulunmuşu tekrarlar. Arayışlar
skalasında tezahür eden formüler fiziğin, herkes
tarafından kullanılma şansını getirir. Fiziğin de içerisinde
eridiği metafizik duyarlıksa insana deha olma şansını
tanır. Basitin basiti bir buluşta peştamalını unutacak
kadar heyecana kapılıp, Roma sokaklarını dolduran
"Evraka" sesini hangi formüllerle fizik aleme alacağız?
Bu olay bir buluşun dünyaya metelik vermeme cehdine
düşen aklî yanıyla fiziğe, hissi yanıyla metafiziğe
yaslanıldığını ne güzel örneklemektedir. Aklın efsanesi
demek lazım bu olaya. Efsane kelimesini ileriye doğru
bir hayal gibi sessizce buluşlara, geriye doğru sızlayan
kaburga kemiklerinin sesleri gibi tarih kahramanlarına
yaslamak mümkündür. Varlığın kosmosta dinlemek için
yaslandığı boşluk. Ya da hayalini emzirdiği kaostur. Bir
san'atçının bir kelimeyle açtığı ufuk, bir fizikçinin bir
formülle açtığı ufuktan mahiyet yönünden farklı olsa da,
soyut olarak farklı değildir. Sanatçılar, hem hayatlarıyla,
hem buluşlarıyla efsanelik çapta kişiliğe sahiptirler.
Necip Fazıl ise, sanatçılığı yanında ıstıraplarıyla
efsaneleşmiştir.

GERÇEK HAYALİ AŞTI
Gerçek denilince, daha önce üzerinde durduğumuz
küçük gerçekler anlaşılır hale geldi. Yirminci yüzyılın şu
son çeyreğinde belki de sadece Türkiye gerçek adına
hayal alemi çorak bir alana dönüştürülmek istenmektedir.
Gerçek adına yapılan bütün işler gerçeği de aştı. Hayal

37

alemi, bu ulvi meleke bu insanın pörsüyen yanlarını
dirilten duyarlık, asit içerisinde yaşamaya
terkedilmektedir. Gerçeğin hayali aşması, hayal aleminin
yozlaşmasına nispetledir. İşin aslı şu ki, gerçek bile
hayale dönüştü. Hayal aleminin şehir çöplerinden
döküldüğü boş bir arsa olarak görüldüğü zamanda,
elbette ki ne sanatın doğmasına mecal bırakıyor ne de
maddi planda gelişmeye namzet olabiliyor. Böylesi bir
ortamda, yarım yüzyıl geçmeden deha denilen bir sanatçı
sonradan söylevci yazar olarak niteleniyor. Belki de öz
vatanında soluk alıp vermesi bile suç sayılıyor. Büyük
mustaribin efsanesi bütün kapıların yüzüne kapandığı bu
büyük sırda yatmaktadır.
SACAYAĞI
Tek perdelik tiyatro:
Sahnenin orta yerinde kendi ölçüleri içerisinde üç
maymun heykeli. Ön kısmında sağ ve sollu daha küçük
boyutlu üç maymun heykelleri. Üç maymun grubunun da
yüzü seyircilere dönüktür. Orta yerde sehpa üzerinde bir
mikrofon. Perde açılmadan önce hoparlörden takdimcinin
sesi duyulur:
- Sayın seyirciler birazdan size bir gösteri
sunulacaktır. Bu gösteriyi yönetecek olan terbiyeci
hakkında şu ön bilgileri verebiliriz. Terbiyecimiz
kendisini her türlü tehlikelerin içerisine sokarak balta
girmemiş ekvator ormanlarından insanoğlunun pek ender
uğradığı kutup bölgelerinde hayatın her türlü lüksünden
uzak hatta ölümle burun buruna gelme pahasına
hayvanlar aleminin içerisine girdi. Onları yakından
tanıdı. Bu konuda o kadar maharet sahibidir ki, evinin
bahçesi serbestçe dolaşan yabani hayvanlarla doludur.

38

Yabanilik sözün gelimidir. Terbiyecimiz onları biz
insanların arasında rahatça dolaşabilecek bir eğitim
vermeğe çalışmaktadır. Deniz hayvanları konusunda da
büyük bilgi sahibidir. Birazdan izleyeceğiniz gösteriyi
daha fazla geciktirmeden size iyi eğlenceler dileyelim.
Müdüriyet.
Perde ağır ağır açılır. Işıklar maymunların yüzünü
aydınlatmakta. "Terbiyeci, takdim edildiği üzere ve
günlük kıyafeti içerisinde sahnenin önüne gelir. Salon
çılgınca alkışlarla dolu…
Seyircileri selamladıktan sonra peşi sıra gelen yılanı
alarak omzuna koyar. Seyircilere tam arkasını dönmeden
birinci maymuna birtakım el işaretleri yapar. Fakat
maymunda hiçbir hareket görülmez. Bu kez maymunun
yanına vararak ensesini okşar
- Haydi bakalım sevgili seyircilerimiz öğrendiğin
kelimeleri duymak isterler.
İhtiyar terbiyecinin yüzüne bir mahzunluk çöker.
Çünkü maymun, iki eliyle ağzını kapatmıştır. Sahnenin
önünü sağ ve sollu ağzını kapatan maymun heykelleri
aydınlatılır. Birazdan ışıklar ikinci maymunu aydınlatır.
Terbiyeci, ikinci maymunun yanına gelerek ona birtakım
el işaretleri yapar. Maymunda hiçbir hareket olmaz.
İkinci maymunun elinden tutmak istediğinde maymun
çoktan gözlerini kapatmıştır. Terbiyeci dua eder gibi bir
eda içerisinde yüzü daha mahzundur. Sahnenin önüne
doğru gelir. Seyircilere özürle iç içe maymunu eliyle
göstererek
- Sanıyor ki, ağzından kelimelerin hepsini koparıp
alacağız. Ya da, konuşmakla kelime tükenecek… Onu
şimdi de hayvanlar alemine kazandırmak gerekecek. Ona
geçen emeğimi görüyorsunuz, oysa. Şu çirkin ağzını

39

kapatmakla benim üzerindeki haklarımı kanıtlamış
olmuyor mu?
Parmağını ikinci maymuna döndürdüğünde ışık ta
parmağını takip eder.
- Onu da görüyorsunuz ki, gözlerini kapattı. Neyi
öğrettiğimi o da biliyor. Ağlamaklı ve titrek bir sesle
üçüncü maymuna seslenir. Fakat o da kulaklarını
kapatmıştır.
- Biliyorum, hepiniz birbirinize benzersiniz. Biriniz
başladı mı, diğerinizin ona uymaması doğal yasadır
sizde. Doğruyu görmek, duymak, ve söylemek biriniz de
iptal edilmeye görsün. Omzundaki yılanı avuçlarına alır.
- Sen, sen kaypak dostum. Huyunu değiştiremediği
için derisini değiştiren dostum. Sana bilsen ne kadar
saygım arttı. Hiç değilse senin soğuk yüzün,
kalabalıkların karanlığından daha aydınlık. Senin
düşmanlığından bile yardım umulabilir. Oysa şu
şaklabanlıktan başka birşey bilmeyenlerden neler de
bekliyormuşuz.
Istırabın bütün ağırlığını yüzüne çekerken, seyirciye
arkasını döner maymunlara doğru:
Istırabımı anlamayanların yüzüne tükürmek
istiyorum!
Gösteri salonunun perdesi kendi umutsuzluğunu
örtmek için hızla iner. Maymunlar perdenin arasından
kafalarını uzatıp, korodan bir "Oh" derler. Seyirciler,
terbiyeciyle terbiye edilenler arasındaki boşluğu
alkışlarıyla doldururlar.
GÖRGÜ TANIKLARI

40

Üç maymunun kınalı parmaklarıyla balon gibi ileri
çıkmış ağızlarını veya çok uzaktaki bisiklet farı gibi
derine düşmüş gözlerini veya hilkat garibesi kulaklarını
tıkamaları, maymunlar açısından gerçeği örtebilir. Oysa
üç maymun kendi halleriyle tersinden görgü tanığı
olmaktadırlar. Hayatta olumlu girişim hamlesinden
yoksun ruha sahip olanlar bu üç maymunu ne denli
öykünürlerse öykünsünler, büyük gerçeklerin varlığını
kanıtlamaktan öteye iş yapamazlar. Bu üç maymunun
varlıklarında tebellür eden nefsi davranış onların hilkaten
hakkıdır. Oysa aynı davranışı insanlarda görürsek bu
davranışlarını bağışlayabilir miyiz? Onlar hayvan
olduklarını kabul etseler bile. Perişan nefislerinin itiyat
halinde esiri olanlar Hakkı zahirinden ziyade kendine
ayırıyor. Oysa bu hakkı kullanma melekeleri bile
gelişmemiştir.
1940'lara kadar Türkiyenin (Milli Şair, Büyük
Sanatçı, Deha)'sı olan Necip Fazıl, bu tarihten sonra
birdenbire ademe mahkum ediliyor. Yıllar, o zincirleri
kırmıştır. Lakin, ona reva görülen ceza efsanelik çapa
ulaşmıştır. Öyle demler olmuştur ki, bir gün önce devrin
başbakanıyla görüşme yaparken, ertesi gün hapishane
duvarlarındaki acı çizgileri tattırırlar. Onun hayatındaki
düşüş ve yükselişler, o kadar ani, o kadar çok, o kadar
birbirine tezat ki o acılara dayanabilmek için deha olmak
bile yetmez. İnancını efsane çapında ekmeğine ve suyuna
katarak yemek borcundadır. Büyük mustarip te böyle
yapmıştır. Elbette ki canhıraş çığlığını basacaktır. Onun
gösterdiği doğru yolu suç sayan zihniyeti teşhir ve tespit
edecektir. Çünkü:

41

"Bütün mesele, gökten yağan çamur ve katranın,
yeryüzünde, hangi insan ve cemiyet çürütücüleri sınıfının
elindeki hortumdan fışkırdığını görüp gösterebilmekte…
(Çerçeve 3 Sh. 75)

BİR ADAM YARATMAK
"Bir su yalağının ilerisinde, toprakta, basit, silik,
küçük bir taş… Bir çocuk bu taş parçasına bir tekme
vurur ve onu yalağın önüne kadar atar, yalağın kenarında
otlayan öküzü bir sinek ısırır, öküz bir tekmeyle yalağı
devirir ve sular her tarafa yayılmaya başlar. Sulardan bir
kol, o küçücük taş parçasına rastlar, hafif bir dirsek çizer
ve sırf bu yüzden, orada bir keçi ayağının açmış olduğu
çukurcuğa doğru yürür ve onu doldurup geçer. Çukurda,
susuz ve toprağa nüfuz imkânından mahrum, gizli bir
tohum vardır. Tohum suyla gelen gıdayı alır ve toprağa
batar. Kısa bir zaman sonra filiz… Derken ağaç… Bir
gün de bu ağacın gölgesi altıda bir kahraman, hayalindeki
cemiyetin inşa mimarîsini düşünür."

(Çerçeve 3 Sh. 84)
Schopenhauer'in, "Haydi ben dilediğimi işlemekte
serbest olayım; acaba dilediğimi dilemekte hür müyüm."
diye üzerine parmak bastığı kader… Kader bu hayale
imkan tanır mı? İmkanlar aleminin nereye dayandığına
bağlı bu. Tedbirler aleminin diliyle muhal olan takdirler
aleminde "Ol der, olur" ölçüsüne bağlıdır.
İnkarın majiskül harflerle işlenmesi, en küçük
puntolarla yazılmış kalbin önünde, hesaba çekilebilir ve
yokluğa mahkum edilebilir. Hayat mahiyet itibariyle
ıstıraptır, diyen Schopenhauer, olanlar karşısında ıstıraba
düşmeyen bir insanın, derisi traş edilmiş köpek yavruları

42

halinde (hele sabah olsun) güdüsüyle gününü geçirmeyi
yaşamak sanmak, olduğuna da parmak basmaktadır. Bir
kimse insan olmanın vebalini yüklenebilmelidir. Bu
insanın tanımı" Bir damla kan bin bir işkence" şeklinde
getirse bile.
Büyük Mustaribi anlamak için bunların bilinmesinde
yarar vardır. Kaderî tesadüfler peteğindeki her göz
doluncaya dek, iskelet kovanından bal alınmaz. Hayatın
özü itibariyle ıstırap olmasını, iskelet kovanında biriken
anılarda bulabiliriz. Adi ve basit mahlûk komplimanlarını
önemsemeyerek gelmiş bulunduğumuz berzah, cinaslı bir
ağızla ıstıraba bakın neler ekliyor:
"Cinas ve imaya o kadar muhtaç bir hengâmedeyiz
ki, pirzolamızı yerken, garsona "Bana bir bıçak getir!"
yerine "Pirzolayı ufalamak için bir tedbir bul!" demek
zorundayız! Daha sonra, 27 Mayıs ve Anayasaya
gelinceye dek, hayal ve idrâkimiz, daha nice mayın
tarlaları içinde yol almaya mecbur…
Dedi:
- Yani, mayın tarlaları gezisini artık bırakacak mısın?
Dedim:
-Havadan, kelebekten, güneşten de bahsetsem her
cümlemin noktası yerinde bir tefsir bombasına rast
geldiğine göre, benim için mayın tarlası gezisini
bırakmak, topyekûn yazıyı bırakmaktan farksız…
Dedi:
- O halde?
Dedim:
- O halde, Yeni Câmi önüne bir boyacı sandığı atıp
tepeme "Burada herkesin ayağını boyamak üzere yer alan
muharrir, 53 yaşında, yaşından fazla sayıda eser sahibi,

43

Necip Fazıl Kısakürek ismiyle maruf Abdülbaki Fazıl
bey oğlu Ahmed Necip'tir!" diye bir yafta asmamdan
gayri çare yoktur!"

(Üçüncü 101 Çerçeve Sh. 138)
Tedbirler aleminin diliyle böyle… Fakat, feza
boşluğundaki muhal duvarına asılı bir aplik bile olsa,
takdirler aleminin nuru, incecik bir çizgi halinde
kurtuluşa ermemiz için geniş bir şose haline gelebilir. Bu
duruma beşer aklı feza boşluğunca muhal olarak baksa
bile, eğer nasibimiz ise söyleyeceğimiz iki kelime var:
"Neden olmasın?"
Ve hatta, yobaz tipleri bile her şeyde olan
şaşkınlıklarını, ağızlarını kulaklarına dek açıp kuduz
naralarıyla ortalığı velveleye verebilirler. Aslında onlar
mazurdur.
"FRANSADA filozof (Blondel) mektebine bağlı
koyu katoliklerin meslek adı (Neo- Katolisizm: Yeni
Katoliklik), bir ismi de (Modernizm= Yenicilik ve
İlericilik) tir. Bizdeyse İslâmı yepyeni ve noktası
noktasına aslına mutabık bir anlayışla ihyâ etmek
dâvasına "gericilik" diyorlar.
Bundan daha sakîm bir görüş olmaz! Ancak kutsî
ölçülerin kabuğunda kalıp hikmetlerinden mahrum ve
aşkından yoksun olma mânasına ele alabileceğimiz bir
kaba softa ve ham yobaz tipi var ya… İşte bu tiple bizim
aramızdaki fark, İran halısıyla makine dokuması Avrupa
halısı arasındaki farktan daha büyüktür ve her ikisinde
müşterek görünen çizgiler, hakikatte yakınlığın değil,
büsbütün uzaklığın işaretidir.
Fransa’da ilericiliği üzerine alan ve ancak
maddecilere gerici gözüyle bakan (Neo-Katolisizm)
bağlılarına karşı bizim ebed çapındaki dâvamıza

44

"gericilik" yaftasını yapıştıranlar, işte, karakterini
gösterdiğimiz kaba softa ve ham yobaz tipinin tersine
dönmüş döllerinden ve kafaları milyar derece hararette
ısınmaz küfür softaları ve inkâr yobazlarından başka bir
şey değildir; ve böyle oldukları içindir ki, bizi
anlayabilmelerine ileri ufkumuzu görebilmelerine imkân
yoktur.

(Üçüncü 101 Çerçeve Sh. 91)

KAHRAMANLAR TAYFI
Bütün savaş yorgunluğunu, bir zafer narasıyla
dinlendirip, kendi kendine uzaklara, çok uzaklara doğru
büklüm büklüm akan ırmağın kıyısına inince… Top
seslerinin, nidaların, naraların bir "Neden yaptım" a
dönüşen metafizik ürperti içerisinde, potininden çıkardığı
ayaklarını soğuk suya indirirken, sevdiklerine götüreceği
hikayeleri, bir çiçek buketinde nasıl açtıracağını düşünen
asker gibi… Omuz omuza aynı davaya yüreklerini siper
eden onlar gibi…
Mustarip, kendinden önce davası olup da ölenleri bir
projektör aydınlığına çekiyor.
"ZEHİR içmeye mahkûm edilen (Sokrates), ölüm
kadehini, gözlerini kırpmadan dikti ve bitişik odadan
gelen çığlıklara karşı mırıldandı:
- Kadınları buraya sokmayın demedim mi,
dayanamaz onlar…
Büyük bir Fransız kumandanı, kendisini kurşuna
dizecek müfrezenin, emre rağmen ateş etmediğini
görünce askerlere seslendi:

45

- Oğullarım, emir kulusunuz, ateş etmeye
mecbursunuz! Çekiniz ve beni vurunuz! Yalnız yüzüme
hürmet gösterin! Yüzüm delik deşik olmasın!
(Danton) giyotin cellâdına dedi ki:
- Başım düşünce onu saçlarından tut ve şu seyircilere
göster! Bakalım böyle bir kafa görmüşler mi?
Ve sahabî Habib, "Senin yerine O'nu asacak olsaydık
canını kurtarmak için razı olur muydun?" diye soran
müşriklere şu cevabı verdi:
- O'nun ayağına bir diken batmaktansa ben, ölmeyi,
gün ışığından ve çoluk çocuğumdan mahrum kalmayı
seve seve kabul ederim.
Böyle öldüler… Hayat üstü hayata inananlar ve bir
dâvâ güdenler…
Kahramanlar tayfından ışık yollarını dolduran büyük
huzme karanlıkları yırtarak belirginleşiyordu.
"Niçin küçülüyor eşya uzakta?
Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl?
Zamanın raksı ne, bir yuvarlakta?
Sonum varmış, onu öğrensem asıl!

(Çile sh. 10)
Basit halk yığınlarının üzerine sıçrayarak, savaş
alanını gözetim altında tutan bir tepede kumandan
edasıyla, tefekkürünü savaş planlarının en harikasında
bütün incelik ve taktiklerine varıncayadek görebilen de
odur. Kendinden öncekilere benzemek şöyle dursun,
onların da kıskanacakları bir hayat tarzı açıklamaktadır.
"Son gün olmasın dostum, çelengim, top-arabam;
Alıp beni götürsün, tam dört inanmış adam…"
Çile Sh 63

46

Evet, ateş yalımındaki kızıl güllerin birbirine
sürtünerek çıkardığı sese bile tahammül edilmeyecek
berzahta, kasap marşıyla oluşan teneke gürültülerine
dağların taşıyamadığı bir yükü taşıyan insan kalbi nasıl
dayanır? Büyük mustaribin sadeliği içerisinde içinde
taşıdığı sfenksi aydınlatan güneş, bir başka mısrayı
aydınlatıyordu:
"Bir kuş, bir kuşu öldürse, ben can çekişiyorum."
Kuşların rumuz olarak kullanılması, dini gergefte
Kabil-Habil olayını hatırlatır. Kabil kardeşi Habil'i
öldürdüğünde şaşırır. Bu ilk insanlar ölümü bilmiyorlardı
çünkü. İki kuş gelerek Habil'in yanı başındaki dala konup
kavgaya tutuşurlar. Biri diğerini öldürdükten sonra
toprağa gömer. Yukarıdaki mısranın telmihen bir insanın
diğerini öldürdüğünde, şairin büyük bir ıstırap
duyduğunu açıklar. Mustaribin şiirine hakim olan ölüm
temi, yukarıda açıkladığımız veçhile, tarihi bir ironi ile
birlikte perspektife edilmektedir.
NİKBİNLİK VE BEDBİNLİK
Mustaribin, şiirindeki ruhi ürpertileri maddeler
kargaşasında aramak beyhude bir iştir. Türk şiirindeki
yeni ürperiş ve duyuş, eski klasizm ve yeni maddeci şiire
zıt yönde ve fakat kendi orijinalitesi içerisinde kendi öz
klasizmini kuracak kadar ileri gitmiştir.
1800 lerden sonra, bütün dünyayı baskısı altına alan
sanayi devrimi, demokrat ve cumhuri rejimlerle elele
vererek dünyayı yeni bir kaosa dönüştürmüştü. Batı
alemi için bağışıklık halde olan gürültüler dünyası, eski
dünyayı rahatsız etmiş, sükûnetini bozmuştu. Ülkemizin
de içerisinde bulunduğu doğu dünyasına bundan böyle
rahat yoktu. Devamlı çığlıklarıyla insanın kendine

47

dönüşünü de unutturan çok krallı demokrasiler,
sanatçılarda tamiri kabil olmayan nikbinlik ve bedbinlik
yaralarını açmıştı. Hatta her şeyin hakimi olarak takdim
edilen millet, her şeyin mahkumu olmuş, değerler skalası
bütün bütün karışmıştı. Her ülkede olduğu gibi, kendi öz
ulusuna sahip çıkmak isteyen dehalar çıkmıştır.
Türkiye’de bu çizgi, Sultan İkinci Abdülhamid'ten siyasal
bilinci alan Ahmet Mithat'tan, Ahmet Cevdet'e, Namık
Kemal'den Ziya Gökalp'e ve Yahya Kemal'den Mehmet
Akif'e uzanır. İşin tuhafı, ismini saydığımız bu deha
çapındaki Türk sanatçı ve düşünürleri, Sultan
Abdülhamid'e karşı olmalarına rağmen, devlet geleneğini
savunmuşlardır. Necip Fazıl'ı onların devamı gibi saysak
ta, onların dekadan tavırlarından çok uzaktır… Belki de
onlar, içerisinde bulundukları devletin kıymetini takdir
etmekten uzakta kaldılar. Toz duman içerisinde kabuk
milliyetçiliğinden medet ummaları, hastalığı yanlış teşhis
etmelerine sebep olmuştur. Necip Fazıl, kavramları asli
mecrasına oturtarak, dinamik gücü topyekün İslam'a
teslim olmakta bulmuştur. Doktrinal usul ve pratiği bütün
boyutlarıyla "İdeolocya Örgüsü"nde açıklamıştır. Necip
Fazıl'ı onlardan ayıran bir diğer çizgi de, içerisinde
bulundukları medeniyeti değişik anlamalarında
toplayabiliriz. Necip Fazıl'ın medeniyet anlayışı, cansız
anlayışlara ekler yapmaktan ziyade, eski öz oluşun
madde planında her şeyi kucaklayacak biçimde yeniden
dirilişidir. Bu diriliş, İslam'ın entellektüele nakşı
ölçüsüyle bireysel bir istek olmaktan çıkarılmış
olmaktadır. Oysa Necip Fazıl'a kadar gelen düşüncede bir
entelijansiya örgüsü görülmemektedir. İçerisinde
bulundukları medeniyetin, hudayinabit uzantılarıdır.

48

Dava, bu düzeye gelmişken mustaribe nikbinlik ve
bedbinliği sorulduğunda şu cevabı verecektir:
"DOSTLAR, sormayın bize, bedbin miyiz, nikbin
miyiz diye! Bize sormayın, muvaffakıyet yolunda, büyük
veya küçük, bir ümide yer var mı diye! Bu, son derece
girift ve ince bir nüktedir dostlar! Birazcık inhiraflı bir
anlayış ve anlatış, bu son derece girift ve ince nükteyi
harcayabilir.
Dostlar! Kâinatı şöyle tasarlayın: İç içe dairelerden
ibaret hudutsuz bir zemin… Biz işte, bedbinlikten ve
ümitsizlikten başlayıp daireler inkişaf ettikçe nikbinlik ve
ümidin bizzat yatağına doğru yol alan insanlarız. Arada
kaç daire boşa çıkarsa çıksın, bir sonraki, o da olmazsa
ondan sonraki, daha sonraki, daha sonraki, daha sonraki
ve nihayet en sonraki dairede aradığımızı mutlaka
bulacağız! Hâle bakın ki, topyekûn bütün ümit ve
nikbinliğin kaybolduğu, en dar, en küçük, en havasız, en
ışıksız dairenin içinde, temsil ettiğimiz mukaddes
dâvanın ilerilere doğru nasıl olsa galip geleceğini mutlak
ilimle bilenlerdeniz biz! Buna rağmen bu ilmin
gönlümüzde yatan sarsılmaz imanı müstesna, müşahhas
eserler ve tesirler plânında her şey, bizi, ümitsizlikler ve
bedbinliklerin, efsane çapında en müthişleriyle
çevrelemiştir. Yâni biz, tedbirler âlemine göre bedbinlik
ve ümitsizliğin son haddini çerçeveleyici şartlar içinde,
takdirler âlemine göre nasıl olsa kurtulacağımızı
bilmekten başka hiçbir imkân sahibi olmayan ve böylece
dâsitanî sabırlar, tahammüller, sırlar ve bilmecelerle
sarılmış bulunan eşi ve menendi görülmemiş örnekleriz!
Bundan, Allah'ın sırtımıza yüklediği bu soylu ağırlıktan
da hamdetmekten başka ne düşebilir bize?"
(Dördüncü 101 Çerçeve Sh. 15)

49

Shakesphare'in güzel bir esprisiyle Necip Fazıl'ın
seleflerinin yanlışlıklarına parmak basabiliriz: "Doğru
yerinden tutun şu eğriyi" ifadesini anlayamamışlardır.
Batmakta olan devleti batırmakta adeta teşvik rolünü
oynamışlardır. Belki neticenin böyle olacağını onlar da
kestirememiş olabilirler. Oysa Necip Fazıl, seleflerinden
devraldığı düşünce sisteminin yaralı ve perişan olmasına
rağmen, yine Shakesphare'in esprisiyle "Vakit o kadar
geç ki, erken sayabiliriz" demiş, onu yepyeni usuller
içerisinde tebliğ etmeyi başarmıştır. Bu yepyeni usulü,
yeni nesle sunma borcunun metodunu şöyle açıklıyordu:
"YEPYENİ bir nesil yoğurmak borcundayız!
Potininin burnundaki çividen saçının en üst teline kadar,
yepyeni, dipdiri, yakın maziye doğru hiçbir örnek
tanımayan, eşsiz bir zarafet, dikkat, heybet, hâkimiyet
pırıldatıcı bir nesil... Dışından güneş gibi aydınlık bu
neslin bütün nuru içinden gelecektir. O nurun ismi de,
olanca asliyet ve saffetiyle İslâmdır.
Bu nesil, tavan aralarında, bodrumlarda, mânevî
temelini kaybetmiş câmilerde, yalvarıcı esirler gibi
namaz kılan babalarını değil maziye doğru tam beş asır
boyunca cedlerinden hiçbirini beğenmeyecek ve eksik
bulacak kadar ileri Müslüman olacaktır. Bu neslin başlıca
vasıfları, aşk, vecd, heyecan, hareket, cehd, hamle,
murakabe, muhasebe, zekâ ve irfan…
Bu nesil, ilk vazife olarak İslâm’ın dıştan dar alınlara,
kirpi saçlara, kazma dişlere, sefil kılıklara, içten de bütün
yenilikleri peşin olarak yasaklayıcı hikmetsiz kabak
ezberciliğine dünya ve hâdiselerden habersiz ahmaklık
mizacına irca edilen, kırgın, bitkin, yılgın, ölgün, ezgin,
bezgin örneğini tasfiye edecek ve yerine kendisini
heykelleştirecektir.

50

Bu nesil için tek örnek, bütün ruhu ve ahlâkiyle
"sahabî"dir. Tek kıymetler tablosu, iyice bilindikten
sonra, noktası feda edilmez şeriat; ve biricik yol, mezara
kadar ve ondan öteye, O'nun ayak izleri…
"Bu nesil gelir mi?" diye düşünmeyin, "bu millet
kalır mı?" diye hesap edin! Bu millet kalacaksa bu nesil
gelecektir. Allah bağlısı bu millet elbette kalacak ve
Allah aşığı bu nesil şüphesiz gelecek!…"

(Birinci 101 Çerçeve Sh. 88)

TEHDİTLER VE HOMURTULAR
Necip Fazıl'ın hak bildiği bir ölçüde uzak yakın, dost
akraba, meslektaş vatandaş, mevki ve rütbe farkı
gözetmeksizin esas ölçüye daveti, hiçbir canlının
edinemeyeceği kadar düşman ve küsler oluşturmuştur.
Bazıları bu durumu onun tavrına bağlasalar da, meselenin
şahsi bir mesele olmasından ötürü bütün açıklığıyla
söylüyoruz ki, hak ölçüye davetten doğmaktadır. Günlük
yazılarından birinde bunu şöyle açıklıyordu:
"YARDAKÇIYA göre ben:
- Vatansız, soysuz, inkılâp düşmanı!
Su katılmamış (veledi zina)ya göre ben:
- Bir (mum söndü) âleminde meydana gelen piç!
Dinsize göre ben:
- Softa, yobaz, kara mürteci, örümcek kafalı!
Züppeye göre ben:
- Garabet ve (orijinalite) olsun diye sofuluk taslayan
bir (snob)!
Meyhane ruhiyatçısına göre ben:
- Namaz kılmaz, oruç tutmaz, rakı içer, kumar oynar,
kadın düşkünü; bizzat yapmadıklarının müdafii ve bizzat

51

bütün yaptıklarının müdafii ve bizzat bütün yaptıklarının
münekkidi bir samimiyetsiz!
(Babıâli) esnafına göre ben:
- Kaskatı gurur heykeli! Majüskülle yazılmış bir
(BEN)!
Dönmeye göre ben:
- Hayatı rezaletlerle doluyken hak suretinden
görünüp saf ve cahil dindarları istismara kalkan bir
tüccar!
Muhalefet murabahacısına göre ben:
- Her tenkit ve tecavüzün üstündeki muazzez
hedeflere saldıran ve her şeyden evvel muhalefeti
gücendiren mel'ûn!
Akıllılık iddia etmeyenlere göre ben:
- Tek kelimesi anlaşılmayan (abuk sabuk)çu!
Akıllılık iddia edenlere göre ben:
- Deli!
(Selâmet derkenarest)çilere göre ben:
- Daima fincancı katırlarını ürküten patavatsız!
Komünistlere göre ben:
- Kara kapalı kitabın, cesur, atılgan, sistemli, samimi;
fakat kafası testereyle kesilecek (1) numaralı
propagandacısı!
Türkçüye göre ben:
-Irkçılığa düşman, geri ümmetçi!
(Sanat için sanat)çıya göre ben:
- Hakkında her şey söylenen, kavliyle fiilinin
birbirini tutup tutmadığı şüpheli, garip bir adam!
Ve nihayet, bana göre ben:

52

- Tek müdafaa kelimesi olmayan ve şahsına ne kadar
süfliyet çamuru atılıyorsa hepsini gayesinin ulviyetinden
bilen, buna rağmen gerçekten süfli şahsıyla bu kadar
şerefe layık olmayan basit ve alelade adamcağız!"
Kendini ve muarızlarını açıklarken homurtuların ve
tehditlerin nasıl ve hangi yönlerden geldiğini belirtmiş
oluyordu. Anılarımızda canlılığından bir şey yitirmemiş
olan bir homurtuya da şahit olmuştuk:
Mevki ve rütbe sahibi mahut birisi rütbe ve mevkisine
dayanarak, din ile uzaktan yakından hiçbir ilgisinin
bulunmamasına rağmen cami kürsülerinde (dinle
ilgisizliğine bakın ki, namaz vakti gediğinde kürsüden
iner giderdi), işçilik ve İşçilerle hiçbir ilgisinin
olmamasına rağmen, işçileri işlerinden alıkoymak
pahasına yemekhaneye toplayarak Necip Fazıl'ın
komünist olduğunu Pierre Lermit edasıyla kusardı.
Hikmetinden sual olunmaz, arkadaşların birçoğu Necip
Fazıl adını onun küfür yuvası ağzından işitmiştir.
Düşünün ki, buna karşı tertip ve düzenler ne kadar çok ve
insanlık liyakatinden ne kadar uzakta bir şeniyet
içerisinde düzenlenmektedir. Ölçüye kulak verelim:
"BÜTÜN Osmanlı tarihinin içinden bir ses, bir
uğultu, bir homurtu gelir:
- Söyletmen (söyletmeyin), vurun!
Bu sesin canlandığı en büyük terkip ressamlarını
çıldırtacak kadar güzel ve manalı tabloda şöyle bir
manzara vardır:
Bir şeyi; hakikat gördüğü bir şeyi, hak bildiği bir şeyi
söylemek isteyen ve bunun için ağzını şöylece
kıpırdatmış olan, yüzü kırış kırış ve gözleri kıvılcım
kıvılcım bir adam; ve karşısında kuduz ağızları kaşlarına

53

kadar açılmış ve kazma gibi çürük dişleri meydana
çıkmış, tip tip insandan bir kalabalık:
- Söyletmen, vurun!
Tarihimizde bu ses, din iman ve şeriat adına
yükseliyordu. Halbuki asıl iman ve şeriattir ki,
mukaddeslerin mukaddesi ve mükemmellerin
mükemmeli ruhiyle bu sese müsaade etmezdi. Söyleyen,
belli başlı hadler ve edebler içinde ne isterse
söyleyecektir; sözünü son hecesinin son harfine kadar
bitirecektir. Karşısında iman ve şeriat, sütten beyaz,
billûrdan şeffaf ve mermerden daha muhkem bir sükûn
ve huzur tavrıyla bekleyecektir. Neticede, hüküm ve ölçü
neyse onu yerine getirecektir. Zira bir sözü tam
söylenmeden söylenmesinden korkmak, doğrudan
doğruya hak ve hakikatten korkmak mânâsından başka
nereye çekilebilir? İman ve şeriat ise, bizzat hak ve
hakikat olmak haysiyetiyle hiçbir şeyden korkmaz. İşte,
bütün bir tarih boyunca iman ve şeriat anlayışımız!
Bugün de, yeni cemiyetin bir zümresi içinden, aynı
ses, aynı uğultu, aynı homurtu geliyor:
- Söyletmen, vurun!
Bu sesi çıkaranlarsa, bu defa, küfür ve dalâlet adına
hareket ediyorlar! Zira korktukları, meydana
çıkmasından tiril tiril titredikleri şey, hak ve hakikattir!
Dünkü, iman ve şeriati kendi kaba nefislerinde
gölgelendiren yobazların bugünkü neslinden bir zümreye,
bu defa da küfür ve delâlet yobazı olmaktan başka hangi
nasip düşebilirdi ki?
Hey gidi, hikmetine hayran olduğum Allahım!
Renkler ve çizgiler değişiyor, fakat asıllar yerli yerinde
kalıyor!"

(Dördüncü 101 Çerçeve Sh. 19)

54

ATLANTİS
Anadolu ülkesinin fotoğrafıyla orijinali arasındaki
fark, birbirinden ayrı manalara gelen ruhu yansıtıyorlar.
O Anadolu coğrafyası ki, gezgin Yunusların ve yerleşik
Mevlana’nın mana aleminde yoğurduğu toprak… Ve bu
orijinali kanı pahasına bekleyen Osmanlı dönemi…
Bozgun ve yenilgilerden sonra tarumar edilen
Anadolu’nun, Batıya teslim edilen ruhu… Özellikle 2.
Mahmutla başlayan kabuk devrimleri, Batıya teslim
oluşun perdeleriydi. Perde üstüne perde… Her perde
arasında tiryakilik halini alan teslimiyet imzaları,
Anadolu Atlantis efsanesini aştı…
Varoluşunu kutsal Anadolu manasında terennüm
edebilecek arayış, yine kaybolduğu diyarda aranacağı
izahtan varestedir. Herkesin bildiği tarihi bir olay var.
Cengiz orduları Anadolu içlerine akmaya başladığında,
müridleri Hazret-i Mevlana'ya tehlikenin çok yakına
geldiğini haber vermekle Konya'dan daha batıya göç
teklif ederler. Şems'in müridi dergahtaki bu usul hatasını
"-Geldikleri gibi giderler." diyerek, düzeltir. Tehlike,
nereden ve nasıl gelirse gelsin, tebliğ görevinin yerine
getirilmesi gereği bir coğrafyaya bağlanmışsa ve o
coğrafya tebliğin usulleriyle hemhal olmuşsa, o toprak
parçasından bir mikron uzağa gidilmez. Mevlananın
billurlaştırdığı bu gerçek, çağlar boyu izlendi geldi.
Büyük Mustaribin Mevlana'nın aydınlattığı bu
coğrafyada hem kaybolan ülkeyi araması ve hem de bu
toprakların dışından bu ülkenin aranmasının abes
olduğunu vurgulaması yukarıdaki gerçeğe bağlıdır.
Mustaribin Anadoluya ve Türk'e verdiği manayı yine
burada buluruz. Onun Söğüt'le mahyalaştırdığı Anadolu
peyzajını "Çerçeve" den izleyelim:

55

"ORTA Anadolu steplerinin akşamlarına
bayılıyorum. Sanki dünya dümdüz bir kum sathı halinde
örüldükten sonra her yere ve her tarafa aynı ölçüyle
dağıtılmış olmıyan tabiat, bu unutulmuş köşeyi, yirmi
dört saatte bir, gurup vakti hatırlıyor, mahzun ve
nedametli gözünü güneşin batışından gecenin inişine
kadar onun üstünden ayırmıyor.
Fransızca (Krepüskül) kelimesinin mukabili
lisanımızda yok. Ona fecir diyemeyiz. Zira fecir yalnız
sabaha, (Krepüskül) ise hem sabah, hem akşama ait…
Güneşin batışından yıldızların en keskin ışıklarıyla
pırıldayışına kadar dağ arkasında kaybolan bir ses gibi,
koyulaşa koyulaşa geceye karışan alacalık,
memleketimizin hemen her tarafında pek çabuk geçer.
Onun için gurubla gecenin arasına sıkışmış olan bu
devreye lisanımız, bir isim verecek kadar aşina değildir.
"Edebiyat-ı Cedide"den evvelki şairlerimizi mesteden ve
bülbül gibi öttüren, Çamlıca tepesinden seyredilebilecek
bir gurup pek güzel olabilir. Fakat bu güzellik; batan
güneşin suda eriyecek olan ateş halkasına kadar devam
eder. Ondan sonra başlayacak güzellikse gecenin
hudutları içindedir.
Fakat step, tabiatın bu çıplaklığına mağrur öksüzü,
bu akşam fecrini o kadar derin yaşıyor ki, mahallenin
kutsileşmiş bir münzevisini ziyaret eden düğün alayları
halinde, tabiatın, eteğinin dibine kadar sokulduğunu ve
bir damlasında bir çiçek deryası saklı, keskin renkli ilâhî
bir şurup halinde semalarında akıp gittiğini seziyor.
Geçenlerde Orta Anadolu steplerinden birinde bir
köy içinde geziyordum. Eğri büğrü yollarda benden
başka kimseler yoktu. Böyle bir dekor içinde yalnızlık,
insanı alışılmamış bir hissin göklerine çıkarıyor. İnsan,

56

gölgesine minareden bakar gibi bakıyor. En kısa, en rahat
adımım için, bir mevsimden bir mevsime geçecek kadar
mesafe doluyor.
Ecic bücüc yolun hatlarını birleştirdiği noktada bir
araba gördüm: Araba gecenin yaklaşışındaki sürate ayak
uydurmuş, her an biraz daha yakın, biraz daha belli, bana
doğru ilerliyordu. Tek atlı yük arabası…
Arabacı atının dizginlerini bırakmış, oturduğu yerde
bir yem torbası kadar ufak ve silik kalmıştı. Araba hiçbir
tahmine uymayan, karmakarışık bir gölge halinde garip
bir yük taşıyordu.
Bir hizaya geldiğimiz zaman yükün manzarası ta
ciğerime kadar işledi. Arabanın taşıdığı şey, köklerinden
çıkarılmış bir söğüt ağacıydı.
Bu zarif ağacın arabaya ince bir endam halinde
yalnız gövdesi sığıyor, dallarıyla yaprakları gür bir saç
demeti gibi keskin taşlar üzerinde sürünüyordu. Durdum.
Arabanın arkasından bakmaya başladım. Kimbilir hangi
su başında alıştığı cömert toprağı terkederek yalçın yüzlü
aşkının topraklarından ince damarlarını geçirmeye gelen
bu ağaç, gözüme ağlayan, fakat hüznü içinde mesut bir
gelin gibi göründü.
Düşündüm ki, söğüt, içli ve ketum Anadolunun en
canlı remzidir.
Hangi yanık halk türküsünde söğüdün ismi geçmez?
Hangi köyün kapısında söğütler perde kurmaz?
Her su bir söğüdün dibine kıvrılık ve her yol bir
söğüde çıkar.
Her duygunun yastığı bir söğüdün dibidir. Anadolu
onun dibinde sevişir, ayrılır, kavuşur, düşünür.

57

Aşk, hasret, gurbet, sılâ hep odur. Söğüt topraktan
değil Anadolu’nun ruhundan çıkmış gibidir.
Onun için ruhun şahsiyetine en güzel timsal odur.
Gözümün önündeki manzara değişti; ve Asya
dağlarından Anadolu yaylasına inen Bozkurdun, sihirli
bir su yüzünde, gözlerinin ateşine dala dala dala söğüt
ağacına istihalesini seyrettim."

(Üçüncü 101 Çerçeve Sh. 36)
Mustaribin mücadelesi anadoludan başlayan ve onun
ruhsal atmosferinin "hak ve hakikate esir" bağımsızlığı
olduğu kadar, bu bağımsızlığın büyük oluşa ulaşması
içindir. O anadolunun gerçek kıvamına ermesi için bütün
varlık sebeplerini seferber etmiştir. Mevlana hazretlerinin
davranışlarındaki sır büyük mustarip içinde aynıdır. O
Anadolucudur, Anadoluculuğunu da stratejik merkez
coğrafyasında görmek te mümkündür.
Bütün soyutlama ve genellemelerden sonra kaybolan
ülkeyi bulma cehdine Büyük Mustarip "Manevi İstiklal
Harbi" demektedir. Diğer milletlerin de bu tür
mücadelelere zaman zaman girdiği görülür. Genel
hatlarıyla bu savaşın stratejisini anlamaya çalışalım.
"Fransa ile Almanya arasında, Fransız-Alman
katışığı Alsas-Loren 1871'de Almanlar tarafından istila
edilince, ihtiyar bir öğretmenin verdiği son dersi anlatan
meşhur bir hikaye vardır. Büyük bir Fransız edibinin
kaleme aldığı ve okuma kitaplarında Fransız
milliyetçiliğinin mayası haline getirilmiş bir nesir…
Artık Fransızcanın ve Fransız ruhunun tutsak olduğunu
bildiren öğretmenin, hıçkırıklarla sarsılarak tahtaya
yazdığı "son ders" cümlesini ele alır ve intikam gününe

58

kadar istilâcıya karşı Fransız hıncının en yanık türküsünü
besteler bu nesir…
Öğretmen çocuklara der ki:
- Artık kuşlar da mı Almanca ötecek?
Ve öğretmen ağlar, çocuklar ağlar, kuşlar ağlar, siyah
tahta ağlar.
Almancasını, Fransızcasını ne bileyim ben?.
Bildiğim şu ki, kuşlar istediği dilde ötebilir, fakat
insanlar ötemez.
Tarihte kuşları:
- Niçin benim dilimle ötmüyorsun?
Diye hesaba çeken bir zalim görülmemiştir.
Fakat insanlara, kendi mânâ lisanları şöyle dursun,
kuş dilinin bile yasak olduğu devirler, Mısır
Firavunlarından (Kremlin) Nemrudlarına ve daha yakın
tarihlere kadar eksik olmamıştır. Bâzı hürriyetler de, bu
öz mânâ dilini, gûya ellerindeki kelepçeyi çözerek, sinsi
gırtlak tıpalarıyla büsbütün boğmuştur.
Kâh kuş dili, kâh bilmece lisanı, kâh dilsiz işareti ve
kâh hasta sayıklamasıyla çeyrek asırdır müdafaa
ettiğimiz bu dâvâyı, Türk vatanının mânevî istilâcılarına
karşı gerçek lisanına dökmeye çalışmaktan başka
hedefimiz yoktur! Mânevî İstiklâl Harbimiz bu olacaktır!
Birinci 101 Çerçeve Sh. 39)
ESKİ AYDINDAN YENİ ENTELLEKTÜELE
Büyük Mustaribin canını dişine takarak ruhlarını
birbirine yakınlaştırdığı yeni entellektüel, İkinci Dünya
Savaşına gelinceye kadar "leylî mektep"lerde üretme
çiftliklerinde yetiştirilen damızlıklar gibi eğitilen aydınla
büyük farklılıklar gösterir. Hamle gücünden yoksun,

59

aldığı maaşı sayacak kadar matematiği yeterli bulan
aydının karşısında yaptığı ve yapmadığı her davranışın
hesabını verme sorumluluğunu taşıyan yeni entellektüel,
dinamik olmak yönünden de belli bir düzeye gelmiştir.
Düşünürümüz yeni entellektüele "gönüldaş" demekle
taltif ediyor. Gönüldaşı "Özlediğimiz Neslin Vasıfları"
konferansıyla kamuoyuna takdim etmiştir. Gönüldaşlara
yapılan çağrıya kulak verelim:
"Fransız İnkılabı "Vatandaş", Masonluk "Birader",
Komünizma "Yoldaş", Külhanbeylik "Omuzdaş"
tabirlerini getirdi. İslamlıkta topluluk unsurlarının bağı
kardeşliktir. Biz onu şöyle ifadelendirmiş bulunuyoruz:
Gönüldaş! Topluluğumuzun mücerret şahıs ismi budur!
Tarih bizi (Büyük Doğucular) tabirinden sonra bu tavsifi
fert ismiyle anacaktır: Gönüldaşlar…
Gönüldaş!
Bir halkanın üstüne sarılan şerit, toplandıkça, her
dönüşünde daha fazlasını çeker. Kar üstünde yuvarlanan
bir top büyüdükçe, her yuvarlanışında yerden daha çok
kar kaldırır. Nihayet öyle bir an gelir ki, böyle bir cazibe
merkezine üşüşen, katılan dış unsurlar, kifayet hududunu
bile aşar. Fakat bu mes'ut ânın doğabilmesi için,
halkadaki sargı, dışarıdan şerit çekecek kalınlığı bulmalı,
kar üstünde yuvarlanan top da, yerden kar kaldırabilecek
tıkızlığa ermeli…
Gönüldaş!
Biz, Bizansların ateş kuleleri gibi, biri yanınca
öbürüne haber veren ve böylece kıt'aları çepçevre
dolanan merkez insanlardan, bilânçomuzda yazılı olduğu
kadarına malik olmakla bahtiyarız.
Gönüldaş!

60

Fakat sen bizi bir çuval pirinç farz ediyor ve "Ben tek bir
pirinç tanesiyim; çuvalın içinde olmuşum veya
olmamışım, ne çıkar?" diye düşünüp kendini bizden
mahrum ediyorsun! yahut da nefsine binbir hatalı özür
biçiyorsun! İşte bu zihniyettir ki, bizde içtimaî alâkanın
ve mâ'şerî vicdanının günden güne sıfırı tüketmeye doğru
gittiğini gösteriyor, her ümidi akamete uğratıyor, düşman
ve hâkim saflara da meydanı boş bırakıyor!
Halbuki her pirinç tanesi şöyle düşünecektir:
"- Belki onların kıvamlarını ve terazi âhenklerini
denkleştirmek için lâzım olan son pirinç tanesi benim!
Gideyim ve kendimi çuvalların içine atayım!"
Kaldı ki, bize lâzım olan son değil, belki ilk pirinç
taneleri bunlardır. Bu böyle olduğu zaman her şey olur;
olmayınca da hiçbir şey olmaz.
Gönüldaş!
Kucağımız ve kalbimiz herkes için münhal,
bekliyoruz! Evinden, çocuğundan, kardeşinden,
annesinden, soyundan, vatanından, tarihinden başlayarak,
kendini ve nefsini aşan bir sevgi duygusu varsa içinde; ve
bu duygu yüksele yüksele Allahın sevgilisine ve Allaha
kadar çıkıyorsa, gel, seni bekliyoruz! Seni ismin ve
cisminle teşhis edemediğimize bakma! Müslümanlığınla
teşhis ediyoruz. Gel, hem de koşa koşa gel!…
Geleceğin yer malûm… Biz sana doğru yola
çıkarken sen de bize doğru gel!"

(Birinci 101 Çerçeve Sh. 14)
O gönüldaş ki egoist yorumcuya, ham yobaza, kaba
softaya, küfür kuduzuna, hımbıl memişe, püsküllü raziye
ve şürekasına karşı şahdamarını her an patlayacak bir
mitralyöz gibi tetikte tutup, kendini ve onları

61

şahdamarından daha yakın olan adına ıstıfaya davet eder.
Gönüldaş, tarihte gönüldaş olabilecek oluşumların fidesi
gibidir. Geriye doğru böyle olmasına rağmen ileri ve
geleceğin fidesi özelliğine sahiptir. Gönüldaşlığın geçmiş
ve geleceğiyle, zamana sahip çıkması, izlediği yüce
davanın zaman ve mekanı aşan bir dava olmasından.
Mukaddes emanet'in büsbütün bostan korkuluklarına
giydirilen yırtık-pırtık soykalar halinde, Anadolu
coğrafyasından atılması veya yok edilmesine karşı sabır
mülahazalarıyla destek aranamaz. Büyük düşünürün
ivmesinin sonsuzluğunu bu ıstıraba bağlamak gerekir.
Gönüldaşlara çağrıyı da aynı nedene bağlamalıyız.
Ağzı açık ayran delilerine hayran olan, evinin bucağında
parmağını eme eme olgunlaşan bir akımın üyesini ancak
"film icabı" olarak görebiliriz. Böylesi bir tavır, dava
ahlâkının yaslantılarından olan sabır kavramıyla hiçbir
ilgisi olamaz. Şairin;
"Zehirle pişmiş aşı
Yemeğe kim gelir" dizesiyle işaret ettiği durum.
Elbette ki Gönüldaş "zehirle pişmiş aş'tan daha baskın
acılara göğüs germek zorundadır. Sabrı bu çerçevede
değerlendirmek gerekir. Çünkü, gönüldaş ölmeden önce
kendini hesaba çekmesi gereğine inanır.
SINIRLI VE SONSUZ
Varmanın, ermenin, olmanın ve bulmanın altın
kurallarından en önemlisi bir disipline sahip olmaktır.
Sahabetlik te inanmakla başlar. Büyük düşünürün bütün
gayretlerini yeni entellektüele enjekte yolunda kullandı
disiplinin şartlarında ve o disiplinin özünde görebiliriz.

62

Disiplin sonsuza ulaşmak için güzergah çizmektir.
Sınırları belirsiz herşey yoklukla kaimse, varlık'ın şartı da
düşünebilmek ve duyabilmek sınırlarını çizmekle
aydınlanacaktır. Sınır ve sonsuzluk tezat gibi görünse de
birbirinin öylesine tezahürüdür ki disiplini anlamadan,
onların aynılığı anlaşılamıyor. Disiplin sonsuzluğu sınır
içerisine alarak ezel ve ebed çizgilerini belirliyor. Büyük
doğu düşüncesine bu gözle bakmak gereğini açıklamak
bile yersiz. Ve Mutlak Fikrin belirttiği sınırların
sonsuzluğunu dipsiz göklerin düzeninden anlamak en
kısır aklın bile kolayca becereceği bir iştir.
Büyük Mustaribin kaleminde disiplin en büyük bir
usûldür… ondan izleyelim.
"Disiplin, her oluşun; toprak altında pişe pişe elmas
olmaya giden kömürden kalb içinde yana yana insan
olmaya giden natık hayvana kadar her oluşun, üstün
hakikat yolunda fetih sırrını gizleyici başlıca usûl şartı…
İbadet bir disiplin çerçevesi; devlet de bir disiplin
ifadesidir.
Bugünkü batı dünyasına nizam ruhunu veren Eski
Roma, bir disiplin harikasıydı. Disiplin büsbütün
olmadığı yerde, sanki hava çekilmiş gibi, hiçbir hayat
hamlesi düşünülemez.Disiplin şiir ve hikmetini
anlayabilecek adam, dâvasının en üstün ve amelî cephesi
olarak kendi kendisini disiplin altına alabilecek olandır.
Fikir ve san'at davranışlarını "serazât - başıboş" bir
planda kabul edenler, (Sen Piyer) bazilikasına hemen
hemen yemeden, içmeden, uyumadan koca bir ömür
parçasını adayan (Mikel Anj) ile, "devler gibi eser
vermek için burjuvalar gibi çalışmak lâzımdır!" diyen
(Balzak)ı hatırlasınlar…

63

Büyük disiplin, Büyük cihadın namzetleri içindir.
Büyük cihad, milyonluk orduların milyonluk ordularla
cenkleşmesi değil, tek kişinin kendi nefsiyle savaşması…
Kendi nefsine zorlayacağı her türlü disiplinden
kaçanların yangın yerindeki bir arsada, dört ayağı
havada, keyifli eşelenen bir merkepten farkları yoktur.
Safkan atlar hemen başlarını teslim ederken mayalarında
eşeklik olanlara disiplin yular gibi görünür; bir türlü
taktırmazlar…
Aynen bizdeki gibi, aşk ve hakim fikir bulunmayan
yerde disiplin olmaz; ve ortalığı, bir tekmeleme,
çifteleme, anırma, böğürme, toz dumandır kaplar, gider."
(Birinci, 101 Çerçeve İst.-1968)
Büyük mustaribin çeşitli gazetelerde yayınladığı
"ÇERÇEVE" adlı köşe yazılarından alıntılar yaparak,
kurulan bu bölüm düşüncenin milyonluk yığınlara
ulaştırılırken daha pratik özler taşımasındadır. Yazarının
kendisinden dile gelen ıstırap, usûl, yol ve yöntemi
açıklamada büyük kolaylık sağlamasındandır. Bu bölüm
bize O'nu daha da yaklaştırmıştır. Fıkra yazarı olarak ta
tanıdığımız, Bab-ı Alî'nin eski gazetecilerinden olan
büyük düşünürün bitmez tükenmez kalemini tanıtmak ve
onun diğer vıyvırdım günlük yazarlarından farkına da
işaret etmek istedik. O, günlük olaylar üzerindeki kirli
örtüyü kaldırarak tesbit ettiği temiz ve genelleştirmeli
yöntemle yepyeni bir fıkracılığı da getirmiştir. Fıkralar,
birer usûl muhasebesi ve mili murakabe olmak yönünden
Büyük Doğu düşüncesinin yorumlandığı (vocabulary)dir.
Siyasal etkinliğini yazı köşesinden daha açık ifade
edebilmektedir. Bütün bunların yanında ülkenin genel

64

sorunları üzerine de gitmekten çekinmemektedir.
Düzyazı ustalığını da göstermesi apayrı bir keyfiyettir.
Evet o şairdir. Fakat sanatçı tafralarından ziyade
(aksiyon) adamı… Çerçevenin birisinde "Şairsiz Devir"
isimli fıkrasında cemiyet için şairi şöylece tesbit ediyor.
"Tarihçi bir fikir adamı Asurîler için şöyle der:
- "Sorun onları yutan unutulma uçurumuna niçin
silindiler? Zira şairleri yoktu!"
Evet, şair o Hüma kuşudur ki, bütün bir cemiyeti;
mabetleri, sarayları, yolları, meydanları bütün maddi ve
manevi ağırlığıyla kanatları üstüne yerleştirir, havalanır,
asırların tepesinden süzülüp geçer.
San'atkârı olmayan devir, hatta küçük bir zaman
parçasını bile fethedebileceğini ummasın, İstikbale sözü
olan devirler, mektuplarını, san'ât güvercininin gagasına
teslim ederler.
Osmanlı tarihinde, ictimai sarsıntı ve kaynayış
bakımından meraka en değerli devir, fetret devridir. Buna
rağmen o günleri tanımıyoruz.
Çünkü şairi yok. Lâle Devri gibi basit bir sulh ve
bolluk mevsimi, Nedim olmasaydı çizgisi çizgisine
içimizde yaşar mıydı? Kanunî Sultan Süleyman’ın,
yıkılmayacak olan türbesi, Bâki imzalı mersiyedir.
Atlarına, ahırlarına kadar hatırımızda kalan Dördüncü
Murad, Nef'iye dua etsin.
Onun içindir ki, Büyük İskender, taş üstünde taş
bırakmamak azmiyle yıkmayı kurduğu bir şehri
düşürünce, şu emri verdi:
- "Şehri tarlaya çevirin! Fakat meydan yerindeki şair
heykeli, olduğu gibi kalsın!"

65

Bakın bir İngiliz, her İngilize tercüman olarak ne
düşünüyor:
- (Şekspir)le Hindistandan birini seçmeğe mahkûm
alsak, Hindistanı feda ederdik!
Fakat malûm ola ki:
Sesleri, çizgileri, renkleri, kokularıyla bütün bir devri
omzuna alıp Sırat köprüsünden geçiren san'atkâr, siyasî
manzumeler peşrevcisi ve dalkavuklar borazanı değildir.
Necip Fazıl şairdir, yazıda beliren değeri örmek için
şair…
Cemiyet içinde bir şair… Bir mısraı millete şeref
vermeye yeten bir şair… Yıllar önce söylediklerinden
bugün hayıflanan bazıları üzülmesinler… Zira Necip
Fazıl bugün şiirinin cemiyetini de kurma yolundadır.
Evet Onun bir mısraının bir millete şeref verdiği, o
milletin kimin yanında yer aldığı ile kanıtlanmayacak
mıdır? Öyle ise Milletten O, O'ndan millet şeref
duymuştur.
Herkesin ben'inden tenzih edilmiş bir davada ben'in
dışlanması biçiminde doğabilecek san'at dışkıları, bütün
ufunet ve uyuşturuculuğuyla davanın bünyesinde
eritilmiştir. Büyük mustaribin de zaman zaman açıkladığı
bu sorun, gündeme gelme özelliğini yitirmiş gibidir.
NEYE İNANMAK / (Tanrıkulundan Dinlediklerim-
N.F.K.)
GÖĞSÜME dayalı çeneme, ve her birine kenetli iki
elime abanmış, ayaklarımın dibinde bir portakal kadar
küçülen dünyayı seyrederken, Tanrıkulu'nun sesi yetişti:
-İnanmak demiştik, değil mi? İnanmak, iman... Ve
inanmanın esası, yüzü, hakikati, Allaha inanmak... gerisi,
hakiki inanmanın gölgeleri ve gölgelerin, gölgeleri...

66

İnanmak, ona inanmak için yaratıldı. Allah, inanmayı,
insanla kendi arasında bir açık kapı diye bırakmasaydı,
münkir, sabahleyin aynada kıravatını bağlarken, gördüğü
şeklin kendisi olduğun bile inanamazdı. İnanmanın ruhu,
aydınlığın bile başını döndüren başka bir aydınlık:
-"Allah, zuhurunun şiddetinden gaiptir." Maddenin
sür'ati bilmem ne kadara çıktığı zaman sıfıra iniyor,
ziyanın şiddeti bilmem ne olunca, etraf kapkaranlık
kesiliyor. "Allah, zuhurunun kemalinden gaiptir." Ve
bunu anlamak için insana akıl değil, aklın üstünde bir şey
lazım... Sana, bu noktada, aklın unsurları ve usulleriyle
gösterilmeğe değer bir şey yok. "Hamurun lezzetini,
çatal, kaşık ve bıçakla arayabilir misin?" Halbuki
hamurun, kitlesinden başlayarak göze görünür ve ölçüye
sığar her unsuru, onun lezzetini meydana getirmek ve bu
lezzeti sımsıkı peçelemek, gizlemek içindir. Sana, bu
noktada, aklın unsurları ve usulleriyle göstermeğe değer
hiç bir şey yok, dedim. İsteseydim yine aklın unsurları
usulleriyle aklı yıkarak, o harabenin altından ne
çıkacağını görebilirdim. Ne diye iğneyle kuyu kazayım,
dinamitle dağları tersine çevirmek mümkün olurken?
Dikkat et! İman tam olduğu zaman, muhtaç olmadığı
yegane şey, ispattır. İman tam olduğu zaman ispat yoktur.
Ortada, tek başına, her şeyden mücerret, bütün
alakalarından kesilmiş tek bir şey vardır: İman!..
O zamana kadar dizinden hiç kıpırdatmadığı elini
hafifçe kaldırarak başımın üstünde, küflü bir mangır
kadar uzak ve küçük görünen semayı işaret etti!
-Kainat hamurunun bütününe bakabilen göz, onun
çatala takılmaz, kaşığa konmaz, bıçağa gelmez bir lezzet
taşıdığını ve bu lezzetin Allah'ı haber verdiğini bir
hamlede kestirir.

67

Dudakları, bana duyurulmaya mahsus olmayan
esrarlı hecelerle uzun uzun kıpırdadı, sonra sesi
birdenbire meydana çıktı:
-Biz seninle, ötelerin değil, bu dünyanın hayatına
bağlı düzen üzerinde dolaşacağız. Hedefimiz eseri
kucaklamak, müessiri değil... Çünkü sana ve herkese
senin ve herkesin vehmince bu dünya lazım... Bu iş
içinde, eser adına müessiri tespit etmekten ötürü
vazifemiz yok... Eğer insanın yaradılışındaki asli ve
hakiki memuriyete istekli olsaydın, o zaman eseri
topyekün bir yana bırakıp müessirin kapısına yol
aramaya çıkardın. Biz de sana yolu gösterirdik. Sana
"Boynundan yukarısını, yani kafanı kes ve arkamızdan
gel" derdik.
Tırnaklarımla kavradığım yanaklarımda sıcak bir
ıslaklık duydum. Tanrıkulu'nu dinlerken yüzümü
kanatmış olabilir miydim? Tanrıkulu oralı değil:
-Bizim, dedi, boynumuzdan ötesi, yani kafamız yok.
Biz onu çoktan kestik ve çöp tenekesine attık. Şimdi
senin gibi bir dünya ehline, bu dünyanın, beyni ıstırap ve
ihtilal içinde son örneklerinden birisine, ya bu dünya
çerçevesinde yol göstermek için, kesik kafamızı çöp
tenekesini çıkarıp boynumuza oturtuyor ve onunla
konuşuyoruz. Kesik kafa diyor ki:
"Bu, dünya ve bütün kainatın merkezi Allah'tır. Ve
benim bu işin hakikatinde, her işin tam ve mutlak
hakikatinde olduğu gibi, bangır bangır iflasa mahkum
olmaktan başka çarem yok... Benim ismim akıldır ve
temsil eden meleğin, Allah'ın sevgilisini
(Sidretülmünteha)dan öteye geçirmeyip kanatlarının
yanmaya başladığını görmesi ve: "Artık yolun buradan
ötesine seni aşk götürür" demesi gibi, nihai varışım,

68

kendi usullerimle kendi kendimi yakmaktan başka bir şey
olmaz. Benim bittiğim yerde, insanoğlunda başka bir akıl
başlar; ve o akıl, beş hassenin dışında görür, koklar tadar,
ve dokunur. Karanlıkta görmek, sessizlikte
vücutsuzlukta koklamak, lezzetsizlikte tadmak; böylece
maddenin ötesinde maddeleştirmek, yalnız o aklın karı...
Onun, kalb diye, ruh diye, aşk diye bir takım isimleri var.
Oysa, insanoğlunda, sadece Allah'ın tecelli merkezi...
Dava, bütün dava, topyekün dava; ben kendi kendime
inanmaz bana inanan insanların, yeryüzünde kurdukları
şekilli ve şekilsiz bütün mimarilerde, benim sınırlarımla
ötelerin sınırları arasındaki ahengi bir türlü tam olarak
zaptedememelerinde... İnsanoğlu, yine benim vasıtamla
benim sırrımı çizmeden öteki akla yol bulmadan ve
kuracağı şekilli ve şekilsiz mimarilerin kapısına Allah'ın
tuğrasını basmadan, bir ana baba günü kadrosuyla
birbirini çiğnediği bu çıkmaz sokakta kendisine yol
bulamayacaktır."

(1943)

AKSİYON VE SANAT
Siyasal düşüncenin seyri kendi tarihselliği içerisinde
Necip Fazıl'ın İdeolocya Örgüsünden geçerken
gördüklerini burada mümkün mertebe deşifre etmeye
çalışacağız. Tarık Zafer Tunaya gibi bilimselliğe
bulaşmadan ya da Hilmi Ziya Ülken gibi hiçbir korkuya
kapılmadan ve yine kendi hoşlandıklarını Necip Fazıl'da
görme alışkanlığına düşenlerin açmazına girmeden ve
dahası Keloğlan misali mer'i düzende iktidara gelenlerin
Necip Fazıl'ın tekliflerini mer'i mevzuata uygun değil
diye reddedenlerin densizliğine düşmeden genel
çizgileriyle ele almaya çalışacağız.

69

Sorunun olan ve olması gereken yapılarıyla
ilgilenmemiz bizim kişisel görüşümüzden değil Necip
Fazıl'ın teklifinden kaynaklandığını burada belirtmek
gerekir. Sadece İdeolocya Örgüsü ile değil Büyük Doğu
düşüncesi diye adlandıracağımız Necip Fazılın yönetim
devlet ve siyasete dair kendi özel görüş, düşünüş, duyuş
ve teknokratik bakış açısı bu değerlendirmemizde göz
önünde tutulmuştur. Necip Fazıl'ın siyasal düşünce
tarihine getirdikleri ve farklarıyla bütün bütün ilgilenmek
isterdik. Lakin bu çalışma bir biyografi denemesi olduğu
için maksadını aşmadan Necip Fazıl'ın siyaset kuramcısı
yanına da değinmek istedik. Bu ülkede birilerinin
kafasındaki fikirlere uymayan her düşünce devleti
yıkmaya yönelik sayılarak bir demokrasi oluşturulmaya
çalışıldığı için düşünce özgürlüğü oluşamamaktadır.
Hâlihazır uygarlığın hatta geçmiş büyük uygarlıkların
buluşlarını ve teknik oluşumlarını nasıl ki mühendis
diploması olan kişiler hazırlamamış ise devletin yönetim
teknokrasisini diplomasisini felsefi oluşum ve gelişimini
de devletin içindekilerin ve sadece mevzuatla
ilgilenenlerin hazırlaması mümkün değil. Bu açıdan
Necip Fazıl Türkiye'de ilk kez siyasal ütopya üreten tek
kişidir. Bu konuda Necip Fazıl'ın dışında sosyalist ekolün
tercüme kanalıyla sağladığı birikime sadece işaret ederek
geçelim. Bir bütünlük arz eden tek ütopya Necip Fazıl'a
aittir. Daha çok hukuksal yönelişlere iltifat eden
akademisyen ve bürokratlar mevcut sistemin
restorasyonuyla ilgilidirler. Ütopyaları tarihsel devlet
seyri içerisinde ele alabiliriz. Bunun yanında Türkiye'ye
özge Necip Fazıl'ın pratik önerilerini ön plana çıkararak
incelemeliyiz. Elbette ki detay olarak bu çalışmada ele
almak imkansızdır. Bütün bu çalışmanın bir gereği de

70

vardır. Gereğine binaen bir çalışmayı sürdürmekten şeref
duyacağız. Aslında benzer ütopyalarla mukayese etmek
devletin işlerine de iyi bir tanım getirir kanaatindeyim.
Örneğin bir Thomas Moore veya bir Campanella neden
karşılaştırmalı olarak ele alınmasın. Sokratın Devleti'ni
Necip Fazıl'ın İdeolocya Örgüsüyle karşılaştırmak Türk
siyasal düşüncesine büyük katkı sağlayacağı gibi devlet
adamlarına pratik yol da göstermiş olacaktır. Ve yine
Nizamülmülk'ün Siyasetnamesi ile defterdar Sarıca
Mehmet Paşanın Nesayihül Vüzera vel Umera'sı ile
Koçibey'in Risalesi ile daha yüzlerce doğu klasiği ile
Necip Fazıl'ı karşılaştırarak hem tarihselliği içinde
devleti ve geleceğimize dair yönelişlerimizi tartabilelim.
Başka türlü hem bilimsel bilgiye hem de doğrulanmış
meşruiyete ulaşmamız imkân içinde olmaz. Şimdilerde -
ki ikiyüz yıldır- ne üretiyoruz nede üretmek için temel
verileri ele alıyoruz. Gerçekten zamana karşı en ağır
siyasal suçu işliyoruz da onun bile farkında değiliz.
Siyaset biliminin bütün metod veri tabanı ve yol
gösterişlerini kullanmalıyız. Siyasal tarih içinde Necip
Fazıl orijinal olmayabilir. Oysa Türkiye'nin tarihinde
orijinaldir. Avrupalı demokrasilere de yeni teklifler
vardır. İslâm'ı yüceltmek gibi bir amaçla Avrupa
değerleri çelişince Necip Fazıl kamuoyu gündeminden
çıkarılmak istenmiştir. Oysa Türk halkı o büyük dahiyi
anlamasa da yalnız bırakmamıştır. Müslüman aydın
henüz oluşum halindedir. Yaşam güdülerinin içerisinde
henüz "devlet" kavramıyla dahi yoktur. Müslüman aydın
sözümüzden birilerinin lâik birilerinin demokrat gibi bir
anlamda söylemediğimizi tasrih edelim. Türkiye’deki
tüm aydınları Müslüman kabul ederek söyledik. Henüz
aydınımızın bir öbeği iktidarı yeterli bulup onunla rahat

71

bir yaşamı hedeflemiş gözüküyor. Bir öbeği ise olanlara
bir anlam veremeyip şaşkınlık içerisindedir. Mevcut
yönetimi yetersiz bulanlar yeterli bulanlarca öylesine
kuşatma altındadır ki ideali düşünmek bir yana mevcutla
boğuşmak onları çürütüyor. Bu nedenle çok sağlıksız bir
demokrasi amaçsızca vatandaşını isyana itiyor. Kanun
devletine bile rıza göstermeğe hazır iken mevcut
siyasetçiler herkese farklı uygulamalar getirerek parmak
hesabına indirgenmiş bir niteliksiz demokrasiyi ülkeye
yayarak siyasal çürümüşlüğe yol açıyorlar. Üstelik bu
suçu hiçbir zaman siyasal denkleme almadıkları İslâm'a
yüklemekte de hiçbir sakınca görmüyorlar. Oysa
eşkıyanın payidar olması mümkün değildir. Zaman
olarak örnek bir fotoğraf çekmek istesek devleti ve
siyasal bilgi, bilinç ve oluşumları farklı yüzleriyle
yakalarız. Pratik olması bakımından ilk, orta ve yakın
çağları ele alalım, ilk çağ site dediğimiz (şehir-polis)
devlet düzeni ile daha net anlaşılabilir. Genel olarak bu
çağın yönetim birimi çevresi koruma altına alınabilmiş
ülke baz alındığı zaman anlaşılabilir. Site devletlerinde
siyaset canlı bir yapıdadır.
Amaçlarını ve araçlarını sürekli değiştirebilir,
sorunlar genel hatlarıyla bugünün sorunları ve
çözümleriyle aynıdır. Ne var ki bugünün statükoculuğu
ve laboratuarın çok büyük oluşu bugünün siyasetini farklı
kulvarda koşmaya mecbur ediyor. Genel hatlarıyla diye
bir genelleme yaptık. Elbette ki farklı mekanlarda farklı
uygulamalara da rastlanır. Yunanda site devleti
uygulanırken Hitit, Mısır, Çin ve Hint imparatorlukları
da yaşamaktadır. Devletin sahibi var mı, varsa kimdir?
Bugün bu sorunun cevabı sahip gibi gösterilen halktır. Bu
soru bugün verilen cevap paralelliği içerisinde eski

72

Yunanda yaşanmıştır. İlk çağın bu halk yönetimi,
günümüzdeki seçim, yasa çıkarma, yasaların önünde
eşitlik, her cephesiyle özgürlük konularını o günden
bugüne miras bırakmıştır. Elbette ki boyutlarında büyük
farklılıklar vardır. Site devletleri daha çok Akdeniz
çanağını ilgilendirir gibi gözüküyor. Ortadoğu ve
İtalya'daki siteler hep aynı türdendir. Aynı dönemde
yaşayan kendilerini milletin devletin her şeyin mutlak
sahibi sayan Firavunların Mısırının incelenmesi ilginç
sonuçlar doğurabilir. Burada bir inceliğe değinmek
gerekir. Ya Firavunlar gibi kendini Tanrı diye takdim
edenlerin siyaseti yönlendirdiği ya da, ermiş ve
peygamberlerin Firavun ve benzerlerine karşı siyaseti
yönlendirdiği gerçeğidir. Konfüçyus, Butha, Hz. Musa,
Hz. İbrahim. Kendini Tanrının elçisi olarak takdim eden
ilahi bir irade ile kendini tanrı sayan bir siyasi iradenin
genelde mücadelesi eski Yunan'ı da batırmışa benziyor.
Site içerisinde inanma ihtiyacını karşılayan Yunan dini,
uzak doğunun Çin ve Hint imparatorlukları veya Mısır ve
benzerlerinde görülen ve 20.y.y.'a kadar iktidarın kaynağı
hep ilahidir. Firavunla Zeus'un arasında işlev açısından
fazla bir fark yok. Zeus isteklerini bir perdenin ardından
seslendiriyor. Oysa Firavun rahipleri kanalıyla daha
somut bir din devleti kurmuş gibidir. İnançlar açısından
sonuç olarak ne halk yönetimlerinin ne krallıkların ne de
tiranlıkların dinden soyutlanmış bir hali vardır. Kur'an'ın
anlattığı anlamda dinden söz açmış değiliz. Ateistlerin
örnek gösterdikleri eski Yunanın da dinin dışına
taşmadığını belirtmek açısından önemsenmesi gerekir.
Din siyasetin her zaman belirleyicisi olmuştur. Din el ise
siyaset eldiven gibidir. Eldivensiz bir el her zaman
kıymetlidir ama eli yok sayan bir eldivenin önemi hiçbir

73

mantıkla anlatılamaz. Bu nedenle din ve siyaset ilişkisi
tarihseldir doğaldır ve insanîdir. Akademisyenlerin iyice
anlaşılmaz hale getirdikleri açıklamalara iltifat eden
yöneticiler de devlete dair bir şey bilmedikleri için o
derece muğlak olmuşlardır. "Halk böyle istiyor"un
arkasından yürüyenler genelde Firavunların rahiplerinin
yaptıklarını yapıyor. Riyakarlık tanrısının ardınca
yürümek ister istemez devletin birimleri arasından
kopmaları sağlamış devleti halkın üzerine yük haline
getirmiştir.
Büyük Doğu dergisinde ve günlük yazdığı köşe
yazılarında sürüp giden canlı organizmaya eleştiriler
getiren Necip Fazıl, kitap çalışmalarıyla da bir teorisyen
titizliğiyle ütopyasını meydana getirmiştir. Necip Fazıl'ın
Türkiye'ye özgü geliştirdiği ütopya elbette ki uzunca bir
süre bütün bir insanlığa teklif edilecek özellikler arz
ediyor. Teori ve pratik Necip Fazıl'da bir aradadır.
Binlerce yıllık geleneğin ayıklanması gereken yanları,
çağın verileriyle donanmış geliştirilmiş devlet anlayışı
Necip Fazıl'da titizlikle ele alınmıştır. Devletin teknik
açıdan yapısının hiçbir mukaddesiyetinin olmadığını
Necip Fazıl'dan öğreniyor, mukaddes olanın hak kavramı
olduğunu da yine ondan öğreniyoruz. Devlet bir tevziat
görevini yapacaktır, o tevziatı yapılacak yükümlülüklerle
oluşan olgu ise hakkın hak sahiplerine teslim edilmesidir.
Devlet bu görevi yaparken kendisine bir hak talep
edecektir. Bunun sınırı nedir. Bütün kavga burada
yatmaktadır. İlkçağ, orta ve yeniçağlarda bu soruya
değişik anlamlar verilerek siyaset yapılmıştır. İslâm
coğrafyasında siyaset yapmanın insan idamları için
kullanıldığı göz önüne alınırsa bu çağlar boyunca ne
kadar isabetli devlet ettikleri de anlaşılır. Bu çağlar

74

boyunca hiçbir dönemde devletin kaynağının ilahi olduğu
tartışılmamış, ya tanrılar bizzat devlet etmişler veya ona
kendini vekil tayin edenlerce devlet yönetilmiştir.
Vekaleten yönetici kavramı da ilkçağın ürünüdür, ihtişam
ve sefaletin tam da uyumlu tanımı, devlet ve tebası
arasında ki ilişkide, özellikle de orta çağ
imparatorluklarında yaşandığı görülmektedir. Yakın
zamana dek uygulamalarda devleti temsil eden kral, şah,
sultan, milli birlik komitesi başkanı, cumhurreisi,
presidant vs... adlarla toplumun vekaletini alan kişiler,
vekaleti nasıl ele geçirmiş olurlarsa olsunlar, kitleleri
istedikleri gibi kullanma hakkını kendilerinde görme
hastalığına düşmüşlerdir. Demokrasi ve de cumhuriyet
adı verilen yönetimler krallıklara parmak ısırtacak
diktatörler yetiştirmişlerdir. Krallık ihtişamı gerektirmiş,
ihtişam sefaleti davet etmiştir. İnsanlık tarihi boyunca
silah üretmiş ve savaşmıştır. İlk, orta ve yeni çağları
silahları açısından da kategorize etmek mümkün. Yüz
yüze savaş veya birebir savaş silahları da kas gücüyle
kullanılabilen silahlardır. Bu çağlar boyunca insanın kul
olması önemliydi. Atalarımız kulluk yaparak başlarını
kurtarmışlardır.
Biz elbette ki Türkiye için siyaset yaparız. Diğer
insan öbeklerinin yaşadığı toprağa göre yaşadığı yeri
tayin anlamına gelen devlet, pratikte çok eklentiler
getiriyorsa da işin mahiyetini değiştirmiyor. Vatan
sevgisini millet sevgisini inançların yerine ikame ediş
diktatörlerin yerlerini garanti altına alma politikalarından
kaynaklandığını bugün herkes görüyor. Oysa ülkeyi ve
halkını maddi manevi açıdan koruma görevi hukukla
sağlanarak bütün politikaların insanca ve insanın
ilerlemesine yönelik olması gerekir. Dahası negatif

75

deklarasyon da diyebileceğimiz kişinin lehine olsa bile
zorbalık ihtiva etmemesi gerekir ve yine uyutma ve
oyalamanın politikadan çıkarılması daha uygun olacaktır.
Necip Fazıl site devletlerindeki canlı aksiyon dolu
insanın el ve beyin gücünü tamamen aktif kılan yapısını
çok iyi yakalamıştır. Siteye ek olarak Roma
İmparatorluğunun düzen, organize oluş ve hiyerarşik
dizgesini eklemek istemiştir. Necip Fazıl şunu biliyordu
ne din devleti diye bir devlet ne de dinsiz bir insan
mevcuttur. Din çok muazzez olan İslâm’dır. Dinin yerine
veya herhangi bir şeyin yerine din geçemez, ikame
olunamaz. Dini, devlet bile himaye edemez. Din, Allah'ın
korumasında ve kullarına emanetidir. Kul yani insan
mesuldür ve bundan kaçış olamaz. Hukukta böyledir
insanın inancını ve tabiatını aşamaz. Hukukun insanı hiçe
sayması bizatihi hukuksuzluktur. İster organize ister ferdi
güç kullanımı insanların kabulünden geçmiyorsa
meşruiyetten söz edilemez. Meşruiyetin yokluğu zulmün
varlığının işaretidir. Ne ki kulu imanından uzaklaştırıyor
onda veya orada dine karşı bir yapılanma vardır.
Günümüz az gelişmiş ülkelerindeki genel hastalık devleti
bir güç olarak algılamalarıdır. Bu yüzden de iktidar
mücadelesi güç'ü ele geçirerek zorbalık yapma
heveslerine dönüşmektedir. İktidarı demokratik yollardan
bile olsa terk etmek istemezler. Kısacası ister
iktidardakiler, ister iktidara geleceklerini söyleyenler bir
yerde "mazlum" halkı zulümden kurtararak zulmün
kendilerince yapılacağını kabul ediyorlar. Bu temel
mantıkla nasıl siyaset yapılabilir. Necip Fazıl yıllar yılı
bu yapıyı anlattı durdu. Evet Necip Fazıl'da din dışındaki
oluşumların hepsi de araçtı. Amaç temiz günahsız
harama bulaşmadan vaat edilen cennetine doğru insanın

76

gidebilmesini sağlamaktır. İnsan ve inancı konusunda
engel yaratmamak ve olan engelleri de kaldırmak
inananlar için bir siyasette olma vesilesidir.
Gaiblerden bir ses geldi bu adam
Gezdirsin boşluğu ense kökünde
İnce ve şeffaf, nazik ve utangaç tanımla, yoz ve kaba,
dağınık ve duygusuzluk arasında ince bir tül örtü var.
"Gaiblerden bir ses" geliyor. Bu sesin kelimelerini
lugatların almaması bir yana, hiçbir alfabede seslerini
taklit eden harf ne var, ne de olacağa benziyor. Gaib,
kendi başına bir çokluk ifadesi olmuşken, gaibler
karanlıklaşan tuvaline kömürle kara yazılar yazmaya eş,
çokluğun çokluğunu kavramaktadır. Bütünlük
kavramıyle insana yönelen tek ses "gezdirsin boşluğu"
diye emire dönüşmüş durumda. Gaibin boşluğunu
omuzlamak "binbirbaşlı kartalı" kanarya sırtına
yüklemekten farksız. "Binbir başlı" efsane mahlukunu,
ötmekten başka marifeti olmayan minicik kanarya nasıl
taşıyacak?
Taşımasa bile kartalın varlığı kanaryaya hayat
hakkını tanıyacak mı?
Çok yönlü gaiblerin, tek ses halinde insanı
içerisinden kuşatan yankısı gaibin gizine ve bu gize
bağlanmanın metafiziğine yaslanıyor. Öyleyse sorun,
ıstırap veren bütün yön ve yöreleri ruhsal bir çalılık
halinde görsek bile, o diken yığınlarının her bir ucuna
kan bedelini ödeyerek o safhadan sonraki kişiliğe
ulaşmak olacaktır. Vardığımız ya da, varmamız bu hal
çerçevesinde kaçınılmaz olan kişilik elbette ki bütün eşya
ve olayların tanıma gayreti biçiminde oluşacaktır. Lakin

77

böylesi bir tutum bile aklı kullanırken onun bütünüyle
iptalini arzu ederek kullanıyor. Veya diyebiliriz ki
kavrayıcı bir zihni olgunluk aklın çaresiz kalıncaya dek
yorulmasına ve kullanılmasına bağlıdır. Aklı kullanma
usulü bile akıllara durgunluk verecek bir yenilik, ilerilik
sağlamış olmadıkça, zihni olgunluğa varılamayacağı
anlaşılmalıdır.
Atomlarda, cümbüş donanma şenlik
Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur
Günümüz insanını çevreleyen bilim-teknik varlığı,
"çağdaş" deyimini olumlu yönde kullanacak hatalı
kafalar çıkardı. Öylesine kötü bir durgunluktur ki
“çağdaş” olmak için bilim ve teknik övgüleri yapmak
zorunlu imiş gibidir. Oysa sanat açısından bilim-teknik
varlıktan daha kötü ve kör bir yaşam düşünülemez. Sanat
ince bir ruhun oluşumu için her şeyi göze alır. Bilim-
teknik ise sanatın ölmesi genel deyimle ruhsuzlaşmanın
molar gürültülerinden başkaca dileği yoka benzer.Bu hiç
değilse 19 ve 20.yy. için geçerli ve hatta “geri
bıraktırılmışlar” içinse tek hayat şartıdır.”Geri
bıraktırılmışlar hayat hakkını ölümde arıyorlar. Küçük
gerçekler dediğimiz masa sandalye, çimento, petrol vs.
maddeler büyük gerçeklerin yerini alıyor az
gelişmişlerde. Açların varlığı buğdayın yokluğuna,
tokların azınlık oluşturması hastalığına bağlanan bu geri
bölgelerde, sanat varsa hayretten başka hangi kelime
söylenebilir?
Majiskülle bir hayret kelimesini hiçbir şaşkınlığa
düşmeden kabullenmemizin nedenleri vardır. Nedenlerini
şöylece sıralayabiliriz. Türk sanatı dendiğinde çok geniş

78

bir coğrafyada evrensel boyutlu tarihsel olan sanatı
anlıyoruz. Bu sanat çeşitli evrelerde altın çağlarını
yaşamış ve ürünlerini neşretmiştir.Türk kültürü denince
Türk devletleri içerisinde anlam kazanmış halk hayatını
yönlendirmiş bir yaşama tarzını görüyoruz. Oysa
cumhuriyet dönemi sanat ve kültürü evrenselliği kendi
özünde ve gerçeğinde yaşamak yerine bir başka
evrensellik (batı) öykünmesine girmiştir. Tunus işgalini
gerçekleştiren Fransızlar 15-20 yıl içerisinde Granada
saraylarının handiyse aynılarını, kendi vatandaşlarının
turistik arzularını karşılamak için yapmayı becermişlerdi.
Oysa cumhuriyet adına biz, ülkemizi batı türü sanatın her
türüne açık tuttuk. Dahası, bu aşkımızı batılıların turistik
gezi yapmaları için de yapmadık. Sonuç olarak, kendi
vatandaşımız ülkesinde dolaşamaz oldu. Böylece
sanatçılarımızın ileriye, sola sağa yelken açmış olsalar
bile şiygar gibi kısır bir döngüyü kıramadılar.
Tespit sanatı,diyebileceğimiz ruhsal dinamikten
yoksun bir dizi yapıtımız var.

79

ISTIRABIN
KRONOLOJİSİ

80
Tarih: 26 Mayıs 1320 - 1904
Rebiül evvel 1323
Yukarıda alıntısını yaptığımız tarih, üstadın tam
tesbit ettiği tarih olduğuna göre, içerisinde
bulunduğumuz (güneş yılı) esas alınan miladi takvime
çevrilmesi halinde doğum tarihi billurlaşmış olacaktır.
(1 Mart, 1256-13 Mart 1840) da kabul edilen bir
kanunla "Zeamet ve timar usulü kalktıktan ve devlet
geliri hazinede toplanmaya, maaşlar ve masraflar buradan
verilmeye başlandıktan sonra güneş aylarının
kullanılmasına kesin zaruret görülmüş ve Hicri esasa
göre olan Şems-i sene (Rumi) devletin "Mali Sene"si
olmuştur.
Bu takvim yılı (Mali) nin kesin olarak hangi tarihte
resmi muamelatta yürürlüğe girdiği belirsiz. Ve fakat "....
kanun ve nizamnamelerinin 1876 Kanun-u Esasi'nin
kabulünden önceki devreye ait olduğu yalnız Hicri-
Kameri tarihin bulunması, Meşrutiyet ilanından sonraki
mer'iyete konulanların altlarında ise her iki tarihin
birlikte kullanılmış olması da bu usulün 2. Abdülhamit
devrinde kaideleştiğini göstermektedir.
Ulu hakanın, kaideleştirdiği bu yeni takvim yılı
bundan böyle Nüfus, tapu vs. sicillerinde kullanılan
takvim olacaktır. Mütefekkirimizin tam doğum tarihi
diye tespit ettiği takvim yılı işte bu takvimin verileriyle
çalışmaktadır. Şimdi bizde o günün zaman kaydını
bugünün zaman diliyle söyleyelim.
Hicri-Kameri - 24 Rebiülevvel 1323

81
Mali yıl esasıyla - 26 Mayıs 1320
Miladi yıl esasıyla - 8 Mayıs 1904
Her şey "muşamba bir dekor" üzerinde "yoluna
teslim" edilmiş, çöküşün duraklaması dönemi... Devlet
jön Türklerin elinde... İktidarı sarsmak için iç ve dış
siyaset tellalları elele... (93 Harbi)nin acıları sarılmamış.
Her an yeni bir işgal ordusunun gelmesi, sahilin dahile
tehlike arz etmekten başka unsur olmadığı bir dönem,
Sosyal korkunun kol kol gezdiği devletin yine devleti
ellerinde bulunduranlarca, gizli ve açık batırmaya doğru
gittiği,
"Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık" oluğu
kocaman ahşap konakların kepenklerindeki gizli kurdun,
dev sesleri halinde, konak sakinlerine geceyi bile çok
gören (çatır çatır tahtaya gömülen meşum dişlerin
beyinlerdeki hummayı sokaklara döktüğü bir dönem...
Bir dönem ki, piramidin zirvesinde doğruluk ve doğruluk
adına, temsil kudreti devlet başkanı olmakla birlikte,
munis ve habersiz zirveyi tırmanmaya memur halk
duvarları... Heyhat ki piramidin içerisindeki (Ramses)in
mumyası canlanmış, karanlıklar basınca halkı dehşete,
paniğe ve korkuya salıyor. (Ramses)'in maskını takınan
küfür yobazları ölü canlarıyla Devlet piramidini yıkmaya
azmetmişlerdir.
Ve mumya piramidin içine kendine en adi cadılar
aracılığıyla öğretilmiş ezberleme edebiyatıyla (doğrusu
yaverleriyle) hakim gibi gözüküyor. (Gogol)ün şaheseri
Ölü Canlar ne denli Rusya’daki iç traji-komik bir
(ironi)yi anlatsa da, denilebilir ki aptal, kahraman,
açıkgöz dış mihraklar, piramidin içerisinde ölü can alma
avına girmiştir. Evet şimdi diyemez miyiz ki (Çiçikov)un
kişiliğinde dünya ve özellikle Avrupa milletleri, Osmanlı

82

ülkesinde, ölü canlar (sahte kahramanlar)a yapay
solunum yaptırmakla ve onlarında içerisinde yok olacağı
pramidin temelini kemirmek görevini vermektedir. Yazar
mevkiinde 2. Abdülhamit Han, bu hazin tabloya bakarak
göz süngerindeki milli yaşı içerisine sıkmaktadır.
Küçücük Ahmet Necip, büyüyüp o günlerin olanca
ihtişam ve çirkefini asalet ve sefaletini, saffet ve
hinliğini, azgınlık ve cesaretini, hoyrat ve kabalığını,
sahiplik ve satılmışlığını kafasını İstanbul surlarına vura
vura surları yıkıp, önünde billurlaşan Türk'ün varoluş
kütüğüne altın harflerle adını yazacak ve bu yolun
"dönmez davacısı" olarak kalacaktır. Ahmet Necip...
Olanca zamanıyla, doğduğu mekan ve zamanı ilerde
değerlendirmek hakkı kendisine verilen kahraman...
Doğum doktorunun avuç içinde kaybolacak kadar
küçücük iken ve hatta çok küçük... Yaşar mı, yaşamaz mı
Allah bilir? Denilecek kadar... Ve nice zaman sonra
diyecektir: "Minicik gövdeme yüklü kaf dağı" küçücük
bir bebeğin kafasına demir parmaklık gibi çizdiğimiz bu
ufuk, onun kaleminden, bakın nasıl anlatılıyor:
O ve Ben isimli eserinden:
KONAK
Çemberlitaş'ta, Sultanahmet'e doğru inen sokaklardan
birinde, kocaman bir konakta doğmuşum...
Harem ve selâmlık halinde iki kapılı, dört katlı ve
bilmem kaç odalı bu konak, içinde, yakıcı hatıraların
kaynaştığı tütsü çanağıdır. Renk renk, şekil şekil fısıltı
fısıltı hatıralar... Bazen de çığlık. Çığlık...
Çocuk denecek kadar gençken yazdığım "Bir
Yalnızlık Gecesinin Vehimleri" isimli hikâyemdeki
mekân işte bu konak...

83

Selâmlık kapısının önünde, bodrum katının üstünde,
birkaç merdivenle çıkılan, köşeleme mermer bir sahanlık
ve yanında küçücük bir bahçe... Mermer sahanlığa, üst
katın çıkıntısından iki sütun iniyor. Ve giriş kapısı...
Asıl bahçe, büyük bahçe, konağın arkasında...
Bahçenin iki ucunda, uşak odası ve çamaşırhane, iki ayrı
binacık... Ortada, yakın bir bildik gibi suratının bütün
çizgileriyle tanıdığım bir dut ağacı. Bahçenin konak
tarafında, dikine batırılmış çakıl taşlarından daracık bir
yol.
Bahçeye komşu konakların arka cepheleri bakıyor.
Şu esvapçı başının, şu bilmem kimin evi...
Konağın, içi müthiş girift. Kocaman salon... Sofalar
üzerinde, büyüklü küçüklü odalar, ve odalardan geçtikçe
oradan ve buradan sağa sola kıvrılan dehlizler, geçitler,
aralıklar, merdivenler, bölükler... Her taraf loş, her
köşede her an akşam havası... Rutubet kokuyor her
taraf...
Konağın birinci katında taş zeminli büyük yemek
odası. Ayrıca resmi ziyaretlere mahsus odalar... İkinci
katında teklifsiz misafirlere ait büyük salon-sofa.
Buradan geçilen ve arka bahçeye bakan şatafatlı salon ve
oraya karanlık bir koridorla bağlı, büyük babamın kitap
odası. Sonra, üçüncü kattaki yatak odamız... Bu odanın
yaldızlı çıtalarla çerçeveli siyah kadife kaplı tavanı, onun
karşısına ve sokak üstünde, büyük babamla cici annemin
(babaannemin) büyük, çok büyük yatak odaları... Derken
dördüncü kat ve tahta poşlar... Yedikule'den gelen
trenlere bakan ve insana baş dönmelerinin en tatlısını
veren tahta poşlar... Bunlar, hatıralarımın bucak bucak
kan lekelerini taşır.

84

Kendisinin yetişmesinde ve ruhsal atmosferinde bu
konağın ve büyük babası Maraşlı Kısakürekzade Hilmi
Efendinin yeri büyüktür. Hilmi Efendi, Devlet-i Ali'nin
yüksek kademelerinde memuriyete gelmiş ve İstanbul
Cinayet Mahkemesi ve İstinaf Reisliğinden emekli
olmuştur. O, bu haliyle bugün Anadolu’nun ücra
köşelerinde örnek olsun diye bile bir tanesi kalmayan
batılıların, (ataerkil) aile diye (sosyolojik) inceleme
konusu yaptığı, son büyük aile reisliğine kendi kendini
atamış, ömrünün son dönemini de torunu Ahmet Necip'e
ayırmış" halim selim saf Anadolu insanına örnektir.
Ahmet Necip, büyük babasını bu yönüyle, hem bir
tarihi anlatmak ve bu tarihin canlı romanını vermek
açısından, hem de üzerinde ki hakkın kimin eliyle
verildiğini göstermek bakımından en ince çizgilerine dek
vermeye çalışır.
BÜYÜK BABAM
Büyük babamı görüyorum; aşağı kattaki yemek
salonunda, büyük sofranın başında... Etrafında, haremi,
kızları, gelini ve torunları... Solunda ve yanı başında ben
varım... Hava soğuksa muhakkak onun kürküne
bürülüyüm...
Büyük babam her an bana bitişik yaşar.
Sofraya gelen yemeklerden hiç hoşlanmaz. İşte, cici
annemi ve hizmetçileri haşlıyor. Herkes başı önünde,
susuyor; bir benim başım dik... İstersem avaz avaz
haykırabilirim, büyük babamı da susturabilirim. Bana
izin sonsuz... Büyüklerin, çocuklar yedikten sonra
sofraya oturduğu zamanlarda ben, hem küçüklerin hem
büyüklerin masasında hep baş köşedeyim...

85

Büyük babam İstanbul Cinayet Mahkemesi ve İstinaf
Reisliğinden emekli, Maraşlı Kısakürekzade Hilmi
Efendi... Abdülhamit'e atılan bomba hadisesinin tarihi
muhakemesini büyükbabam yapmış... O devrin parasıyla,
emekli aylığı olarak 80 altın alıyor.
Parası, bir adliye mutemedi tarafından her ay konağa
getirilir.
Memura kapıyı açan uşak daima beni çağırır, ben de
şıngır şıngır para torbasını kaptığım gibi büyük babama
götürürüm. Öbür torunlar da arkamda... Büyük babam
torbadan bir altın çıkarıp bana verir. Öbürlerine gümüş
kuruşlardan ve nihayet çeyreklerden başka bir şey
düşmez.
Ayda beş altına kalabalık ailelerin geçindiği o
günlerde, 80 altının ve ayrıca birçok mülk ve akardan
gelen iratların döndürdüğü konağı hayal etmeli...
Aşçı ve yamakları, birçok uşak, dadı, kadın hizmetçi,
zenci köle, arabacı ve birer fayton ve kupa arabasıyla
Şahin ve mazlum isimli kestane dorusu iki pırıl pırıl at.

RUH
Anlaşılıyor ki, konağın ruhu büyük babam; ben de
onun ruhuyum... Çünkü biricik oğlunun biricik
oğluyum... Babadan oğula, içinde yaşattığı soy idealinin
onca en mükemmel numunesiyim.
Sağ kolumu açar ve orada gördüğü ben'i
babasındakine benzetir ve öper; elimin parmaklarını
kendi el ayalarına yerleştirir ve mafsal yerlerindeki
kırışıkları tıpkı babasındakilere eş bularak öper, öper.
Babasının ismi Ahmet Necip... Bana o ismi vermiş.

86

Zekâma gelince bu noktadan mesuttur. Her vesileyle
haykırır;
-Gel benim akl-ı evvel (akılda birinci) torunum!
Sonra tercihindeki hakikati göstermek için torunlarını
önüne dizer, herhangi bir divandan bir beyit okur, kimse
onu tekrarlayamaz ve ben bülbül gibi başta ve sonda
tekrar edince de:
-Gördünüz mü, der; nasıl sevmeyeyim akl-ı evvel
torunumu?
Ve bana altın, öbürlerine çil kuruşlar...
Misafirlerine de her defa tiyatro perdesi gibi, benim
zekâ sahnemi açmaktan daha büyük haz tanımaz...
Misafirler gittikten sonra, tütsüler üstünden
atlatılırdım!.. Hâlâ kokuları burnumda...
Hilmi Efendinin arzusu hilafına, hilalin ucunu dişleri ile
kemiren ve konuk teşrifatına giren Avrupailik... Ahmet
Necip'te kalan çizgileriyle, Birde matmazel aşağı,
matmazel yukarı... Tatlısu Frenk'i altmışlık kokana...
Hem de bakire... Babamın Fransızca öğretmeni benim de
mürebbiyem güya..."
Avrupailiğe Osmanlı hanımefendisinden örnek...
yine Ahmet Necip'in hafızasından...

CİCİ ANNE
Torunlarının "Cici Anne!" diye hitap ettiği büyük
annem, büyük babamın zevcesi Zafer Hanım, şanlı bir
İstanbul Hanımefendisi... Eski Halep Valisi, Hariciye
Müsteşarı, Zaptiye Nâzırı Salim Paşa'nın kızı...
Salim Paşa Halep Valisi iken, kendisine bağlı bir
mutasarrıflık olan Maraş'a gelmiş, Kısakürek oğullarının

87

konağına inmiş; o zaman toy bir delikanlı olan büyük
babamı görmüş, zekâsına hayran olmuş, yanına almış,
İstanbul'a gitmiş, tahsil ve terbiyesiyle uğraşmış, sonunda
da kendisine damat etmiş...
Kadın saçlarının topuklara kadar indiği o devirde
bile, bugünün kesik saçlarına eş; kırpık saçlı başı ve
daima sultanî edâsıyla cici annem, bütün İstanbul'da
dillere destan elmasları, ziyafetleri, armonik piyanosu ve
çoğu Garp dillerinden tercüme sepet sepet romanları ve
karmakarışık bir dekor içinde, Abdülhamid devrinden
Meşrutiyet sonrasına aktarılan, Şark ve Garp bulamacı,
Tanzimat artığı, mihrakından oynatılmış ve yeni mihraka
oturtulamamış hafakanlı İstanbul hanımefendisinin en
tipik bir örneğidir. Cemiyetin ruhî dayanağındaki, o
zamanlar alıp yürüyen şaşkınlık ve muvazenesizlik, onun
mizaç aynasından ne canlı akisler püskürtüyordu...
Her şeyden önce, müthiş bir sinir, vehim
kumkuması...
Denizden korkar, vapura binemez; Sarıyer'deki
köşküne, karadan, Şahin ve Mazlum'un çektiği kupa
arabasıyla gider.
Ölümden öyle ürker ki, geceleri yatağına dümdüz
uzanmayı bile yarı ölüm sayar ve başının altına dört beş
yastık koyar. Sanki oturduğu yerde ölüm onu bastıramaz
ve omuzlarını yere getiremez.
Vehme bakın ki siz, konağın üçüncü katındaki yatak
odasında, yangına karşı başka çare kalmazsa pencereden
inmek üzere bir ip merdiven bulundurur. Halbuki o da
yaşça altmışı geçkindir, hayli şişmandır, sargılar altında
boru gibi duran bacaklarıyla, ip merdivenden değil,
konağın şahane merdivenlerinden bile rahat rahat inip
çıkma iktidarında değildir.

88

Çocuk sevmez, şefkatten pek anlamaz, evin manevi
havasını, mayalandırıcı derinliğine bir iç hüviyet
belirtmez; ya ilaç şişeleriyle dolu maun dolabına abanık,
yahut görülmemiş israfların ve günübirlik meselelerin
siniri içinde, çırpınır durur. Ve hep dışına biraz fazla
sızan nefsaniyet haliyle göze çarpar.
Çocuklar yemesin diye arka salonun püsküllü
kanepeleri altına sakladığı tatlıları bir hücumda yok
etmek ve ip merdivenini pencerelerden sarkıtmak en
büyük zevkimizdi.
Fakat o daima asil ve zarif.
Böylesi bir "konakta büyük babam bütün özeniş ve
değişmelere rağmen saffetli ve Anadolulu kalma
seciyesinden, cici annem de, kabus çatılarının ezdiği
büyükşehir kadınında kararmış bir iç hayatın dışına
fışkırtıldığı" bunalma halinden kurulu hileyi Ahmet
Necip hem yaşıyor, hem izliyor anlatılanları aktarıyor.
ANNELERİ "Annem, uzaklardan, uzaklardan
Akdeniz kıyılarından İstanbul'a hicret etmiş bir ailenin
kızı"
"Masum ve iptidai "ummi" ve "mübarek kadın"
örneğidir.
BABALARI,
"Büyük babamın biricik oğlu sıfatıyla hayale sığmaz
haşarılıklar kahramanı" Konağın tek varisi, ve fakat
konağın hakimi babası hayatta olduğu sürece hiçbir
konuda sorumluluk üstlenmeyen tip. Tahammül edilmez
tavır ve kararsızlıklar girdabı... Mektebi hukuk mezunu...
Evlenmeleri...
Garib bahane...

89

Baba Fazıl Bey 16-17, anne Mediha Hanım 14-15
yaşlarında... Babanın servet ve saldırganlığı, annenin
fakir ve teslimiyetinin necipliği... kaderin oluşumundaki
inceliği madde planında bir sebebe bağlamak
gerekiyorsa, Fazıl Bey uslandırılmak için
evlendirilecektir. Evlendikten sonra Hukuk'u bitirecek ve
babasının zoruyla memuriyete geçecektir.
1905
Ahmet Necip bir yaşında... hasta... İçerisinde
bulunduğu devletin haline denk bir hal...
1906
Hastalıklar peşini bırakmıyor... Annesinin
"hizmetçilerden bir derece "üstün olan konaktaki yeri
açıktan, biricik ve ilk oğlunu sevmek ve ninni söylemek
cesaretini vermemiş olabilir mi dersiniz?
-Neden olmasın!
Ama Ahmet Necip, Annesine, bana bu şiiri oku der
gibi:
Melekler dolanır bu kuytu yerde
Ey gün kadar güzel çocuğum uyu,
Birgün hasretiyle için titrer de,
Anarsın bu derin tatlı uykuyu.
Uyu da gündüzler su gibi dinsin
Menekşe gözüne kirpikler insin
Yarın, şafak vakti, içine sinsin
Güneşle uyanan kuşların huyu
Uyu yavrum akşam seni üzüyor

90
Artık gözlerini uyku süzüyor
Uykunun gölünde uyku süzüyor
Uykunun gölünde başın yüzüyor
Dalgalandırmadan o durgun suyu

(Ninni / Çile)
Ahmet Necip "akl-ı evvel" iki yaşında iken,
Sarıyer'deki köşkün üst katında beşikten yuvarlandığını
ve köşk sakinlerinin pat, pat merdiven iniş çıkışlarını,
yıllar sonra annesine anlatınca, oğlundaki bu hafızadan
dehşete düşüyor kadıncağız.
1907
Devlet... ah devlet... bu millet devletle dünyada
olduğunu anlayabilir. İşte dünyadaki varlığına sebep
saydığı davanın hukuki formasyonu devlet. O gidiyor...
Bu gidişle daha da gideceğe benzer...
Bugün bizi fabrikalarıyla topyekun halinde çarpan
batı ve ithal malı makine, çocuk hayretine cevap diye üç
yaşındayken bin "ihtar" gibi çarpıyor, ona. Kendisi
anlatıyor:
"Galiba İstanbul'a gelen ilk otomobillerden birini
babam satın almıştı. Bahçede otomobilin tekerlekleri,
takozlarla hafif havaya kaldırılmıştı. Muayene mi, tamir
mi, bir şey yapıyorlardı. Gizlice arabanın altına girip
paletlerini kurcalamaya başlamıştım..." O sırada motoru
işlettiler. Tekerleğin pul pul demirli lastiği başıma çarptı
ve derin bir yara açtı. Kanlar içinde yere serildim."
Alnının sağ yanında, sağ kaşın üstündeki yara izi o
günün hatalarıyla böyle anlatılıyor. Bütün hatıralar gibi
gerilerde kalıyor günler...
Yanan bir kağıtta küçük bir satır
Yazı gibi akşam onu karartır,

91
Artık o silinen bir hatıradır,
Bu ıssız bahçenin uzaklarında

(Bahçedeki ihtiyar / Çile)
Afrika kontrolden çıkmıştı veya Avrupa’nın
kontrolüne girmişti, Balkanlar kaynıyor. Orta Doğu gün
günü merkezden uzaklaşıyor. Ahmet Necip ölmekle
olmak arası büyüyor.
1908
Okuma - yazma merakı, küçük çocuk meraklılarının
üstünde... Vaktinden önce gelişme, batılıların (The little -
big man) dediği (küçük - dev adam) davranışları...
Belki de bu amansız aklî gelişme vücut gelişmesine
engel ve zıttıyla doğru orantılı hastalık belirtileri çocuğu
hırpalıyor da hırpalıyor. Dedesinin şefkatinde bütün
yaraları sarılıyor olmalı.
Ve meşrutiyet 2'nin ilanı
1909
2. Abdülhamit Han, Milletin gönlündeki manevi ehramın
en yükseği olmak noktasında kalmak için taşları
yıpranmış (ramses) mezarının ucu olmaktan kurtuluyor.
(Ramses)in başındaki büyücülerden daha beter "Beşik
ulemalarının" yetiştirmesi güruh. Mart kedileri gibi ulu
hakanı tırmalıyor. Onu yerinden etmekle bilmiyorlar mı
ki temsil edilen tez'e zarar gelecektir. Bilmez olurlar mı?
Böyle bir hali bilmemek bile,”erzel”, “esfel”,
“echel”liğin doruğuna varmaktır.
Ahmet Necip günlük gazeteleri
okumaya,anlamaya ve anlatmaya başlıyor.
Herhalde
“Ortalık mahşer gibi,
Kim buranın sahibi,

92
Kimlerin düğünü var?
Güneş,batan bir bayrak,
Şu kıpkızıl ufka bak,
Ana baba günü var…

(İhtilal/Çile)
Şiirini zamanın raksında yakalayıp,eteğinden çekerek
ebedileştirmiştir.
Ve Ahmet Necip beş yaşında 1910…Ahmet
Necip altı yaşında dedesiyle birlikte bir et-tırnak misali
iç-içe,yan yana önemlisi (nur-u didesi) en
gözdesi…Şefkat…Ve büyümek 1911…
1912…Yaş sekiz…Balkanlarda savaş
başladı…Anadolu yine devletin imdadına yetişiyor…
Maraşlı Mehmet Hilmi Efendi’nin konağı,Maraşlı
askerlerle dolu…Hemşehrilik gayretiyle birlikte,himmet
eli…Cepheye gidecek ve cepheden dönen savaşçılara
Ahmet Necip yiyecek içecek dağıtıyor.
Ahmet Necip,belki de diğer çocuklardan farklı
olmasını böylesi bir konağın ve çevrenin varlığına
borçludur.
Anlatıyor;
“En küçük yaşlarımın hatıraları, Balkan Harbinin
İstanbul’dan derinden derine duyulan boğuk top sesleri…
Çatalca önlerine kadar gelen düşmana denizden ve
karadan atılan toplar… İmparatorluğun pani Önce
“Mahalle Mektebine” gitmek daha sonra Gedikpaşa’daki
Fransız Mektebine yazılmak ve daha sonra, aynı semtteki
Amerikan kolejine kaydolur. O da çok sürmez.
Amerikan mektebinden çabucak usanıverdim,
çıktım. Bende, oradan kalan tek hatıra, mektebe giderken

93

Gedik Paşa bakkallarından birinden akşamları kahvaltı
diye alıp yediğimiz "beş ekmek, beş peynirler."
1913
Necip 9 yaşında yıllar... yıllar... gurbet gibi...
"Sanma birgün geçer bu karanlıklar
Gecenin ardında yine gece var
Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar."

(Anneciğim / Çile)
Ahmet Necip bir yanda büyümenin farkına
varmak, öte yanda, dışında oluşun tersine bir oluşta
boğulduğu ortamı, yani cemiyeti, değerlendirme
sevdasında...
Eğri yollar gibi halsiz, yorgunsun,
Birikmiş sulardan daha durgunsun,
Görünmez bıçakla içten vurgunsun,
Seni öz yurdunda bir sürgün gördüm.
(Aynadaki Hayalime/Çile)
1914... Ahmet Necip öyle bir belleğe sahip ki,
"Marazi bir hassasiyet
Acıtan bir hayal kuvveti
Ve bu arada dehşetli bir korku"
Bileşik kaplar misaline eş eksildikçe (otomatik)
doluyor, katlanarak büyüyor, sesler bile işkence veriyor...
Bekçilerle satıcılar" Sesle kanayan, acıyan,
yırtılan, derin burkuntunun kulak küpeleri... Ahmet
Necip konağın üst katından şehri görüyor.
Görürüm, çıkmışlar, kararmış çatılardan,

94

Kemik bir kol nasıl fırlarsa bir mezardan.
Her an, haberi kollar gibi yukardan,
Dipsiz maviliğin esrarını kurcalar,
Bacalar...
Kimi ince, kimi uzun, kimi de kısa,
Dalmışlar başbaşa afyon çekerek yasa
Onlar, insanların gözünde bir kartalsa,
İnsanlar, onların gözünde karıncalar,
Bacalar...
Kimbilir, belki de evlerin cinleridir,
Kolları bir davet gibi göğe yükselir,
Ölüler, ölüler arka arkaya gelir,
Ruhların mehtaba daldığı taraçalar,
Bacalar...
Azap kuleleri, cüceleşmiş devlerin,
Kör mazgallarında raksı var alevlerin,
Öyle evcikler ki, tepesinde evlerin,
Kopuyor içinde görünmez facialar,

(Bacalar/Çile)

Artık okumak yasak...
Yere kulağını dayamış, toprak katmanları
arasında bilinmez yönlere doğru akan suyun varlığını
tesbit ve o kutsal suyu öncelikle içmek, içilebilirse
cemiyete içirtmek isteyen "su mühendisi" incelik ve
ölçüsüyle Ahmet Necip şurada burada oluşan avare
sesleri kulağını bir huni gibi kullanıp, kalbinin
kanatlarına püskürtüyor. Okumakla kurduğu hayal
dünyasına dur denilince seslerden oluşan hayal dünyasına
dalıyor. Dışındaki ufak bir ses kaynağı onun içerisinde,

95

yankılana yankılana kitapların dünyasını getiriyor
olmalıydı.
Bu hassasiyet onu, yine rahatsız edecek sirkeli
bezlerin bile deva olamadığı boyutlara ulaştıracaktı.
1914:
Top sesleri uzaklarda güya... Dünya yeni
haritalara teşne bir durumda... Avrupa’nın bugünkü
(çağdaş) temelleri atılıyor... Savaş, yeni boyutlarda gibi
gözükse de, güçlülerin güçsüz zamanlarında ki
duydukları hınç, kin, nefret ve zulüm iştihası bireysel
doruklardan milli düzeylere ve evrensel boyutlara varan
biçimlerde, ad ve kılık değiştirerek tek amacı olan
Osmanlı Devletini yok etmek yolunda... Mahzun
Endülüs, zavallı Osmanlı...
Ahmet Necip'i, büyük babasının Büyükdere'de
yeni aldığı yalıya, yazlığa götürürken, Büyükdere'de
Emin Efendi'nin Mahalle Mektebine kaydolur.
İstanbul'da Büyük Reşit Paşa Numune Mektebi...
Selma'nın ölümü... O Selma ki...
O'nda ilk büyük vicdan azabını tattıran kız
kardeş...
O'ndan okuyalım:
"Selma'ya ait bir hatıram sonra sonra beni
yakacak hale geldi:
Büyük babamdan kıpkızıl bir lira çeyreği
kopardığım bir gün, onu Selma'ya göstermiştim.
Yavrucağın elinde, hafifce ısırılmış, mini mini dişlerinin
izini taşıyan bir elma vardı. Lira çeyreği o kadar hoşuna
gitmişti ki, o ebediyyen mahzun, yahut hüzün
ebediyetiyle dolu gözlerini bana dikmişti de:

96

-Ağabey, demişti: bu elmayı sana vereyim de o
parayı bana ver. Biraz ısırdım ama ziyanı yok, değil mi?
Pırıltılı lira çeyreğini vermiş, fakat elmayı da
almak gibi bir gaflete düşmüştüm.
Sonra sonra dövündüğümü hatırlıyorum.
-Ah, niçin lira çeyreğini verdim de, hafifçe
ısırılmış elmayı kendisine bırakmadım? Niçin "O da
senin olsun" diyemedim.
Hayatımın ilk büyük vicdan azabı budur."
Aynı yıl ilk yatılı... "Vaniköyünde, Serasker Rıza
Paşa yalısındaki "Rehber-i ittihat" mektebi, Selma'yı
unutamıyor... Mediha Hanım küçük kızının ölümüne
dayanamayıp verem oluyor. İsviçre'ye tedaviye
gönderiliyor.
Ahmet Necip, o his kumkumasını düşünüyor
musunuz, bir "azap kapısı" kelimesinden dehşete düşüp...
"Ne korkunç isim... Altı köşeli çivi başlarına çarpılan
kafalardan, kanlı saç yoluntuları yapışmış demir çaprazlı,
içinden bir evcik geçecek kadar geniş ve yüksek kapı
"hayalini" kurarken, veya güngörmezler semtinin adı
anılınca, "Damları birbirine yapışık, eğri büğrü evlerin
sınırladığı yılankavi sokaklar, cin yatağı ahşap eve
sokulan kundak... Kundakta buruş buruş bir çocuk yüzü.
Çocuk katıla katıla ağlıyor...
Şeytan alevlerin yaylanışına bak...
Birden çöken dam ve bir ateş püskürtüsü, kıvılcım
tipisi..." Görecek kadar geniş mazgallarıyla,
"Herkesin dünyada varsa bir yeri
Bende bütün dünya benimdir derim"

97

Ruhunu daha büyük, dev kasları halinde germek
için genişleten muhayyile... O çocuk bu hayalleriyle ve
üst üste gelen acılarla ve yatılı (leyli) yalnızlığı ile ne
hale gelir bir düşünün. Öğrenciliğin kurallı dünyası ile
Ahmet Necip'in serazat dünyası. Okulun Müdürü ile
ilerde yazı arkadaşlığı,
Raif Oğan, Peyami Safa ile omuz omuza
çarpışacak... 1915, Takvim yaprağı ne ki patlayan top-
tüfek önünde... Osmanlı anlaşma zemini bulmak için
(lokal) savaşlarda kendini göstermeye çalışıyor. Bütünü
kaçırmış, parçayı korumak istiyor... Aynı tarihleri
paylaşan kader...
Ahmet Necip, İsviçre'den tedavisinin bir kısmını
evinde tamamlamak üzere dönen annesi Mediha Hanımla
Heybeli adaya taşınıyor.
Adada Numune Mektebine yazılıyor.
Ve ilk aşk... Ne fizik yasalar, ne metafizik
ürpertiler... Karşıtlıklar ve farklar psikolojisiyle iç içe... O
günleri yad ederken,
".... komşularımızdan birinin kızını sevdim yahut
sevdiğimi sandım. Bir gece mehtapta çamlara çıkıp kızı
düşünürken, kalbimin yanında ayrı bir kalbin vurduğunu
duydum, amma tam bir fizik ihsas halinde duydum ve
kendi kendime mırıldandım:
-Demek ki, aşk buymuş...
Yaşı onbir Ahmedin.
1916
"Akşamları gezintiye çıkan Bahriyelilerin kılıkları, bal
peteğindeki hendese şiirine uygun intizamları, hususiyle
insanı gurbetten gurbete davet eden boruları beni o kadar
sarmıştı ki, aralarına katılmaya can attım. Heybeli ada
Numune mektebini bitirdikten sonra Bahriye mektebinin

98

kabul imtihanlarına girdim, (estetik) ölçülere kadar varan
incelemelerden geçirildim, kazandım ve Birinci Dünya
Harbinin sonlarına doğru "Mekteb-i Fünun-u Bahriye"
talebesi oldum."
İLK MUHASEBE
"Namzet ve harp sınıfları boyunca Bahriye
Mektebinde geçen beş senem, beni çocukluğun son
basamaklarından alıp delikanlılığın ilk basamaklarına
çekici nazik devre...
BAHRİYE MEKTEBİ
O zamanın ütopyasına göre harb kazanıldıktan
sonra bize geçecek olan Fransız donanmasının
zırhlılarında vazife görmeğe ve prenseslerin ellerinden
öpmeğe namzet zabitler sıfatıyla yetiştirildiğimiz, bu
şartlara göre seçilip alındığımız, herkes saman ekmeği
yerken nefis sofralara oturtulduğumuz, müzikle yemek
yediğimiz, saraylara mahsus muaşeret edepleri içinde
yoğrulduğumuz, böyleyken disiplinlerin en yakıcısı
içinde kavrulduğumuz, memleketin en namlı hocalarına
malik bulunduğumuz ve tatile üç ayda bir çıktığımız
Bahriye Mektebi...
Şiire orada başladım.
On iki yaşımda
Bahanesi tuhaftır:
Annem hastanedeydi. Ziyaretine gitmiştim...
Beyaz yatak örtüsünde, siyah kaplı, küçük eski bir
defter... Bitişikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış
defterde... Haberi veren annem, bir an gözlerimin içini
tarayıp:
-Senin, dedi; şair olmanı ne kadar isterdim.

99

Annemin dileği bana, içimde besleyip de oniki
yaşıma kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü.
Varlık hikmetimin ta kendisi... Gözlerim, hastane
odasının penceresinde, savrulan kar ve uluyan rüzgara
karşı, içimden kararı verdim:
-Şair olacağım!
Ve oldum.
Bizden hayatımızın en çarpıcı vak'asına dair birer
vazife isteyen Edebiyat Muallimine "büyük babamın
ölümü" isimli bir nesir verdim, onun taşkın taktirlerini
kazandım, ve sonra şiire başladım. Derken Edebiyat
Muallimimizin eline bir de şiir sıkıştırınca onun şu
hitabına çarptım:
-Yoo, Artık çizmeyi aşıyorsun, Bu yaştaki çocuk
şairliğe kalkamaz. Bekle, sabret. Zavallı hocam, altı yedi
sene sonra bana bir lokantada rastlayacak ve ismi yeni
çıkmaya başlayan şair talebesinden, yıllardır yazı yazdığı
halde bir türlü tanınamamış mahzun edebiyat hocası
sıfatıyla özür diler.
Din Dersleri Hocamız, İslamiyetin bütün insanlığı
nasıl kuşatacağına dair bir tahassüs ve tahayyül yazımı o
kadar sevdi ki, onu sınıfta okudu yüzüme dikkatle baktı
ve istikbalde benden çok şeyler beklediğini söyledi.
Bu, Aksekili Ahmed Hamdi Efendiydi. Demokrat
Parti devrinde Diyanet İşleri Reisliğinde bulunan ve
makamıyla vicdanı arasındaki muhasebe neticesinde
kalbi çatlayıp ölen Ahmet Hamdi Aksekili...
Diyanet İşleri Reisliğinde oldukça sık temasta
bulunduğum merhum, talebesine o zamanlar biçtiği
kıymeti Allah'ın gerçekleştirmiş olduğunu söylerdi.
Tarih Hocamız Yahya Kemal...

100

Yeni Hocalarımızdan Hamdullah Suphi'nin sınıfta
girip, bize:
-Türk dili ve şiirinin en usta yontucusu.
Diye takdim ettiği Yahya Kemal...
Boyuna burnunu karıştıran kontrolsüz hali, dalgın
ve eşyadan habersiz tavrı, efsane kahramanları etrafında
boyuna köpürttüğü satıhçı heyecanı ile Yahya Kemal,
beni o zamandan çekemedi.
Bir de İbrahim Aşki Bey...
Hocalarımızdan en yaşlısı, derin irfan sahibi,
ancak birkaç tanıdığı arasında maruf ve herkesçe meçhul
hususi kıymet... Edebiyat ve felsefeden riyaziye ve fiziğe
kadar nüfuz edebilmiş, bir kaç risalecikten başka hiçbir
şey neşretmemiş ve kabuğunun içinde sönüp gitmiş bu
kızıla çalan palabıyıklı ve Tatar suratlı insan, sonradan
bize Edebiyat Muallimi oldu. Ve bana bilmeden, isteklisi
olduğum dünyadan, belki derme çatma, fakat ilk adresleri
verdi. Edebiyat derslerindeki vazifelerimden bende bir
şeylere dikkat etmiş olacak ki:
-Sen oku, dedi; her şeyden evvel oku. Amma
okumaya başlamadan evvel bil, ne okuyacağını bil. Sonra
sınıfa dönüp hitap etti:
-Talebe ne demektir? Talep etmekten, istemekten
gelir bu isim... Talep etmek te bir ilimdir, bir ilk ilim...
İlim isteyebilmek için de bir ilk ilim ister. Muallim de
böyledir. Bir taraftan öğretirken, bir taraftan da talebesi
ona öğretir.
Sınıfın kapısında, ona:
-Ne okuyayım, dedim, ne okumamı tavsiye
edersiniz?
-Ben getiririm.

101

Dedi ve bana bir kitap getirdi: Sarı Abdullah
Efendinin Semerat-ül Fuad (Gönül verimleri) isimli
meşhur eserleriyle "Divan-ı Nakşi" diye, sahibini
bilemediğim manzum bir kitap...
Tasavvufla, deri üstü bir satıh planında da olsa,
ilk temasım başlıyordu.
Atlarken, zıplarken, koşarken, talim ederken,
vazife görürken, cevap verirken, dinlerken, konuşurken,
daima içimde bir his, birinci ve üstün yaratılmış olmak,
muradlarıma yakın bulunmak hissi... Başarmak için
yaratıldım duygusu... Amma gurur değil...
1917
Bir gece yarısı, arkadaşlarım mışıl mışıl uyurken
hafakanlar içinde yatağımdan fırlayıp yüzümü yıkadıktan
sonra, kendime:
-Adam sende, Hep de en kuvvetli taraflarından
şüphe ediyorsun. Her şeyi kendi zıddına alacağına uygun
tarafından kabul etsene... Herkese uysana...
Diye kuvvetli bir telkin yapmasaydım, halim nice
olurdu bilmem.
Evet, bir gece yarısı rıhtımda dalgaların sesi, havlum
omzumda, yüz yıkama yerinden dönerken kendime
yaptığım bu sert telkin, beni, düşer gibi olduğum
çukurdan bir anda kurtardı ve çocukla delikanlılık arası
devrenin serbest insiyaklarına bırakıverdi. Sele kapıldım
ve müthiş bir taşkınlık, coşkunluk, kaynama, fıkırdama
seciyesi içinde pürüzsüz bir satıh üzerinde akmaya
başladım.
Fakat daima "ben"imin derinliklerinde,
uykularımın yosunlu dibinde dalgınlıklarımın ufuk
gerisinde, o, hiç bir zaman kaybolmayan mahzun davet.

102

-Gel, gel... Neredesin, neredesin...
ŞAİR
Mektepte lakabım şairdir, bir de koca kafa...
Küçük yaşlarda da kafa buydu, vücudum sonra ona
yetişti.
Şair aşağı, şair yukarı... Benden birkaç sınıf
ileride olan Nazım Hikmet de şair... Amma lakapsız...
Heveskar şiirleri yazıyor.
1918
İngilizce yolundan Garp edebiyatıyla de temas
kurmuş, (Şekspir)den (Oskar Vayl)a, (Fuzuli)den (Ahmet
Haşim)e kadar, köşe bucak taramaktayım.
Ziya Gökalp'ın etrafındaki hececiler ve açık
Türkçeciler, gözümde, yeni alet yeni ses katamayan basit
devşirmeler... Ziya Gökalp Türkçülüğü de kekremsi bir
şey... Zayıfladığı sanılan bir "eski"nin yerini almaya
bakıyor ama nerede?.. Ne gittiği sanılanın muhasebesi
var, ne geldiği sanılanın... Vatan harap, bir hay-u huy'dur
gitmekte...
1919
Milli Mücadele başlamış ve mektebin, Prenses
ellerinden öpmeğe namzet vals ve muaşeret edebi
mütehassısı talebesi, birden bire maddi ve manevi
sefalete düşmüştür...
1920
İstanbul'da ittihatçıların polis şeflerinden olan
büyük dayım da Anadolu'ya geçmiş, vilayetlerden birinde
polis müdürü...

103

Bizden, hususiyle mektebi bitirip deniz talebesi ve
mühendis (ikinci mülazım-teğmen) olan talebelerden de
Anadolu'ya kaçan kaçana...
İçinde hayatımın en güzel beş senesi geçen ve
şahsiyetimin temel duyguları pişen Bahriye Mektebine
artık sığamıyorum. Fena halde sıkılıyorum. Niyetim
Darülfünuna (Üniversiteye) gitmek ve orayı bitirmek...
Edebiyat değil çünkü san'atkarı ders alma yolundan
geçmeğe muhtaç görmüyorum. Mesela felsefe şubesi...
1921-1922-1923
Mektebin namzet sınıfından ayrı, üç harp sınıfını
bitirdikten ve mezuniyet vaziyetine geçtikten sonra
diplomalarımızı beklerken, birden bire ilave ettikleri
dördüncü sınıf o kadar canımı sıktı ki, bu sınıfı
bitirmemeye karar verdim. Kararımı küçük dayıma acıklı
ve gayet edebi bir mektupla haber verdim ve onda
bulduğum izin tavrı üzerine yıl sonunda imtihan
kağıtlarını boş olarak teslim ettim. Kaydımı sildiler. Bir
müddet sonra da elime o tarihte namzet ve sadece üç harp
sınıfından ibaret Bahriye Mektebini tamamen ikmal
ettiğime dair bir vesika verdiler.
Bahriye mektebinden çıkınca birden bire kendimi,
köprü üzerinde, küçük dayımın yaptırdığı sivil elbise
içinde buldum. Sokaklarda elvan elvan, biçim biçim,
İngiliz, Fransız, İtalyan askerleri, gittikçe açılan (Tango)
çarşaflı kadınlar, İstanbul'un içine birer fuhuş şeytanı
halinde düşen Beyaz Ruslar, nereye gideceklerini ve ne
yapacaklarını şaşırmış beyaz sarıklı hocalar, yere eğik
astragan zabit kalpakları ve fesler, hummasız ve
meselesiz kafalar üzerinde kırmızı fesler... Hiçliğe doğru
uğul uğul akan bir cemiyet...

104

Elveda Bahriye Mektebi, çamların altında,
rıhtımın taşlarında, dershanelerin sıralarında,
teneffüshanelerin masalarında, dörder çifte iş
kampanyalarında ve süt beyaz kotralarında, kendime
gelişimin en rikkatli anlarını yaşadığım unutulmaz
bucak...
Erzurum'da polis müdürü bulunan büyük dayımın
yanına gittik. Ben, annem ve anneannem... Bir ecnebi
kampanyasının vapurunda güverte yolcusu olarak,
denklerimizin üzerine uzanmış, Trabzon ve oradan da
yaylı arabayla sekiz günde Erzurum... Niyetim, kışın son
demlerini Erzurum'da geçirdikten sonra İstanbul'a, küçük
dayımın yanına dönmek ve sonbaharda "Darülfünun'a
girmek... Yolda, Zigana dağlarının çam ağaçlara ve her
birinin ağzından halat kalınlığında billur sular akan süslü
heybeti, Kop dağının da göklere doğru kabaran ziynetsiz
ve içine kapanık haşmeti beni büyüledi. Yolda bir handa
iri bir ağaç kovuğundan farksız odamızda, kuru
nevalelerimizi yerken, birden korkunç tüfek sesleriyle
irkildik. Bir yaylım ateşidir gidiyor. Meğer İnönü Zaferi
değil miymiş... Köylüler bayram etmekte... Kendi
dünyasında yaşayan ve dış dünyaya bir (hiyeroglif) gibi
bakan anneannemin masum üstü masum bir lafı:
-Bari dışarıya çıkalım da bir gazete alalım.
Kop Dağında gazete...
Arabacımız, daha doğrusu birçok arabanın sahibi,
aynı zamanda bir eşkıya çetesine kumanda ettiği
söylenen Tevfik, rahvan bir atla yanımızdan gidiyor ve
arada sırada araba sürücüsünün yanına geçip beni atına
bindiriyor... işte bende at merakını uyandıran ilk
vesilelerden biri... Bu at ilgisi, Erzurum'da konağımızın

105

ahırına bağlı bir ata boyuna binmek ondan sonra süvari
zabiti üniformasını taşıyacağım günlerde büsbütün azmak
ve oturduğum bahçelik ve kırlık semtlerde daima
ahırımda bir, hatta iki soylu at bulundurmak suretiyle 60
yaşıma kadar benden ayrılmadı.
Erzurum, sonraları Anadolu’nun en saffetli
yerlerinden biri olarak kalbime nakşedilen Erzurum'da,
bu yere ve onun yerlerine ait ilk intibaım yine ata
bağlıdır:
Bir gün ahırımızda ariyet olarak bırakılan ve
benim besleye besleye şişirdiğim, hatta azgınlaştırdığım
ata binmiş, çarşı tarafından geçiyordum. Her taraf kar...
Kar iki yana tepeleme çekilmiş ve ortasından ancak tek
adamın geçeceği, üstüne kömür tozu serpili ince bir yol
bırakılmış... Atım azgın...
Kantarmaya abanmış, yavaşlamak bilmez bir
hızla ilerliyor, dizginle asılışıma hiç aldırmıyor, önüme
baştan aşağı damalı bir çarşafa bürülü bir kadın yürüyor.
Kadına çarpacağım. Ata hakim olamamamın hicabıyla
kadına haykırmak zorunda kalıyorum:
-Hey, hatun. Kenara çekil.
Nereye çekilsin?.. Kar yığınının tepesine mi çıksın?..
Kadın arkasına dönüp bakmıyor bile... Var kuvvetimle
dizginlere asılıyorum. At biraz yavaşlıyor, fakat kadına
hafifçe çarpmaktan da kendini alamıyor. Birden
dizginlere yapışan ve atı zınk diye olduğu yere mıhlayan
bir el... Genç bir Erzurum dadaşı...
-Ata binmeyi bilmezsin. Zenne kişiye çarparsın.
Nola senin halin. Korkunç hakaret... Bu hakarete hak
verip geçeceğime onun daha büyüğüne layık bir adilikte

106

bulunuyorum. Polis Müdürü dayımın mevkiine güven
duygusuyla genç Erzurumluya diyorum ki:
-Sen benim kim olduğumu biliyor musun?..
İşte o zaman Erzurum delikanlısı, beni hayran
bırakan ve asla hatırımdan çıkmayan cevabını veriyor.
Yüzüme nefretle bakıp atımın sağrısına bir tokat
akşediyor ve:
-İstersen vali paşanın oğlu ol, diyor, haydi çek git.
Ufukları, feza cüsseli bir pehlivanın şişkin kol
adalelerini andıran dağlarla sınırlı, geceleri aya merdiven
dayamak ve yıldızları yemiş gibi koparmak hissini verici,
hiçbir şek ve şüphe karartısı taşımaz, berrak, sonsuz
berrak bir madde çerçevesi içinde, işte en basit bir
Erzurum delikanlısının tüttürdüğü manadaki saffet ve
asalet...
O kışı Erzurum'da geçirdikten sonra İstanbul'a
döndük. Küçük dayımın Kasımpaşa'da tuttuğu, küçük ve
ahşap ev... Tepelerde, Ok Meydanına yakın bir semtte...
Düğümlenirken uzun yolların ucu,
Bugün de gelmedi, hasretle beklenen yolcu.
İlk şiirlerimden biri (postayla göndermiştim) bir
gazetenin edebi ilavesinde çıktı. Heyecanım büyük...
İsmimi matbaa harfleriyle şiirimin altında görünce,
sandım ki dünya alem o anda gazeteye eğilmiş, beni
okumakta... Elimde gazete, çarşıdan eve doğru yürürken
nargilesini çeken kasap, esneyen bakkal, sırıtan manav ve
şunun bunun, yanına koşup:
-Tebrik ederiz Necip Fazıl Bey. İşte şöhrete
kavuştunuz.
Dememelerinden adeta hayretteydim."

107

Darülfünuna kayıt olur. Yakup Kadri ve Hasan Ali Yücel
ile tanışır. H.Ali Yücel Edebiyat Fakültesini yeni bitirmiş
ve fakülte kütüphanesinde memuriyete başlamıştır. Necip
Fazıl ilk şiirlerini ona okur. Herhalde Hasan Ali şiirlerini
çok sevdiği şairle, daha yakından ilgilenir. Onun Hasan
Ali'yle dostluğu böylece başlamış olur. Yakup Kadri ile
aşinalığı Mekteb-i Bahriye'den başlar. Bu aşinalık ve
onun yazılarına olan sevgisi, genç şairi onunla tanışmaya
kadar götürür. Yakup Kadri ile bu ilk tanışma "O ve Ben"
de şöyle anlatılır:
"Evet, Yakup Kadri'yi görmek için, "İkdam"
gazetesine gittim.
Odasının kapısını vurdum. Gür ve tok bir ses
"giriniz" dedi. Girdim ve elimdeki defteri masasına
bırakarak:
-Ben, dedim; Felsefe talebesiyim. Şiir yazıyorum.
Takdir ettiğim ender kalemlerden biri olduğunuz için
şiirlerimi size getirdim. Beğenecek olursanız neşirlerine
lütfen, delâlet edersiniz.
Ve tek kelime beklemeden ve eklemeden çıkıp
gittim. Kalem kaşları, açık alnı, vakarlı çizgiler taşıyan
yüzüyle Yakup Kadri, üzerimde iyi bir tesir bırakmıştı.
Onda, Bahriye Mektebinden hocam ve sonraları ahbabım
Yahya Kemâl'in, ya dalgın ve unutkan, yahut yılışık ve
lâubali yüzünden eser yoktu.
Vilâyet Mescidinin solunda, (Arşiv) dairesinin
bitişiğindeki ahşap binada (hâlâ duruyor) karargâh
kurmuş olan "Yeni Mecmua" onun fikrî idaresindeydi.
Bir iki hafta geçti, geçmedi; kafamda bir
bomba!!! 17 yaşındaki çocuğun şiirleri en genci 35-40

108

yaşındaki üstatların yazıları arasında yayınlanmaya
başlamaz mı?..
Mecmuaya bakan, Fevzi Lütfi (Karaosmanoğlu)...
Mecmuanın etrafında Yakup Kadri, Ahmet Hâşim,
Yahya Kemâl, Halide Edip, Refik Halit, Ahmet Refik,
Köprülüzâde Fuat ve benzerleri... "Yeni Mecmua"nın bu
Ziya Gökalp'tan sonraki devresinde, fikir yazılarını, daha
ziyade Darülfünun hocaları yazıyor; ve ilk hamlede oraya
kabul edilmek bir muvaffakiyet sanılıyor."
Yakup Kadri'nin aracılığıyla yeni Mecmua'nın 78-
82 sayılarında sekiz şiir yayınlandı.
1922 baharında Erzurum'dan İstanbul'a
dönüşlerinde şiire bütünüyle kendini verdiğini görüyoruz.
Ki, 1923 sonlarına doğru Fevzi Lütfi'nin dergisinde kabul
görmüştü. 1922'den başlayan bu yeni, yeni olduğu kadar
büyük ses, o devrede birçok şiir vermesine rağmen, ilerde
dünya görüşünün tüm çizgileriyle ortaya çıkmasından
sonra birçok şiirini yokluğa gömmüştü. Biz de şairin
arzusuna uyarak reddettiği şiirleri söz konusu etmiyoruz.
1922'de "Örümcek Ağı", "Akşam", "Mevsim
Dönerken" şiirlerini yayınlamıştır. 1923'te ise"Veda",
"Aydınlık", "Gurbet" şiirlerini yayınlamıştır.
1924
Ankara'da yayınlanan "Vakit" gazetesinin
muhabirliğini üstlenir. Böylece Gazetecilik hayatı başlar.
Aynı yıl genç şairi Avrupa yolunda görürüz. Bu deveyi
bütün çizgileriyle Necip Fazıl'ın kaleminden izleyelim:
"Cumhuriyetin ilânından bir yıl sonra Maarif
Vekâleti bir imtihan açtı: Lise ve Üniversite
mezunlarından Avrupa üniversitelerinde tahsile
gönderilecek ilk Cumhuriyet talebesine mahsus imtihan...
Darülfünunun son sömestrleri sırasında ve Yüksek

109

Muallim Mektebinde bulunduğum, Anadoluculuk ideali
gütmeğe başladığım, Anadolu'lu gençlerin (Mükremin
Halil, Hilmi Ziya Ülken, Ahmet Halit Bayrı) çıkardığı bir
dergide(Anadolu Mecmuası) şiirlerimi neşrettiğim bu
hengâmede, Avrupa, gözümde pırıl pırıl ışıldamaya
başladı. Matbaayı getiren İbrahim Müteferrika, (Versay)
hayranı Yirmisekiz Çelebi, (Şarletonburg) meddahı
Sadullah Paşa, ucuz Hürriyet Kahramanı Namık Kemal,
Tanzimat zarifi Abdülhak Hâmid'den beri bir çoğunun
gidip de hakikatte hiç bir şey getiremediği ve buradaki
temelle oradaki çatıyı birleştiremediği Avrupa.
İmtihana girdim ve galiba en iyi derecelerden
biriyle kazandım. Yabancı dil imtihanını İngilizceden
verdiğim halde Londra'ya değil Paris'e gönderiliyorum ve
altı ay lisan öğrenme müddeti almış bulunuyorum.
Gazeteci mânasına muharrirliğim de o tarihte
başlar.
Paris'e hükümet talebesi olarak gönderilişimin
resmî muamelesini de ikmal etmek için,"Vakit"
gazetesinin Ankara muharibi sıfatıyla yeni idare
merkezine, odun yakan bir lokomotifin arkasında ve 36
saatte vardım. Toz, çamur, kerpiç ve ev astragan kalpak
panayırı bir Ankara..."
"Babıali" de de bu yıllar şöylece resmedilir:
"GENÇ ŞAİR'in 1924 ve 1925 yıllarında çilelerin
en can yakıcısıyla, hayat sürdüğü Paris'i, çok kısa, çok
hızlı, teker hecelerden örülü kısa ve hızlı, fakat uçurum
uğultusuna benzer bir şiir üslûbu içinden dile getirmek
lâzım...
Paris...
Bütün bir mevsim, Paris'te gündüz ışığını
görmedim. Paris'te gündüz nasıldır; haberim olmadı. Gün

110

doğarken yatıyor, gecenin başlangıcında da hafakanlarla
yatağımdan fırlayıp kulübe koşuyordum."
1925
Yurda dönüş. Paris'te sürdükleri hayat zamanın
Milli Eğitim Bakanlığınca uygunsuz görülerek tahsisat
kesilir. Bakanlığın bu tebliğiyle birlikte, babasının ölüm
haberini alır.
... birkaç gün sonra Marsilya'dan İstanbul'a
kalkacak lüks bir vapurun ikinci mevki kamara bileti...
Biletleri kendisine arkadaşları sağlamış ve gara kadar
gelerek tren kalkıncaya dek beklemişlerdir. Çünkü ne
olur, ne olmaz; tren kalkmadan fikir değiştirip atlayabilir
ve yine eski uçuruma düşebilir o... Bu şüphe,
arkadaşlarının hallerinden okunmaktadır. Tahsisatının
kesildiği ay üstüne aylar, geçtiği halde yerinden
kıpırdamamış, İstanbul'daki dayısından gelen paraları hep
aynı sadakatle yürek kızına yedirmiş ve işin tuhafı,
Burhan Ümit de dahil,bütün Türk arkadaşlarından
büsbütün kopmuştur. Onlar, topyekun, nazarında
bozulmasından korktukları cüce muvazeneleri içinde
suların sürüklediği çöpler... Hiçbirinde, kötü yolda da
olsa, kendi kendisini aşma hasreti yok... Başlangıçta,
Burhan Ümit ile Paris'in sanat ve kültür çerçevelerinde
boy gösterirken bile Türklere, yeni Türkiye’ye,
Tanzimattan beri başını almış giden maymun
makyajlarına, hattâ topyekun insanlığa (aforizm)ler
savurduğunu, bütün oluşları sahte kabul ettiğini bilen
arkadaşları bir gün onu yatağında bastılar ve:
-Haydi İstanbul, her şey hazır!
Diyerek trene bindirdiler.

111

1922'de başlayan şiir süreci 1925 yılında kitaplık
çapa ulaşacak ve "Örümcek Ağı" adı altında
yayınlanacaktır. "Örümcek Ağı"ndaki şiirler herbiri ayrı
tartışmalara yol açmışken kitap halinde daha büyük
yankılar uyandırdı.
1926
Genç şair Paris'e giderken üstlendiği "Vakit"
muhabirliğini dönüşünde yine devam ettirir. Fakat bu
derbeder hayat onu büsbütün başıboşluğun içine çeker.
Hayatına bir düzen vermek isteğiyle Hollanda Bankasına
girer. Aynı yıl Hollanda Bankasından ayrılarak Osmanlı
Bankasına Ceyhan şubesinde göreve başlar.
1927
Ceyhan'dan İstanbul'a naklini yaptırır. Aynı yıl
Anadolu'ya tayinini ister. Bu kez bankacılığa Giresunda
devam eder.
1927 yılı... Genç Şair'i, İstanbul'da tayin edildiği
Umumî Muhasebe Servisinde yine hafakanlar basmış,
soluğu yine Anadoluda almak sevdası sarmış ve bu defa
Karadeniz sahilleri çekmeye başlamıştır.
Giresun'a tayin ettiler, gitti. Hayatında kısacık
olsa da oğlunun mürüvvetini görmek ve ekmeğini yemek
isteyen annesini de anneannesiyle beraber getirtti, onlara
ancak yaz mevsimi boyunca katlanabilip acı sonbahar
rüzgârları esmeye başlarken İstanbul yolunu, dayısının
Beylerbeyindeki evini gösterdi; kendisi de deniz
şırıltılarıyla dolu yaralı kafasının "hiçbir yerde sırları
çözüldükten sonra kalınamaz!" hükmiyle, arkalarından

112

İstanbul'a düştü, bankadan ayrıldı, Bâbıâli'ye kucak açtı
ve işte "Hayat" mecmuası idarecisi Tatar Osman'ın ona
10 lira verirken işaret ettiği noktaya geldi.
1928
İkinci şiir kitabı "Kaldırımlar" yayınlanır. Kendini
bütün mesleklerden azade kılan genç şair, ıstırabıyla her
yerde, tutkularıyla Fikret Adil'in bohem kutusundadır.
1928-29 devresi, Genç Şair'in içki ve kadına karşı bu
tavrı ve kumara bu teslimiyeti içinde, çoğu içgüdülerinin
fikirsiz kölesi Bâbıâli kahramanlarıyla yan yana ve diz
dize yaşadığı (Bohem) hayatını çerçeveler.
Karargâh, Fikret Âdil'in Beyoğlunda, Tünel
tarafında, Asmalımescit sokağındaki pansiyon odasıdır.
Eski bir binanın tavan arası katı... Tavanı kubbeli
ve basık, dört tarafında gizli hücrelere benzer girintiler,
penceresi mazgal deliğinden farksız bir oda... İki, hatta,
üç dört kişilik, üstü renk renk ipek kumaşla örtülü ve
çevreleri kordonlanmış iri yastıklarla sıralı bir divan...
Bir konsol, bir yer masası ve minderler, yer yastıkları,
tabureler...
Bu odaya Bâbıâli'den uğramadık kimse
kalmamıştır. Fakat devamlı müşterileri, Genç Şair,
Peyami Safa, Çallı İbrahim, Mesut Cemil, Eşref Şefik ve
bazı ressam, dekoratör ve seramikçiler...
1924-28 arası "Milli Mücadele" dergisinde
görüyoruz. Genç Şair bu dergide 13 şiir yayınladı.
1929
Asmalımescitten bütünüyle kopmamasına rağmen
özel bir otomobil şirketinde ticari servis şefi olarak
göreve başlar. Yine bu dönemde Peyami Safa'nın

113

yönettiği Cumhuriyet Gazetesinin edebiyat sayfasına
sanat yazıları yazar. Özel şirkette fazla kalmaz. İş
Bankasına geçer, Ankara'ya yerleşir.
1928-1929 yılları arasında şiirlerini "Hayat
Mecmuası"na verir.
1930-1931-1932-1933-1934
1928'den 1934'e, böylece altı yıl geçti.
Arada, Ankara'da yerleşip on sene kaldığım ve
müfettişliğine kadar yükseldiğim bir banka...
Ankara'da temasım Yakup Kadri ve Falih
Rıfkı'nın evleriyle... Geceleri, ya birindeyim ya
öbüründe. Falih Rıfkı'nın İstanbul'dan tanıdığım eşi
(paradoks-saçmalık mantığı) ve (aforizm-her şeyi iptal
gayreti)ndeki genç şaire salonlarını açmış; ve kocasına
aykırı noktalarda bile onun ekşi fikirlerinden hazzetmek
zevkini kaybetmemiştir. Falih Rıfkı karısı gibi değil...
Bana karşı asık yüzlü ve şüpheci... Medeni adam
ölçüsüne leke sürdürmemek için de beni istiskal
edemiyor. Onun, evinde bulunmadığı zamanlarda bile
kollarını sallaya sallaya girip çıkan genç şair hakkında
esprisi:
-Bir gün gelecek, Necip Fazıl'ı, pijamalarımı
giymiş olarak evimde bir koltuğa yaslanmış, bana "hoş
geldiniz!" derken göreceğim!
Ankara'da, eski neslin üstadları sayılan Falih
Rıfkı, Yakup Kadri; ve yakınları, Şevket Süreyya
Aydemir ve Burhan Belge; ilk ikisi Türk inkılâbı
dedikleri, köksüz oluşu, öbürleri de bu inkılâba
materyalizma ve komünizmada kök arayıcı bir dâvayı
savunucu satıh aydınları olarak, nazarımda süslü püslü
kuklalar... Düşünmeyi değil de konuşmayı becerebilen...

114

GENÇ ŞAİR'in "Bay Mistik" veya "Mistik Şair"
diye anılmaya başlayacağı 1934'e 3 yıl kala, onun 27 nci
yaşında, karavana... Askerlik... Taksimdeki meşhur tarihî
bina, Taşkışla’nın 5 inci Alayında, İhtiyat Zabiti
Kıtasında... Orada 6 ay neferlik, sonra Harbiye’de 6 ay
talebelik, peşinden de 6 ay subaylık...
5 inci Alayda ayfon kokulu karavananın
buğusundan mıdır, nedir, bir nevi sarhoşluk havası
içinde.. talimlere çıkarken, şu bu askerlik işini görürken,
sanki kurgulu bir oyuncak, bir (otomat)... Ne yaptığının,
nerede olduğunun farkında değil... Bir nevi his iptaline
benzeyen bu halinden de memnun... Başka türlü nasıl
çekebilir bu yeni hayatı... Geceleri bütün koğuş uzun
horultularla zamana tempo tutarken o, uyanık...
Harbiye’de (o zaman İhtiyat Zabit Mektebi orada)
biraz ayılır gibi oldu ve ayağını toprağa basabildi. Onu,
bölüğünün başçavuşu yaptılar. Takımlara çavuş seçmek
ve mangalara onbaşı atamak salâhiyetini de ona
verdiler... Bölük tatbikata çıkıp Şişli istikametinde
yürürken, Genç Şair, at üstünde ve bölüğün önünde...
Bu vaziyette askerlikteki talebelik devresini
tamamlatacak (enerji) ve sabrı gösteremedi, hastaneden
bir rapor alıp askerlik sınıfını değiştirdi. Uzunca bir
tebdilihava aldı ve mektep devresinin ikmalini gelecek
seneye erteledi.
Genç Şair, fasıla üstüne fasıladan sonra nihayet
askerliğinin talebelik ve subaylık safhalarını tamamlamak
üzere, artık Harbiye'den Halıcıoğlu'na kaldırılan "İhtiyat
Zabit Mektebi"nin ilk kafilesine katıldı.
Askerlikten sonra yine Ankara... Vicdan azabı
gibi toz yağan yağmurunun altında cinnet buhranlarına
düştüğüm Trabzon (1933) ve oradan İstanbul (1934)...

115

Bankanın İstanbul şubesinde muhasebe
şeflerindenim... Unutmayalım... Sene 1934... Kışın...
Senenin başındaki kış...
Lüsyen Abdülhak Hamid Hanımefendinin, beni,
salonunda ecnebilere takdim ederken daima tekrarladığı
gibi:
-Otuzdan aşağı şairlerimizin en üstünü...
Çerçevesi içindeyim." "Birkaç Hikaye Birkaç Tahlil"
isimli anılarıyla içiçe olan hikayelerini 1933'te
yayınlamıştı.
1934 yılı sonbaharında Abdülhakim Arvasi
Hazretlerini tanımıştır. Onu tanımakla yaşanmaya değer
hayat kapısının eşiklerine gelmiştir. Bundan böyle 1934
öncesi ve sonrası diye Genç Şair'i yeni bir sesin
içerisinde bulacağız. Efendi Hazretleriyle tanışmasını
"Tanrıkulundan Dinlediklerim" de şöyle anlatır:
VE O GÜN, BU GÜN...
"SIRVERMEZ"e gittim. "Tesbihçiler"den geçtim.
Sağa saptım. "Kapalıcami" sokağına girdim. Yürüdüm
yürüdüm... "Yıkık çeşme"nin karşısında "9" numara... iki
kanadı açık bir bahçe kapısı... Girdim. Ne tuhaf... Bahçe
sandığım yer küçük bir mezarlık. Daha doğrusu bahçenin
bir kenarında parmaklıkla bölünmüş bir sıra mezar... Orta
yerde şadırvan gibi bir şey... Etrafta, çepeçevre, teker
katlı, birbirine bağlı, içiçe geçme, ahşap damaltı...
Bunlardan karşıma düşeni, pencereleri yere kadar inen
kocaman bir oda... Kimisi kırık, kimisi çatlak, kimisi de
öbek öbek kağıt kaplı pencereler... Hepsi perdesiz...
Odalar bomboş... Tabut tahtaları gibi çırçıplak cılk
tahtalar...

116

Mezarlarla şadırvanın arasında bir asma, ve
asmanın altında birkaç iskemle...
Bir an, kalakaldım. İçime, bir iskemleye çöküp
kaderimin tecillisini beklemek diye bir his düştü.
Asmanın altında ki boş iskemlelerden birine çöktüm.
O da ne?.. Bu defa karşıma düşen damaltı, eski bir
mescide benzer bir şekil beliriyor. Kemer biçiminde
demir parmaklıklı pencereler, içerdeki müthiş boşluğu
hendeseleştirmekte. İçeride, taşla örtülü kör kuyular gibi,
meçhulün kilitli kapısı halinde bir duvar oyuğu... Galiba
mihrap...
Ürpererek ayağa kalktım. Meçhulün kilitli kapısı
mı açıldı ne, odada mihrabın içinden fışkırmış gibi bir
adam peydahlanmıştı, yürüyordu, bana doğru yürüyor,
tahtaları gıcırdata gıcırdata geliyordu. Adam mescidin
bahçeye açılan kapısını içerden kurcaladı. Kapı paslı
demir ve çürük tahtanın boğuk homurdanışıyla açıldı.
Evet bir adam...
Bir kat aşağıda geliyormuş gibi kısık bir sesle:
-Hoş geldiniz, buyurun oturun.
Onu size anlatmayacağım. Anlatamayacağım için
değil, anlatılmayacak bir hadiseyi boşuna zorlamamak
için buna davranmayacağım. Yalnız bir şey söyleyeyim:
Gözleri... Evet, evet, gözleri... Gözleri, bana bakarken ne
kadar uzaklardan dönüp geldiğini belli ediyordu. Bu
gözler, en uzak yıldızdan görünen en uzak yıldız kadar
uzak, namütenahi uzak bir dünyadan bakıyordu. Alçıdan
heykel gözleri gibi, bu dünyaya karşı her şeye kapalı
bambaşka bir harikulade bir dünyanın seyircisi gözler...
Küçücük bir billur parçasında ki renk ve ışık cıvıltıları
gibi, bambaşka ve harikulade bir dünyanın seyircisi
gözler... Artık bu gözlerin etrafında ahenkli bir baş

117

bembayaz bir sakal, muhteşem bir alın, vakarlı bir burun,
onlar olmadan basitlerin basitini, onlarla beraber
"anlatılmaz"ın ta kendisini terkip ediyordu.
Birden, deniz bir gemiden demir atılması gibi,
beynime bir duygu çöktü: Kurtuluşumun, kurtuluşun sırrı
bu adamdaydı.
-Açıl susam açıl,
Demeğe kalmıştı.
Ilık, son derece yumuşak ve ılık:
-Seni bekliyordum.
Dedi.
Şaşırdım:
-Olabilir efendim. Fakat ben İsminizi bilmeden
geldim buraya.
-İsimden ne çıkar? İsimler bizi kaybetmemeleri
için konmuş yaftalar. Daha doğrusu, bizim kendi
kendimizi kaybetmememiz için, kendi kendine sahip
olduğumuzu zannetmemiz için... Benim ismim
Tanrıkulu.
-Burada tek başınıza mı oturuyorsunuz?
-Öyle ya, tek başıma... Fakat bildikler beni yalnız
bırakmaz.
Ve dalgın dalgın yüzüne dalışımı görerek ilave
etti:
-Yaşımı merak ediyorsun, değil mi? Yetmiş dört
yaşındayım.
Manalı, manasız atıldım:
-İrşad edicim siz misiniz?
-Bende insanları irşad etmek kuvveti olsaydı, hiç
izbelere çekilir miydim? Meydanlara çıkardım.

118

-Demin beni beklemekte olduğunuzu
söylemediniz mi? Ses kısıldı, kısıldı, gözleriyle beraber
uzaklara kaçtı:
-Ben her an herkesi beklerim...
-Kapamayın bana kapınızı!...
-Kapılar açık... Fakat görüyorsun ki, içerde hiçbir
şey yok...
Bütün cephe boyunca saldırmaktan, başka çarem
kalmıyordu.
-İslâm tasavvufuna ait okuduğum bütün kitaplar
"mürşid-i Kamil"den bahsediyor, üstün irşad ediciden...
O nerede ve nasıl bulunur? Her devirde mutlaka bir
tanesinin bulunduğunu kaydediyor yine kitaplar... Ama
onu nasıl ele geçirmeli?.. Yine kitap diyor ki, onu bulmak
için, istemek gezmek aramak yeter... Onu bulmak şartıyla
Çin seddine kadar yayan yürüyebilirim. Fakat orada da
bulacağım, yine buralarda ki kalabalıkların bir eşi değil
mi? Nasıl olabilir, nasıl, nasıl?
Müthiş gözlerini, taş bebeklerin gözleri gibi,
içindeki dünyadan çekerek yüzüme baktı:
-Kendimin ve bütün insanlığın davalarını...
-Yanlış kapı çaldın, Kitabın sana bahsettiği irşad
edici, bu dünyanın basamak olduğu başka bir dünyanın
habercisidir. Yolu irşad ediciden beklemiyorsun da, sen
ona yol gösteriyorsun. Senin, sırtında dilediğin yolu
aşmaya mahsus bir merkebe mi ihtiyacın var, bir rehbere
mi?
Ve bir an, gaibden bir emir dinliyor ve bu emri
kesik kesik tekrarlıyormuşçasına bir haber verdi:
-Merak etme istediğin oldu. Senin, bu dünyanın
basamak olduğu, başka bir dünyaya geçebilmen için bu

119

dünyayı bitirmen lazımdır... Bu dünyayı tüketeceksin...
Belki yola çıkamayacaksın... Yol ötelerde... Fakat
buranın keçi yollarını terk edeceksin... Keçi yollarında
kaybedecek zamana ne yazık. Bir gün ana yolun başına
ulaşacak olursan, bu kaybettiğin zamana ağlayacaksın...
Sen bilirsin... Bu dünya isteklisi sensin.
Ağlarcasına haykırdım:
-Bana bu dünya lazım, dediğiniz gibi, ötekinin
basamağı olarak...
Ayağa kalktı. Mescid kılıklı damaltına doğru hızlı
hızlı yürümeğe başladı. Ben arkasında, evi yanan bir
insan gibi şaşkın ve bitkin, bakınırken mırıldandı:
Ben namaza gidiyorum. Merak etme, merak etme,
istediğin olacak... Sana bu dünyanın keçi yollarını bir
ucundan öbür ucuna, gezdireceğim. Bakalım yolu
bulabilecek misin?
Ve o gün bugün onun dizi dibindeyim."
Tebdil hava aldığı dönemde (1932) "Ben ve
Ötesi"ni yayınlar. Ben ve ötesi; (Örümcek Ağı-1925) ve
(Kaldırımlar-1928) ile 1931'e kadar yayınlanan şiirleri
kapsamaktadır.
1935-1936
Dergi hazırlıkları... "Ağaç" Dergisi 1936'da boy
gösterdi. Ağaç 17 sayı yayınlanmıştır.
1933'den sonra düzyazıya da ağırlık veren Genç
Şair 1935'te "Tohum" oyunuyla yeni bir ustalık dalını
daha sergilemeğe başlamıştır, 1933-36 devresinde
"Varlık" dergisinin önemli şahsiyetlerinden biri olmasına
rağmen onu, bundan böyle kendi dergisinde göreceğiz.

120

Hem de şair olduğu kadar düzyazı ustası olarak. Ve
ihmal etmediği kapı... İzleyelim:
"Nihayet 1935 baharı... Ankara'ya bir seyahat ve
tekrar bankaya giriş... Ve hastalıktan kurtuluş...
Bundan böyle, gözlerinin pası silinmiş, üstündeki
buğu alınmış ve ilk imtihandan geçirilmiş insan olarak
Efendimi, aydınlık gözle görebilirim. Artık önümde yol,
tek: Allah ve Resulü...
İstanbul'a dönerken, trenin tekerlekleri benim
ağzımdan haykırıyor:
-Efendime gidiyorum! Efendime gidiyorum!
Kalbimde büyük buhran içinde sezemediğim bir
hâlet... Abdülhakim Efendi Hazretlerine hudutsuz bir
aşk... Tekerlikler ona gittiğimi söylerken, yataklı vagon
kompartımanının pırıl pırıl lambrisinde, o cilâlı tahtanın
üstünde, onun yüzünü görüyorum.
Gülümsüyorlar..."
1937-38-39...
Yıllar boyu... Bir yanda banka memuriyeti diğer
yanda yazı hayatı. Büyük bir alkış tufanı... Sahneye "Bir
Adam Yaratmak" çıkıyor, yıl 1937. "Bir Adam
Yaratmak" kitap olarak 1938'de yayınlanmıştır.
1939 yılında bankadan ayrılıp Ankara Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesinde öğretmenliğe başladı.
Böylece 13 yıllık bankacılığı sona eriyor. 1943'e kadar
sürecek öğretmenlik devresi başlamış oluyordu.
1940...1941...1942...1943...
Onun yazarlığının tek ismi... Sahnede "Künye" ve
"Sabırtaşı"... Her ikisi de 1940'da yayınlanır. Peşinden

121

1942'e "Para" oyunu yayına girer. 1943'den sonra
başlayan devre, Necip Fazıl'ı tek saniyesi boş olmayan
çileli bir devresidir. "O ve Ben" isimli eserinde bu
devreden sonra başlayan hayatını ayrı bir bölüm halinde
ele alır. Bundan böyle bir yanıyla evinin babası, bir
yanda bağlı bulunduğu fikrin azat kabul etmez kölesi ve
diğer yanda hiç değişmeyen mustarip sanatçı kişiliği...
17 Eylül 1943'de Büyük dahi, ilerde bir külliyat
haline gelecek olan Büyük Doğu düşüncesini üstlenen
"Büyük Doğu" mecmuasını çıkarır. Bu mecmuanın
üzerinde özellikle durmak zorundayız. Büyük Doğu
üzerine verilecek teknik bilgiler şunlardır.
17 Eylül 1943 - 5 Mayıs 1944. 2 Kasım 1945 - 2 Nisan
1948 ;
14 Ekim 1949 - 29 Haziran 1951, haftalık
mecmua halinde; 16 Kasım 1951 - 27 Kasım 1951
günlük gazete; 16 Mayıs 1952 - 19 Eylül 1952 günlük
gazete; 28 Nisan 1954 - 9 Temmuz 1954, haftalık
mecmua; 30 Mart 1956 - 30 Haziran 1956, günlük
gazete; 6 Mart 1959 - 14 Ekim 1959 haftalık mecmua;
19 Temmuz 1967 - 10 Ocak 1968. Haftalık
mecmua; Mayıs 1969 - Aralık 1969, aylık mecmua; 6
Ocak 1971 - 28 Nisan 1971, haftalık mecmua.
Büyük Doğu Mecmuası, kuruluş yıllarında Necip
Fazıl'ın daha önce çıkardığı san'at dergileri esprisini
sürdürmüştür. Türkiyenin siyasi bünyesi çok partili
döneme geçtikten sonra, Büyük Doğu Mecmuası da
siyasi bir yön tutarak efkâr-ı umumiye oluşturmak
yönünde siyasi yanı ağır olan dergi hüviyetine
bürünmüştür. Ama Büyük Doğu ilk sayısından son
sayısına değin entellektüelitesini koruyan dergilerin

122

başında gelir. Zira, dergide Türkiye'nin ünlü yazarlarının
büyük çoğunluğu yer alıyordu:
B.R. Eyüboğlu, İskender Rıfat Akdora, Hüseyin
Cahit Yalçın, Burhan Toprak, S. Murat Özdilek, Fikret
Adil, R. Ekrem Koçu, Z. Osman Saba, H. Ziya Ülken,
Sait Faik, ilhan Berk, Ziya Şakir, Cahit Sıtkı Tarancı,
Mahmut Yesârî, Zahir Güvemli, Fazıl Hüsnü Dağlarca,
Rasih Nuri İleri, Ahmet Adnan Saygun, M. Şerafettin
Yaltkaya, Sabahattin Kudret Aksal, Suphi Nuri İleri,
Vecdi Bürün, Celâl Sılay, Pertev Boratav, Özdemir Asaf,
Eşref Edip, Kazım Nami Duru, Şevket Hıfzı Rado,
Ekrem Reşit Rey, Oktay Akbal, Şükran Kurdakul, Recep
Bilginer,Nurettin Sayın, Emin Ülgener, Salih Zeki Aktay,
Samim Sinanoğlu, Mustafa Şekip Tunç, Nizamettin
Nazif, Nedim Evliya, Fethi Giray, Baki Süha Edipoğlu,
N. Şazi Kösemihal, Suut Kemal Yetkin, Peyami Safa,
Burhan Belge, Ömer Rıza Doğrul, Şükrü Baban, Mukbil
Özyörük, Kâzım İsmail Gürkan, Necati Lugâl, Samiha
Ayverdi, Sabahattin Zaim, N.S. Örik, Ali Fuad Başgil,
Osman Yüksel Serdengeçti, M. Kubilay İmer, İ. Hakkı
Konyalı, Sezai Karakoç, Nurettin Topçu, Tahir
Büyükkörükçü, Ali Nihat Tarlan, Mustafa Yazgan,
Osman Turan, Ali Biraderoğlu, Ayhan Songar, Emin
Bilgiç, Mustafa Özer, Durali Yılmaz, Sedat Umran,
Cemil Meriç...
Büyük Doğu Mecmuası, bu geniş yazar kadrosu
çerçevesind şiir, hikâye, eleştiri, deneme ve günlük
yazıların yayınlandığı, o günlerin büyük yayın organıdır.
Bu san'at ve edebiyat türlerinin yanında siyasi, dînî,
tarihî, teknik, hukuk ve tıp gibi özel ihtisas dallarında da
ilmî yazılar yayınlanmıştır. Yazıların genel yönü
aktüaliteye ışık tutar tarzda olup, hadiselerin anlamını

123

"spesifik" Büyük Doğuya özge yorumlar içerisinde
vermiştir.
Büyük Doğu, birbiri içerisinde eriyen iki mananın
simgesi olmuştur. Öncelikle estetik ve san'atta bir usul
çizmiş, ikinci olarak da, Büyük Doğu düşüncesinin yayın
organı olmuştur.
Büyük Doğu Mecmuasının taşımakla ve
yaymakla, kendisini görevli saydığı ve hatta varlık
sebebini ona bağladığı düşüncenin temelini şöylece
özetleyebiliriz; "İslâm'ın entellektüel'e nakşı" Mecmua,
bu görevi Necip Fazıl'ın yazılarıyla üstlenmiştir.
Büyük Doğu Mecmuası, büyük bir kamu oyu
oluşturmayı başarmış, aynı espriyi sürdüren birçok
derginin çıkmasına kaynak teşkil etmiştir. San'at ve
edebiyatımıza büyük isimler kazandırmıştır.
1944...1945...1946...1947...
Bir yanda Büyük Doğu akkor hale gelmiş
düşüncenin gergin yayından neşvünema olurken, diğer
yanda o düşüncenin yüklediği maddi ve manevi büyük
yükü taşıma zorlukları... Bütün memuriyetlerden
uzaklaşıp kendisini Büyük Doğunun kurmay heyetini
kurmaya hasretmiştir. Yazı yazmaktan yazı toplamaya,
matbaa ve tashihten tevzi işine, devletle ilişkilerden,
evindeki parti ve toplantılara varıncaya kadar bütün işleri
tek başına omuzlamak... 1939'da yayınlayıp ta sonradan
adını "Çile"ye dönüştürdüğü o büyük şiirin adı dehanın
adeta çerçevesini çizmektedir, 1940'da Milli Eğitim
Bakanlığının kendisine sipariş ettiği "Namık Kemal"ın
biyografisinin dışında eser yayınlamadı. Ve fakat Franz
Kafka'yı bile şaşırtacak adliye koridorlarındaki dava
takipleri gündeme gelecektir. 1947'de Türklüğe hakaret
davasından yargılanırken görmekteyiz Necip Fazıl'ı.

124

Büyük Doğu'nun tahmil ettiği öncelikle insana giran
gelen bu suç isnadı kamu davası olarak ele alınmış ve
beraatla sonuçlanmıştır. 1945'de ikinci çocuğu dünyaya
geldi. 1947'de üçüncü.
1948...1949...1950...
1947'deki birkaç günlük tutuklamadan sonra
temyiz umumi heyetinin beraati bozmasıyla yeniden
tutuklanmışsa da 1950 ramazan bayramı affıyla hapisten
çıkar. Dergi ise kısa ara vermelerle yayımını
sürdürmektedir. 1949 yılında Büyük Doğu'nun 70.
Sayısında çıkan bir yazı nedeniyle (Rejimi kötüleme
davası) ile takip olunur.(1950). Bu devrede "Namı diğer
parmaksız Salih" tiyatro eseri (1949), yanında, Büyük
Doğu dergisinde bölümler halinde çeşitli eserler tefrika
edilmektedir. 1950 dördüncü çocuğu doğar.
1951...1952...1953...1954...1955...1956...
Malatya hadisesi ve büyük hapis... Cinnet
Mustatili adını verdiği eserde günlükler halinde yansıyan
dünya... Zindandan Mehmed'e Mektup şiirindeki çizdiği
alem... Oğlu Mehmed'in adında kamuoyuna sesleniş: "-
Baba katiliyle baban bir safta"... 1953 beşinci çocuğu
dünyaya gelir.
15 Aralık 1953'te beraat eder ve serbest bırakılır.
Büyük Doğu dergisi, yeniden boy gösterir. Hapishane
hatıralarını 1955 yılında "Cinnet Mustatili" (1955) adı
altında yayınlar. Aynı yıl "Halkadan Pırıltılar"ı
okuyabiliyoruz. İmam-ı Rabbani Hazretlerinin
"Mektubat"ından parçaları 1956'da yayınlar. San'at eseri
olarak "Sonsuzluk Kervanı" - 1959), "Bir Adam
Yaratmak" -1957 (İkinci Baskı) yı yaptı.

125
1957...1958...1959...1960...
1957 sonunda sekiz aylık tutuklanma... Ve
arkasından gelen 27 Mayıs Devrimi. Devrim sonrası
mahkemelerde tanık olarak çağırılır ve fakat sanık işlemi
görür. O günleri "O ve Ben", "Cinnet Mustatili", "Beni
gözümde Menderes" isimli sanatçının kaleme aldığı
eserlerde bütün analizleriyle görmek mümkündür. Bu
devrede yayınlanan eserleri 1958'de "At'a Senfoni" ve
1959 "İdeolocya Örgüsü
1961'den 1971'e...
Büyük Doğu dergisi devre devre haftalık onbeş günlük
ya da aylık mevkuteler halinde çıkmaktadır. Dünya
görüşüne uygun olarak son seçmelerini yaptığı bütün
şiirlerini 1962'de "Çile" adı altında toplar. Daha sonra
1969 yılında yeni eklemeleriyle "Şiirlerim" adıyla çıkarır.
1965'de "Ruh Burkuntularından Hikayeler" adıyla
yayınlanan eser 1970 yılında yeni hikayelerin
eklenmesiyle "Hikayelerim" adıyla 1970 yılında
yayınlanır. "Reis Bey", "Ahşap Konak", "Piyeslerim"
(Ulu Hakan Abdülhamid-Yunus Emre-Siyah Pelerinli
Adam) isimli tiyatro eserleri 1964 yılında basılır. 1940
yılında yayınlanan "Namık Kemal", 1966'da yeniden ele
alınarak yayınlanır. Gazete ve dergilerde yayınlanan
fıkralarını ilk kez 1940 yılında "Çerçeve" de toplamıştır.
Bu dönemden sonraki yayınlanan fıkralarını ise, ilk üç
cildini 1968 yılında, son iki cildini de 1969 yılında "101
Çerçeve" adını verdiği beş ayrı ciltte toplar. 1959 yılında
kısa hatlarıyla yayınlanan "İdeolocya Örgüsü" 1968
yılında tamlığa ulaşarak basılacaktır. "Tanrıkulu'ndan
Dinlediklerim" 1968, "Türkiye'nin Manzarası"1968,
"Çepeçevre Sosyalizma, Komünizma ve İnsanlık"1969,
"O ki O Yüzden Varız"1961 de yayınlanır. "O ki O

126

Yüzden Varız" 1969'da "Çöle İnen Nur" adıyla
yayınlanır. Halkadan Pırıltılar" 1960 ve 1968 de iki baskı
yapar. "Bir pırıltı Binbir Işık"1965, "Büyük Kapı-
Ek"1966, aynı kitap 1968'de "Peygamber Halkası"
olarak, "Nur Harmanı" 1970'de, "El Mevahib-ül
Ledüniyye" 1967" Ulu Hakan. 2. Abdülhamid Han"1965.
1. Bas. 1970 de 2. Bas, "Vahidüddin" 1968, "Son Devrin
Din Mazlumları" 1969 1. Bas. -1970 2. Bas), "Yeniçeri"
1970, "Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar" iki cilt-1966,
"Her Cephesiyle Komünizma" 1962, "İman ve Aksiyon"
1964 ve 1967 "Büyük Kapı" 1965, "Müdafaalarım" 1969,
"Benim Gözümde Menderes" 1970 yılında yayınlanır.
Görüleceği gibi yayınlanan eserlerin sayısı
oldukça kabarık. 1960'tan sonra gelen af, mütefekkirin
sırtına yüklenen 100 küsur yıllık hapis cezasını kaldırarak
onu eserlerine yönlendirmişti. 1959'da kapatılan Büyük
Doğu'nun 1967 yılına kadar ara vermesi de eserlerin
sayısını etkilemiştir. Kitap yayınının yanında
mütefekkirimizi okuyucusuyla konferansın ülfetinde
görüyoruz. Büyük sanatkar yazıda üstad olduğu kadar
konuşma sanatında da (Hatiplik) üstad olduğunu gösterir.
Adım adım Anadolu'nun her köşesinde yüz binlere
hitabeder.
Ve sonrası...
Çoğu eserler yeni baskılarını yapar.1973’te
“Esselam” ile 1969’da “Şiirlerim” adıyla çıkan büyük şiir
kitabı,yeni şiirlerle tekrar “Çile” adıyla 1974’te
yayınlanır.!972’de altı senaryodan oluşan “Senaryo
Romanları” Yayınlanır.Piyes 1976’da yayınlanan tiyatro
eserleri Kültür Bakanlığınca üç ciltte toplanarak
basıldı.1960’da “Altın Halka” adıyla yayınlanan eser

127

1966’da “Büyük Kapı-Ek” adıyla yayınlandı,daha sonra
1974 yılında “Başbuğ Velilerden 33” adını aldı.Ve yine
1968 de dördüncü baskısını yapan “Halkadan
Pırıltılar”,1976 yılında “Veliler Ordusundan 333” adıyla
yayına girer.1973 de “Tarihimizde Moskof”,1976’da
“İhtilal”,1975’te 26 hitabeden oluşan “Hitabe”,1976’da
üç konferanstan oluşan “Sahte Kahramanlar” ,1965’te
“Büyük Kapı” adıyla yayınlanan eser 1974 de “O ve
Ben” adıyla yayınlandı.”Babıali” 1975, “Reşahat”1971
ve “Rabıta-i Şerife”1974’te basıma hazırlanmışlardır.
Büyük Doğu’nun 1971 devresinden sonra onun yerine
ikame edilmek üzere “Rapor” adıyla (Bugüne kadar 13
sayı) yeni bir dizi çıkmaya başlamıştır. “Rapor-1” ve
“Rapor-2” 1976 yılında, “Rapor-3” 1977 yılında
yayınlandı.
Son devre Büyük Doğu’larının çıkmaya
başlamasıyla “Rapor” yayınına ara verilmiş,1978’de
Büyük Doğu’nun kapanmasıyla tekrar başlamıştır.
“Rapor-4”1978, “Rapor-5” ve “Rapor-6” 1979.
1972 yılında Hac farizasını yerine getirmiş,
dönüşünde hac anılarını “Hac’tan Çizgiler, Renkler ve
Sesler” adı altında (1973) toplamıştır.
Büyük Doğu Yayınevinin kurulmasıyla (1973) bir
yandan gelişigüzel basılmış eserler yeni ve son biçimini
almış,diğer yandan yeni telif eserlerin çıkmasına neden
olmuştur.Öyle ki o güne dek tek basımı yapılmış birçok
eser defalarla basılabilmiştir.Ticari amaçlar nedeniyle
eserlerin boyutlarına ve kalitelerine vurulan pranga bu
sayede kırılabilmiştir.Büyük Doğu düşüncesinin
yayılması ve okuyucularına ulaşması daha çok imkan
dahiline girmiştir.Hatta1970 lerden sonra kesin
çizgilerine çekilen siyasi düşünce ,Büyük Doğu

128

düşüncesine sahip çıkmak isteyen partilerin iktidar
savaşına sahne olmuştur.Bu devredeki tarihi
sorumluluğunu bilen büyük deha ,gerekli müdahalelerden
kaçınmamış ve hatta halkı olduğu kadar halka sahip
çıkmak isteyenleri uyarmaya çalışmış,kendi dünya
görüşüne sahip çıkanlara sahip çıkmıştır.
Türkiye’deki siyasi mücadelenin kör dövüşünden
öteye gitmediğini gördüğü için kenini bütünüyle
eserlerine vermiştir.Radyo konuşmalarından birinde yeni
bir roman üzerinde çalıştığını anons ettiğine göre eser
vermediği tek edebi dal olan romana da girecek demektir.
(Anılan roman “Aynadaki Yalan” adıyla 1980
yılında, ikinci romanı “Kafa Kağıdı”da 1984 yılında
yayınlanmıştır.)
1980 ihtilali…
O büsbütün eserlerinin kapişonuna kafasını
gizlemiştir. Zira bu ihtiyar gövdeye, bu büyük mustaribe
eserini örerken gösterdiği öfkeye ihtilalci mantık hapis
cezasıyla karşılık vermişti.
Ve ihtilal sessizlik içinde geçti gitti…
İhtilalin hemen arifesinde onu “Sultan’üş-Şuara”
ilan ettiler. Kimbilir belki de sultanlığın gizli tadını
çıkarıyordu Üstad.
Ve o sustu, ihtilal mantığı devam etti.5 Mayıs
1983 günü bütün dağların doruklarını küçük ipek
kanadıyla gezen o zarif,zarif olduğunca mustarip ses
susmuştu. Belki de ruh gözüyledaha a olgunlaşsınlar diye
onu bekaya yolcu eden gönüldaşlarını ve peşinden gelen
milyonları sağ kaşını kaldırarak seyrediyordu.
Ona merhamet dilenmek bize düşmez. İnanmanın
nuru içinde kalmasını dileriz…

129

Son gün olmasın dostum çelengim,top arabam,
Alıp beni götürsün tam dört inanmış adam!..
Not:Bu bölüm;
O ve Ben /İst-1978 ; Babıali /İst-1975
Tanrıkulundan Dinlediklerim /İst-1968
Cinnet Mustatili / İst-1977;Müdafaalarım / İst-1969
Çile / İst-1975
Yukarıda anılan eserlerden yararlanarak hazırlanmıştır.

130
RENKLER
ve ÇİZGİLER

TANRIKULUNDAN DİNLEDİKLERİM
/Kelimeler... Kelimeler
DEDİ:
-Beni, hangi mevzuda olursa olsun, hemen
görebilmen için tek çare, sadece düşünmendir. Meşhur
masalda, parmağındaki yüzüğü ovar ovmaz "dile benden
ne dilersen" diye karşısında bir zenci köle çıkan çocuk
gibi, elini hangi fikrin madenine değdirecek olursan
önünde beni bulursun.
Benden ayrılırken, beynim kıvrım kıvrım istifham
dolu, kendini sokakların cereyanına bıraktın:
Bu adamda kimdir? Bu izbede ne arıyor? Oturduğu
damaltı ev midir, bu bir mescid mi, eski bir tekke mi ne?
Ona kimler bakıyor? Nerede doğdu, kimin nesi, nasıl
yetişti, neler gördü ve geçirdi ve nihayet ne oldu? Heyhat
ki oğlum, senin bazı fikirler etrafında muhtaç
bulunduğun dekor eşyası müstesna, bu hususlarda elde
edebileceğin hiçbir şey yok... Zira ben, yetmiş şu kadar
senelik, hayatım, Anadolu’nun bir köşesinde bir cami ile
bir çeşmeye ve çerden çöpten birkaç çatıya malik köyüm,
nihayet beni sığındırdıkları köşe, bildiğim suratım ve
halimle, senin kafa kağıdı çerçevesinde bir merak

131

mevzuu olmaya pek değmem. Vazgeç bütün bunlardan,
istersen beni, belli başlı bir hayatı, doğum yeri, oturduğu
suratı ve edası olan saf bir fikir diye ele al... Bunu
yapamaz mısın? Farzet ki ben, sana bir başka cesedin,
çehrenin ve birkaç müşahhas hususiyetin içinden
seslenen, her istedikçe karşısına çıkan ve her istedikçe
karşısına çıkabileceğin saf ve mücerret bir fikirden
ibaretim. Aynadaki hayalinin nabzı, duvardaki gölgenin
kanı, dağ başındaki çığlığın aksi, rüyadaki temasının
vücudu, böyle bir şey... Eğer bunu mutlaka
şahıslandırmak istiyorsan, sana, kendi hayatımdaki, gayet
basit bir izah anahtarı verebilirim. Basitlerin basiti.
Üzerinde hiç durmadan geçilecek izah:
-Tanrıkulu, alelade bir müslümandır.
Sen beni merak edip öğrenemezken, ben seni, merak
etmeden öğrenmiş bulunuyorum:
Sen, şairmişsin, şair, muharrir, filan, falan... Yani
kelimeleri düzenleyip başkalarına okutmak ve dinletmek
davasında bir adam. Eyvah, öyleyse insanların en
davalısına çattım demektir. Ama ziyanı yok, bizim
mezhebimizde, herşeyi bıraktıktan sonra, bırakmayı da
bırakmak bulunduğu için, esası davasızlık olan
mezhebimizi, davasızlık davasına da düşmemek için,
seninle her davada karşılaşmaya razı edebilirim. Zaten
birbirimize karşı ahdimiz, seninle bu dünyanın davalarını
çözmeye çalışmak değil miydi? Sen şair ve muharrirsin
ha!.. Kelimelerin hokkabazı, mefhum takozlarının
mimarı, mana unsurlarının muhasebecisi... Dur bakalım,
seninle bir hesap oyununa girişelim. Oyun dediğime
bakma, mümkün olduğu kadar ciddi, hatta müthiş bir
oyun...

132

Bizim bütün düşüncelerimiz ve duygularımız, bir
had, bir sınırla çevrili, değil mi? Lisan haddi, dil sınırı...
Öyle bir had ki, ezelden başlayıp ebede kadar gitsek,
nihayetini, ucunu bucağını bulamayız. Ve bu had,
birbirinin sağında ve solunda nisbete giren kelimelerin
namütenahi tertiplerinden doğuyor, öyle mi, değil mi?
Güzel!.. Elimize sadece dört tane kelime alalım: Mesela
"Tanrıkulu iyi adam değildir"... Alâ! Bu dört kelimenin
birbirine nisbeti, sağına ve soluna isabet etme ihtimali
kaç türlü olabilir? Bir dakika bekle, aramana lüzum yok...
1,2,3,4... İşte sana dört tane rakam... Bu rakamları
birbiriyle nisbet halinde kaç türlü kullanabiliriz?
Adetlerin iliminde basit düstür... Tam 24 türlü
kullanabiliriz. Rakamları sıralamağa lüzum yoktur her
halde... Bir parça hesap bildiğini sanıyorum. Şimdi her
kelimeyi bir rakam farzederek, mahut dört kelimeden kaç
türlü nisbet doğacağını görelim. Tabii aynı şey, tam 24
türlü... Bu defa sana her nisbeti ayrı ayrı gösteriyorum.
Sıkılmadan takip et, bakalım bu nisbetlerden bir eksik
veya bir fazlasını bulmak mümkün mü, muhal mi? İşte,
işte:
Tanrıkulu iyi adam değildir...
Tanrıkulu iyi değildir adam...
Tanrıkulu adam değildir iyi...
Tanrıkulu adam iyi değildir...
Tanrıkulu değildir adam iyi...
Tanrıkulu değildir iyi adam...
İyi Tanrıkulu adam değildir...
İyi Tanrıkulu değildir adam...
İyi adam değildir Tanrıkulu...

133
İyi adam Tanrıkulu değildir...
İyi değildir adam Tanrıkulu...
İyi değildir Tanrıkulu adam...
Adam Tanrıkulu iyi değildir...
Adam Tanrıkulu değildir iyi...
Adam iyi değildir Tanrıkulu...
Adam iyi Tanrıkulu değildir...
Adam değildir Tanrıkulu iyi...
Adam değildir iyi Tanrıkulu...
Değildir iyi Tanrıkulu adam...
Değildir iyi adam Tanrıkulu...
Değildir adam iyi Tanrıkulu...
Değildir adam Tanrıkulu iyi...
Değildir Tanrıkulu adam iyi...
Değildir Tanrıkulu iyi adam...
Gelelim neticeye. Bir lisanda kelimelerin sayısı
muayyen mi? Elbette. Muayyen vahitlerin birbirleriyle
nisbetleri, kaç türlü ve ne kadar olursa olsun, muayyen
midir? Elbette.
Aman oğlum, dikkat kesil, dikkat!!! Sana çok kolay
görünüyor ama, en zor iş üzerindeyiz, yahut sana çok zor
görünüyor ama, en kolay iş üzerinde... Sen yalnız dikkat
kesil:
Sayılı vahidlerin birbirine kaç türlü nisbeti olursa, o
şekillerde sayılı olmaya mahkum bulunduğuna göre, bir
lisan içindeki bütün tertipler, en duyulmadık deli
saçmasından, en görülmedik ciddi esere bir vatanı
kurtaracak hamle sırrının izahından, bir hastayı iyi
edecek ilacın terkip ifadesine, bütün yalanların yalan
veya doğrusundan bütün doğruların doğru veya yalanına

134

kadar, hatta bu cümle ve her cümle de beraber, evvelden
muayyen, evvelden mukadder, evvelden malum evvelden
mevcut şeyler değil midir?
Dikkat et oğlum, dikkat et. Bu muayyenin, bu
mukadderin, bu malumun, bu mevcudun dışında, ne bir
hasta sayıklıyabilir, ne bir inkılâpçı yolunu bulabilir, ne
bir alim keşfini yapabilir, ne bir şair edasını
kalıplaştırabilir. Görüyorsun ki, her şey, amma her şey,
oralarda ötelerde, bizi aşan bir alemde, hazır mevcutlar
halinde, bir ağacın dalları gibi üst üste bekliyor, ve biz
boyumuzu uzatabildiğimiz nispette bu dallardan bir
yemiş koparıp yiyebiliyoruz. Fakat yemişin kendisi bizim
değil, ağacın... Gölgesi ve tesellisi de bizim...
Geçenlerde senin bir yazını okudum. Lisanı kainatın
planı gibi bir şey farz ediyorsun. Bu farzında sana hak
verebilirim. İşte bir kainatı kendi mekanında, kendi
kendisine nazaran muamelesi, onun gizli bir manto içinde
nasıl sımsıkı kavranmış olduğunu akıl ve hesapla ispata
yetiyor. Bize kendi başına ve her defa ayrı ayrı mevcut
gibi görünen her şey, asli, esaslı ve tek bir mevcut
önünde ya bütün varlığından soyunuyor, o zaman
korkunç bir yokluk uçurumuna düşüyoruz, yahut mutlak
ve sonsuz varlığın her mevcudu kahredici büyük
tecellisine koşuyor, o zaman da prensiplerin, sistemlerin,
neş'elerin ve aşkların en üstüne erişiyoruz.
Mesafelerin gide gide ulaşamadığı, sayıların yüksele
yüksele yetişemediği, hadlerin bitişe bitişe
yekpareleşemediği son, büyük son herşeyi mantosunun
içinde sımsıkı saran ve sınırlaştıran nihai sebep ve netice
Allah'tır. Ve işte hangi ticareti yaptığını ve nereden neyi

135

alıp nereye sattığını bilmesi gereken kelimelerin
tüccarına, kelimelerle verilecek ders bu kadardır.
Ben ona "başını kes ve arkamdan gel." dememiş
miydim? Zira mevcutların ötesine geçmek ve
hürriyetlerin üstüne çıkmak için tek çare, hudutsuzlukla
aramızdaki biricik geçit olan ruhun yoluna girmek...
"İman tam olduğu zaman ispat yoktur"un sırrı da
burada...
Seni, kelimelere duyduğun itimattan mahrum etmek
istemem. Unutma ki, davamız bu dünya ile ve
kelimelerle... Onlara, bir kerecik fikrin topyekun dibini
ve kökünü yokladıktan sonra yine itimat edebilirsin.
Elverir ki, aklın nihai vazifesi kendi kendisini tahrip
ve anlayamayacağını anlamak olduğu gibi, onun
vasıtaları kelimelerin de iç yüzünü ve gizli işaretlerini
yine onlarla keşfeder gibi olasın... Ondan sonra yine
onlara güvenebilirsin...
TANRI KULUNDAN DİNLEDİKLERİM /
ALLAHIM SENİ İSTİYORUZ
YILLARDIR insanlık, derin ve sinsi bir dert çekiyor.
Bu dert, sinirleri bozuk bir mirasyedi oğlunun iç sıkıntısı.
Mirasyedi çocuğu, gözünün bir işaretiyle yeryüzünün
bütün çeyizlerini ayağına serdirebileceği halde
hiçbirisiyle avunamıyor. Lastik toplarını ısırıyor, renkli
balonlarını iğneliyor, motorlu fillerini, pervaneli atlarını
yerlerde süründürüyor ve bütün zenginliklere arkasını
dönmüş, bir pencereden, bir türlü kendisine kadar
gelemeyen güneşin toprak üstündeki altın lekelerini
seyrediyor. Bu hastalık masallardaki dünya güzeli
şehzadelerin derdi gibi bir şey. Başında bin doktor ve

136

üfürükçü, bin hokkabaz ve falcı çare arıyadursun o,
günden güne fenalaşmakta...
Denizaşırı bir memlekette bir takım kardeşleri, tuhaf
bir ülke kurdu. Evleri itfaiye merdivenlerinden, gökleri
arı kovanlarından, sokakları, üstünde binlerce bıçağın
işlediği bileği taşlarından farksız... Orada, uzun cam
gözlü, dört köşe omuzlu, az konuşan, konuştuğu zaman
da kurbağa gibi sesler çıkartan bir insan örneği
peydahlandı. Suratı yoğurttan daha çizgisiz olan bu tipin
ne zaman ağladığı, ne zaman güldüğü, ne zaman
heyecanlandığı belli değil... Yalnız bir paspasın üstünde,
yumruklarına deriden bohçalar sarmış iki çıplak insan
boğuşurken, milyonluk kalabalıklar karşısında, bir takım
kısa pantolonlu çocuklar meşinden bir yuvarlağı
kovalarken iki lastik tekerlekli araba 80 derece meyilli
bir dönemeci kıvrılırken gırtlağından naralar boşanıyor.
Ufak bir ameliyatla aşka ait her kahırdan kurtulmuş
harem ağaları gibi, içinin bütün zehirlerini sinirleriyle
beraber söktürmüş olan bir insan örneği, teselliyi
cematlaşmakta aramanın korkunç misali... İşte, bütün
harikası sadece kemiyet planını alabildiğine
köpürtmekten ibaret (Yeni Dünya) isimli diyarın
macerası...
Beri tarafta, şarka doğru bitmez ormanlar ve sonsuz
(stepler) memleketinde başka kardeşleri, yıldızların bile
duyduğu bir çığlık kopardılar: Komünizma!..
Yenicami merdivenlerinde asker terhislilerine leke
sabunu satan işportacıların kolay belagatiyle dünyayı,
asırları, medeniyetleri, milletleri ve sınıfları markaladılar.
Bütün derdi, fazladan bir demet soğan, bir yağ ve iki saat
istirahattan ibaret bir sınıfın ıstırabı, insandaki büyük ve
mücerret idrak ıstırabının yerini almak istedi. O günden

137

beri kainatı dört köşe gören bir madde telakkisi,
hadiselerin ebedi düğümünü ayıran ruh kavrayışına, sefil
bir yokluk mantığı, mantığın üstündeki varlık
murakabesine, Eskimolara bile vadeden insaniyetçi
dolandırıcılık, millet aşkına, sokak afişçiliği, saf ve halis
san'ata, adi vuzuh, ulvi muğdile düşman kesildi. Sonunda
onlar da, ezeli ve ebedi kıymetlerin çoğuna, merkezinden
mahrum olarak, sinsi sinsi dümen kırmakta aradılar
muvazeneyi...
Gelelim, (Adriyatik) kıyılarından esmeğe başlayıp
Baltık sahillerinde kasırgalaşan, sonra dünya
büyüklüğünde bir balon gibi patlayıveren mahut
tecrübeye: Faşizma ve Nazizma...
Bu tecrübe, eşya ve hadiselere tahakküm iktidarından
düşen, öz terakkileri içinde boğulan (Greko-Latin)
medeniyetinin kendi nefsine karşı bir aksülameli oldu.
Bir aksülamel, kendi kanunlarına mukaddeslerine karşı
bir isyan ve ihanet... Garp medeniyetinin son yemişi
müsbet bilgiler, onu bir hançer gibi tutan elde, hiçbir
başka hak ve mukaddes tanımaksızın, mutlak bir imtiyaz
ve tahakküm edasıyla mirasa konmak istedi.
Ve meydanı, hiçbir insanî ideolocya gayreti olmayan,
sadece kabuslarda bile görülmez bir iştiha ve ihtiras
psikolocyasıyla şişmiş, ilim ve sistem sahibi bir
canavarlık hamlesi kapladı. Netice malum...
Ya demokrasyalar?.. Hastalığın başı onlarda... Bir
zamanki sahte muvazeneleri ve sonra bu muvazeneyi
allak bullak eden madde keşiflerinden sonra, rahimlerine
bu iki (menfi)yi düşüren, bilmeden geliştiren, doğuran ve
nihayet teker teker boğup kilise kapılarına bırakmaya

138

mecbur olacak kadar bedbahtlaşan, şu anda maddede
muzaffer, fakat manada büsbütün müflis olanlardır.
Hiçbir misal ve tecrübe, insanlığı kandıramıyor. O,
kifayetsizi ve delaleti hemen seziyor. Menfiyi, çürüğü,
günübirliği sezmek işten bile değil. Fakat müspeti,
sağlamı, devamlıyı bulmak, davaların davası...
Niçin o kadar tapındığı müspet ilimler ona tesellisini
vermiyor. Ölülerin kalbini şişelerde zıplatan doktorları,
suyun altında, havanın üstüne merdiven kuran
mühendisleri, Londra'da ki fısıltıyı Tahranda dinleten
kaşifleri var. Bütün bunlar içinin yıkıntısına niye ilaç
değil?..
Ruhunun bütün nizamı çöktü. Bestekarın kulağına
eski vecdin sesleri yerine sar'alı kadın çığlıkları ve
Afrikalı vahşilerin tepinmeleri geliyor. Ressamın gözüne,
eski ahenkli yüzler yerine, yedi başlı zebaniler ve kemik
hastalıkları koğuşundan seçilmiş hilkat galatları
görünüyor. Mimar gökyüzüne bağırsak gibi şeyler
çekiyor. Şairin şiiri, daha içini okumadan, uzaktan
bakıldığı vakit, kocakarı ağzı gibi yıkık dökük... Üstünde
oturduğumuz eski taş devri aletleriyle yontulmuş,
işsizlik, ümitsizlik ve bedbinlik teneşirleri...
İnsanlık bunalıyor!!!
İşte bütün dava, insanlık bunalıyor!!!
Belki de bunalmaktan kurtulmak için ayaklandırdığı
kıyamete rağmen insanlık bunalıyor. Ve asıl bundan
sonra bunalacak!..
Son yıllarda zamanın en ince çizgisine dokunan
filozof ormanlarda dolaştı, ve (Bunalma felsefesi) başlığı
altında korku ve sıkıntıyı bestelemeye çalıştı. Şimdi de
insanlığın beklediği yeni ve büyük (Metafizik)ten
bahsediyorlar.

139

Artık anlıyoruz: Allah dünyamızdan çekilmiştir.
Dünyanın ve her şeyin mutlak sahibi dünyadan
çekilmedi, dünyanın kalpleri, kendilerini onun nurundan
çekti. Allah dünyamızdan çekilmiştir.
Bize kim yol verecek? Kabuğunu emdiği şeyin
ruhunu tüküren ham ve kaba softa mı? Adını bile
anmayın.
Basit ve tabiatın üstünde, alem içi alem sezen
yepyeni (fevkalade) telakkisi, sen neredesin? Kaz
kümeslerine sığmayan üstün ruhun, istikbale ve
maveraya iştiyakından ne haber?.. Kurbanlık koyunlar
gibi boynu kesilmiş büyük saffet ve teslimiyet, bizi
Efendimize ancak sen kavuşturabilirsin.
Niçin yıllarca güneşe, ateşe, öküze ve ağaca taptık?..
Ne diye bu adi maddelere ruhumuzun esrar gömleklerini
giydirdik? Hep bu dört şeklin dışındaki ruhu, hep bu
yaşadığımız günün ilerisindeki anı, hep bu gençliğin
üstündeki durağı ifadelendirmek için...
Dünya ilk defa olarak Allahsızdır. Artık ne bir
(harikulade) telakkisi, ne bir sonsuzluk duygusu, ne bir
gizlilik idraki, ne bir yarın iştiyakı.
Hızını büyük imanlardan alan müspet bilgilerimiz,
lokomotifi bozulan vagonlar gibi ilk darbeyle yürüyor ve
hep inişlerden faydalanıyor. Yokuş göründü.
Vagonlardan çığlıklar geliyor: Nasıl tırmanacağız?..
Allah dünyamızdan çekildi. Bu çekiliş, bir insandan
cesaretin çekilişi bir çehreden sevginin uçuşu, bir
bahçeden baharın gidişi gibi, kaba madde üzerinde takibi
mümkün bir iş değil...
Ve işte bunalıyoruz, bunalıyoruz!!! Günün en ince
çizgisi, bu... Rahatsızız, mahduda sığamıyor, hudutsuzu
dolduramıyoruz.

140

Her sakatlık ve çarpıklık yalnız bu yüzden...
Bu hal, her vasfı ihmal edilen ruhun, göze görünmez
bir planda, kâinat kadar büyük şahsiyetini ihtar edişinden
doğmakta...
Dünyanın ve her şeyin mutlak sahibini, has aynası
olan gönüllerde, mutlak sahiplik tecellisine davet etmeyi
bilecek miyiz, bilmeyecek miyiz. Bilmeyeceksek bilelim
ki bir saniye ilerimizde, artık bir daha zerrelerimiz yan
yana gelmemecesine müthiş, patlama anı var!..
Allahım! Seni istiyoruz!..

(1943)

TANRI KULUNDAN DİNLEDİKLERİM /
İnanmak
GÖZLERİNDE hep o kuşların gözlerindeki incecik
perdeye benzer şeffaf tül... Fikri, gözyaşlarının içinden
süzüyormuş gibi, ağlamaklı:
-Batmayacağına inanarak, dedi, suya bas, yürür
gidersin. İmkansız olan belki buna inanmandır, su
üstünde yürüyebilmen değil... İnanmaktan açayım,
inanmaktan... İnanmak, insanoğluna vaat edilen bütün
mucizelerin anahtarı... İnanmaya memuruz. Ne kadar
kuvvetimiz varsa hepsini inanmaktan alıyoruz. Neye
inanmıyorsan, sen o şeyde, kanatları kesilmiş bir kuşsun,
uç bakalım, uçabilirsen... Eşya ve hadiselerin varlığı,
kendisini, kendi zati varlık heyetinden evvel, bizim

141

inanmamıza borçlu. İnandığımız her şey var,
inanmadığımız hiçbir şey yok...
Sustu, ince ve esmer dudaklarını buruşturdu, devam
etti:
-Sezmiyor musun ki, bütün kainat misilsiz bir tılsım
kavanozunda, bir kaç ışık, renk, çizgi ve ses oyunu içinde
kendi kendisine hiçbir vücut sahibi olmadan, sadece bir
vücut fikri yüzü suyu hürmetine varlık şartlarına bürünen
muhteşem bir yokluk planından ibaret... Bu yokluktan o
varlığa, tek bir geçit yol veriyor. Ruhumuzda kıl kadar
ince bir geçit... İnanmak... Bu alemde insandan başka her
unsur, tam ve mutlak bir inanma uykusunun huzuru
içinde... Cemat, nebat ve hayvan, memur oldukları işlerin
tam ve mutlak imanına bürülü... Halbuki inanmak, büyük
ve sonsuz iman, inanmanın ta kendisi, ruhu ve cevheri,
insana mahsus... İnsan inanacaktır ve bütün insanları peşi
sıra götürecek...
Bir an, asma kütüğünün içini oyan bir kurdun diş
seslerini duydum. Peşinden Tanrıkulu'nun sesi yetişti...
-Mektep kitaplarının sayfalarında, kibrit çöpleriyle
aydınlattıkları birkaç bin senelik tarihe bak. Bugüne
kadar insanlık, her neye ve nasıl inanmış olursa olsun,
yalnız inanmanın eserini vermiş!.. İnanmış, toprak
ekmiş... İnanmış, şehirleri kurmuş... İnanmış, meydanları
açmış... Ve bir bakmış, imanının başı üstüne, çın çın öten
kubbeler çekmiş... Maddeyi zerre zerre teftiş edip her
zerrenin öbürüyle münasebetini aramaya kalkışmış.
Mermeri, içinde bir nabız çarpıp çarpmadığını anlamak
için talaş talaş yontmuş... Sadece inanmış... Ve eline
geçen herşeyi, inanmanın nema payı olarak kazanmış...
Şimdi bak, dikkat kesil. Nihayet, insanoğlu, nema payını
sermaye zannedip ana sermayeyi o türlü ihmal eder

142

olmuş ki, tarlaları samyeli basmış, şehirlerini zelzele,
meydanlarını ihtilal ve kubbelerini zifiri karanlık... Zerre
zerre teftişe kalktığı madde, kılı halat kadar gösteren
pertavsızlar ve bir dairede kaç çizgi ve her çizgide kaç
nokta bulunduğunu hesaplayan düsturlar altında, kendi
yokluğunu bizzat haykırmaya başlamış... İçindeki nabız
seslerine doğru talaş talaş yontulan mermer, merkezine
yaklaştıkça korkunç sar'a nöbetleriyle çatlamaya yüz
tutmuş.
Gözlerinin keskin cımbıziyle iki kaşımın ortasından
yakaladı:
-Bütün bunların hesabı tek kelimelik... İ n a n m a m
a k... insanlık şimdi inanmamak devrinin tam
kemalinde... Çevir başını da şu mezarın küflü
kavuğundan arkadaki duvara, duvarın üstündeki kırık
kiremitlerden şehire, şehrin en yüksek minaresinden en
yüksek buluta ve oradan bütün yeryüzüne görüyor
musun?
-Bütün yeryüzünü görüyorum.
-Orada ne görüyorsan, topyekün şu mutlak illete
bağlayabilirsin... İnanmamak... Zamanımız,
inanmamanın kamil anını: ve mekanımız, inanmamak
buhranının kamil cümbüşünü çerçeveliyor.
Sesinde, kemanın en tiz perdesinden en kalınına
geçer gibi bir ahenk değişikliği:
-Usulümüze dikkat! Muhitten merkeze doğru
gitmiyoruz, yolumuz, merkezden muhite doğru... Bir
dairede merkez, yerini ve yurdunu değiştirmese mümkün
bir unsur, bir eşya değil; bir esas, bir hikmet, bir
bedahattir. Mükemmel bir hiza çizgisi üstünde bir sıra
adama bakarken, göz yalnız adamları görür ve hizayı

143

anlar, halbuki hiza diye elle tutulur, gözle görülür bir şey
var mı ki?
Sesi duyulmayacak kadar hafifliyor:
-Bedahetlere güven. Onlar ruhumuza gökten şimşek gibi
düşen gerçekler. Şu gerçeği, bir müsellesin dört çizgili
olamayacağı tarzında kafana mıhla ki neye ve nasıl
olursa olsun,insanoğlu, inanmadan, bir gölgedir, su
üstünde kırışık, bir esneme, bir aksırık, bir hiç... Evvela
inanmaya inan. Neye ve nasıl olursa olsun, inanmaya
inan... Onsuz ne biz mevcuduz, ne başka bir şey...
İstersen bir odun parçasının tepesine sırmalı bir külah
geçir ve ona inan... Fakat inan... Göreceksin ki, odun
parçası, birden bire, (Burak) kesilecek, dört ayağını
yerden kesip havalanacak ve Sana, evvela kendini, sonra
yeryüzünü fethettirecek... İnanmaya inanır inanmaz,
inanmanın da kime mahsus olduğuna hemen inanırsın...
(1943)
TANRIKULUNDAN DİNLEDİKLERİM / Mistik
DOSTUM, ben bazı mefhumlara adeta acırım. Sahte
borç senediyle malı mülkü haczedilip sokakta bırakılmış
soylu bir insana acır gibi... (Mistik) mefhumu da
bunlardan...
Garplı bir mana ailesinden gelen (Mistik)
mefhumunun bizzat Avrupa'da çektiği yanlış anlaşılma
çilesi, bir zamanlar, bir Fransız muharririne ne ağır şeyler
söyletmişti. Fransa'da bile kolaylıkla anlaşılamayan
Fransızca bir kelimenin gerisindeki mefhum, bu diyarda
ne hale gelir, hesap et.

144

Şu (Mistik) mefhumu, ne esrarlı bir otomobildir ki,
kimse onu kullanmaktan aciz olduğunu itiraf etmeksizin,
herkes içine atlıyor, var kuvvetiyle gaza basıyor, ve
hiçbir işaret memuru görmemiş kargaşalıklar caddesinde,
mana tenezzühüne çıkıyor:
-Filan adam (Mistik), falan değil, filan görüş (Mistik)
olamaz, falan telakki (Mistik)tir.
Bizde, (Mistik) delaleti üzerinde düşülen müşterek
hata, onun din softalığı manasında alınmasıdır. (Mistik),
aslında dinlerden çıkma bir mefhum olduğu halde,
felsefenin elinde müşahhas mevzuundan ayırt edilmiş,
herhangi bir mevzua tatbiki kabil, hususi bir düşünce ve
duygu tarzı olarak sistemleştirilmiştir. Allah'a inanan ve
inanmayan iki adam, felsefe ölçüsüyle, aynı zamanda
(Mistik) olabilir. Adamına göre, inanan (Mistik) değildir
de, inanmayan, (Mistik) dir. Mesela, büyük ve dindar şair
Mehmet Akif (Mistik) değil, fakat küçük ve dinsiz şair
Ahmet Kutsi (Mistik)tir.
Namütenahi derin ve seyyaliyetli bir tarif seciyesi
olan (Mistik) görüşü, ilmi bir öz halinde tarife çalışayım,
dinle dostum;
Herhangi bir şeyi, bir maddeyi, bir hadiseyi, onu saran
akli kanunlar dışında tefsir etmek, onlarda birer içyüz
aramak, delaletlerinde gizli bir müessir sırrı bulmak, işte
(Mistik) görüş...
Bu bakımdan, dinin sadece akli planında kalanlar,
asla (Mistik) değil. Zira onlar, düpedüz bir hakikatin,
düpedüz tebliğcileri vaziyetindedir. Herhangi bir dinsiz
de, (mistik) mefhumunun anası olan din çerçevesinin
dışında, herhangi bir madde veya hadiseyi, o madde ve
hadisenin maverasına ait bir tefsir tarzına bağlayınca
(Mistik) olur.

145

Kaydetmeğe bile değmez ki, en gerçek (Mistik),
topyekun kainatın maverasına ait mihrak hakikat olan
ilahi mananın müncezibidir. Yani perdenin arkasındaki
ışığı gören ve ona tutulan...
Fransız filozofu (Bergson) "Din ve Ahlakın İki
Kaynağı" isimli eserinde, büyük kudretin yalnız (Mistik)
görüşten fışkırdığını belirtir. Zira (Mistik) görüş,
maddeyi aşmak, eşya ve hadiselerin gizli kaynağına
ulaşmak hamlesidir.
Demek ki, mücerret manada (Mistik), şu veya bu
mevzua bağlı olmak gibi bir katiyet ve muayyeniyetten
uzak, içine her şeyi ve her mevzuu alabilecek bir görüş
ve duyuş tarzı... Onun içindir ki, bir yerde (Mistik) bir
tefekkür ve tahassüs edası görür görmez, hemen
sormalıdır:
-Bu mücerret (Mistik)teki müşahhas hedef ve gaye
nedir?
O da size cevap verir:
-Dînî, yahut içtimai, veya millî, hayır sadece insani,
yahut da hepsini birden içine alan bir (Mistik)...
Dostum, benim dostum...
İşin hazin tarafı, bazı fikir tulumbacılarının,
(Mistik)le fodlacı yobazı aynı şey zannetmesidir.
Ha, dur, sana şu (Mistik) tefekkür ve tahassüs
tarzının günümüzdeki kıymet derecesine ait birkaç laf
edeyim:
Artık ayan beyan bir vakıa olmaya başlamıştır ki,
günümüzün genç adam örnekleri, tamamıyla ruhçu ve
bütün hedefleriyle materyalizmaya zıt bir inanma
ihtiyacıyla cayır cayır yanmaktadır. Bunu bin bir
alametten anlıyoruz. Bu hal,senin için, yani dünyayı

146

ruhçu zaviyeden görenler için, misilsiz bir beşaret
haberidir. Genç adam, dünya kıyametinin içinde ve
doğmak üzere bulunan dünyanın eşiğinde, ilk (kosmos)
çizgilerini müjdeleyen kafasını, ruhçu ve milliyetçi
(Mistik) anlayışın elmastıraşıyla yontmağa başladı.
Üzerinde hiçbir zaman ve mekanda tam ve halis bir
murakabe kurulamayan ve dünyanın dört bucağından
gelme tesirlere karşı can evi açıkta bırakılan genç adam,
bugün içindeki halisler kütlesiyle, ezbersiz ve
yapmacıksız, rehbersiz ve delilsiz, kendi kendine
kıymetler muhasebesini neticelendirmiş, safını bulmuş ve
yolunu seçmiş görünüyor.
Bir zamanlar Babıali caddesinin gaflet karanlığında,
kaldırım fareleri gibi koşan fikir müstahzaratçısı şairlerle
(broşürcü)ler bu müdafaasız genci nasıl istismara
kalktılar, hatırlamalıyız.
Artık paydos.
Bu zaferin sahipleri, daha dün hokkabaz düdükleri
içinde sesleri boğulmak istenen ve (Bay Mistik) diye
anılan birkaç kalem sahibidir. Güneşin doğuşu ile batışı
arasındaki 12 saatlik devreye hiçbir zaman razı olmayan
(Bay Mistik), özlediği istikbale kavuşmak üzeredir.
Senin ne olduğuna, sizin ne olduğunuza gelince,
bunu (Mistik) kelime gibi, adi, züppe ve orta malı bir
mefhum aleti asla tercüme edemez. Nasıl ki, Kandillide
sahil hane sahibi Fransız (Kontu)nun salonunda süs için
bir köşeye atılmış işlemeli seccade, ele alındığı kadro ve
üslup içinde kendi öz manasını haber vermekten mümkün
olduğu kadar uzaktır.
Sen, benim dostum, sadece Müslümansın, ve bütün
duygu ve düşünce feyzini İslâm ruhunu kaynağı olan
Tasavvuftan almaktasın, hepsi bu kadar.

147

TANRIKULUNDAN DİNLEDİKLERİM / Onu
Nasıl Tanıdım
DİNMEK bilmez bir ağrı çeken diş... Ne kibrit
çöpünden imdat, ne berber kerpeteni, ne karanfil yağı, ne
de eczacı güllacından...
İşte böyle, bir zamanlar beynim "mutlak hakikat"
acılarına yataklık etti. Ağrıyan akıl dişimdi.
Masallardaki benzetişle, denizler mürekkep, ağaçlar
kalem olsa bu acılar sayıp dökmeye yetmez.
Hayatımda öyle bir gün doğdu ki, kundaktan patiğe,
emzikten kısa pantolona, oyuncaktan boyunbağına,
karalama defterinden polis hafiyesi romanına, beş taştan
iskambil kağıdına ve ayva tüyünden kır saça kadar, anne,
baba, dadı, mektep, arkadaş, kitap, hoca, tabiat, şehir,
cemiyet, kimden ne aldımsa hepsini geriye verdim.
Ruhuma istifledikleri hazırlop dünya bir sarsılışta yıkıldı
gitti.
Bilmem ki, hiçbir fani, dünyaya gelmiş olmak adına
bu kadar ağır bir borç senedi imzalamış mıdır?
Bir tohumu, cevherini bulmak için merkezine doğru,
tabaka tabaka soyup hiçbir şey bulmamak, üstelik
tohumun ezbere inanılmış hakikatini de kaybetmek gibi
her şeyi elden çıkarıverdim.
"İmam-ı Gazali"nin midesine aylarca tek damla suyu
bile kabul ettirmeyen ve "Paskal"ın beyninde urların en
müthişini kabartan kanlı fikir çilesinden payıma düşenleri
anlatmaya kalkmayacağım. Dünyaya gelmiş olmak adına
benimki kadar ağır borç taahhüdüne girişmiş olanlar bilir
ki, çoğu yer yüzüne alacak senetleriyle gelen insanlara bu
bahiste anlatılabilecek şeyler pek az...

148

Ben yalnız, doğrudan daha gerçek bir yalan,
vakıadan daha ölçülü bir masal, maddeden daha katı bir
hayal anlatacağım:
Tanrıkulu, Tanrıkulu, onu nasıl tanıdım?
Ve işte ruhumun büyük zelzelesini, bir yıkıntı alemi
içinde Tanrıkulu'na açılan gizli kapıyı meydana çıkarmış
bir saik diye haber veriyorum.
Evet "Niçin" ve "Nasıl"ı benim, hikayesi sizin olsun,
şu kadar yıllık kainat, gözüme, bütün yaftalanmış, raflara
dizilmiş, istenmeden herkese dağıtılmış ve sorulmadan
midelere indirilmiş hakikatleriyle, yeni baştan ve teker
teker gerçekleştirilmeye muhtaç göründü.
Eşya ve hadiselerin aslını, özünü, cevherini
araştırırken galiba öyle bir sırrı tırmıkladım ki, bu sır
şahlandı, beni çarptı, rahat ve mesut insanî körlüğümün
nezaret ufkunu kararttı, ve artık hiçbir şey görmemek
yerine, ensemden bastırıp bana dipsiz bir kuyuda yokluğu
göstermeye kalktı.
Bu kuyuda, "öz ağzımdan kafatasımı kusarcasına Allah'ın
gölgesini gördüm. Maddenin mahbus olduğu kaba bir
dört köşe içinde birtakım eşya ve hadiseleri düzenleyip
Allah'a var diyenlerle, yine birtakım eşya ve hadiseleri
düzenleyip yok diyenlere nisbet, ruhumda beşeri
kanunların tezgahı o türlü devrildi ki, bu devrilişin
altından ancak Allah doğrulabilirdi. Herşeyi o türlü
kaybettim ki Allah'ı kazandım.
Aman efendim! Boğaziçinin bir kıyısından öbürüne
geçmek için on paralık bilet yeterken, bu geçidi,
kendinden evvelki hiçbir alet ve vasıtaya başvurmaksızın
geçmeye zorlanan adamın felaketini düşünsenize.
İşte bütün iman ve inkarı uçuk bir anne dudağından,
soluk bir "İlmi Hal" kitabına kadar, ortamalı ve demirbaş

149

aletlere dayanan adamcağıza karşılık, Allah, bana
kendisini, kendi elimle buldurmak için taş kırıcı bir
balyoz gibi enseme nasıl indi, bilseniz...
Bir geceydi...
Pencerelerimde sabah, koyu siyahın her an bir daha
açık mavi bir renk püskürtülürcesine yavaş yavaş maya
tutuyordu. Masamda uçları kütleşmiş birkaç kalem ve bir
yığın kağıt, dişleri birbirine kenetli birkaç ve sigara ölüsü
dolu kocaman bir tabla, saçlarım yüzümde ve çenem
göğsümde enseme inen balyozu maddi bir tesir halinde
duydum.
Duvarlara, kapı tokmaklarına, merdiven
tırabzanlarına tutunup kendimi yatağa dar attığımı dar
hatırlıyorum.
Bütün gücümü tek saniyenin içine teksif edip kendi
kendime verdiğim "uyu" emrinden sonra, ertesi gün, ağır
bir ameliyat baygınlığından uyanmış bir hastaydım ben...
Her şey yepyeni ve bambaşka:
O güne kadar gururların ve nefs istinatlarının en
küstahlarıyla müdafaa ettiğim ahmak emniyetler bir
tarafa, merkezinde Allah bulunmak üzere, ruhumda ve
namütenahi bir daire şeklinde inşasına mecbur olduğum
bütün bir kainat bir tarafa...
Sokakta, arkamdan kaldırıp önümden yere bıraktığım
ayağımın iki hareketi arasındaki zaman atomlarını
birbirine bağlamayacak kadar yaman bir (metafizik) teri
dökerken, ayağımın değdiği her noktada arz kışrı
çökecekmiş gibi korkunç bir istinatsızlık vehmi
çekiyordum.
Vehim bir şüphe...

150

Beni ısıran vehim ve şüphe akrebini hiçbir insan
gözü görmedi.
Bakınız:
-Sakın bu dünya, göze görünür ve görünmez her
şeyiyle, doğacak bir çocuğu kandırmak için bütün
insanların birlik olup uydurduğu bir yalan olmasın? Ve
sakin o çocuk ben olmayayım?
Bana öyle geliyor ki, herhangi bir coğrafya
mevkiinden, herhangi bir hadisenin sebep ve neticelerine
kadar bütün yeryüzü, bu müthiş yalanın korkunç
nizamından ibaret... Mesela şimal kutbu diye bir yer
yoktur, annem beni doğurmamıştır, iki kere iki dört
etmez, tarih baştan başa uydurmadır, şu dakikada filan
devletle falan hükümet, aralarında sadece politika taklidi
yapmaktadır, tabut içinde gidenler de mahsus kaskatı
kesiliyor ve mahsus dudaklarını kıpırdatmıyor.
Ve kapıları, pencereleri sükutları, soğukkanlılıkları
tekmeleyip avaz avaz haykırmak istiyordum:
-Doğrusunu söyleyin bana doğrusunu söyleyin.
Hepiniz birden, bütün kanunlarınız ve bütün
müesseselerinizle elbirliği edip bir insandan, meçhul bir
insandan bütün hakikati gizleyebilmek tecrübesindesiniz.
O insan benim işte. Söyleyin bana her şeyin doğrusu.
Eşya ve hadiselerin peçesini kaldırın ve iç yüzünü
gösterin.
Ve belki de tımarhanedeki deliler, kursaklarındaki
sırrı artık ağızlarından kaçıracak kadar ruhları zayıfladığı
içindir ki, böyle demir parmaklıklı kümeslere
kapatılmışlardı.
Daha ne istiyorsunuz?
Bir daire, bir çizgi, bir nokta, bir hareket, bir fiil, bir
mefhum, zaman, mekan, ölüm, hayat etrafında,

151

kuyruğundaki makaranın arkasından dönen bir kedi
yavrusu gibi kıvrılıp duruyordum.
Bir iğneli fıçı ki bu, üstünden kanat uçsa kanatları
kana boyanır.
Her şey, amma her şey,içimde dumana, rüzgara,
gölgeye, sıfıra karışırken, yalnız bir şey, kendisinden
başka her şeyin yokluğu pahasına mutlak bir varlık
şartına bürünüyordu.
-Yalnız Allah var... Var olan yalnız Allah... Her şey o
kadar yok ki, yalnız Allah var... Allah öyle var ki,
kendisinden başka hiçbir şey yok...
Tam otuz yaşındayım... Yedi yaşından beri, çok defa
yatağıma yüzükoyun uzanıp bir mum ışığında okuduğum
kitaplar, içimde uçsuz bucaksız bir sahife... Bu uçsuz
bucaksız sahife, kıvrım kıvrım yanmış kül olmuştu.
Yalnız bir tarafında, ateşin çepeçevre sardığı yanmamış
bir parça vardı: İslâm tasavvufuna ait bir kitaptan şu
satırları yeni bir şekle sokmuştum:
"Bir İrşad ediciye varmadan olmaz.
Yollara düş, bucak bucak ara ve irşad edicini bul.
Genç adam, tepe düz, o şehir senin, bu köy benim,
yıllarca araştırdı durdu:
Kırdığı her cevizin içi bomboş...
Nihayet bir gün, bir dağ başında, koyunlarını otlayan
bir çoban gördü. Kuzguni siyah bir zenci...
Zenciye:
Beni irşad edecek birini arıyorum, dedi, arıyor ve
bulamıyorum. Bana yol göster.
Zenci, ufukların etrafında gövdesi ve gözleriyle
çepeçevre bir daire çizdikten sonra genç adama döndü,
mırıldandı:

152

-Dört bir istikameti kokladım. Seni benden başka
irdaş edecek yok. İrşad edicin benim.
Ve Genç adam zenci çobana kapılandı... Ve erdi..."
İçimde, her biri bine bölünen yankılar:
-Bir irşad ediciye varmadan olmaz. Yollara düş,
bucak bucak ara ve irşad edici bul. Seni kim irşad
edecek? Mucize iklimlerinin irşad edicilerini bu asırda
bulmak...
Zifiri karanlıkta bir akşam,iki sıra ağaç arasından
evime doğru, yerden kalkmaz bir çuval gibi vücudumu
sürüklerken, yol ortasında bir gölge gördüm. Gölge,
sanki kafamın dört duvar arasındaki yankılarını
duymuştu. Bir ağaca yaslandı ve içinde karanlığın yiv yiv
helezonlaştığı gözle beni tarttı.
Her an mucize bekliyordum, şaşırmadan, her şeyi
olağan buldum, haykırdım:
-Kimsin sen? Söyle.
Gramofon plağı cızırtısına benzer müthiş bir fısıltı:
-İrşad edicinin habercisi.
-Ne istiyorsun? Masal dünyasında mıyız? Bu
zamanda bir irşad edici
-Her zaman bir irşad edici var.
Gökte bir yıldız düşerken muradını kestirebilen bir
kavrayış acelesiyle atıldım:
-Çabuk, yerini, yurdunu, adını, sanını bildir.
-İlle, bir tarif mi istiyorsun?
-İlle bir tarif istiyorum.
Sigara kağıdından daha ince bir kamış gibi içi ses ve
nefes dolu gölge büküldü, sıçradı, biraz ileride,
karanlığın dipsiz kuyusunu çemberleyen sokak ağzına
daldı ve yine müthiş fısıltısının koyuverdi:

153

"Sır vermez"e git. "Tesbihçiler"den geç, Sağa sap,
"Kapalı Cami" sokağına gir Yürü, yürü. "Yıkık
Çeşme"nin karşısında "9" numara...
Göğe baktım bir yıldız düşüyordu.

(1943)
ÜSTAD NECİP FAZIL KISAKÜREK'İN IIFSO 3.
GENEL KONFERANSINDA YAPTIĞI
KONUŞMANIN TAM METNİ
Sizi Türk Milletinin değil, içinde Türk'ün de eridiği
İslâm Bütünlüğünün genç ve aydın temsilcileri sıfatıyla
ve aşkla selâmlarım.
Sözlerim, her biri kamusluk çapta tafsilât isteyen ve
okyanuslara dökülse suların renk ve lezzetini değiştirecek
bir kesafet belirten birkaç maddeden ibarettir. Türkiye'de
İslâm dâvasının 30 küsür yıllık kavgacısı ve çilekeşi
olarak, bu maddelerin sihirli bir musiki âhengiyle
ezberlenmesini ve her birinin ipek kozaları halinde lif lif
çözülüp İslâm ideolocya örgüsüne unsur teşkil etmesini
dilerim. İslâm davasının birinci maddesi bu günkü hale
niçin ve nasıl gelindiğinin tarih kıstasına malik olmak
borcudur. Batı adamının yaban domuzları gibi ağaç
köklerini kemirerek hayat sürdüğü ortaçağ demlerinde
dört bucağa fildişi ipekli kumaş kağıt ve daha nice masnu
yüklü kervanlar çıkaran mezopotamya havzasının
mevkii, bu gün Avrupa ve Amerika’yla yer değiştirmiştir.
Harun'ür-Reşit'in Şarlman'a gönderdiği on iki kapılı, her
kapısından saat başı bir kukla çıkıp yine hücresine dönen
meşhur saat karşısında o zamanki batı adamı nasıl apışıp
kalmışsa, biz de bu gün, aslında birer oyuncaktan başka

154

bir şey olmayan garp aletlerine karşı, çenemiz düşük,
mahkum durumdayız.
Neden?
İslâm vecd ve aşkını o aşkın beslediği, eşya ve
hadiselere tahakküm şevk ve zevkini kaybetmemizden...
İşi satıhcı (Diyalektik) ve ezberci yaftacılığa
dökmemizden... Kur'an emirlerini anlamak ve yerine
getirmek ehliyetini elden çıkarmış olmanızdan... Kur'an
da "Ben kulumu, eşya ve hadiseleri feth ve teshir etmesi
için kendime halife olarak yarattım!" buyuran Allah ne
cilvedir ki, kelamına inandığını söyleyip de
uymayanlardansa, inanmayıp da uyanları dünyaya hakim
ve "bizi" onlara esir kılmıştır.
Evet; Tek sebep, vecd ve aşkın, ve çocukları büyük
idrak ve fetih hamlesinin cihat idealini, insanlığı hakka
ve kendine irca gayesinin kaybedilmiş olması...
Abbasiler devrinde gölgelenen ve paslanan İslâm, orta
asya çöllerinden kasırga gibi esici, yeni, İnsan ve
kâinattan habersiz, fakat saffetli ve lekesiz bir ırkın eline
geçti. İsmi "Türk" olan bu ırk, ilk defa ruhunu İslâm
teknesinde yoğurdu, düşünebilme haysiyetine İSLAM’da
kavuştu. Kahramanlıkla aşk ve imanı bir araya getirince
de 16'cı asra kadar Dünyanın en büyük İmparatorluğunu
kurdu, Üç kıtadan ibaret medeniyet dünyasının kilit
noktasına çöktü ve "Seyf-ül İslâm-İslamın Kılıcı" oldu.
Gerisi Malum...
Allahın devamlı ve en çetin imtihanı vecd ve aşk
uçup gider. Yerine kuru ve kısır akıl gurur ve azamet
duygusu geçer. Garplıya ait (Rönesans) hamlesindeki sır
ve hikmet çözülemez. Garbın, madde alemine seyislik
hünerini kazanmaya başlaması üzerine korkunç bozgun
çığırımız açılır, taarruz devremiz sona erer. Nihayet,

155

"Tanzimat-ı Hayriye isimi altında Garbın" Talimat-ı
şerriye" sine boyun eğilir ve maymunları bile güldürecek
kadar sığ bir taklit merhalesine girilir. Ortalıkta, ne
doğuyu bilen, ne batıyı anlayan, yamalı bohça ve pamuk
ipliğiyle sökük dikme inkılapçılardan başka hiçbir
tefekkür zümresine rastlanamaz. Bu gidiş bir asır kadar
sürer ve nihayet yarım asırdan beri, tek çarenin İslâmı
çöplüğe atmaktan ibaret olduğu anlayışına inkılap ismi
verilerek Türkün Ruh köküne kezzap dökücü, maddi ve
manevi ağacını kurutucu beyin kırışıklıklarını ütüleyici
ve gönül dehasını kirletici bir ruh kıtaline zemin açılır.
Bu son safha, Mustafa Reşit Paşa ve kumpanyası
tarafından başlatılan cereyanın kemale erme
hengamesidir. Ve artık kemal halindeki kötülüğün zevale
yüz tuttuğu kapı-müjdeler olsun- açılmaya başlamıştır.
Şahıslarınızda İslâm alemine hitap ederek en yüksek
sesle bildirmenin gün gelmiştir ki 11. Asırdan 16. Asra
kadar Türkün elinde yüceltilen İslâm sonunda Türkiye'de
bozuldu ve İslamlık iddiasındaki her yerde ayni hale
geldi. Şimdi ancak Türkiye'de düzeltilmelidir ki, her
yerde düzeltilebilsin... Bu, asırlarca İslâm'ın kılıcını
elinde tutmuş olan Türk'e, tarihi bir kader olarak Allah'ın
verdiği bir imtiyazdır ve bu imtiyaz noktasını birleştirici
mihrak gözüyle dikkatle bakmak lazımdır.
Hemen noktalayalım: Benim ve hamurunda parmak izleri
bulunan yepyeni ve dipdiri Mukaddesatçı Türk
gençliğinin ırkçılık ve kavimcilik diye bir davamız
olmaz! Ankara Üniversitesindeki bir konferansımda
"Eğer gaye Türklükse bilmek lazımdır ki, Türk,
Müslüman olduktan sonra Türktür" diyen ben, ille
ırkçılık ve kavimcilik mevzuunda bir suale hedef
tutulacak olursam, tereddütsüzce, dünyanın en üstün ırkı

156

ve kavmi vakasını merkezindeki mukaddes varlık
zaviyesinden Arapta bulduğumu söylerim. Ama bu
günkü Arap değil dünkü Arap... Tıpkı bugünkü Türk
değil dünkü Türk.
Bu günkü İslâm dünyası, istisnasız, dünyanın her
tarafında kaidesi mümin ve müslim, zirvesi de kafir ve
mürtet bir erham manzarası arz ediyor. Kaide halk, zirve
de güdücüler... Türkün güdücülüğünden neticede haçlılar
sayesinde sıyrılan ve istiklalini bulan İslâm
devletlerinden birçoğu, Türkün zaafı yüzünden elde
edebildikleri bu bağımsızlığı kendi kuvvetleriyle imla
edememişler; ve bu defa, İslâm'ın Türkiye'deki hazin
macerasını, türedi idarecileriyle, Türk rejim ve
güdücülerini kopye ederek benimseme yollarına
girmişler, zaman ve mekana liyakat ölçüsünü bu gidişte
bulmuşlardır. Şu anda İslâm ülkelerinin başında
bulunanlar, ekseriyet ifadesiyle, aynı kalıptan dökülen
sabit (Motif)ler gibi, belli başlı ve mücerret bir tipin
maketlerinden ibarettir.
Membaını, mansabını, özünü ve hakikatini
bilmedikleri bir sosyalizm modası... Biz ona sosyalizma
uyuzu diyoruz...
Dünyamızın devlet başkanlarından kimi, yurdunda
Ramazan orucunu Resmi tamimle yasak edecek derecede
küfründe zâlim, kimi de şeriat müdafaasında kalbi
samimiyet ve siyasi dirayetinden şüphe verecek kadar
atılgan ve toy... Ve hemen hepsi İslâm'ın ulvi (İdeoloji)
ve üstün stratejisinden gafil, cahil ve fikirsiz... Bunları
hep aynı mücerret tipin kabında şekillendiren batı,
yahudilik, masonluk ve emperyalizm ajanları pek ala
takdir etmektedir ki, İslâm Alemi böylelerinin elinde
oldukça kendisi için hiçbir tehlike mevcut değildir.

157

Gerçek manada bir İslâm davası fışkırışına yol açılacak
olursa da, Topyekun İslamiyet, bu ajanların taşıyacağı
bayraklarla 20'nci veya 21'nci asır "Ehl-i salib"ini
karşısında bulacaktır. Bu "Ehl-i salib"e mutlak küfür
bayrağı "Orak-Çekiç" bile katılmakta tereddüt
etmeyecektir.
Arap aleminin, nimet olduğu nispette bela habercisi
petrol...
Bu hayati cevher, Allah tarafından, ruh müdafaasını
yanında ne büyük bir madde muhafazasına memur
edilmiş olmanın çilesini telkin edeceği yerde, tembellik,
hazır yiyicilik, vurdum-duymazlık karakterini
nemalandırıyor. Bu hal de, "şimdilik" kaydıyla ve bir gün
tepeden inmek üzere fırsatları her an gözlemek şartıyla
batıyı fevkalâde memnun ediyor.
Petrol, batının gözünde, her şeyden habersiz
Müslümanlara, bazı rekabetler yüzünden şimdilik emanet
olarak bırakılmış bir "Ab-ı hayat"dır; ve yarın bu
rekabetler arasında bir ortaklaşma, uzlaşma veya
büsbütün hesaplaşma ve kapışma meydana gelir gelmez,
mutlaka tepesine çullanarak, kapanda bir av
mahiyetindedir. İslâm dünyasının bu incelikten haberi, bu
azim tehlikeye karşı (strateji)si ve nimeti hak etme
gayreti mevcut değildir.
İslâm dünyasının, doğu ve batı arası mahsup sırlarını
çözebilen ezeli olduğu kadar ebedi hakikatlerini karşı
dünyaya tatbik ehliyetini belirten, içini ve dışını
muhasebe kudretini gösteren ciddi ve üstün çapta
mütefekkirleri yoktur. Onlar da, bazı sahte
reformculardan, aklı bilmez ebleh akılcılardan ve kaba
satıh mühendislerinden başkaları değildir... İslâm
aleminin dünya ve kainattan habersizliği öyle fecidir ki,

158

aziz ve mukaddes dava adına nerelerde,kimler tarafından,
neler yapıldığı ve ne gibi davranışlar gösterildiği eserler
verildiği bilinmez! Meselâ huzurunuzdaki çilekeş fikir
adamının eserleri batı dillerine çevrilir, yeni Türk
Gençliği üzerindeki emeği Avrupa'da ve İsrail'de takip
edilir ve İslâm dünyasında tanınmaz. Sahnede, bir takım
adi ve pespaye her türlü temsil vasfından uzak, kendi
kendilerinin satıhçısı bir takım manevi gümrük
simsarlarından başka kimse görünmez! "Dostlar alış-
verişte görsün!" kabilinden kurulan dernekler ve
tertiplenen kongreler, konferanslar, kanser hastasının
yüzündeki sivilceyi görmekten ileriye varamaz! Davanın
ilacını isimlendirmek şöyle dursun, eczanenin adresi bile
öğrenilemez! Güneşin doğuşuyla batışı arasında 12'şer
saatlik, gününü gün etme bataklığında meseleler
süründürülür ve yarına, düzlük ufkuna çıkma problemine
ait hiçbir ıstırap yaşanmaz, kurtarıcı ıstıraptan zerre
miktarı istidat vaad edilmez!
Şark nedir, Garp nedir. Bunlar hangi yollardan
gelmekte, hangi noktalarda çatışmakta ve sonunda ne
hale gelmiş bulunmaktadırlar? Şarkın ruhta akâmet ve
garbın maddede hakimiyet sebepleri nelerdir? Nihayet
bunca keşifleri içinde garbın, anaforuna yakalandığı
büyük buhran nasıl izah olunabilir ve topyekun insanlığa
hasretle beklediği nizam ve ruhi mesnet İslâmdan gayri
hiçbir yerde bulunmadığı teziyle nasıl arz edilebilir?
Bütün bu canavar sualler Mısır'daki
(Sfenks=ebülhevl) in korkunç tebessümüne karşı gizli ve
cevapsızdır. İşi mücerret ve (metafizik) planda ele almak
haysiyeti bir tarafa, en adi müşahhas ve madde
çerçevesinde görülebilecek göz nurundan bile yoksunuz!
Şu sualin bile cevabını ve hareketini hazırlamış bir ülke

159

misaline malik değiliz! İşte sual: Taklitçisine kendinden
diye bakmayan ve onu bahçe kapısından içeriye almayan-
batıya karşı maddi ve manevi kopma, hiç olmazsa
korunma (Strateji) ve (Taktik) fakültelerinden ders
alacağımız gün nerededir?
İslâm alemi Muazzam bir zuhur bekliyor! Bütün
vahitleri yerli yerine koyacak, İslâm, dünya çapında bir
murakabe süzgecinden geçirebilecek, kurtarıcı sistemin
sadece İslâm olduğunu laboratuarlara tasdik ve
vicdanlara kabul ettirecek, ülke ülke taklit cereyanlarını
kanalizasyon kanalları gibi kurutabilecek ve ilaçlayacak,
tarihin sahte ve gerçek kahramanlarını siyah ve beyaz
katiyetiyle birbirinden ayıracak ve ayıklayabilecek bir
zuhur...
Bunu sade biz beklemiyoruz. Mütefekkir tarihçi
(Toynbi) ve bazı garp düşünce adamları da artık
Hıristiyan medeniyetinin miadını doldurmuş, ve
istikbalin İslâm'a geçmiş bulunduğunu söyleyerek; kaygı
ve korkuyla aynı şeyi beklemektedir. Halbuki biz
halimizden kaygı ve korku duymamaktayız.
Bu zuhurun meydana gelmesi ehramda zirve
noktasını tutması, elekleşmesi ve kaideye inebilmesi için
devirmekte mükellef olduğumuz tam dört engel var:
1- İdarelere hakim taklitçiler ve sahte devrimciler
engeli...
2- Yahudilik, Masonluk ve Kozmopolitlik emrindeki
garp işportacılığı engeli...
3- Beşyüz yıla varan ve artık dölleşen bir irsiyet
neticesinde şimdi yılgın, bitkin, ölgün ve ezgin marka
Müslümanlarının cehalet, gaflet, hamakat ve atalet
engeli...

160

4- Sonunda nasıl olsa karşı harekete geçmeye mecbur
batı emperyalizması ve belki beraberinde getireceği
komünizma engeli...
Davayı tek tek içeride hal ve tesviye, sonra topyekun
İslâm aleminde hal ve tesviye, daha sonra batıda hal ve
tesviye, en sonra da insanlıkta hal ve tesviye...
Büyük ideal budur! Ona varılabilir mi, varılamaz mı
diye de bir istifhama yer yoktur! İdeal bu olmadan her
biri en aşağı 25 senelik mühlet isteyen kademelerden
hiçbirine varmaya imkân düşünülemez ve rüyaların ille
ve hemen maddeye nakşı beklenemez. Her ideal önce bir
rüya olduğuna göre bu davanın rüyasına erişilse yeter!
Tarihin milyara yakın bir topluluğa yüklediği, destanlık,
mikyasta zor, dipsiz fezayı kucaklayıcı kollar isteyen en
büyük meselesi, İslâm'ın davası, bazılarına mecnun bir
hayal gibi görünse de budur!
Her türlü bedavacılık, meccanilikten müstağni İslâm
davasının, bugün içte ve dışta arz ettiği müthiş çetinliktir
ki,bize mukaddes emaneti teslim eden Allah resulüne
liyakat borcunun mucize çapında bir ifadesidir.
Bir sual daha var:
Bu zuhur nereden gelebilir?
Daha dün, İslâm'ın kendisine bozulup da her yerde
bozulduğunu ve şimdi onda düzelirse her yerde
düzelmesi gerektiği yerden... Belki minarelerinde Allah
ve Resulünün isimleri çınlayan her yerden...
Böyle bir tecellinin zuhur istidadı bakımından bazı
hususi manalarla alakamız olsa da bu bahiste hiçbir
madde ve coğrafya taassubumuz bulunmadığını
kaydederek bildirelim ki, böyle bir zuhur ihtiyacı
mutlaktır: ve İslâm mutlak olduğuna göre onun da
nereden olsa gelmesi icab ediyor.

161

Huzurlarında bulunduğum İslâm dünyası aydınlarına
davayı hasis ve cüce siyaset dışı ve yalnız mücerret fikir
ve ilim gözüyle bu çapta vazederken özlediğimiz zuhurun
şimdi bu çatı altında bulunanlardan bir topluluğa nasip
olması ihtimaline kadar yer verdiğimi ve ümit beslediğini
kaydedeyim.
İnsan ve cemiyet, kendini hesaba çekmek kalitesine
ulaşınca aradığını bulur.
Sözlerimi, kainatın Efendisine ait kainat çapında bir
hadis ile mühürleyelim.
HESABA ÇEKİLMEDEN NEFİSLERİNİZİ
HESABA ÇEKİNİZ.
İSLÂM VE AKSİYON / Sahte Kahramanlar
İslâm, iman ruhunun, bitmez tükenmez, durmaz,
dinlenmez aksiyonundan ibarettir. Müslümanlığın vecd
ve heyecan anlayışını muhafaza eden, onun en küçük
emrine en ulvî mânâ gözüyle bakan, sonra da o emrin
gerektirdiği mücadele ruhuna bürünen her fert, İslâm’ın,
ebedî bir cehd, bir aksiyon dâvası olduğunu takdir eder.
Yoksa bakkallardaki boş konserve kutuları -hani, kutu
boşalır da içine başka eşya koyarlar!- sade marka
müslümanı kalacak olursak, ibadetlerimizi yerine
getirdikten sonra vazifelerimizin bittiğini sanırsak, iman
iddiasından utanmamız icap eder.
Kur'ân insanı Allah tarafından, eşya ve hâdiseleri teshir
etmesi, hükmü altına alması için yaratılmış olmakla ifade
eder. Allah, kuluna "Ben seni, yeryüzüne hükmetmen
için halifem olarak yarattım!" buyuruyor. Kur'ânla,
Allah'ın kelâmiyle başlayan ne büyük aksiyon emri...
İslâmın baş vazifesidir ebedî oluş yolunda sonsuz
hareket... Ve hiçbir yerde durmadan, hiçbir oluşu, olup

162

bitmiş bir merhale saymadan,devamlı hareket... Şimdi
size, konferansımın çok uzayacağından korkmasam,
Kur'ân âyetlerinden bazı misaller vermek mealler
okumak isterim. Dikkat ediniz: Kur'ân, bazen açık,
bazen kapalı bazen dolambaçlı, bazen bedihî, bazen
mecazî, baştan başa aksiyon emirleriyle doludur. Evvelâ
Besmeleyi alalım ele: Eğer her gün, her işimizde
kullanmakla mükellef olduğumuz, fakat papağanvâri
dudaklarımızda gezdirdiğimiz, bu, her fiilin anahtarına
ait hikmeti düşünseydik, İslâm’ın ne muazzam bir
aksiyon temeli üzerinde kurulu olduğunu görürdük.
"Rahman ve Rahim olan Allahın ismiyle" deyip, her
kudreti ona bağladıktan sonra işe girişmenin güven
duygusunu; ve onun rahmetinden kulunda tecelli eden
zafer iradesini düşünün! Bu iradenin, daima İlâhi
rahmetle, açmayacağı kapı mı vardır ki?... Ama,
kalbinize ve şuurumuza asılı duran bu yaftayı, aslâ ölü
kişilerin âkıbetine uğratmamak, hikmeti içinde tutmak
şartıyla... Yoksa Besmele, bavulumuzu açarken
kullandığımız basit anahtarın otomatizmine düşürülecek
olursa, elimize geçecek şey, kendi eski çamaşırımızdan
başka bir şey olamaz. Besmele, yalnız Allaha dayanılarak
yapılan, işin, vazifenin açış formülüdür; ve mânâ, hikmet,
güzellik, gerçeklik, tesir,tenbih bakımlarından hiçbir
dinde böyle bir anahtar mevcut değildir. Aksiyonun
anahtarı, efendim! Allaha ismiyle hitap, yahut sadece
Celâl ismini anmak, her zaman bir teşebbüs mânâsına
gelmez. Fakat Besmele'yi söyler, "Allahın ismiyle"
derken, peşinden mutlaka bir hareket lâzımdır.
Aksiyon dâvasından insan, daima ummadığına,
beklemediğine nail olmak imtiyazıyla müjdelenmiştir.
İşte "İnşirah" sûresindeki İlâhî tefsir: "Gerçekten

163

güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Mutlaka güçlükle
beraber bir kolaylık vardır." Kolaylığın iki defa tekerrürü,
bir zorluğa iki kolaylık olduğu mânâsında tefsir
edilmiştir. Ve nihayet, Allahın "Sabah vakti baskın
yapan, tırnaklarıyla yerden ateş fışkırtan atlar üzerine
yemin" etmesine kadar hamle ve hareket telkini...
Hadîsler, keza, Kur'ân âyetleri gibi, baştan aşağı
(aksiyon)u emreder. Gayret, ebedî gayret... Gayretin de
kelimesini klişe olarak biliriz, hakikatte sırrına uzağız.
"Allah gayretlidir ve gayretliyi sever." Hadis... "Allah
yüzlerinize ve mallarınıza değil, kalplerinize ve
amellerinize bakar." Bu amel sâde ibadet değildir. O, ve
asıl onun ötesi... "Allah indinde en sevgili amel, az olsa
da devamlı olanıdır." Çünkü devamlı olan neticeye gider,
saman alevinde iş yok... "Allah'ın eli topluluk
üstündedir." Yalnız bu hadisin derinliği önünde bütün
Garp tefekkürü hayran olsa yeridir.
Garbın tekâmül felsefesi malûm... (Bergson) isimli
20 nci asır filozofunun da "Yaratıcı tekâmül" görüşü,
felsefeye uğraşanların meçhulü değil... Bu felsefe ve
görüşte, zaman, en derin mânâyı taşır, her ân yenidir ve
yeniyi avlamakta sonsuz ceht, esastır. Allahın Resûlü
diyor ki: "Bir günü, bir gününe eş geçen aldanmıştır."
Her gün biraz daha yeni, biraz daha başka... Fakat her
gün özde ve esasta daima o... Aynı mihver etrafında
ebedî yenilik...
Şimdi efendim, buraya kadar konuştuklarımız, bir
girişti (aksiyon)a... Evvelâ mutlak (aksiyon)un mutlak
mânâsına el atalım... Mutlak vasfı Allah'a ait... Mutlak
aksiyon'cu da Allah... Mutlak! tâbire dikkat!.. Biraz sonra
göreceğiniz bir kutsî hadisten mutlak (aksiyon)u
anlayacaksınız. Hadîsin bildirdiği gibi, Kâmil Kudretin

164

kâmil işi, (aksiyon), mutlak (aksiyon), Allahın fiilidir.
Yâni "Hâlik" sıfatının halkediş fiili, (aksiyon)un, mutlak
(aksiyon)un tâ kendisidir. Yoktan var eden, var ettiğini
de sonsuz oluşa memur kılan ve sonunda her şeyi
toplayacak, hesaba çekecek olan Yaratıcının ebedî fiili...
İşte şimdi İlâhi isimler arasında "Fa'âl" isminin mevkiini
anlıyorsunuz. "Yâ Fa'âl!"... Anladınız mı? Klişe olarak
ezberlemekten ne çıkar? Allah ezelî ve ebedî "Fa'âl"dir.
Birçok yarım akıllılar şöyle derler: "Canım Allah bu işe
karışmaz! -hâşâ- Allahın işi mi yok?" Ve atalet isnat
ederler Allah'a... "Yaratmıştır. -hâşâ- kenara çekilmiştir,
seyreder durur." Halbuki tasavvuf inceliklerini bilenler,
takdir eder ki, Allah her ân var eder ve her ân yok eder.
Birbiri arkasından şimşek hızıyla gelen bir varlık vardır,
bir yokluk... Fakat yağmurun su damlaları gibi, o kadar
hızlı akar ki bu varlık ve yokluk, biz onu devamlı bir
varlık sanırız. İşte bu dünyada zekâlarını yırtacak kadar
germiş olan cins kafalar, varlıktaki bu yokluğa sarkacak
kadar ileriye varmış ve aralarında iman nasibine mâlik
olmayanlar yokluk uçurumunda hebâ olup gitmişlerdir.
Varlığa sıçrayıp da yoklukla beraber bunun bir "sun'i
İlâhî", Allah sanatı olduğunu anlayanlarsa -zira hem
varlık, hem de yokluk, Allahın mahlûkudur- akıllarını
kaybedercesine hayran ve teslim olmuşlardır. Onun
içindir ki, bir Fransız büyüğü, kendilerince büyük, hattâ
velî sanılan biri, imanın üstün zekâ hesabına bir borç
olduğunu belirtmek için şöyle der: "Velilik bir
mecburiyettir." İhtiyarî bir iş değil, bir zaruret... İşte,
tahkikî iman ve bazı tasavvuf incelikleri, bu hikmet
noktasına, bu hikmet noktasının İslâmî hakikatine
bağlıdır. Fazla tecrit terleri dökmeden ve derinleşmeden
devam edelim: Evet, bir varlığı bir yokluk, bir yokluğu

165

bir varlık tâkip eder; Allah her ân var ve yok eder: Bu,
mutlak (aksiyon)a ait oluş ahenginin izahıdır. Allahın bir
ismi de "Gaalib"... "Yâ Gaalib!"... Bunlar "Esma-i
İlâhiye", Allahın isimlerinden... "Yâ Fa'âl, Yâ Gaalib!"...
Her ân, her mekânda fa'al O'dur ve işlerin başında,
sonunda, her yerinde galib kendisidir. Çünkü zaman ve
mekân kaydı bizim içindir; ve bunların içinden tecelli
nurları fışkırtan Hak, hakikatte ve zatıyla bunlardan
münezzehtir. Mutlak (aksiyon)un, akıl ötesi varılmaz ve
sarılmaz hikmeti bu noktada...
Nihayet Hak, "Tekvir" sûresinde, bütün bu (aksiyon)un
neticesini şöyle haber verir: "Güneş, dürülüp kaldırıldığı
zaman, yıldızlar düşürülüp dağıtıldığı zaman, dağlar
koparılıp yürütüldüğü zaman, gebe develer boşanıp
koştuğu zaman, yırtıcı hayvanlar bir araya gelip başbaşa
verdiği zaman, denizler ateşe döndürüldüğü zaman,
ruhlar kalıplarını bulduğu zaman, diri diri gömülen kızın
hesabı sorulduğu zaman, defterleri açılıp yayıldığı
zaman, gök yerinden sökülüp yarıldığı zaman, o alevli
ateş daha çok yaklaştırıldığı zaman, Cennet müminlere
gösterildiği zaman..." Bu da İlâhî (aksiyon)un son
perdesidir.
Artık anlıyoruz ki, mutlak plânda (aksiyon)cu Allah,
kul plânında da, mutlak (aksiyon)cular peygamberlerdir.
Onun için peygamberlerin en büyüklerine "ülü'l-azm"
denir. Azm, hamle ve hedef sahibi peygamberler... En
büyükleri dört tane: Biri ve ilki, yâni en büyüğü, bütün
zaman ve mekânın ezelî ve ebedî peygamberi, Allahın
Sevgilisi ve Kâinatın Fahri... O'ndan sonra, derece
derece. Hazret-i İbrahim, Hazret-i Musa ve Hazret-i İsa
Görülüyor ki, bütün peygamberler arasında en üstün dört
derecede ikinci Hazret-i İbrahim, üçüncü Hazret-i Mûsa

166

ve dördüncü Hazret-i İsa'dır. Bunların dördünde de
(aksiyon), hamle ve hareket, gaye ve hedef, fiil ve amel
fârikası başta gelir.
Hazret-i Âdem'den İbrahim Peygambere kadar bütün
silsile, tevhidi talim ve insan topluluklarını bu merkez
etrafında billûrlaştırma (aksiyon)u içinde, hep mukaddes
sancağı elden ele teslim ederek aslî sahibine -
Peygamberler Peygamberine- doğru getirdiler. Fakat asıl
büyük, büyük üstü büyük (aksiyon) bu dört peygamber
zamanında başlar ve onların elinde tecelli eder. Hazret-i
İbrahim'in karşısında Nemrut, Hazret-i Mûsa'nın
karşısında Firavun, Hazret-i İsa'nın karşısında Roma ve
Allahın Sevgilisi karşısında bütün dünya...
Hemen noktalayalım ki, topyekûn hayat mevzuunda
insan aklının ne kadar mahsulû varsa, hepsinin birden
tohumu semavî dinlerdir. Bu günün müsbet bilgileri,
riyaziyesi, fiziği, tebabeti, hattâ terziliğe kadar insan
elindeki bütün sanatkar, kökte peygamberler tarafından
getirilmiştir. Peygamberler olmasaydı araba tekerleği bile
keşfedilemez, akıl kasasiyle ruh dolabının anahtarları ele
geçmezdi. Fakat insanoğlu, birçok meccânî nailiyetini
kendi öz eseri zanneder. Suratlarımızı bile tapu ile satın
aldığımızı sanır ve aslâ yadırgamayız; onu kendi
kazdırdığımız hüviyet mühürü gibi bir şey kabul ederiz.
Kazıyanını merak bile etmeyiz. Halbuki ismine "çehre"
dediğimiz bu korkunç mührü, milyonlarca ve milyarlarca
nüshası, çeşidiyle kazıyan bir Hakkâkın vücudu, ruh için
olduğu kadar akıl için de mutlaktır; ve O'nun baş
vasıflarından biri yaratıcılık, yani mutlak
(aksiyon)culuktur.
Bir meselemiz var! Vakit geçiyor, gece yarısı
yaklaşıyor ve henüz dâvanın ortasına bile gelmemiş

167

bulunuyoruz! Ne yapalım; çabuk mu geçelim? Ne kadar
sürebilir tahammülünüz?... (Sabaha kadar sesleri...
Efendim biz, sabaha kadar değil, hattâ yememek,
uyumamak şartiyle, son meselemizin son emrine kadar
ayakta dinlemeye dâvet edebiliriz herkesi... Aslında
günümüzün ve gayemizin nezaketi böyle bir zaruret
belirtir. Fakat, biz hem iç, hem dış şartlarımızla, bizden
ibaret değiliz henüz!. Birtakım ince hesaplar sahibi
olmak zorundayız. En ince bir (strateji)...
Şimdi dört ülü'lazm peygamberi ele alalım:
Nemrud'un karşısındaki İbrahim Peygamber, her büyük
(aksiyon)cusuna mukadder olduğu gibi, devrinin düşman
kutbunu ve şeytanî temsilcisini bulur. Put heykeltraşı
babasından, ufukların sarabildiği kadar insan yığınlarını,
en ateşli (aksiyon) üslûbiyle uyandırmaya gelen
Peygamber, nihayet ateşe atılmaya kadar vardır. Ateş gül
bahçesi olur. Mezopotamya'dan Hicaza ve Kâbe
noktasına kadar uzayan (aksiyon) yolu... Nesli Yirminci
Asra kadar uzayan Nemrut, mücerret mânâsı ve tipiyle,
her türlü madde hâkimiyet ve şevketine rağmen, bu
büyük (aksiyon)cu Peygamberin kayaları eriten iş ve
hamle nefesi önünde perişandır. Ondan sonra Mûsa
Peygamber... Muazzam (aksiyon) bünyesi... Esir ve
mazlum kavmine bir "Arz-ı Mev'ud = vâdedilmiş toprak"
sözü verilmiştir. Bu kavim,küfrü tepeleyerek, tevhidin
bayrağı altında bu vâdedilmiş toprakta saadete
ulaşacaktır. Aksiyonların aksiyonu... Firavunla
mücadelesi, taşıdığı asânın dokunduğu her yerde
(aksiyon) yolları açan sırrı, ikiye bölünen sular arasındaki
geçit, filân, falan, hep malûm... Fakat bu kavim,
Peygamberlerine hıyanet eder ve kendi içinden, kendi

168

münezzeh aslına rağmen Yahudi tipini yoğurur ve ayrıca
nesilleştirir, milletleştirir.
Sırası gelmişken Yahudiye ait küçük bir ipucu vereyim:
Mûsa Peygamberin kavmi Benî İsrail'dir; fakat Yahudiyi
biz, demin çıtlattığımız gibi; o kavimden geldiği halde o
kavmin özünü temsil edici bir tip diye göremeyiz "O
halde Yahudi nedir?" diye vaktiyle bana, bir Yahudi
sormuştu. Demişti ki: "Hem ondan gelir, hem o değildir
ve onu temsil etmez! Bu nasıl bir iştir?" O'na şu cevabı
vermiştim: "Yahudi, evvelâ Peygamberine,
Peygamberlerine ihanetle işe başladıktan sonra bu ihanet
ruhunu dölleştirmiş, o ruhu döl cevherinin içine
sindirmiş yeni bir ırk halinde örnekleştirmiş ve nesil nesil
üretmiş ayrı bir kan vâhididir ve gerçek İsrail oğulları
ondan münezzehtir." Yahudi büyüğü, bu cevap karşısında
ne evet diyebildi, ne hayır; ve işi "mistik safsata"
tesellisine bağlamaktan başka bir şey yapamadı.
Mûsa Peygamberin mucizeleri sayısız... Koynuna
sokup çıkardığı "Yed'i Beyza - Beyaz El" onda bir
(aksiyon) sembolüdür. Yılanları yutan ve denizleri bölen
asâsından, yine bir (aksiyon) sembolü olarak bahsettik.
Sina dağına çıkış, orada İlâhî hitaba eriş ve döndüğü
zaman kavminin ihanetine şahit oluş... Peygamberi Sina
dağındayken altun buzağıya tapmaya başlayan ve hiçbir
kurtuluşla yetinmeyip hiçbir nimetle doymayan bu
kavim, sonra sonra (mikrobik) intişarlarla dünyaya
yayılacak, kendi kendisini mayalandırıp artık muayyen
ve yeni bir ırk vâhidine bağlayacak, bu yeni ırk vahidi
yeryüzünde dînî ve millî bütün birlikleri çürütmekten ve
kendi hizbini korumaktan başka gaye tanımayacak ve
böylece Beni İsrail'den, leylek yumurtasından karga
çıkarcasına bambaşka bir kol zuhur edecektir. Hazret-i

169

Mûsa ise, hem kavmine zulmedenlere hem de nefsine
zulmeden kavmine karşı, öz nesebinin münezzehliği
içinde, (aksiyon)cu peygamberlerin en büyüklerinden biri
kalacaktır.
Hazreti İsa'da (aksiyon) birden bire göze çarpmaz.
Onun havalara üflediği nefes, derinliğine bir iç (aksiyon)
içinden bir müddet sonra meydana çıkar ve dünya
İmparatorluğu Roma'yı silip süpürür. Ölüleri dirilten,
körlerin gözünü açan İsa Peygamberde, dış (aksiyon) ayrı
bir mânâ taşır ve kendisinden sonra belirir.
Sırayla, derecede ikinci, üçüncü ve dördüncüyü, birer
kısa şimşek ışığı altında gösterdik. Şimdi birincideyiz,
birincilerin Birincisinde, peygamberlerin
Peygamberinde... Her dâvanın, meselenin, gayenin zirve
noktasında kısaca topyekûn oluşun biricik hikmetinde...
Allahın "Sen olmasaydın, sen olmasaydın; kâinatı
yaratmazdım!" dediği ve bütün varlık hikmetini O'na
bağladığı Peygamberlik Tacı... Her şeyle beraber
(aksiyon) dâvasının da hikmet zirvesi O'nda olduğu için,
bahislerini, bahsimizin ana temeli bildik ve bu yüzden
sona bıraktık. Bu son, başın başı olmanın sonu... Yakıcı
hürmetimiz yüzünden anamadığımız mukaddes isme
salât ve selâm olsun...
Demin işaret ettiğimiz Kudsî Hadisi işte anladınız;
mutlak aksiyoncu Allah'ın, yaratma aksiyonunda gaye
olarak gösterdiği Gaye -İnsan ve Ufuk- Peygamber...
"Sen olmasaydın, sen olmasaydın; kâinatı
yaratmazdım!" Yaratılışın bağlı olduğu Varlık Nuruna,
düşünün (aksiyon) ne kadar bağlıdır.
O'nun, gerçek hayatı getiren hayatına bir göz atalım:
Nübüvvete erince geçirdiği haşyetler, heyecanlar, o
büyük memuriyet önündeki, beşerî (beşer olmaya beşer

170

fakat beşerin en üstü) dehşet içinde birden bire ilâhî emir:
"Ey örtülere bürünen Nebi, kalk ve insanlara emirlerimi
bildir!" Aşağı yukarı meâli bu... Ve işte İslâm (aksiyon)u
açılmıştır. İslâm tarihini biliyorsunuz. Bir sürü çile,
mücadele, şu, bu...
Bir gün Kureyş büyükleri O'nun yanına gider, her
tehdidi, her işkenceyi yaptıktan ve netice alamadıktan
sonra dönerken derler ki: "Nedir senin gayen? Başımıza
reis olmak istiyorsan, buyur ol! Hasta isen bütün
malımızı verelim, dünyanın en iyi hekimlerini getirelim,
kurtul! Saltanatsa muradın, sultanların sultanı yapalım
seni! Ne mümkünse bu madde âleminde ve elimizde,
hepsini verelim! Tek bu dâvadan geç!" Vereceği cevap
birçoğunuzun bildiği cevap, gerçek (aksiyon)a, Allah'ın
emriyle başlayan büyük (aksiyon)a sahip insanın en ulvî
cevabıdır: "Sağ elime güneşi, sol elime kameri verseniz,
bir de bana, muhal farz, ebedî hayatı bağışlasanız yine
dâvamdan dönmem!" İşte bir (aksiyon)cunun her ân
tekrara ve içinden pay devşirmeye mecbur olduğu büyük
ölçü... Bu arada bir misal var ki, mevzuumuzla doğrudan
doğruya alâkalı görülmüyor ama, Nebî makamındaki
hakiki (aksiyon)cunun ne demek olduğunu, hâlisiyetinin,
samimiyetinin atılganlığının derecesini mucize çapında
gösteriyor. Allah Resûlünün her hareketi; kirpiğini
oynatışından, parmağını kaldırışına kadar her hareketi,
hakiki Müslüman nazarında zaten bir mucizedir. Ama
insanlar, umumî mânâda mucize diye bir şey bilir ve
isterler. Hususilerini bilmek, daha derin irfanla kabildir.
Şimdi anlatacağım vak'a insana hiç de olmaz,olamaz
görünmediği halde, O'nun en büyük mucizelerinden bir
tanesidir: Mekke'deki malûm gong... Tekrarlayalım bin
kere: Ancak tehlike zamanlarında çalınır, daha evvel el

171

sürülmez ona... Birden, bir kızgın yaz günü, o gong
çalınmaya başlıyor. Etrafa alevden sesler fışkıran bir tunç
ürpertisi... Bütün Mekke'li koşuyor, bakıyorlar ki, bir taş
üstünde Allahın Resûlü... Diyor: "Ey Kureyş topluluğu!
Ben size desem ki, şu dağın arkasında düşman var, şimdi
Mekke'ye girmek üzeredir; girecek ve çoluğunuzu
çocuğunuzu kesecek, malınızı yağma edecek! Buna
inanır mıydınız?" Hepsi birden: "Evet, inanırdık! Sen
emin sıfatlısın, yalan söylemezsin!" diyorlar ve şu cevabı
alıyorlar: "Ben Allahın Resûlüyüm! Buna da inanın
öyleyse!" Buradaki samimiyet ve hâlisiyet ifadesi,
mûcize istemek, aşağı tabaka halkın işidir. Mûcize
istemek ve mûcizeye muhtaç olmak avam işi... Ondan
sonra İslâmın safhalarını biliyorsunuz. Hicret, Bedr
muharebesi... Bedr, üç yüz Müslüman mücahidin, birkaç
misli bir küfrü târumar edişi... Ve öyle bir hava içinde
târumar edişi ki, herkes, er dilediği zaman karşısına aynı
âilenin kardeşi, amcası, yeğeni çıkıyor. O Arapta ki, -
bunu anlamak çok zor- kabile gayreti her şeyin üstünde...
Biz o havanın içinde değiliz. Kabîle inancını yıkıcı
imanın ne demek olduğunu kestiremeyiz.
O dinî imandır ki, zencinin yüzünü beyaza
çevirircesine bütün kökleşmiş bâtılları söküp atmış;
inkılâp ve (aksiyon)ların en büyüğüne zemin açmıştır.
Uhut... Peygamber sözünü dinlemenin bir küçük
imtihanıdır. Sonra Hendek, Mekke'nin fethi, Batı
istikametinde Tebük ve sâire... İslâmın kılıcı havada
yıldırımlar çizmektedir. İşte (aksiyon)un sembolü kılıç...
Buraya gelmişken, ince bir kıymet hükmü koymalıyız.
Garplıların bizim dinimize itirazlarından bir tanesi,
dinimizin kılıçla yayıldığı ve merhamet, telkin, fikir
yolundan yürütülmediğidir. Buna verilecek cevap çok

172

basit... Garplı, kendisinin Hazret-i İsa'ya isnat ettiği,
bambaşka bir din icat etmiştir. Bu, o din değildir. Onun
dini, sahte bir merhamet edebiyatı, abes ve köksüz bir
(mistik) ve sun'i esrar tertiplerine dayanır. Bu girift
meseleyi ben, meşhur ve koyu katolik bir Fransız
tefekkür adamıyla görüştüm ve galiba onu cevaptan âciz
kalacak hale getirdim. İslâmın kılıcı ise bir operatörün
elindeki, (bisturi) = neşter gibidir. Farzedelim: Bir çocuk
hasta, ölmek üzere... Hemen ameliyat lâzım... Annesi
avaz avaz bağırıyor. Komşular, yakınlar, filân... Onların
merhameti mi daha değerlidir? Hiçbir ses çıkarmadan,
rap rap, beyaz gömleğiyle yürüyen, hastayı masaya
yatıran ve acıtarak vücudunu kesen doktorun merhameti
mi?... İslâmın kılıcı, ucunda merhameti götüren Şifalı
âlettir. Ve bu merhamet, mevcut bütün merhametlerin
üstündedir.
Hazret-i Ebûbekir'in bir sözünü söyledim o Fransız'a,
Garplı fikir adamına... Garplı deyip geçmeyin; çoğu nisbî
bir insaf sahibidir. Hiç kimse Muhammedî Nuru
kaybetmişleren daha idraksiz ve insafsız olamaz. Evet;
bu sözü duyan Garplı ağladı. Söz Hazret-i Ebûbekir'e ait,
ondan da Bâyezid-i Bistamî'ye geçmiş bir duadır. Şöyle:
"Yârabbi! Sen kâmil kudretsin. Kâmil, eksiği ve
fazlası olmayandır. Her şeye kudretlisin. Yarın
cehenneminde benim vücudumu o kadar büyüt ki, onu
yalnız ben doldurayım. Başka kullarına yer kalmasın
orada..." İşte erişilmez merhamet! Hattâ devrinde,
hilâfetinde, ayni büyük zat, Hazret-i Ömer'in öfkesinden
şikâyet edenlere, "yok, yok demiştir; kalsın, benim
merhametimi tâdil ediliyor, kıvama sokuyor." Bu kılıcın,
bir hareketi var. İş bu kılıcı, İslâmın kılıcını anlamakta...
Bu, öyle bir kılıçtır ki, hiç kimse Peygamberin

173

rahmetinden, ruhundan gelen cereyan damarlarında
dolaşmadıkça onu hakkıyla idâre edemez.
Milyarlarla ton ağırlığında, durdurulmaz bir balyoz
gibi küfrün kafasına inen bu kılıç, muhatabından "Allah
bir!" diye bir ses duyacak olursa, ne derece tutulmaz,
zaptedilmez bir noktada bulunursa bulunsun, hemen, bir
anda havada donar, yere iner ve yeni mümini, ebedî
kurtulmuşu selâmlar. Gerçek fikir ve merhametin kılıcı...
İşte bizim kılıcımız, İslâmın kılıcı. Öyle ki, bir defasında
Hazret-i Ali, kılıcını kaldırmış, kâfirin tepesine indirmek
üzereyken, yüzüne tükürmesiyle beraber kılıcını zaptedip
yere indirmiş ve şöyle denmiştir: "Artık seni öldürmem!
Yüzüme tükürdüğün için, öldürecek olursam nefsime pay
vermiş olurum! Araya nefsim girdi ve sen şu anda
ölümden kurtuldun!" Gördünüz mü, İslâmın kılıcını
hangi ruh; Garplının, hele Garp taklitçisinin aslâ
göremeyeceği hangi ahlâk idare ediyor? İslâmda
merhamet kötüye kullanılamaz ve soysuzlaştırılamaz. Bir
büyük, ulvî, kutsî prensipin emrindedir, İslâmda
merhamet ve kılıç... Bütün bunları anlattığım Garplı beni
tebrik etti ve bütün Garp edebiyatında, Hazret-i
Ebûbekir'in duasına yaklaşabilmiş hiçbir örnek
gösterilemeyeceği yolundaki iddiamı, mahçup bir tasdik
sükûtiyle karşıladı.
İslâm (aksiyon)unun en büyük manivelâsı, iman
kılıcını ve onun dayalı olduğu ruhu biraz sezebildikse ne
mutlu!... Bu kılıcın iş meydanında iki kahramanlık rütbe
ve unvanımız var bizim... Şehit ve Gazi... Allah isminin
ilâsı, yükseltilmesi yolunda, canını veren, gün ışığına
veda eden... Gazi de, İslâm (aksiyon)unun muzafferi...
Sırası gelmişken bir söz söylemek istiyorum: Bu şehit
sözünü her devirde ve her münasebetle kullanıyorlar;

174

farkındasınız. Yok vazife şehidi; yok hürriyet şehidi;
bilmem ne şehidi, bilmem ne şehidi... Görüyorsunuz ki,
bir öleni tâziz etmek için, azîzleştirmek için, bir mefhum
bile icat etmekten âcizdirler. İnanmadıkları yerlerden
sermaye almakta ve ait olmadıkları mevkide
kullanmaktadırlar. Saati söyler misiniz şimdi bana? Çok
uzun olmasından korkuyorum konferansımın... (Onu beş
geçiyor! On! Vakit çok! sesleri). Şimdi, bizde cihadın
farz oluşu, aşağı yukarı (aksiyon)un, doğrudan doğruya
(aksiyon)un farz oluşu demektir.
(Aksiyon)un temel zemini olan cihad, biri ekber (en
büyük), öbürü asgar (en küçük) olarak iki bölümlüdür.
Bakın nasıl: Bir gün Allah'ın Resûlü sahabîleriyle beraber
atlar üzerinde dönerlerken Medineye büyük bir zaferden
sonra, diyorlar ki, sahabîlerine: "Şimdi asgar cihaddan,
ekber cihada dönüyoruz!" Şaşırıyor sahabîler: "Ya
Resulâllah, diyorlar; şimdi büyük bir cihaddan geliyoruz.
Hangisidir ekber cihad?" "Bir kişinin kendi öz nefsi ile
cihadı" buyuruyorlar...
Demek ki, milyonluk orduların milyonluk ordularla
cihadı, ancak küçük cihaddır. En büyük cihad, tek
adamın kendi nefsi ile cihadıdır. İşte (aksiyon) ikileşiyor:
Biri dışımıza doğru (aksiyon), öbürü içimize doğru... O
da, biraz sonra göreceğimiz Fransız filozofunun, ne kadar
yaklaşıp da yarım ve nasipsiz kaldığını anlayacaksınız.
Ve mutlak hikmetin İslâm’da olduğunu göreceksiniz.
Son sahneyi göstermeden geçemem: Vedâ Haccında,
Kâinatın Efendisi... Kusvâ isimli devesi üzerinde, meyilli
bir düzlükte yüz binlerce insana, güneş alçalırken bir
hutbe verirler. Bu, kelâm denilen müessesenin
çıkabileceği stratosfer, semânın son münteha noktası...
Orada, bitmiş tamamlanmış, fakat devam edecek olan bir

175

(aksiyon)un hükümleri, tek tek billûrlaşır. Evet; bir
akşam üstü, ikindi namazına doğru, güneş alçalırken,
develerinde, doğrulurlar sahabîlerine şöyle hitap ederler:
"Cahiliyet devrine ait her şeyi çiğniyorum!" İşte
Mutlak İnkılâbın ilk (aksiyon) ölçüsü... Ölçüler birbirini
tâkip eder: "Ne Arabın Aceme, ne Acemin Araba
üstünlüğü var! Hepsi insanoğlu, insansa topraktan..." Bu
öyle bir kabilede söyleniyor ki, şimdi Acem kelimesinin
manasını anlayınca onu da anlayacaksınız: Biz Acem
deyince İran'lıyı anlıyoruz. Değil, Arabın nazarında iki
millet vardır dünyada: Biri Arap, biri Acem; yâni biri
Arap, biri Arap olmayan herkes... İster Romalı, ister
İranlı; hepsi Acem... Bakın inceliğe!... Kavim gururunu
görüyor musunuz? Böyle bir gurura karşı çıkmak
cesaretini gösteren ve ondan faydalanmaya aslâ tenezzül
etmeyen bir hamle, kuvvetini Allah'tan başka nereden
alabilir? Ve işte devamı: "Sizi irşad edecek insan, kesik
burunlu bir zenci olsa da ona itaat ediniz!" İşte İslâmî
şahsiyetçilik!... Kıymet, imana ve fikredir. Kabileye,
kana, şuna buna bağlı değil... Bu, Arabın en
anlayamayacağı şey; fakat Mutlak İnkılâp gelmiştir,
uyacaktır.
Bugün ortalıkta bir kıyamettir kopuyor; son
zamanların (Twist) modası gibi... Sosyalizmdir diye
tutturmuş, gidiyorlar. Kimse, ne, sosyalizm nedir biliyor,
ne de içtimaî adalet nedir, anlıyor.
Yalnız, Büyük Fransız İnkılâbında (Veto)nun insan
zannedilmesi gibi, herkes, yol ağızlarında, Bayan İçtimaî
Adalet'i bekliyor ve ismini her tarafa yazıp çiziyor. Ruhu
bilinmeyen klişelerin işportacı esnafından Allaha
sığınmak lâzım... Buyurun Vedâ Haccındaki muazzam
ölçüyü: "Kölelere de yediğinizden yedirmeli;

176

giydiğinizden giydirmelisiniz!" O zamanın kölelerini,
bugünün tâbi ve istismar altında sınıfları farz edebilir ve
böylece gerçek içtimaî adaletin anahtarını ele
geçireceksiniz.
Benim bir sözüm vardır yine bir garplıya: "Felsefe
mekteplerinin, bir tek doğru ve faydalı noktası vardır. O
da birbirinin yanlışını bulmak ve çıkarmak... Onlar,
birbirinin yanlışını çıkarırken doğru, hakikati
bulduklarını iddia ederken de daima yanlıştırlar!" Bu
inceliği garplıya kabul ettirebilirsiniz ama, Asyalı ve
Afrikalı maymunlarına kabul ettiremezsiniz.
Şimdi, hangi mezhep, Garptaki hangi mezhep,
iktisadî, içtimaî vesaire, komünizm, sosyalizm,
kapitalizm, liberalizm, filân, falan ne istiyorsa, neye
talipse, hangi dünyanın hasretini çekiyorsa, gelsin onun
hakikatini İslâm’da bulsun! Şimdi bakınız, adaletin ne
demek olduğuna... Kan dâvaları muazzam, orada, o
devirde... Buyuruyorlar: "Cahiliyet devrine ait kan
dâvaları kökünden kaldırılmıştır! İlk kaldırılan Hâris
oğlunun dâvasıdır!" Amcazâdesi... Öz ailesinden... İkinci
emir: "Cahiliyet devrine ait riba, fâizcilik, o, topyekun
kaldırılmıştır! İlk kaldırılan Abdülmuttalip oğlu Abbas'ın
ribasıdır." Amcası... İslâmiyet’te kadın, kadın, kadın diye
söylenip dururlar. Kadın her şeyden mahrumdur, diye bir
sürü lâf... Emir: "Kadın bahsinde Allahtan korkun, sizin
onlar üzerinde hakkınız vardır; onların da sizin üstünüzde
hakları... Yani zayıfın hakkı da kuvvetlinin üzerinde ve
onunkinden çok daha mühim... Sonra bütün bir hukukî
nizamın (aksiyon) nizamı: "Allah her hakkın sahibini
verdi, vârisler arasında ayrıca öğüt lüzumsuz..." Cemiyet
hayatında fert münasebetlerini her türlü şüphe akrebinden
koruyan selim ölçü devası: "Çocuk kimin yatağında

177

doğmuşsa onundur. Zânilerin hakkı taştır. Bütün bunların
hesabını Allah görecektir!" Böyle içlerinde hissî bir mânâ
yok gibi duran, kuru hissini veren sözler. İşte böyle
sözler, beşerî kelâm kudretinin erişilmez seviyesini
gösteriyor. Bir deve üstünde, güneş alçalırken, mahşerî
bir kalabalık bu emirleri dinlemektedir; ve bu emirler,
sanki fezadan süzülen bir musiki nağmesi gibi, senfonik
bir ahenkle çağıldamaktadır. Yine hukukî nizam: "Borç
edâ olunur, âriyet alınan geri verilir. Hediye, hediyeyle
karşılık görür; başkasına kefil olan kefaletinin
sorumluluğunu yüklenir." Ruhî nizam: "Ey insanlar,
mübalâğa ve ifrattan çekininiz! Sizden evvelkilerin helâk
olmalarına, ifratları ve hududu taşırmaları sebep oldu!"
Bundaki hikmeti anlayabilsek kurtulurduk. Mübalâğa en
korkulu şeydir. Çünkü insanları, nihayet, mübalâğa ede
ede, fâniliklerinin dışına kadar çıkarırlar ve işte o zaman
fikir yerine şahıslara inanmış olurlar; şahıslar da
gümleyip gidince ortada hiçbir destek kalmaz.
Buyuruyorlar: "Size sımsıkı sarıldıkça aslâ dalâlete
düşmeyeceğiniz, Allahın Kitabını bırakıyorum. Hac
usulünü de benden öğreniniz! Bilmiyorum, bundan böyle
hac edebilir miyim?" Ve şimdi, sözün, fikrin,şiirin,
zevkin ideal haddini çizen namütenahi hikmetli cümle:
"İşte zaman devrini tekrarlaya tekrarlaya, Allahın yeri ve
göğü yarattığı ilk andaki heyetine döndü." Bu da gayenin
târifi... Çok zordur bunu anlamak. Çileli idrak işi...
Zaman bir gaye etrafında çalışır. İşte gaye yerine geldi.
Çünkü O gelmiştir yeryüzüne... Yeryüzünden gaye
O'dur.... Ve O, (aksiyon)ununu tamamlamıştır. Sorarlar:
"Size benden soracaklar, ne diyeceksiniz?" Bir ağızdan
cevap: "Allahın emirlerini bildirdi, risâlet vazifesini
yerine getirdi, diyeceğiz." Üç kere "Şahit ol yâ Rab, şahit

178

ol yâ Rab, şahit ol yâ Rab!"... Tam o sırada İlâhi râşe,
vahiy ve İlâhi kelâm: "Bu gün dininizi ikmâl ettim,
verdiğim nimeti tamamladım. Ve din olarak İslâm'dan
razı oldum!" Bu, bir işin, artık sona geldiğinin en azim
manada ifadesidir. Buradaki sırrı Hazret-i Ebubekir anlar
ve ağlamağa başlar. Çünkü anlar ki, artık Allah'ın resulü
bu dünyaya veda çığırına girmişlerdir.
Kâinatın Fahrinden sonra dört halife, dört büyük halife
devrinde, Hazret-i Ebubekir ile Ömer, aynı büyük
(aksiyon)un muazzam mikyasta devam ettiricileridir.
Daha vefat günü, mukaddes vücut yatakta bulunurken bir
ufak sarsıntı olmuştur ruhlarda... Ensâr, halife bizden
olsun diye tuttururken, Hazret-i Ebubekir ileri atılıyor.
Dünyanın en merhametli, en rikkatli, en yumuşak adamı
olan bu en büyük sahabi, ne kadar (aksiyon(cu olduğunu
gösteriyor. Hazret-i Ömer'i almış yanına ve derhal Ensâr
topluluğunun içine girmiş, vaziyete hakim olmuştur.
Ondan sonra Usame ordusunun -ki Peygamberler
Peygamberinin rahatsızlıklarında hazırlanması
emredilmişti-, gayesine sevki ve büyük (aksiyon)un
devamı... Üsâme bizzat haber gönderir, Hazret-i
Ebubekir'e: "Yâ halife, müsaade et kalayım; çünkü fitne
uyanabilir, mürtedler baş kaldırabilirler; bazı alametler
var!" Son ısrara karşı cevabı: "Kurtlar, köpekler etrafımı
sarsa yine Üsâme'yi alıkoyamam!" Üsâme yola çıkıyor;
ve Allah'ın Resulünün dünyaya vedaları ile bir an
gölgelenmiş görünen İslâm aksiyonu bir daha
kararmaksızın 10 asırlık hamlesine dayanak kazanıyor.
Allah'ın Resulü fanilik aleminden çekildiyse bu
alemde (aksiyon)un durması icab etmez; asıl bundan
sonradır ki O'nun bıraktığı emaneti hedefine yöneltmek
ve (aksiyon)u yürütmek lâzımdır. O narin, nahif, rakik,

179

hassas Ebubekir, sahabilerin en büyüğü, işte bu sırrı en
sert ve yalçın seciyelerden daha iyi kavramış, küfre
dönüşleri tepeledikten sonra, İslam'ın bayrağını yedi
iklim dört bucağa salmıştır. Allah Resulünün kainatı
dolduran her mana ile beraber getirdiği aksiyon ruhunu
O'na bağlı elde ilk örnekleştiren de Hazret-i Ebubekirdir.
Hazret-i Ömer'in elinde bu ruh köpürdüğü madde zemini
bakımından daha geniş ufuklara çıkar. İran kisrası
temsilcisinin yamalı elbiseler içinde mescidde dinlerken
gördüğü halife Ömer, büyük ve ulvî aksiyonun ve
güdücüsünün ancak nefs üstü iman ve gaye sayesinde
vücut bulabileceğini ispat eden ne muhteşem bir
timsaldir. Hazret-i Ömer, büyük hareketlerinden başka
her sözü, işi, nokta feda etmez ölçü ve disiplin aşkı,
prensip zevki ve mesuliyet duygusu ile, ideal
aksiyoncunun içini ve dışını heykelleştirmiş bir kemal
abidesidir. Ondan sonraki, yine pek büyük iki halifede,
(aksiyon), içeriye doğru kıvrılır ve iç çilelerle savaşır.
Muaviye devrindeyse, eski büyük iç muhtevayı eksiltmiş
olsa bile, dış planda, İslamı büyük imparatorluğa erdirici
bir güç kazanır. Bir yahudi icadı olan, Hazret-i Ali -
Muaviye gerginliğinin bitmez tükenmez istismarcılığı
kime ne düşündürürse düşündürsün mutlaka tesbit etmek
zorundayız ki, İslam aksiyonu Hazreti Muaviye devrinde,
kökte eskisinden daha az kuvvetli, fakat dallarda çok
daha zengin olarak en kıymetli yemişlerini Muaviye
devrinde vermiştir. İslamı denizlere çıkaran ve onun
muazzam devlet çatısını kuran odur. Atını açık denizin
şahlanan dalgalarına sürüp "Allahım; karşıma şu uçsuz
bucaksız derya çıkmasaydı, namını çok daha uzaklara
götürürdüm" diyen İslam kumandanı o devrin verimidir.

180

Bu misallerden sonra, mücerret sahabiyi ele alalım:
Bir veliye demişler ki müritleri: "Siz zamanımızda
sahabiye eşsiniz!" En büyük velinin, en küçük
sahabinden her kıyas dışı küçük olduğunu bilen veli şu
cevabı vermiş: "Ben nasıl sahabeye eş olabilirim ki, siz
onları görseydiniz divane derdiniz, onlar da sizi
görselerdi bunlar Müslüman değil derlerdi!" Bu sultanî
cevap sahabiyi izah etmekte bir harikadır. Sahabi, nurunu
O'ndan, Nur merkezinden alan fert, her an, her yerde her
vesileyle ve her şart altında daima "nâr-ı beyza= beyaz
ateş" halinde etrafına kıvılcım yağdırıcı bir aşk, hararet,
hareket ve hamle kaynağıdır; ve anlayışsızların ancak
divane diye vasıflandırabileceği bu hal, iç ve dış
aksiyonun şahıslarda kemal ifadesiyle tecellisinden başka
bir şey değildir. Elimde yakıcı misaller var: Sırası gelirse
bildireceğim.
Şimdi, yine kendimizden olmak şartıyla, umumi
manada tarihi yoklayalım: Timur ve ilk Osmanlı
sultanları... Osman, Orhan, Murat, Yıldırım... Bu noktaya
kadar saf (aksiyon)un timsalleridir bunlar. Aksiyonun
felsefesini birazdan yapacağımız için anlatmıyorum.
Fakat belirtmiştim ki imansız aksiyon olamaz. Besbellidir
ki, aşksız iman olamaz. Disiplinli ve ahlaki ölçüsü
yerinde olmayan bir aksiyon ise hiç olamaz. Bunlar
saydığım isimler büyük, o büyük aksiyon vasıfları
yüzünden ilk fetihlere ermiştir. Bunların arkasından
karşımıza bir Fatih Sultan Mehmet çıkıyor, bir hadisin de
bütün hikmetine nail olarak, İstanbul'u fethetmek gibi bir
mazhariyete eriyor. Bakın, aksiyonculuğuna!
(Duyulmuyor sesleri) O duyulmayan sesi bir yükseltsem
altında toplanmaya gelir miydiniz, gelmez miydiniz?
(gülüşmeler, gelirdik sesleri) Fatih; önüne bir zincir

181

çekerler, gelir, gemilerine insan aklının kabul etmeyeceği
şekilde yol açar. O devrin fenni imkanlarına göre harika
iş... Dağlardan haliçe donanma indirmek... Bizanslı
uyandığı zaman, bütün donanmayı haliçte görür. İşte
aksiyon budur, olmazı yapmak... Fatih bunu yapabiliyor;
çünkü imanı var, şevki var, aşkı var, gençliği, zindeliği
var...
Gençlik yaş işi değildir. Ruh işidir. Yavuz da aynı...
Mısır, İslâm birliği gayesi... Tarihi tabloları çabuk
geçiyorum; fikri zamana rahat sığdıralım diye. Evet;
Yavuz, Mısır'ın fethi, Çaldıran vs... En parlak aksiyon...
O devirde yeniçeride bozulma başlamıştır. Aksiyoncunun
büyük hareketi malum... Atını sürüp aralarına
"Karılarının yanına gidecekler dönsün, benimle
gelecekler gelsin!" Aksiyoncu budur. Biraz sonra
Napolyon'da anlayacaksınız bu sırrı... Yavuz... Ve
nihayet Kanuni... Şimdi burada büyük tarihî bir sırra
dokunacağım. Kanuni şüphesiz ki büyük bir padişah...
Amma, Osman'ların, Orhan'ların, Murat'ların, Fatih
Sultan Mehmet'lerin ve Yavuz'ların eseri artık kemaline
gelmiştir ve O'na bir büyük mirasyedi gibi, bunun başına
geçmek düşmüştür. Yani kendisinden evvel başlamış bir
aksiyonu arkasından takip etmek... Önünden çekmek
değil... Yoksa, Kanuni kendi şahsıyla büyük değildir,
devriyle büyüktür. Nitekim Viyana önünde fütuhatımızın
artık durması, aksiyon kabiliyetimizin ve onu besleyen
iman ve aşk kabiliyetimizin yavaş yavaş gölgelenmeye
başladığının delilidir. Artık Viyana fethedilemez, niye? O
devrin, içtimaiyatçı gözüyle şartlarına bir göz atanlar
anlar ki, Viyana gerçekten fethedilemez artık... Çünkü
ruh pörsümeye başlamıştır. Bu halin ilk mes'ullerinden
biri Yıldırım'dır. Yıldırım ilk içki içen padişahtır. İlk defa

182

altından düğmeler takınan "zib ü fer" içinde gezinen
hükümdar... Esirdir karısı Sırp prensesine rûhen. Bütün
faziletlerine, meziyetlerine, aksiyon ruhunun şah damarı
olan atılganlığına ve gözü karalığına rağmen Yıldırım, bu
ruhun iç nescini, ahlak dokusunu ilk defa yaralamış,
örselemiş, bozmuş olandır. Mana bozulunca da madde
kabiliyetinin ve körü körüne atılganlığın hiçbir kıymeti
kalmıyor. Yıldırım'ın devrinde cemiyet taze, genç, saf ve
iman dolu olduğu için sarsıntı helak edici olmamıştır. O
devirde din adamının en büyük insan olduğuna bakın!
Muazzam levha:
Bursa'da Ulu Cami'nin açılışında, Emir Buhari
Hazretleri'ne "Nasıl cami, efendi hazretleri?" diye sorar
Yıldırım... "Çok güzel oldu ama bitişiğinde bir meyhane
eksik!" der koca din adamı... "Nasıl olur; der padişah;
Allahın evine bitişik meyhane olur mu? "Allahın evi, asıl
senin kalbindir. Sen kalbini pisletiyorsun da, camie bir
meyhane eklemişsin, ne çıkar." Ve ağlar Yıldırım, tövbe
eder. Din adamı işte böyle olur. Nitekim Yavuz'la
Zembilli Ali efendi misali... Yavuz O'na "Şeriate aykırı
bir iş yapsam ne yapardın?" diye sorar. Der ki, Zembilli:
"Mısır'ı fethetsen değil, bütün küreyi çepçevre fethetsen
yine hal'ine fetva verirdim!" Elini öper,
Zembilli'nin Yavuz... Kanuni devrinde bu aşk, yavaş
yavaş yağı bitmiş bir lâmba fitili gibi sönmeğe
başlamıştır. Bir dikkat: Bizim İslami davamızda
gölgelenmemize bütün sebep, iki tesirdir: Biri Bizans,
biri Fars tesiri... Şarktan ve Garptan iki tesir... Sonra
sonra da vücuda Avrupa mikroplarının girişi başlar. İlk
tesirler Kanuni devrinde aşılanır. Bir tablo, bu çürümeye
başlıyan ruhu pek güzel belirtir: Kanuni'nin mahzun ve
eli boş Viyana dönüşünde bir köylü padişahın yanına

183

müsaade etmezler diye saklandığı yerden fırlayıp atının
dizgininden yapışır, feryat eder: "Asker şunu yaptı, bunu
yaptı bize, reva mı Müslümanlara kendi askerinin
zulmetmesi? Şikâyetçiyim!" Kanuni kızar: "Beni kime
şikâyet edeceksin? Var mı makam, beni şikâyet
edeceğin?" "Var der köylü Şeriat!..." ve Kanuni her şeye
rağmen ağlar. Çünkü vicdan sahibidir. Şimdi koca
Viyana Seferi üst üste tekrar edilen hareket muvaffak
olmadığına göre, artık bir imtihan devresine Türk
Cemiyetinin girdiği, besbellidir. Nitekim hemen
arkasından, öz oğlu Sarı Selim, yarı mecnûndur.
Peşinden Deli Mustafa, Yeniçeri tefessuhu, tamamen
gayesini kaybeden müesseseler, miskinlik yuvası haline
gelen tekkeler... Artık eski kartal padişah, Bizans
sarayından da beter bir ağa tutulmuş sinek; müftü ise,
mukaddes ölçüleri, kendisininki başta, zalim
nefsaniyetlere uydurmakla vazifeli bir işçidir. Vezir de
resmî çapulcu... Bir taraftan Yahudi nüfuzu, bir taraftan
Batı saldırışı, bir taraftan iç ayaklanmalar, bir taraftan
ham ve kaba softa istibdadı, kısaca maddî ve manevi her
türlü şikayet el ele vermiş, güzelim İmparatorluğu
kemirmektedir. Eski vecd ve aşk çığırının nur yüzlü
askeri Yeniçeri, o derekeye düşmüştür ki, hiç bir tarihte
görülmemiş şekilde, İslamların Halifesi ve Türklerin
Hükümdarı genç bir sultanı, uyuz bir ata bindirip
baldırlarını sıkacak ve hamam oğlanı sayacak hale
gelmiştir. Ne vecd kalmıştır, ne aşk; ve dolayısıyla ne
imanın hakikatı, ne de bu hakikat etrafında bir hamle
kuvveti, yani (aksiyon) kabiliyeti... Bu vaziyet, arada çok
küçük çıkışlarda ve hep iniş halinde, 19 uncu asra kadar
sürer gider. Daha fazla tafsilat vermeye ne hacet?.. 16 ncı
asır sonlarından 19 ncu asır başlarına kadar bütün

184

tarihimizi (sentez) gözüyle didiklemiş ve her noktayı
görmüş ve göstermiş gibi değil miyiz?
Şimdi sırası gelmişken, biraz evvel vadettiğim gibi,
sahabilere, Hazreti Muaviye devrine ait, (aksiyon)u ifade
etmek için bir misâl vereceğim: Muaviye devrinde
doksan küsur yaşına gelmiş bir sahabi, bir köşeye
çekilmiş, oturmakta... Artık torun sahibi... (Aksiyon)a
onlar memur... Otururken, Kur'anı açar,cihada ait ayetleri
görür. Birden bağırır: "Getirin bana silahlarımı; zırhımı,
kılıcımı, okumu!" Koşar evlatları: "Nereye gidiyorsun
baba? Sen doksan altı yaşındasın, oğlun altmış yaşında,
onun oğulları otuz yaşında... Biz, emrettiğini yapalım!
Sen kal!" "Hayır, cihad emri herkesedir." Dinlemez bu
lafları muazzez sahabi, silahlarını alır, kuşanır ve gider.
Şam'a ve oradan sâhile... O sırada Kıbrıs'a bir hareket
hazırlanmaktadır. Muaviye devrinde... Gemiye biner ve
deniz üstünde şehid olur. Gerçek şehid... Yedi gün kalır
naşı gemide ve kokmaz. Ve İslâm ordusu Kıbrıs'a ilk
şehidiyle beraber çıkar. Hani bir aralık "Kıbrıs bizimdir,
Türkündür!" filan dâvalârı?... Kıbrıs bu mânânındır! Bu
mânâyı kim temsil ediyorsa onundur! (Aksiyon) bu!
Buna mukabil bir de Kanuni'den sonraki cemiyetin fert
yapısını düşününüz! İmarethâneler, miskinhâneler,
hâneler, hâneler, ruhunu ve ışığını kaybetmiş hâneler...
Bir miskinhânede tavan delik, yağmur dökülmeye
başlar... Bir miskinin burnunda su damlaları... Başka bir
miskin ihtar eder: "Yahu, çek burnunu, su dökülüyor
işte!" "Üşenmiyor musun bana bunu söylemeğe?" der
öbür miskin... Nerden geldik, nereye gidiyoruz?...
Tanzimattan sonrası küçük ve yarım davranışlar ve
taklitler devridir. Evvelâ bilmek lâzım ki, taklitle
(aksiyon) barışamaz. Çünkü (aksiyon) hakiki bir fikrin

185

eşyaya kendisini nakşetmesidir. Taklitle olmaz. Burada
taklidin ne kadar sefil bir şey olduğu, kendi kendine
meydana çıkıyor. Taklit bir şeyi üstünden, dış yüzünden
kopya etmektir; çilesini çekmemek!... Çilesi çekilmeyen
şeyin aşkı olmaz. Aşk olmayınca, çile olmaz. Çile
olmayınca ibda, meydana getirme cehdi olmaz, şevk
olmaz, hiçbir şey olmaz, (aksiyon) olmaz.
Avrupalıların maymun avlamakta bir usulleri var:
Gidiyorlar maymunların toplu bulunduğu bir orman
köşesinde yeri kazıyorlar. Testi gibi, boğazı dar bir şey
görmüyorlar toprağa ve içine fındık dolduruyorlar. Sonra
ellerini sokuyorlar küpe, fındığı alıp bırakıyorlar.
Maymun ağaçlardan bakıyor, ne yapıyorlar diye...
Avcılar tekrar gösterip fındığı, gidiyorlar. Maymun
iniyor ağaçtan, elini sokuyor, fındığı alıyor, avucu
şişiyor, çekiyor, çıkaramıyor. Bırakmayı da düşünemiyor
ve canlı canlı yakalanıveriyor. İşte Garbın bizi
yakalaması böyle olmuştur!... Tanzimat devri sonrası da
bu misâlin içine girer. Ayrıca tek tek misâl vermeye
lüzum yok! Hep budur, daima budur!
Şimdi dışımızdan misâller... Bu ayrı bir fasıl teşkil
ediyor. İzin verirseniz siz de, ben de beş dakika
dinlenelim, birer sigara içelim. Peşinden devam edelim.
Ne dersiniz? Tam beş dakika, saat tutun!
İman ve Aksiyon (Konferans) Sahte Kahramanlar / İst. -
1976

BU ROMAN / Kafakağıdı

186

Fransızların (Roman-a-kle: Anahtar roman) dedikleri
cinsten sananlar olabilir bu eseri... Böyle bir görüş soylu
anlayışı kemiyet kabalığına düşürür. Kavanoz
balıklarından bahsederken balıkların tek tek, biçim, renk
ve ışıltılarını görmemek, onların kaba bir sınıflandırma
torbasında mühürlenmelerine yol açar.
Evet "Anahtar roman" olmaya öyle... Zira içlerinde
haşr-ü neşr olduğum, çoğu meşhur insanları ele alıyor. Şu
kadar ki, bu ele alış onların müşahhas hayat ve
hüviyetleri noktasından değil, mücerret tipleri ve
mizaçları yönünden... Ve bağlı oldukları vaka ve madde
kıymeti ikinci plânda...
Vakaları doğuran mânâlar... Bunlar üzerindeyim.
Onun içindir ki, bu eserde gaye edindiğim hareket
tamamıyla ruhidir ve içinde vakaya göre ruh yerine, ruha
göre vaka vardır. Gerçek roman da bu olsa gerek...
Bu tarzı ilk defa deneyen, Fransızlardan (Marsel
Prust) oldu ve başlangıçta roman sıra dağlarının en
yükseklerini abideleştirmiş olan kendi milletine tatsız ve
tuzsuz göründü. Onu ilk adımda İngilizlerden başka
anlayan olmadı ve bir Fransız edibinin "İngilizlerden 7
asır gerideyiz!" hükmüne bu anlayış misal oldu.
"Kaybedilmiş zamanı ararken" isimli cilt eseriyle
ancak Rus romanında ve (Dostoyevski)'nin kaleminde
rastlanan şekilde işi ruhî harekete döken (Marsel Prust),
her şeye rağmen kalabalıkların romanını verememiş ve
bütün aydınların hitap edicisi olmuştur. Ama bir orduda
yüzbaşıdan itibaren mareşale kadar sözünü dinleten bir
insanın bütün orduya hükmedeceği de muhakkak... Gaye
en aşağı tabakayla en yukarısını barıştırmak olsa da, üst
katta oturanların alt kata küsmesindeki hakkı teslim
etmemek elden gelmez ve en yüksek seviye karşısında

187

eksik kalan böylelerini yadırgamak zorunlu olur. Halk'la
hakkı bir arada tatmin etmek mümkün olmayınca halkı
küçümsemekten gayrı çare kalmaz.
Türk romanı ise, işaretlediğimiz gibi, romana ait böyle
bir hikmete muhatap bile olamayacak ve Batı roman
kavramının en sefil örnekleriyle çıkartma kağıdı
mezbelesinde kalacak derecede zaiftir. Yani -cesaretle
söyleyelim- mevcut değildir.
İşte ben, görme, işitme, koklama, tad alma ve el
değdirme hasseleri yanında bütün bunların tâbî olduğu
mihrak duyguyu öne almak diye tarif edebileceğim rûhî
hareket romanını bu ölçüyle ele aldım ve bu yüzdendir
ki, onu âdî nüfus kağıdının üstünde bir mânâ tüttüren
"Kafa kâğıdı" diye isimlendirdim.
Halkın "nüfus kâğıdı" veya "hüviyet cüzdanı"na
kondurduğu bu tabiri çok severim. Misk gibi bir Türkçe
ve Türk mizacı tütüyor ondan...
Benim de kafa kağıdıma ait hayat hikâyem bazı
eserlerime gereğince yazılı olsa da bu kadarı yetersiz.
Onlar kalın ve dış çizgilerden ibaret... Ne zaman, nerede
ve nasıl dünyaya gelmişim; soyum sopum, büyüme,
gelişme, yetişme şekillerim, dış görünüşleriyle tuttuğum
yollar ve büründüğüm oluşlar, hattâ bir gün nerede, ne
zaman ve nasıl öleceğim... Bütün bunlar madde, kemiyet,
kabuk ve zarf misali şeyler... Ve gözümde fazla değer
sahibi değil...
Asıl ruh hayatımı, ruhumun kafa kağıdına
resimlendirmek isterdim.
İşte bu ölçüyle ruh hayatımı mümkün olduğu kadar
vesileler sarmaşığından ayıklamak, onu hadiselerin
ardından önüne geçirmek, birinci plâna almak ve olup

188

bitenleri zamana karşılık mekân diye kullanmak gibi bir
işe davranmış bulunuyorum.
Dünyaya gelişimden 78 yıl sonra bugünkü halime ait
birkaç çizgiyle başlayarak kaleme aldığım bu eser
böylece (kronolojik) sırayı da bir ân için ters-yüz
ederken, bana, hal, mazî ve hatta istikbal arası elverişle
bir tarassut noktası hizmetini görmekte... Ve varlıkla
yokluğun destanı gibi, her şeyin bir gelip bir gittiği bu
âlemde, hiçbir şeyin mutlak mânâda kaybolmadığına ve
gitmiş, gelen ve gelecek her şeyin her birine mahsus bir
hayatı olduğuna şahitlik etmektedir.
Kopukluk ve kesiklik içinde yekpârelik ve bütünlük,
bütünlük içinde de kopukluk ve kesikliğin şarkısını
söyleyen zaman, (kadans) dedikleri âhenk helezonuna,
vakaların posasını değil de ruhunu yerleştirmek işinden
başka sanat tanımaz; ve daima kaba müşahhasların
üstündeki ince mücerretlerin lâboratuarında en hassas
inbiklerden süzülmek ister. Öyleyse romanda rûhî
hareket, havanında maddelerin kabuk tarafını döven bir
kimyacı olmak yerine "öz" arayıcısı bir simyacı olmayı
gerektirir. Hayat filminden bir yansıma olan roman da,
bu filmin gerçek çeviricisi zamanın sırlarını ancak bu
yoldan kapmaya çalışmanın işi olarak meydana çıkar.
Bu noktaya dek karaladığım satırlar bana fecî bir
ukalâlık gibi görünüyor. Eserini vereceksen ver; onun ne
ve nasıl olduğunu izaha yeltenme!.. Doğrudan doğruya
eserinle meydana çık ve tesirinle kendini göster! Eğer
bal, onu yapan arının tarifesine muhtaç olsaydı, yenir
yutulur bir nesne olmaktan çıkardı.
Doğrudur. Ama bu doğru da tarife muhtaç... Bu
sebepledir ki, his ve lezzet plânına geçmeden ahçılık
sanatından bir nebzecik bahsetmeyi uygun görüyor ve

189

balını anlatmaya kalkan ukalâ arının vaziyetine
düşmekten korkmuyorum. Üstelik bu bir nebzecik bahsi
ayrı bir takdim şeklinde vermiyorum da eserime onunla
başlıyorum.

Kafa Kağıdı (Roman) / İst.- 1984

MÜDAFAA - 1969 / Müdafaalarım
Muhterem hâkimlerim!
Yüksek tahsil devrelerinden daha fazla zindan hayatı
süren ve çoğu beraatla neticelenmiş 100'den fazla
muhakeme görmüş olan ben, şimdiki ithamdan daha
garip ve yersizine şahit olmuş değilim. Öyle ki, işi
ciddiye alıp heyecanlı bir müdafaada bulunmayı bile
yüksek heyetinizin selim akıl ve takdirinden şüpheye
düşmek gibi bir zaaf telâkki ederim. Bu hususta
söylenecek her şeyi, İstanbul'da, Kadıköy Sorgu
Hâkimine yazılı olarak verdiğim cevapta belirttiğime ve
ondan sonra söylenecek sözlerin haşiv teşkil edeceğine
kaniim. Fakat ceza hukuku anlayışı ve kanun telâkkisinin
bazı vicdanlarda nerelere kadar iletildiğini ve hangi peşin
hislere kurban edilmek istendiğini göstermek bakımından
meseleyi bütün kıymet hükümleriyle ele almaya
mecburum.
Bahis mevzuu konferans ilk defa olarak Ankara'da,
Dil-Tarih Fakültesi konferans salonunda, aralarında
Bakanlar, Millet Vekilleri ve Profesörler bulunan 10 bini
aşkın bir gençlik kalabalığı huzurunda verilmiş,
arkasından Kırklareli, İstanbul, Bursa, Eskişehir,
Kastamonu, Konya, Samsun, Kayseri, Maraş, Diyarbakır
başta olarak memleketin 30'dan fazla Cumhuriyet

190

savcısının nâzır olduğu koskoca bir vatan sahasında
hiçbir takibe uğramıyoruz da, Malatya Savcılığı
tarafından, hemen hemen bütün yurt savcılarına aykırı bir
davranışa hedef tutuluyoruz. Bu hal, kanunî bir fikri
değil, kanunu âlet etmek isteyen indî bir hissi gösterir ki,
onun ne olduğunu ve nereden geldiğini biraz sonra ismi
ve cismiyle belirteceğiz.
Hiçbir yerden hiçbir takibe uğramadığımızı
söylerken unutmuş bulunuyoruz ki, Ankara Savcılığı bu
konferans dolayısıyla hakkımızda bir takip açabilmek
için elinden geleni yapmıştır. Fakat konferans bütünü ve
parçaları içinde hiçbir suç unsuru bulamamıştır da, ancak
konferansı verdiren Büyük Doğu Fikir Kulübünün din
esası üzerine dayalı bir dernek olduğu iddiasıyla
Cemiyetimiz hakkında kapatılmak kararı elde etmeye
çalışmıştır. Bizse ondan da beraat ettik. Fikirlerimizi
herhangi bir noktadan suçlayabilmek için elinden geleni
yapan, fakat Atatürk'e hakaret ve din hislerini istismar
gibi bir ithama vicdanı yatmayan Ankara Savcılığının bu
vaziyeti, masumluk ve münezzehliğimizi gösterici en
kuvvetli bir kârinedir.
Netice sual şudur:
Türkiye Cumhuriyetinin bütün Cumhuriyet
Savcılarına, görmediklerini göstermeye, bilmediklerini
bildirmeye, anlamadıklarını anlatmaya memur ve
salâhiyetli olan, şu, karşımızdaki sayın Savcı mıdır?
Esasa gelelim:
Malatya'da birçok teybin kaydettiği lüzum görürse
yüksek mahkememizin de dinleyebileceği
konferansımızda, Atatürk'ü uzaktan ve yakından hatıra
gelebilecek en küçük bir îmaya, en mecnun bir hayal
âleminde bile yer yoktur. Olsa olsa, onu niçin büyük bir

191

kahraman olarak göstermediğimiz ileriye atılabilir ki,
herhangi bir bahiste susmuş bulunmanın hakaretle hiçbir
alâkası olamaz ve böyle bir tavır kanun nazarında
suçlandırılamaz.
Muhterem hâkimlerim!
Allah'ın hazırladığı tesadüflerdeki tecellisine bakınız
ki, şu ânda yüksek huzurunuza, hem de baş düşmanımız
tarafından mühürlenmiş bir vukuf ehli raporuyla gelmiş
bulunuyoruz. Bu baş düşman memleketteki mukaddesat
hareketlerini her gün kötülemekten ve türlü gülünç
yorumlara bağlamaktan gayrı işi gücü olmayan
Cumhuriyet Gazetesi'dir. Bu gazete, birkaç hafta evvel
Diyarbakır'da verdiğim aynı konferansı ele alarak
batırmaya çalıştığı halde ancak şöyle diyebilmektedir:
"Şunu, bunu sahte kahraman olarak gösterdi ve
Atatürk'ten hiç bahsetmedi!" Bunu söyleyen sayın
savcımız gibi sırtında kanun mesuliyeti taşıyan biri değil,
en delice tefsirlerde bile serbest ve bize düşmanlığıyla
maruf bir gazetedir. O bile Atatürk'ten bahsetmediğimizi
söylüyor. Böyleyken sayın savcımız, aksine, bizim
Atatürk'ten ve ima yoluyla hakaret ederek bahsettiğimizi
iddia edebiliyor! Yüksek nazarlarınıza tevdi ettiğimiz bu
vesikadan daha canlı ve ihticaca ehliyetli bir kıyas unsuru
bulunamaz.
Malatya Savcılığı makamının sayın temsilcisine ait,
baştan başa tezatlar, zoraki yakıştırmalar ve hissî
ayrılıklar mahsulü iddianâmenin satır satır tahlilini,
gerekirse ileride yazılı müdafaama terkederek yalnız şu
noktayı belirteyim ki, benim Atatürk'ü kastettiğime dair
biricik mesnet, sahte kahramanlar arasında kendi
tâbirleriyle organik bir bağlantı görüldüğüdür. Organik,
yâni uzvî... Sayın savcıyı incitmek istemediğim için bu

192

ifadenin ilmî ve fikrî yanlışını vasıflandırmayacağım.
Malatya'nın âmme müdafii sanıyor ki, sahte kahramanlar,
böbrek ve kalp nakli ameliyatlarında olduğu gibi hep
birbirinin uzuvlarını taşıyan tiplerdir ve Atatürk, Mustafa
Reşit Paşa'nın kalbiyle Mithat Paşa'nın böbreğini taşıdığı
için tarafımızdan sahte kahraman olarak gösterilmiştir.
Yâni sırf bu kıyas yoluyla, Mustafa Reşit ve Mithat
Paşaları sahte kahraman diye göstermek Atatürk'ü
kastetmek oluyor. Eğer organik bağlantıdan murat fikir
ve ruh yapısı ise o halde bizim benzetmediğimizi
benzetiyor demektir.
Bütün dayanakları bu türlü abeslerden ibaret olan
iddianâme karşısında ve Atatürk'e hakaret mevzuuna son
sözümüz:
Atatürk'ü sahte kahraman olarak gösterdiğimiz
iddiası, siyah renkten bahseden bir adamın, Atatürk
İstiklâl Savaşında siyah renkten astragan kalpak giydi
diye ille onu ima ettiğimizi öne sürmekten veya beyaz
kumaşı anlatırken kefen bezini telmih ettiğimize kadar
hayal makinesini işletmekten daha tuhaftır!
Şahsî nüfuz sağlamak kastiyle dînî hisleri istismar
ettiğimiz isnadına gelince, kanun vâzıı bu maddeyi
bilhassa siyasî partiler ve her türlü şahsî menfaat
muradına bağladığına göre, bizim hiçbir parti ile
alâkamız bulunmadığını ve üstelik cebimizden ve
sıhhatimizden harcayarak giderken tek kuruşluk veya
şahsî nüfuza muhtaç herhangi bir iş uğrunda hiçbir
menfaat gayesi gütmediğimizi bir ân düşünmek her şeyi
anlamaya ve anlatmaya yeter! Bu husustaki ithamını da,
bizim, konferansta kendi kendimizi methetmemize
bağlayan, Savcı nasıl farkında olmaz ki, kendi kendisini
pohpohlayan insan sadece gülünç ve sefildir ve bu yoldan

193

hiçbir nüfuz ve menfaat sağlayamaz. Şahsî nüfuz ve
menfaat sadece bir kuvvetin o yolda kullanılmasıyla
düşünülebilir ve bir iş, bir teşebbüs yolunda olabilir.
Yoksa soytarılar gibi kendi kendisini pohpohlamakla
hangi şahsî nüfuz tesis edilebilir? Bu nokta da, isnadın
zaaf üstü zaafına ayrıca şaşmaz bir hüccettir.
Biz sadece, mücerret ve müstakil olarak İslâm’ın
savunucularıyız ve devlet nizamlarını hedef tutmaksızın
böyle bir savunuculuk hamlesinde hiçbir kanunî suç
olmadığını bilenlerdeniz. Eğer mücerret ve müstakil
olarak
İSLÂMIN MÜDAFAASI SUÇSA, BUNA AİT
KANUN MADDESİ GETİRİLSİN; BİZ DE
GEREKİRSE BAŞLARIMIZI ÜÇ AYAKLI SEHPANIN
YAĞLI İPİNE TESLİM EDELİM...
Şimdi, sayın Savcının biraz evvel dokunduğum ve
bildireceğimi söylediğim hissî durumunu izaha sıra
gelmiş bulunuyor:
Sayın Savcı, İslâmiyet’ten ürküntü ve tiksintisini
kanuna teyit ettirmek ihtiyacıyla yanan bir mizaca
sahiptir ve ona düşen asgari fikir iffeti bu duyguyu
kendisine saklayıp kanuna himaye ettirmeye
kalkışmamasıdır.
ADALETİN TECELLİSİNİ, ÇEHRELERİNDEN
BÜYÜK BİR GÜVEN İNTİBAI ALDIĞIMIZ
HEYETİNİZE HAVALE EDERİZ!...

Müdafaalarım / İst. - 1985

İSLAM ve ÖBÜRLERİ / Sahte Kahramanlar

194

... Bir takım vicdan baskılarından ibaret olan şeriat
hükmü ifade etmeyen, dünya nizamında hiçbir parmağı
olmayan Hıristiyanlık, (Fransız İhtilâli)nden sonra,
meydana gelen (Laisizm), daha doğru kelimeyle (Laisite)
prensipleriyle dünyadan ayrıldı. Yani, devlet işinden
uzaklaştırıldı. Şimdi, burada, hepinize, bahsimiz lâiklik
olmadığı halde, lâikliğin hakikatini anlatıcı muazzam bir
fırsat doğuyor. Muazzam bir fırsat... Şeriat ve dünya
hükmü olmayan bir dinin kendi kendine, papaz
tasallutuyla ettiği küstahlıkları ve kendine yakıştırdığı
salâhiyetleri,devlet nefsinden ayırıyor, "Sen kendinle
meşgul ol!.. Vicdanlara baskı yapacaksan kabul edene
yap, etmeyene yapma, fakat benden ayrı ol" diyor.
Avrupa'da (Laisite) büyük dinsizlik cereyanlarıyla
başladı, o ayrı... Ama, direkt İsa dinine karşı, İsa dini
zannedilen bir uydurma dine karşı yapılmamıştır. Şer'i
hükmü ve dünya hükmü olmadığı için "madem hükmün
yok; kendi haline kal!" denmiştir. (Laisite) budur. O
halde dünyayı en küçük atomdan, en büyük cismine
kadar bütün mükevvenatı ihata eden bir dinin (Lâisite)
kanununa tabi tutulması mümkün müdür, değil midir?
(Salonu çınlatan değildir, sesleri) Ona cevap vermeyin,
beni dinleyin. Cevabınız ve alkışınız başka manaya
verilebilir. Ben bunun cevabını vereyim. Biz ne lâikiz
diyoruz, ne lâik değiliz diyoruz. Birinden biri, ama
söylemiyoruz. Lâiklik, ne iyidir ne kötüdür diyoruz.
Dikkat edin onu da söylemiyoruz. Ama diyoruz ki lâiklik
dünya hükmü olan bir din hakkında kabil-i tatbik
değildir. Evet, sevgili gençler, daima benim gibi
konuşmaya çalışın. Çünkü davamız çeşm-i bülbül kadar
naziktir, yere düşürüp kırmayalım. Bir gün, mahkemede
bana hâkim sordu.

195

Dedi ki: "Kuzum Necip Fazıl, zapta geçirmeyeceğim,
hükümde de esas teşkil etmeyecek, şahıs olarak, dost
olarak, dostluğa kabul ediyorsanız, bir sual soracağım."
"Buyursunlar" dedim. "Siz lâik misiniz, değil misiniz?"
dedi, bana... Dedim ki: "Efendim, böyle sual olur mu?
Ben belki bunun için huzurunuzdayım. Sen, şimdi
anlayacaksın lâik miyim, değil miyim! Fakat bir şartla
cevap veririm. Hem zapta geçmesi hem de hükme tesir
etmesi şartıyla... Dedim ki "Ben Allah'a inanıyorum, yani
Halik'a, bütün âlemlerin Rabbine, nasıl istersiniz ki
Allah'ı ve onun emirlerini dünyanın dışında kabul
edeyim!... Şimdi ben lâik miyim, değil miyim, siz karar
verin!" Dikkat edilirse burada bir incelik var; lâik miyim,
değil miyim, sen karar ver!...

196

ESERLER

197

Üstadın (1979 Aralık) ayına kadar yayınlanan eserlerini
bu bölümde tasnif ettik. Yayın yılı olarak verdiğimiz
tarihler baskı sayılarını da göstermektedir. Çeşitli
basımlarında adları değişen eserleri de belirttik. (Büyük
Kapı - O ve Ben, Büyük Kapı-Ek-Başbuğ Velilerden- 33,
O ki, O Yüzden Varız - Çöle İnen Nur) Bunun yanında
bazı eserlerin kapak ve ilk sayfalarındaki baskı
tarihlerinin değişik olması halinde, kitap içi baskı tarihini
esas aldık.
Bazı eserler büyük değişiklikler gösterdiği halde,
aynı adı taşıdığı için baskı sayısı içerisine aldık. Ne var ki
büyük sanatçımız eserlerini, mutlak bir çizgide
dondurmak yerine, sürekli yenilemeyi tercih ediyor. Bu
espri tiyatro eserlerini dışında bırakmıyor. Bazı
eleştirmenler, eserlerin değişim ve yeni düzenlemelerini,
suret-i haktan görünerek, eserlerin olgunlaşmış eser
olmaması yönünde değerlendiriyorlar. Oysa değişmez
değerlerinin, yaz-boz tahtasına dönüştürülmüş bir toplum
aynasında, Türk Dili, her gün yeni boyutlara doğru
serpilmektedir. Cemiyete söylenecek meselesi olan
yazarlar, zorunlu olarak, onların anlayacakları dille
yazacaklar. Buna ek olarak, tefrika halinde sürekli
yayınlarda kamu oyuna çıkarılan eserlerde, kitaplaşırken
elbette ki bir istifaya çekilecektir. Büyük sanatçının
birçok eserinin, önce gazete veya dergilerde yayınlanmış
olması ve açıkgöz editörlerce bu nüshalardan eserin

198

toplanarak basıma hazırlanması, eserde kopukluk ve
boşlukların olmasını doğallaştırıyor. Ve yazarın eserine
yeniden düzen vermesi kaçınılmaz oluyor. Biraz
gecikmeli de olsa eserin tamlığı, bir sonraki baskıda
sağlanabiliyor. Daha birçok dış diyalektikten doğan
gelişme ve düzenlemelerin yanında, sanatçının eserindeki
ruhsal bütünlüğü sağlamak ve yeni ürperişleri geliştirmek
açısından bu değişmeleri açıklayabiliriz.
İdeolocya Örgüsü'nü ele alalım. Önceleri, Büyük
Doğu Dergisinden yayınlanan, usul öğretileri biçiminde
yazılardı. Tam bir tefrika bile diyemeyiz. İnsanımızın
bakışındaki inancı tespit ediyordu. O, küçük bir kitap
halinde yayınlandı. Bu örgüye bir yelek diyelim. Yelek
kendi halinde bir tamlık ifade eder. Ne var ki insanı tam
kuşatması yönünden, boğazlı bir kazağa nispetle eksiktir.
Daha sonra, Türk insanını tam kuşatan bir örgüye
dönüşmek yönünde, düzenleme ve değişime uğramıştır.
Düşünce yapısında herhangi bir değişiklik söz konusu
değildir. Bugün elimizde olan son biçimi içerisinde o,
yeni değişimlere teşne değildir artık. İdeolocya Örgüsü,
nicelik ve niteliğiyle bütünlüğe kavuşmuştur.
İlim beldesinin kapısı Hz. Ali ve Ulu Hakan II.
Abdülhamit Han gibi eserlerde, hacimleri itibariyle,
ikinci ciltlerinin yazılmalarıyla tamlığa kavuşmuş, tek
kitap halinde yayınlanmıştır. Önce birinci ciltleri
yayınlanan bu iki büyük eser ilk basımlarının kendi
türünde çığır açması ve tezlerinin öneminden dolayı, aynı
zamanda ikinci ciltlerinin eklenmesine kadar geçen
sürede göz önüne alınırsa, ayrı bir basım olarak
ayrılmasının nedeni daha iyi anlaşılır. Biz bu görüşle
hareket ettiğimiz için eserlerin ilk ciltlerinin basımını ayrı
basım kabul ettik. Anadolu insanını kaynatan

199

konferansların, önce özet halinde şurada -burada
yayınlanmaları, nerdeyse onların kaybolmasına neden
olacaktı. Konferansların küçük risaleler halinde
yayınlanması, hem ekonomik, hem de konuşma dili ile
yazı dili arasındaki ortam farkından sakınca yaratmıştır.
Oysa daha sonra düzenlemeleri tamamlanarak (Sahte
Kahramanlar, Yolumuz Halimiz Çaremiz) adıyla iki cilt
halinde; Ve, mitingler ve toplantılarda yapılan
konuşmalar da (Hitabe) adıyla yayınlanmıştır. Yinelemeli
basım olmaktan tür bütünlüğüne kavuşturulmuştur.
Sahte Kahramanlar'da, daha önce müstakil olarak
yayınlanan, "İman ve Aksiyon" konferansıyla, ilk kez bu
kitapla yayına giren "Özlediğimiz Neslin Vasıfları" ile
"İslâm ve Öbürleri" konferanslarını bir arada görüyoruz.
Bantlardan dizgiye hazırlandığı için, konferansın
verildiği, yer özel isimleri kaldırılmamıştır. Bir
yazımızda bu kitaptan "Mikrofonik Kitap" diye söz
etmiştim. Tespitten de anlaşılacağı gibi konuşma
diyalektiğine haizdir.
Yolumuz, Halimiz, Çaremiz isimli konferanslar
demetinde ise; Yolumuz, Halimiz, Çaremiz, Ruh
Muvazenesi, Hesaplaşma, Tarihte Yobaz ve Yobazlık,
Türkiye ve Komünizm, Edebiyatımıza Dair, Maarif
Davamız isimli yedi konferans vardır. Edebiyatımıza
Dair, Maarif Davamız Konferansları, Tanrı Kulundan
Dinlediklerim (cilt I,1968-İst.)de yayınlanmıştır. Türkiye
ve Komünizm konferansı ise "Komünizma", "Köy
Enstitüleri ve Komünizma" konferanslarından ayrı bir
konferanstır. İlk kez burada yayınlanmaktadır. Diğer
konferanslar da ilk kez yayınlanmaktadır.
Konferanslar üzerine yazdığı günlükler ise "Çerçeve
V, Çepeçevre Anadolu ve Gençlik"te toplanmıştır. Bu

200

fıkraların toplandığı kitap da, "Özlediğimiz Neslin
Vasıfları" isimli konferansa eklenmiştir.
Büyük şairin "ademe mahkûm" ettiği şiirleri
arasından seçmelerine yeni ekler yaparak çıkardığı ilk şiir
kitabı olarak Çile'yi görüyoruz. 1962 yılında ilk basımı
yapılan şiirler, 1969'da "Şiirlerim" adıyla çıkmışsa da
bugüne dek Çile adıyla baskıları yapılmıştır.
Çile'deki şiirler de zamanla hem yeni şiir ekleriyle
hem de yayınlanmış şiirlerdeki değişimlerle gelişmiştir.
"Esselâm" adıyla 1973'te yayınlanan şiir kitabıyla
Çile'nin ilgisi yoktur. Diyebiliriz ki Esselam "Çöle İnen
Nur'un çevresinde odaklanan, nur imbiklerindeki
hikmetlere sanatı sahip çıkarma cehdidir. Çile'deki şiirler
ise, insanı karanlıktan aydınlığa çıkarma veya insanı,
karanlığından haberli kılmaya varan "gaibi kurcalayan
çilingir"in sesidir.
Üstadımızın şiirleri üstüne "eleştiriler ve izdüşümler"
bölümü ile kitabın birçok yerinde serpiştirilmiş olarak
bulabileceğiniz ilgilerden sarfınazar edişimiz izahtan
varestedir.
Tiyatrolara gelince; 1976 yılında Kültür
Bakanlığınca üç cilt halinde toplandı. I. Ciltte Bir Adam
Yaratmak, Sabır Taşı, Ahşap Konak, Siyah Pelerinli
Adam (4 piyes); III. Ciltte: Reis Bey, Parmaksız Salih,
Künye, Abdülhamit Han ve Tohum (5 piyes) olarak
toplam 13 piyes yayınlandı. Bu koleksiyonun oluşması
uğrunda çaba gösterenlere ve zamanın Kültür Bakanı
Rıfkı Danışman'a teşekkür borçluyuz. Lâkin eserlerin salt
bir koleksiyon merakına bağlı kalınarak basımı da biraz
gariptir. Öyle ki, eser yazarının önsözü, ikinci cildin
başına konmuştur. Bu hafifliği büyük mustaribin kader
cilvesi sanmamak hiç mümkün değildir. Bugün elimizde

201

derli toplu olarak bu ciltlerin dışında İbrahim Ethem
piyesi vardır.
Eleştiriler ve izdüşümler bölümünde "üstadın
tiyatroları üzerinde epeyce durulmuştur. Tiyatro
eserlerinde değişiklik söz konusu değildir. Her biri
müstakil olarak yayımlanmıştır. Adülhamid Han, Yunus
Emre, Mukaddes Emanet, Siyah Pelerinli Adam ayrı
kitap halinde yayımlanmamıştır. Siyah Pelerinli Adam,
Abdülhamit Han ve Yunus Emre bir arada Piyeslerim
adıyla yayımlanmıştır.
Gerçi son dönemde resmî sahnelerin, Necip Fazıl'a
boykot ettiği bilinen bir gerçektir. Buna rağmen Büyük
Türk Dramcısının, bu sanat dalında birbirinden güzel
eserler vermesine engel olmamıştır. Zira sahnelerin
boykot etme nedeni, O'nun daha güzel eser verme şevkini
oluşturmaktadır.
Türk tiyatrosunda ardıbeslek yazarların bile
kuramadığı Türk dram tiyatrosunu, Necip Fazıl
eserleriyle donatmasını başarmıştır. Gerisi aktör ve
siyasal karar mekanizmasına kalmış bir iştir.
Hapishane anılarından oluşan Cinnet Mustatili ilk
basımını 1955 yılında yapmış, 1955'ten sonraki bir avuç
gökyüzünü demirli pencerelerin gerisinden seyretme
çilesi Cinnet Mustatili'ninde içerisinde olduğu "Yılanlı
Kuyudan-1970 İst." İsimli eserde toplandığını görüyoruz.
Yılanlı kuyudan isimli, eserin ilk basımındaki ismine
dönüştüğü yıl 1977'dir.
Anılarının hayatını, hayatı içerisinde vücut hikmetini
anlattığı O ve Ben isimli eser, 1965'te "Büyük Kapı"
adıyla yayınlanmıştır.
Anılarını topladığı eserleri genel olarak toparlayalım.

202

Cinnet Mustatili: Hapishane ve mahkemelere kadar
uzanan maznun halinin yüklediği psikoloji ve çekilen
ıstıraplar bütünüdür.
Babıâlî: Basın mesleğine geçiş ve sonrası anılarından
oluşan bu esere, 1925 sonrası Türk basın tarihi gözüyle
bakabiliriz. Büyükdoğu düşüncesinin kamu oyundaki
yerini de göstermek açısından oldukça önemlidir.
Benim Gözümde Menderes: Mütefekkirimizin devlet
katında etkinlik sağlamak amacıyla vermiş olduğu fikrî-
siyasî mücadelenin tarihi ve aynı zamanda Adnan
Menderes ve onun kişiliğiyle, devletin fikre bakışını
tespit bütünlüğünde bir kitap
O Ben: Çocukluk anılarından sonrasına dek bir hayat,
dehanın kişiliğe yüklediği bir çile. Şairin, "Yek katre
hunest ve hezar endişe" mısraının hikmetini teşrih.
Hactan Renkler ve Çizgiler: Övülmüş beldeye
yolculuk... Hac emrinin etrafındaki mânâ ve mekân
değişikliğindeki ferahlığı taçlandıran hadis'in hikmeti
içerisindeki anıları kapsamaktadır.
Tarihi eserleri içerisinde: "Tarih Boyunca Büyük
Mazlumlar", büyük kahramanlık, aksiyon ve düşünce
sahiplerinin oluş çizgilerini tesbit eder: Kısmen biyografi
özelliği vardır. "Ulu Hakan Abdülhamit Han", tam bir
biyografi sayılmamasına rağmen,ona müspet bakış olarak
çığır açmış bir eserdir. Aynı türden Sultan Vahidüddin'i
sayabiliriz. Büyükdoğu düşüncesinin tarih tezi, bu
eserlerle tebellür etmektedir. Namık Kemal düşünce
darboğazının ilk tıkanık seslerinden olmasına rağmen, bir
çırpınış hali arz ettiği ve devrin aydınlanmasının,
devrimize ışık tutacağı yönünde kaleme alınmış
biyografik eserdir. İhtilâl; Tarih boyunca ihtilâllerin,
mantığı, getirip yıktıklarıyla değerlendirilmesini

203

görüyoruz bu eserde. Tarihimizde Moskof; sürekli tehlike
arz eden komşu ülkenin (S.S.C.B.) kimliği bu eserde
teşhir ediliyor. Yeniçeri; Ve askerlik tarihimiz. Ve Türk
savaşı. Savaşın insan unsuru, olanca taktik ve stratejik
yanlarıyla bu eserde anlatılır.
"Dînî Eserler" adı altında toplanan kitaplardan " O ki
O Yüzden Varız-1959 İst" adıyla yayınlanan ve ilk
baskısını "Çöle İnen Nur" olarak 1950 yılında yapan eser,
daha sonra ve bugün "Çöle İnen Nur" olarak
yayınlanmaktadır. Cumhuriyet döneminde bütün incelik
ve hikmetiyle ve olanca sanat gücüyle, Hz. Peygamber'in
hayatını anlatan tek "Siyer-i Nebi"dir. Hem mukaddes
ölçüyü korumak ve hem de çağdaş bilince O'nu tebliğ
görevini üstlenmek gibi görkemin sahibi bir eser.
İlim Beldesinin Kapısı Hz. Ali: Adından da
anlaşılacağı gibi büyük sahabenin hayatı, bu eserin
konusudur. İki yanlı bir görevi getirmesi bu eserin
önemini daha da artırmaktadır. İlki; O büyük sahabîden
herkesin alacağı müjde, ikincisi ise; Alevî-Sünnî gibi
birtakım ayırımlarla İslâm'ın bağrına saplanan hançerin
acısı dile gelir. Hakk'ın ifadesi ve inkârın hakk'ı
saptırmak yolunda sanatı, bir laboratuarda açık bir
biçimde sergilenir.
Altun Halka - Peygamber Halkası
Büyük Kapı-Ek-Başbuğ Velilerden 33
Halkadan Pırıltılar-Veliler Ordusundan 333
Sahabe ve veliler, hikmetleriyle ve nispetleriyle, kısa
kısa takdim edilir. İlk isimleri önce yazılan sırada, son ve
değişik isimleri karşılarına yazılmıştır.
Nur Harmanı: Hadîsleri, konu ve manaları içerisinde
sunuş.

204

Rabıta-ı Şerife: Abdülhakim Arvasî Hazretleri'nin bu
tasavvufî eseri, Üstad tarafından sadeleştirilerek
hazırlanmıştır.
El Mevahib ül Ledünniye I: Birinci cildi tamamlanan
İmam Kastalâni'nin bu meşhur eseri, daha önce Şair Bakî
tarafından da Türkçeye kazandırılmıştı. Hz. Peygamber'in
hayatını anlatır. Diğer ciltleri henüz Üstad tarafından
hazırlanmadı.
Mektubat: İmam-ı Rabbani Hazretleri'nin büyük
eserinden seçmelerdir.
Doğru Yolun Sapık Kolları: Günümüz dünyasında,
sureti hakk'tan görünüp, hakk'ı iptale kadar vardırılan
sapık hücre, eylem ve fikirlerin Türkiye'deki
yıkıntılarıyla birlikte tespit, teşrih ve hükümlerinin
belirlendiği bir eserdir.
Reşahat Ayn el Hayat: Velilerin hayatlarını anlatır.
Mevlânâ Ali bin Hüseyin (Safî)den sadeleştirilmiştir.
Üstadın hikayelerine baktığımızda (Birkaç Hikaye
Birkaç Tahlil 1933-İst.) daha sonra eklerle (Ruh
Burkuntularından Hikayeler 1965-İst.) adıyla son olarak
ta 1970'te (Hikayelerim) adı altında 40 hikayenin
yayınlandığını görmekteyiz. 1970'ten bu yana birçok
hikaye yayınlanmasına rağmen, onlar kitap haline
getirilmemiştir.
Günlük fıkralarını, 1940'tan öncekileri 1940'ta
yayınlanan "Çerçeve" eserinde, daha sonraki yazılarını
"Bin bir Çerçeve" adını verdiği ve her bir ciltte 101
fıkranın yer aldığı beş cilt haline yayınlanmıştır. "Tanrı
Kulundan Dinlediklerim-1968-İst." Adlı iki cilt halinde
yayınlanan eserde 1943'en bu yana Büyükdoğu
Dergisi'nde periyodik olarak yayınlanan yazılardan
oluşmuştur. Ve yine Rapor ismiyle yayınlanan fikri ve

205

siyasi yazılarda, her cildi ayrı bir kitapçık oluşturmak
yönündedir.
Fikri Eserleri:
Türkiye'nin Manzarası: Türkiye'de hakim olan aczin
ve kudretin, ressam içtenliğiyle tersimi.
Çepeçevre Sosyalizm, Komünizm ve İnsanlık: Herhangi
bir ateistin Necip Fazıl ismine gösterdiği tepkiyi gösteren
kapitalistin, bu eserin ifadeleriyle sosyalist ve
komünistinde pek kendinden farklı olmadığını görmüş
olmasındandır. Demek oluyor ki Büyük Doğu
Düşüncesinin lif lif ayırımlaştırdığı ideolojik hastalıklar,
derunî ve ufkî olarak ele alınmaktadır.Kötülük ve
çirkefin,zulmet ve cehaletin,saldırganlık ve haksızlığın
materyalist felsefede değil imha olmak ,onun anası olmak
yönünden çoğalmasını ifade eder.Antitezi tanıtan bu
eser,çeşitli yorumlarıyla konferans olarak verilmiştir.
İdeolocya Örgüsü :Ve Necip Fazıl’ın devlet ve
doktirinini dayadığı büyük manzume…Kutsal anlamıyla
bir rüya olmak yönünden,Türk tefekküründe ilk ve büyük
siyasi ütopya…Ne Campenella’nın “Güneş Ülkesi”nde
hayal,ne “Eflatun”un sokratik açmazlarla dolu
“Devlet”i,ne de “Thomas More”un “Ütopya”sındaki
maddelerle sınırlı bir rüya…Üstadın tertemiz devlet
idealidir bu ütopya…Usuller,renkler,çizgiler,çevreler hep
bir nur imbiğinden süzülür.
Siyasal bilinçteki mantık ölçüleri hatlar,yasaklar
ve emirlerhalinde maddenin de kutsanışı bu eserin
çevresinde.Türk siyasi tarihi bu tefekkür oluşumunu bazı
yönlerden değerlendirmeye girmiştir.
Çeşitli dillere çevirileri yapılan bu eser gerçekten
Necip Fazıl’ı siyasi tefekkür dehası saymamıza

206

yeterlidir.Diğer fikri eserleri bu eserin birer yorumu,sanat
eserlerini de,bu eserin estetiği olarak değerlendirebiliriz.
Büyük Mustaribin bu ideolocyayı örmek uğrunda
katlandığı ıstırapları ,eserin belirlediği dünya ile akıp
giden şu günler arasındaki farkta hiçbir adeseye ve araca
gerek kalmadan görebiliriz.
1980 yılına kadar hem kronolojisini hem de
konularını göz önünde tutarak kitaplık çapta ortaya konan
Büyük Doğu düşüncesi yeni listede görüleceği üzere isim
değişikliklerine uğramış ve fakat muhteva aynı
kalmıştır.Üstadın tabiriyle zarfta da estetiği elden
bırakmadan mazrufu kanının son damlasına kadar
savunmak.Bu açıdan büyük değişiklik olmamakla birlikte
bir açıklama yapmayı uygun gördük…Böylece son güne
kadar Büyük Doğu düşüncesinin kütüphane listesini
vermiş oluyoruz.

207

Liste

208

Liste

209

Liste

210

Liste

211

Üstadın bir ömre zor sığacak eserlerini
konularına göre şöyle tasnif edebiliriz:
ANI: İlk Baskı Yılı
Babıâlî 1975
Benim Gözümde Menderes 1970
Büyük Kapı (O ve Ben) 1965
Cinnet Mustatili (Yılanlı Kuyudan) 1955
Müdafaa 1946
Müdafaalarım 1969
Deneme:
At'a Senfoni 1958
Dînî Eserler:
Altın Halka (Peygamber Halkası) 1959
Başbuğ Velilerden (Altun Silsile) 1974
Çöle İnen Nur (O ki, O Yüzden Varız) 1961
Doğru Yolun Sapık Kolları 1978
Halkadan Pırıltılar (Veliler Ordusundan) 1948
Hazreti Ali 1964

212

İman ve İslam Atlası 1981
Fıkra ve Makaleler:
Binbir Çerçeve (I, II, III, IV, V) 1968
Çerçeve 1940
Rapor (1,2) 1976
(3) 1977
(4) 1979
(5) 1979
(6) 1979
(7,8,9,10,11,12,13) 1980
Tanrı Kulundan Dinlediklerim 1968
Hikaye:
Birkaç Hikaye, Birkaç Tahlil 1933
Hikayelerim 1970
Ruh Burkuntularından Hikayeler 1965
Konferans ve Hitabeler:
Her Cephesiyle Komünizma 1962
Hitabe 1975
İki Hitabe 1966
İman ve Aksiyon 1964
Sahte Kahramanlar 1976
Yolumuz Halimiz Çaremiz 1977
Roman:
Aynadaki Yalan 1980
Kafa Kağıdı 1984

213
Sadeleştirme ve Hazırlamalar:
Bir Pırıltı Binbir Işık (Hadis ve Hikmetler) 1965
Mektubat 1956
Tasavvuf Bahçeleri (Er-Rıyazut-Tasavvufiye) 1983
Gönül Nimetleri (El-Mevahibül Ledüniyye) 1967
Nur Harmanı (Hadisler) 1974
Reşahat, Aynel Hayat 1971
Rabıta-ı Şerife 1974
Senaryo:
Namık Kemal 1940
Senaryo Romanları 1986
Siyasî Tefekkür:
Çepçevre Sosyalizm Komünizm ve İnsanlık 1969
İdeolocya Örgüsü 1959
Türkiye'nin Manzarası 1968
Şiir:
Ben ve Ötesi 1931
Çile 1962
Esselâm 1982
Kaldırımlar 1928
Manzum Yüzbir Hadis 1951
Örümcek Ağı 1925
Sonsuzluk Kervanı 1955
Şiirlerim 1969
Tarih:
İhtilâl 1976

214

Son Devrin Din Mazlumları 1969
Sultan Vahidüddin 1968
Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar 1977
Tarihimizde Moskof 1973
Ulu Hakan Abdülhamit Han 1965
Yeniçeri 1973
Tiyatro:
Ahşap Konak 1964
Bir Adam Yaratmak 1939
İbrahim Ethem 1978
Kanlı Sarık 1970
Künye 1938
Nam-ı Diğer Parmaksız Salih 1949
Para 1942
Piyeslerim 1969
Reis Bey 1964
Sabır Taşı 1950
Siyah Pelerinli Adam 1964
Tohum 1935

215

ELEŞTİRİLER ve
İZDÜŞÜMLER TAYFI

216
DIŞ GÖRÜNÜŞ/Yalçın TURGUT
Kültür Sarayı’ndaki Necip Fazıl Kısakürek
günü muhteşem oldu.Öyle ki,gün sona erdiği ve
Ahmet Kabaklı, “Her güzel şey gibi bu da bitti!”
dediği halde herkes yerinde mıhlı kaldı ve dağılmak
istemedi.
Saat tam 17.30’da açılan Necip Fazıl günü
20.30’a kadar sürdü ve bini aşan ve çoğu ayakta kalan
kalabalık,bilhassa aralarında Ülkücü ve Akıncı
Gençlik ve mümtaz bir aydınlar zümresiyle
maneviyatçı kadronun ihtişamlı tuğrasını resmetti ve
ateşli havasını bir an bile eksiltmeden devam ettirdi.
Kapılar açıldığı zaman koca sahneyi bir baştan
öbür başa çiçek abidelerinin süslediği görüldü.
Bilhassa “Tercüman” gazetesiyle “Hergün”ün ve
MHP merkez ve il teşkilatının çiçek heykelleri, Üstada
bağrını açan rengarenk birer mana teşrifatçısı
halindeydi.
Günün müellif ve rejisörü Ahmet Kabaklı’nın
takdiminden sonra Milli Eğitim Bakanı kürsüye geldi
ve kısa bir konuşmayla Necip Fazıl Kısakürek ve
davası üzerinde takdirkar kıymet ölçülerini
belirtti;onu,böyle bir günü Kültür Bakanlığına
benimsetmekte baş amil,Bakanlık Müsteşarı Emin

217

Bilgiç takip etti.Ve “Tercüman” sahibinin gayet renkli
ve espirili konuşması…
Peşinden ,fevkalade bir tertip ve intizamla
yürütülen proğram;
Çile-Necip Fazıl’ın baş şiiri…Okuyan Üstün
İnanç…
Prof.Ayhan Songar’ın konuşması…
“Tohum” piyesinden “Makine ve Ruhçuluk”
sahnesi…
Prof.Süleyman Yalçın’ın konuşması…
“Kaldırımlar” şiiri (Edebiyat Vakfı Müdürü
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu tarafından)…
Prof Recep Doksat’ın konuşması…
“Bir Adam Yaratmak” piyesinden ölüm tiradı-
Hüseyin Goncagül…
“Ben” şiiri –Okuyan: Mustafa Cabat
Ve spikerin anonsu;
“-Şimdi Necip Fazıl bizzat huzurunuzda!..”
Ve Necip Fazıl Kısakürek…
Üstad ve yakın arkadaşları üç tabip profesörün
konuşmaları harfi harfine sahifelerimizde…
10 dakika ara…Okunan tebrik telgrafları
…Başta Başbakan Demirel’in takdirkar
telgrafı,Türkeş ve MHP teşkilatının ateşli
telgrafları,bazı Bakanların alaka mesajları ve
dostlardan yağan bağlılıklar…
Koro… Cahit Atasoy tarafından bestelenmiş
“Zindandan Mehmede Mektup”…
Ne o ?.. Üstadın 8 yaşındaki sevimli torunu,
pevasızca dedesinin ‘Aç Kapıyı!” şiirini okuyor ve
aynı şiiri koro, eski bir besteye uydurmuş tekrarlıyor.

218

Sevimli torun Emrah Kısakürek sahneden aşağı
iniyor,fakat koro yerinde kalıyor.Sahneye bu defa
Hayri Adalı adlı genç çıkıyor ve “Gençliğin taç şiiri”
tabiriyle “Sakarya”yı okuyor;koro da üç parça şiirin
her her parçası sonundaki mısralarda ona refakat
ediyor.Büyük vecd ve heyecan…
Merasim…Necip Fazıl’a verilen hediyeler ve
“Sultan-üş Şuara” şehadetnamesi… Bakanlık
hediyeleri ve Üstadın nüktesi;
“-Viranede sultanlık!..Şimdilik bu viranenin
temizleyicisi olalım da sıra sultanlığa gelsin!..”
Birçok profesör,siyaset ve ilim adamının
ziynetlendirdiği ve bilhassa “Akıncı Güç” ve
“Ülkücü”gençliğin heyecana boğduğu toplantıda ,tek
ferdin arada ve sonda dışarıya çıkmadığı şöyle dursun,
Edebiyat Vakfı reisi bitimi haber verdiği halde hala
herkes bulunduğu yere perçinlenmiş,ayrılmak
istemiyor.
Bu bildiğimiz törenlerden biri ve en iyisi
değil,ellerini devlete kadar uzatmış Büyük Doğu
idealini Kültür Sarayı’na nakşetmişbir fetih hareketi
oldu.
KONUŞMA / Necip Fazıl Kısakürek
Muhterem dâvetliler!
İçinde yaşadığımız cemiyet...
İnsanın başlıca dört cihazından dimağı olanını kişniş
şekeri kadar küçültmüş, asabî, hazmî ve tenasülî
olanlarını da yumak yumak ve tepe tepe urlaştırmış bir
cemiyet...

219

Sizi, öyle bir cemiyette hâlâ sanat ve edebiyat
cazibesi duymakta devam eden aydınlar olarak ihtiramla
selâmlarım.
Edebiyat... Bizde sadece şiir, roman, tiyatro, hikâye
gibi bazı ifade kalıplarını kuşattığı sanılan bu mefhum.
Batı adamının kafasında (Lettres) tabirinden de
anlaşılacağı üzere, sınırsız bir genişlik ve derinlik belirtir.
(Lettres), yani harf, kelime, cümle, yazı dili ve bu
vasıtalara bağlı bütün saf ilimler... Teknik hariç, bütün
saf ilim ve tefekkür çeşitleri, kendilerini edebiyat dairesi
içine görürler.
Öyleyse edebiyatı, mücerret idrak şubelerinin umumî
çerçevesi kabul edebiliriz. Bu şubeler arasında baş
köşeye oturtulacak, şiiri, romanı vesairesiyle kelâm
sanatı... Yunus Emre'nin tabiriyle, hece taşları üstündeki
kelâm...
Edebiyatı böyle anlarsak onun izzet ve kıymetini ve
muhtaç olduğu şartları anlamaya yol açarız.
Edebiyatı olmayan millet, zatiyle de mevcut değildir.
Milletler kendilerini, teknik harikalardan ziyade
geniş şümulüyle bu noktadan mizana çekerler.
Büyük İskender, taş üstüne taş kalmamacasına
yıkılmasını emrettiği bir şehrin meydan yerindeki şair
büstüne dokunulmamasını irade etti.
İmdi... Evet, imdi ve şimdi...
Bütün acılığı içinde ilân ve itiraf edeyim ki, bugün
edebiyat diye birşeyimiz kalmamıştır bizim!..
Öyleyse biz, millet olarak, var mıyız, yok muyuz?
Bu korkunç sualin cevabını tefekkür, ruh, ahlâk, iktisat,
inzibat, idare, lisân sahalarında yaşadığımız ana-baba
gününe bakarak siz veriniz!

220

Ne korkuyoruz! Üzerimizden bir sam yeli
estirildiğini, bu yelin her sahada bütün millî kabiliyetleri
kavurduğunu, sonunda bizi zaman ve mekân dışına
ittiğini ve her şeyi bir çıkartma kağıdı taklitçiliğinden
ibaret bıraktığını haykırmaktan ne korkuyoruz?
Mücerret ilimler arasında üstün düşünceyle derin
duyguyu meczeden edebiyat, içtimai fayda yönünden ne
kadar âciz görünürse görünsün, toplum uzviyetinde
kalbdir; ve tüm hayatı doğuran müessir... Ona kâinatın
künhünü arayan fikrin, çok defa fikri yaya bırakıcı füze
çapında tahassüs vasıtası diyebiliriz.
Milletimizin gerçek büyük devlet ölçüsüyle 13'üncü
Asrın sonunda 19'uncu Asrın başına kadar beş asırlık
empriyal asliyet ve şahsiyet hayatına bakınca görürüz ki,
üstün fikri derin tahassüs edâsına kavuşturmuş azim
yaratılışlar çıkmakta karşımıza...
Yunus Emre'de maverâî hasret...
Fuzuli'de beşerî rikkat...
Bakî'de sultanî haşmet...
Nefî'de hamâsî belâgat...
Nedim'de garamî hassasiyet...
Şeyh Galip'de bediî zarafet...
Ve hepsinde, teker teker bu kıymetlerin hepsi...
Bunlar, alaca karanlıkta İstanbul'a bakarken kubbe ve
minare şeklindeki silûetlerini gördüğümüz devlerdir; ve
metafizik temel üstünde fizik, plâstik ve ideolojik
nakışlarını âbideleştirmiş bir "devlet-i ebedmüddet"in
edebiyatta işaretçileridir.
Bizce bugün onların yanında, Süleymaniye Camiine
bitişik arsız arsız dilini çıkarmış, "Bu kubbeyi babam

221

yaptı ama metelik etmez!" diyen bir gecekondu
manzarası arz ediyoruz.
Kültür Sarayını maddede çatmak ve yapmak kolay
iş... Onu meccânen günde şu kadar varil petrol üreten
Asyalı ve Afrikalı kabileler de yaptırabilir. İş onun
ruhunu, özünü, tohumunu, cevherini, protoplâzmasını ele
geçirebilmekte...
Ruhun pabuçlukta beklediği, maddenin de
mihraplaştırıldığı son yarım asırlık devrimizde, birbuçuk
asırdır reçel kavanozunu dışından yalama ananesiyle
gelen kurbağaları bile güldürücü şahsiyetsizlik ve
aslîyetsizlik belâmız zirve noktasına çıkarken, Kültür
Sarayı isimli bu süslü kafeste hangi kuş nev'ine yer
verileceğini sormak başlıca hakdır.
Herhalde kargalara değil...
Demin, "kurbağaları bile güldürücü" tabirini
kullandım. İşte size, tepeden inme, halis Türkçe bir
cümle.
"Türkiye'yi batıran sâiklerin bir müessire
bağlanamamasındaki âmil sebep nedendir ve nedir?"
Ve işte bu cümlenin kurbağacası:
"Türkiye'yi batıran nedenlerin bir nedene
bağlanamamasındaki neden neden, nedendir ve nedir?"
Kafamızdaki renk renk nispet ve mânâ tonlarının ne
türlü törpülendiğini ve silindiğini ve her şeyin nasıl bir
gaga şangırtısına terk edildiğini lütfen görünüz!
Nedenin nedenindeki neden nedir?.. Tımarhanelik bir
zekâ geriliği!.
İşte böyle bir hengâmede...
Kıtlığın ne petrol, ne ilâç, sadece insan yokluğundan
geldiği bu dehşet gününde...

222

Şiir yerine kâbuslardaki sinek vızıltısı hezeyanları alt
alta dizmenin marifet sayıldığı bu deliler panayırında...
Üç katlı Türk evinin, alt katında 25'likler, orta
katında 50'likler, üst katında 75'likler, birbirini
boğazlayan ve kötüleyen nesillerle çatırdadığı bu
efsanelik iklimde...
İşte saray, Kültür Sarayı...
Tek vasıf ve haysiyeti, cemiyetinin ıstırabını
yaşamak, acısını haykırmak ve istikbâlini hecelemekten
ibaret bu yetmiş beşlik ihtiyarı içine alabiliyor ve
değerlendirmeye davranıyor. Ulvî ve asîl davranış!..
Bu davranışın bana ilham ettiği şükran duygusu bir
tarafa, belirttiği cesaret ve celâdeti kaydetmeden
geçemem.
Ben, taş kafalı komünistlerin, köksüz ve başıboş
liberallerin, kanser virüsü siyonistlerin, iç tahrip ajanı
devrimcilerin ortaklaşa düşmanı olduğu ve sistemli
şekilde ademe mahkûm ettiği, okuma kitaplarından
ismini kazıdığı, fakat buna rağmen ilâhî bir tecelli ile
toprağı altından kaynatmayı ve üstüne meltemler,
ürpertiler, zelzeleler sermeyi ve etrafına çelikten bir
gençlik hisarı çekmeyi gaye edinmiş ve tam 44 yıl tek
derece yön değiştirmemiş belâlı adamım; ve bedbaht
olduğum kadar mesudum!
Vâkıâ bu benimsenme imkânını bana hazırlayan,
bizzat devlet değildir; 25'lik ve 50'lik iki nesil arası,
köprü nesil vaziyetinde, selim akıl ve duygu hasislerinin
kurmuş bulunduğu bir cemiyettir; devletin bu mevzudaki
tavrı ise böyle bir benimsenmeyi kötüye almamak
faziletinden ibaret...
Ve işte yarım asırdır zuhurunu beklediğimiz bu
fazilet, hususiyle otuz yıldan beri kâh açılan ve kâh

223

kapanan havalar gibi, bugün gerçekleşme ve yerleşme
vaadinde bulunuyor. İnkılâp çapında, inkılâp habercisi
bir hâdise!..
10 küsür yıl önce, dekanı bulundukları Dil-Tarih
Fakültesinde, konferans salonunu dâvamıza tahsis etmek
suretiyle aynı fazilet ve cesareti gösteren muhterem zatı,
bugün Kültür Bakanlığındaki müstesna rolünden ötürü,
Bakanıyla birlikte en takdirkâr hürmetlerime hedef olarak
belirtirim. Onları alkışlayınız!
Öte yandan, hâdisenin asıl müellifi, Edebiyat Vakfı
Reisini, lütfen ayağa kalkmaya ve teşekkürleri kabul
etmeye dâvet ederim.
Şair, Allah'ın bahşettiği nisbette gelecekten sesler
alan nazik bir antendir. Bu bakımdan (avan-gard)
dedikleri öncü ve arayıcı sanat adamı rüyasındaki ideal
devlet ve hükümet dururken, mevcut ve eskimiş
bulunandan zevk almaz ve ondan hakkın takdir
edilmesini beklemez. O, daimi bir isyan halindedir ve bu
ideal hayatı arama cehdinde...
Bir Fransız edibi, bu ince hikmeti şöyle
ifadelendiriyor.
"-Üç şey gerçek sanatkârı şerefsiz kılar: Fransız
Akademisine âzâ kabul edilmek, (Lejyon d'onör)
nişanıyla lütuflandırılmak, zamanenin münekkidi
tarafından övülmek..."
Bu hissî ve teessürî sözde, sanatkârın hemen her zaman
ihtilaf halinde olduğu cemiyetine bakışı olarak derin bir
gerçeklik payı var. Ama elbette ki, gaye, aynı sanatkârın,
içinde yaşadığı devlet ve cemiyetten itminan sahibi
olması...
Bu itminan duygusuna nail ve son derece nadir
kahramanlardan biri, Eski Yunanda (Perikles), Çağının

224

lirik şairi (Pendar-Pindaros), Attik Medeniyetin şahika
noktasında yaşamış olmasına rağmen, bakınız kendi öz
cemiyeti hakkında ne diyor:
"-Meğer ben, bir ömür, katırların yemliğine saman
yerine orkide doldurmuşum!.."
Yunan Medeniyeti'nin en olgun cemiyet
manzarasıyla kemâl devresinde, meydanları Sokrates'ler,
Platon'lar, Eşil'ler, Sofokles'ler doldururken, ya bizim o
elmas halden bu kömür hale düşmemiz karşısında cins
sanatkâra ne demek düşer!...
(Kalite)nin, isim ve sıfatı birbirine karıştırmış bozuk
bir Türkçeyle "kalite makarna" diye kullanıldığı, bütün
ulvî mefhumların olanca vitaminini kaybettiği ve en ışıklı
(kozmos)un en karanlık bir (Kaos)a döndürüldüğü bu
hiçlik pazarında hangi keyfiyet dâvası?..
Cins sanatkâra bu maddi ve manevi anarşi diyarında
ya çatlamak, patlamak, kıvılcım kıvılcım fezada uçmak
ve kendisine yeni bir plânette vatan aramak... Yahut, işte
bizim yaptığımız gibi, son nefesine kadar çırpınmak,
yırtınmak, zindanlarda güneşi boru içinden seyretmek
ve... Evet, ve...
Ve ürettikleri tezek nesilleri has ekmeğe çevirmek
için, tırnaklarımıza kan oturmuş, hamurkârlık yapmak
borcu kalıyor.
Sabır, tevekkül, ümit, iman, çile ve ıstırap kol kola...
Şimdilik yalnız ıstırabı azizleştirebilsek yeter! Keşke
esirler kampı gibi çitle çevrilmiş bir mustaripler
kampımız olsa...
Şimdi en belâlı sual:

225

Hayalimizdeki fert içi ve fert dışı tantanalı oluşa,
zaman ve mekân müsait midir? Sakın, zaman geçmiş ve
mekân pörsümüş olmasın?..
Dünyanın en güzel aşk serenatlarından biri olan
"Romeo ve Jülyet"de, Şekspir, bu sualin cevabını
kahramanına, vaziyetine göre şöyle verdiriyor:
Jülyet, sabaha kadar penceresinin dibinde kendisine
dalan Romeo'ya:
- Artık git, der; vakit çok geç!
Divâne âşık cevap verir:
- O kadar geç ki, erken kabul edebiliriz!..
Bu noktada bir ân sükûtu dinleyelim... Ve
haykıralım:
GÜNEŞİN DOĞMASINA YAKIN VAKİT
ERKENDİR!
Muhabbetle selâmlarım!

KONUŞMA / Prof. Ayhan SONGAR
İnsan zekâsı, insan düşüncesi, maddeden kurtulup
mânaya, müşahhastan kurtulup mücerrede yükseldikçe
gelişir, yücelir ve gerçek manasıyla "insanlaşır..." Necip
Fazıl Kısakürek'in hayatını, eserlerini, konuşmalarını
takip edersek, onun, baştan beri zirvesinde oturduğu bu
seviyede bile,
Gaiblerden bir ses geldi: Bu adam
Gezdirsin boşluğu ense kökünde
diyerek safha safha, kademe kademe daha da
ulvîleşme gayreti içinde olduğunu görürüz.
İçinde bulunduğu dünyayı,

226
Bu nasıl bir dünya, hikâyesi zor;
Mekânı bir satıh, zamanı vehim.
Bütün bir kâinat muşamba dekor,
Bütün bir insanlık yalana teslim.
diye tasvir eden Necip Fazıl "İstikametin sönüşünü,
boşluğun yıkılmasını" temâşa ederek;
Sanki burnum, değdi burnuna (yok)un,
Kustum, öz ağzımdan kafatasımı...
diyebilmektedir. Şu iki mısraın çizdiği manzara,
insanın tüylerini ürpertecek kadar dehşetli ve mücerredin
şâhikasına varan bir deyiştir. Bundan hiç kimsenin bu
sözleri kolay kolay söyleyebileceğini sanmıyorum.
Havada patlayan bir uçak düşünün. İçindeki yüksek hava
tazyiki, dışarıdaki düşük basınç karşısında birdenbire
boşalınca, bazen insanın kafatası gerçekten ağzından
fırlarmış!.. Necip Fazıl Kısakürek de, içindeki tazyikin,
dışarıdaki boşluğa fışkırmasını kelimelerle böyle
anlatıyor. Burnu "yok"un, "boşluğun" burnuna değmiş ve
"öz ağzından kafatasını kusmuştur"... Tıpkı, yükseklerde
infilâk eden bir tayyare gibi... Ve bu infilâkın zerreleri
bulut bulut, fevc fevc memleketi kaplamış, o, bir şair, bir
ideal ve fikir adamı olurken, nesiller onun heyecanıyla
heyecanlanmış, duygusu ile duygulanmış, onun gözleri
ile,
Atomlarda cümbüş, donanma şenlik;
Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.
diye tasvir ettiği manzarayı seyretmiştir.
Zamanımızı,
Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem,
Üst kat, elinde tesbih ağlıyor, babaannem
Orta kat, mavs oynuyor annem ve âşıkları,

227

Alt kat, kızkardeşimin tamtamda çığlıkları
Bir kurtlu peynir gibi ortasından kestiğim
Buyrun, maktaından seyredin, işte evim...
diye anlatan Necip Fazıl,
Fikrin ne fahişesi oldum ne zamparası,
Bir vicdanın bilemem kaçtır hava parası.
diye kendi yerini belirleyerek,
Rahminde cemiyetin ben doğum sancısıyım
Mukaddes emanetin dönmez dâvacısıyım
Zamanı kokutanlar mürteci diyor bana
Yükseldik sanıyorlar alçaldıkça tabana
Zaman korkunç daire, ilk ve son nokta nerde
Bazı geriden gelen yüzbin devir ilerde
demektedir. Necip Fazıl, bu sefil manzara içinde, bu
maddeye esir dünyada, her şeyin izafi olduğunu fark
ederek daima "gerçek hakikatin yılmaz bir arayıcısı"
olmuştur.
Einstein, "Bir asansör içinde doğsak ve asansör
mütemadiyen yükseliyor olsa, biz onun hareketinden asla
haberdar olamayacaktık" diyor ve şu suali soruyor: Yer
çekiminden bahsediyorlar, acaba dünya bizi çektiği için
mi üzerinde duruyoruz, yoksa bize doğru geldiği için mi?
Bir hastam bana, "Madem kütleler birbirini çekiyor,
neden kuyudan kova ile su çekerken kova kuyunun
duvarına yapışmaz?" diye sormuştu. Kendisine çekimin
arzın merkezine doğru olduğunu anlatmaya çalıştım,
yüzüme gülerek baktı ve "Ona da sen inan" dedi... Evet,
zaman da, mekân da birer "Korkunç daire" ve hiç
şüphesiz "Bazı geriden gelenler, yüz bin devir,
milyonlarca devir ilerde. Mesele mebdein, başlangıcın
nerede olduğunda. Bu, "Camdan ince, kılıçtan keskin"

228

sual, Necip Fazıl'ın "Bir zehirli kıymık gibi" beynine
saplanmış, "Akrep nokta nokta ruhunu sokarken" "fikir
çilesinde büyük işkencesini" doldurmuştur.
Fezada kütlelerin birbirini çektiğini ispat edecek
hiçbir makûl delil ve bu cazibeye hiçbir maddi sebep
gösterilemezken dünya güneş etrafında, ay dünya
etrafında dönmekte ve dünyamızı çevreleyen hava
tabakası, atmosfer,boşluktan ibaret fezaya dağılması
gerekirken öyle olmamakta, bizleri koruyup yaşatmak
için yerinde kalmaktadır. Bunun altındaki hikmeti, bu
gerçeği, hâlâ ilim ve tekniğin katı ve ruhsuz çerçevesi
içinde mahsur kalan, kanunu tanıyıp Vazıı Kanun'u
görmezlikten gelmeye çalışan, her şeyin OL ve YOK OL
emirlerinde düğümlendiğini, bu emirlere boyun
eğmekten ileri gidemediğini anlayamayan maddeciler
hissedememekte, fark edememektedirler. İşte Necip Fazıl
bu gerçeğe ulaştığında;
Ensemin örsünde bir demir balyoz,
Kapandım yatağa son çare diye,
Bir kanlı şafakta, bana çil horoz,
Yepyeni bir dünya etti hediye...
diyebilmiş, "Nur bize Allahım, nur!" diye feryat
etmiş,
Sen ol dersin ve olur,
mısraıyla meseleyi noktalamıştır.
Necip Fazıl'ın ömrü, temaşa ettiği muhteşem
manzarayı insanlara göstermeye çalışmakla geçmiştir.
Aynı manzarayı Yunus da seyretmişti.
Mânâ denizine daldık, vücut seyrini kıldık
İki cihan serteser, cümle vücutta bulduk

229

Gece ile gündüzü Levhte yazılan sözü, cümle
vücutta bulduk...
diyordu Yunus. Necip Fazıl da,
Açıl susam açıl!.. Açıldı kapı:
Atlas sedirinde mâverâ dede.
Yandı sırça saray, İlâhi yapı,
Binbir âvizeyle uçsuz maddede.
demekte...
Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim
Aşkın ile avunurum, bana seni gerek seni.
Evet, Yunus öyle diyordu,
Sen bu cihan mülkünü Kaftan Kafa tuttun tut
Ya bu âlem malını oynayıben yuttun tut
.............................................................
Ölüm vardır bilirsin, niçin gâfil olursun
Kamulardan ayrılıp, varıp sinde yattın tut
Yüzyıllar hoşluk ile, ömrün olursa Yunus
Son ucu bir nefestir, geç andan unuttun tut
Necip Fazıl'ın da,
Anladım işi;sanat Allahı aramakmış;
Buymuş oyun, gerisi yalnız çelik çomakmış.
diye sanatını tarif etmesi,
Son gün olmasın dostum, çelengim, top arabam;
Alıp beni götürsün, tam inanmış dört adam...
vasiyeti... Yunus da şöyle vasiyet etmişti:
Biz dünyadan gider olduk, kalanlara selâm olsun
Bizim için hayır dua kılanlara selâm olsun

230

Necip Fazıl Kısakürek son devrin en büyük
şairidir. Türk dilini en güzel kullanan, dilde, ifadede
mücerredin zirvesine varabilen kişidir. Günlük hayatın
sahte pırıltıları ile doymayan, aslâ tatmin olmayan ruhu
onu gerçeği, hakîki mânâyı arama gayreti içinde asırlar
sonrasına seslendirebilmiştir. Biz bugün fani Necip
Fazıl'ı bu ebedî şahsiyetiyle anmak için toplandık. Bu
toplulukla ona bir milletin saygılarını, sevgilerini takdim
etmek istedik. Necip Fazıl, "Şairler Sultanı", "Sultan-üş
Şuarâ" unvanını Türk Edebiyat Vakfı'ndan, "Gönüller
Sultanı" unvanını ise bizlerden, kendisini sevenlerden
almıştır. Burada konuşma cesaretini de bu sevgiden
alıyorum. Yoksa, benim, Necip Fazıl'ın huzurunda onu
anlatmaya çalışmam, körün fili tarife kalkması gibi,
"muhal ile iştigal" olurdu. Nedim, İstanbul'u, "Bir
sengine yekpâre Acem mülkünü fedâ ettiği", "Bir gevher-
i yekpâre iki bahr arasında" dediği ve güneşle tartılsa
yeridir diye değerlendirdiği İstanbul'u anlatmaya çalışır
çalışır da sonunda,
İstanbulun evsafını mümkün mü beyân hiç
Maksud hemen sadr-ı keremkâr-ı senâdır.
diye anlatılmazı anlatmaktan vazgeçiverir. Necip
Fazıl, bir kitabını bana verirken "Gerçek dostuma" diye
ithaf etmişti. Sürç-ü lisân etti isek, bana lütfettiği bu şeref
sıfat ve pâyesine sığınırım.

KONUŞMA / Prof. Recep Doksat
Lâ ilâhe illallah!..

231

Kelime-i tevhid. Evet, Allah'dan başka ilâh yoktur.
Allah'dan gayrı Allah adıyla bilinen ekber Varlığın ve
Kudretin hâricinde ilâh yoktur.
Henüz çocuktum, beş altı yaşlarında... Bir Anadolu
kasabasındayız. Etrafımda beyaz başörtülü, nur yüzlü,
pamuk elli teyzeler, ablalar, annemin misâfirleri... Hepsi
abdest almışlar, yatsı namazına hazır, ezân-ı
Muhammedi'yi bekliyorlar: Allahü Ekber, Allahü
Ekber... Lâ ilâhe illallah!.. denmesini.
Fakat o ne? Bir başka türlü idi müezzinin sesi ve bir
başka şeyler okuyordu ezan diye. Tanrı uludur, Tanrı
uludur! Tanrıdan başka yoktur tapacak!
Başta annem, herkes, bir lâhza donup kaldı. Sanki
gök kubbe başlara çökmüştü. Kurşun gibi bir ağırlık
havada. Gönülleri mâtem bürüyüverdi. Sanki gizli bir
hoyrat el yırtıp açmaya çalışıyormuş gibi, bir telaffuz
sevki tabiisi ile, pamuk eller beyaz başörtülerine uzandı,
onları sıkı sıkıya kavradı... Kısık hıçkırıklar ve
mırıldanılan tekbir sesleri: Alahü Ekber, Allahü Ekber!
Lâ ilâhe illallah...
Çocuk zihnimle ne olduğunu kavrayamıyordum, ama
çocuk kalbim teessürle doluydu. Aksayan bir şey vardı,
üzülünecek, hatta kahrolunacak bir vahim değişiklik
vuku bulmuştu. Neydi, neydi bu?.. Ruhum, mukaddesi
idrakin dirsek temasına galiba ilk defa bu teessürî şok ile
geldi.
Delikanlılığım, üniversite talebeliği ve asistanlık
yıllarım, İstanbul'da geçti. Cumhuriyet Halk Partisi'nin
İnönü devrinin tek şef, tek parti, tek politik ideoloji
şeklinde formüle edildiği totaliter idaresi ve baskı
yılları... Beyazıt kahvehanelerinde, Küllük'te, kimisi
satıcı kılığında, kimisi de sözde talebe emniyet

232

vazifelileri, ajanlar... aramızda dolaşırlardı. Onları
tanırdık tek tek, onlar da bizleri... Kim hangi mecmuayı
okuyor, kim kimden yana, kime karşı, hep tespit edilirdi,
hükûmete ve partiye bildirilmek üzere, Partinin talebe
yurdu bile vardı, yeni aristokrasinin çocuklarını ucuza
barındırmak üzere. Bir taraftan Türkçü dergiler, Atsız'ın
Orkun'u, İhsan Koloğlu'nun Altın Işık'ı. Diğer taraftan
Marko Paşa'sı, Malûm Paşa'sı, Zincirli Hürriyet'i ile
komünist neşriyat da bata çıka mevcut. Ve, Necip Fazıl'ın
Büyük Doğu'su! Her sayısı hâdise olan Büyük Doğu! Her
satırı CHP'yi sarsan, millî denen şefi iğneleyen, hattâ
çuvaldızlayan yazılar...
Mukaddesleri olmayan cemiyetler ayakta duramaz,
mukaddesâtı olmayan ve onlara sahip çıkıp onları
benimsemeyen milletler pâyidâr olamaz. Benim neslime
ve benden sonrakilere de mukaddeslerimizi tanıtan,
mukaddesatımızı benimseten Üstad Necip Fazıl
olmuştur.
Bize İslâmı tanıtan, bize İslâm'ı sevdiren, bize ona
sahip çıkmamızı öğreten, Necip Fazıl olmuştur.
Hepimizin hocasıdır. Üzerimizde hakkı çoktur.
Ezân-ı Muhammedî, namaza dâvetin, nasıl bir
beynelakvam, beynelmilel ve bütün zamanlara şâmil
mukaddes bir formülüdür; nasıl okkült tesirleri olan bir
şartlı situmulustur; Türkçe, Çince, Hintçe, Farsça veya
Endonezya dilinde niçin okunamaz? Lâiklik nedir? CHP
entelijansiyasının kafasında nasıl şekillenmiş ve bizde
nasıl tatbik oluna gelmiştir? Tevhidin ehemmiyeti
nerdedir? Bütün bunları Necip Fazıl'dan öğrendik.
Arapçada ilâh kelimesi "İbâdet edilen, azamet ve
kudret bakımından ibâdet edilmeye, huşû ile boyun
eğilmeye ve itaat edilmeye lâyık bir varlık demektir."

233

Beşer anlayışına göre ve beşerî idrake nazaran, muazzam
bir kudrete sahip görünen her varlığa da keza ilâh
denmiştir. Başkalarını hayrete, haşyete düşürecek sonsuz
görünen bir kudrete sahip olan da ilâh telâkki edilmiştir.
Keza ilâh, "başkaları ona tâbi olmasına rağmen, kendisi
başkalarına tâbi bulunmayan" anlamına da gelir. İlâh
kelimesi aynı zamanda Arapça'da, gizlilik, esrarengizlik
mânâsını da taşır. Böylece ilâh kelimesi, ulaşılmaz,
görünen, görülmez bir kudret halini de ifade eder
olmuştur.
Türkçe tanrı, farsça hûdâ, hintçe diva, İngilizce god,
fransızca dieu... Aşağı yukarı aynı anlamdadırlar. Bu
kelimeler büyük harfler başlayarak yazılmazsa hep, ilâh
demektir. Halbuki "Allah" kelimesi, ism-i hastır,
Zülcelâlin aslî ve zâtî adıdır. İlâh'lar diyebilirsiniz,
tanrılar denebilir, fakat -hâşâ- Allah'lar denilemez.
İslâm’da, günâh-ı kebâir'den olan hususların başında
şirk gelir. Allah'a şirk koşmak en büyük günahtır.
Kelime-i tevhid de hep bu hakikati zihinlere ve
vicdanlara hakkeder.
İtiraf edeyim ki, bu hakikatin mânasını, yakın
zamana kadar böylesine derinliğine ve dehşetle
anlamamıştım. Evet, Beşer şaşar; evet, beşerin türlü
dalâletleri var, putunu kendi yapıp kendi tapar... denir,
hep biliriz. Hazret-i İbrahim'in putları ilk kıran, Hazret-i
Peygamberin de Kabe'den onları son kaldıran olduğunu
hep biliriz. Hazret-i İbrahim'den sonra Peygamber
efendimize kadar geçen asırlarda putların yine kaldırılıp
dikilişini, sanki çoktan terkedilmiş, bir daha artık tekerrür
etmez bir sapıklık olarak değerlendirme meylindeyizdir.
Sanki artık Allah yerine başka ilâhlara, hele putlara

234

tapma tehlikesi hiç kalmamıştır, böyle bir sapıklık bahis
konusu değildir gibi gelir bize.
Oysa, gerçek çok acı! Beşeriyet putperestlikten
kurtulamamıştır. Put fikirler, put inançlar, put ideolojiler,
put ideoloji fraksiyonları, put ideologları, put şefler, put
şahıslar, put artistler, put sporcular... her tarafta ve her
zaman! Batı, eski Grekten alınma bir kelime ile "idola"
diyor. İdol, yani put tipler ve fikirler, ilericilik,
devrimcilik adına, gizli ellerin idare ettiği bir beyin
yıkama endüstrisi tarafından genç zihinlere sunuluyor.
İdolatri, putperestlik, putataparlık devrimizin de hâkim
vasfı.
Hele gençler, putlar uğruna ölüyor, öldürülüyor,
yakıyor yıkıyorlar. Dünya hudutlarını aşamayan bu put
inanç ve ideolojilerinin hepsinin iflâsa mahkûm olduğunu
müdrik değiller. Putperest yetiştirilenlerin bir puttan
başka bir puta yuvarlanmalarına şaşmamalı. Hepsi bir
istikamet beraberliği hasreti, bir kıble emniyet ve
huzurunu arayış susuzluğu içinde. Bu "kıble güvencesi"
ni mensup oldukları veya itildikleri fraksiyonun
buyruklarında arıyorlar. Âyetlerin, hadislerin yerini
çarpık sloganlar ve slogan tefsirciliği almıştır.
Devrimciliklerinde bir nevi tarikat lezzeti bulan zavallı
gençler bunun tadını geveliye geveliye, devrimin olacağı
günü, o yeryüzü cennetini bekliyorlar. Ve heyhat! Bunun
uğruna ölüyorlar, öldürüyorlar. İlayı Kelimetullah uğruna
sefere çıkıp, ya gâzi ya şehit diye vuruşan atalarımıza
nazaran ne hazin derekeye düşüş.
Eğer gençlerimizin hepsinin değil, cüz'i bir kısmının bu
gayyaya yuvarlanmasının tesellisini taşıyorsak, çoğunun
Tevhid'e bağlılığı hâlâ varsa, bunu, Necip Fazıl'lara
borçluyuz.

235

Din Psikolojisi, başka bir deyişle Dînî Psikoloji
bakımından tahlil edilirse üzerinde saatlerce
konuşulabilecek, hakkında sayfalar yazılabilecek bir
konu. Bizler, Osmanlı'nın temsil ettiği Türk-İslâm
kültürünün kırıntıları ile beslenenler... Mukadder mânevi
krizleri nasıl olup da bu derece hafif atlatmış
bulunduğumuzun muhasebesine lâyıkıyla eğilmemiş
nesiller. Necip Fâzıl'ın ve onun dile getirdiği İdeolocya
Örgüsü'nün ruhlarımıza sinen tesirlerini, fikriyatımıza
yön veren telkinlerini lâyıkıyla değerlendirebilirsek, onun
hepimizin formasyonuna nasıl silinmez bir damga
bastığını daha iyi anlarız. Evet! İnkılâp devrim oldu,
tekkeler de komünist hücreleri... Trajedimizin bir cümle
ile hülâsâsı bu.
Dînî Psikolojide konversiyon (conversion) mühim bir
bahis teşkil eder. Din, mezhep ve ideoloji, hatta parti
değiştirme anlamına kullanılan bu terim psikanalizde ayrı
bir mânâ almıştır... geçelim. Türkçemiz pek nüanslıdır.
Şahıs bir ruhi istihale geçirip İslâm la müşerref olursa,
bunun adı ihtidâ'dır, hidâyete ermek! Dinden çıkarsa
irtidat, hristiyan olursa tanassur.
Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde bir
zamanlar Din Psikolojisi dersleri vermek nasip olmuştu
fakire. Konuyu o zamanlar derinliğine inceleme fırsatını
bulmuştum. Dikkate değer incelemeler var dînî
psikolojide: Meselâ, mastürbasyon (istimna) yapan bülûğ
çağındaki gençlerin, o fiil esnasında kullandıkları
muhayyile malzemesi, "inceste" (fücur) yasağına aykırı
erotik imajları seçiş ve fiili takip eden boşluk ve
pişmanlık hislerinin vicdan duygusunun gelişmesindeki
rolünden... kumar oynamaya kadar. Kumarbaz, tâlih adı
verilen şans ilâhına veya putuna, bir tapınaktaki sunak

236

gibi kumar masasında veya at yarışlarında maddi
imkânlarını sunan bir arayıcıdır. Kumar oynayış, bu şans
ilâhına tâzim, amma bir Tanrıyı arayıştır. Aşk-ı hakikinin
yolu aşk-ı mecâziden geçer misillû...
"Conversion" psikolojisi bakımından yapılan tipolojik
tasnifte -bilhassa De Sanctis psişe'deki bir metamorfozla
yahut âni bir transformasyonla, kısacası bir istihâle ile
din ve mukaddes hislerinin coşup imana kavuşan
tiplerden bahsedilir. Kimisi akıl yolu ile ve zamanla,
kimisi heyecan taşmaları ile, âniden... Bunların içinde,
İslâm tasavvufunda örneklerine rastladığımız, şeyhin
mürid namzedine nazarı ile bir anda olup bitiveren,
imâna açılış fenomeni üzerinde lâyıkıyla durana
rastlamadım.
Ne ilâhî tecelli. Abdülhakim Arvasî Hazretlerine
rastlayış ve onun bir nazarı ile... Necip Fazıl'ın ruhundaki
ânî istihâle. Bu, sadece bir aydınlanma'dan ibaret
değildir, bir kristalizasyondur, imanın billûrlaşmasıdır,
idrâk kapılarının açılışıdır. Uranyum atomları muayyen
bir miktarda, belli bir geometrik diziliş tertibinde ve
ancak kritik noktaya ulaşınca infilâk edip atom bombası
olur. Kritik noktaya ulaşma hazırlık ve liyâkatinden
mahrum ruhlarda şeyhin nazarı ne yapsın?
Necip, yâni asîl yaradılışı ile Necip Fâzıl, faziletin
kemâline yaklaşarak artık fazıl da olmuştur. Bu fazlın
yerleşme ve kökleşme çırpınışları, manevî cûrufun
yakılıp izâlesi, nefsle mücadele safhaları... Ruh-u
Sultaninin nefslere galebesi ve tam hâkimiyet tesisi...
Elbette zor ve çileli!..
Fakat artık imandan ve tevhidden milim şaşmadan
sıratı müstakîm üzre yürüyüş... Necip Fâzıl işte bu! Ona
Ego'nun şairi denmesinin bir sebebi de bu çileleri dile

237

getirişi. Necip Fâzıl, şiirlerinde Necip Fâzıl'ı anlatır; ve
Necip Fazıl'ı anlatırken de insanı, bizi anlatır. Bizimle
ortak yanı olmasa, kendimizi o şiirlerinde derece derece
bulmasak, onları böylesine sevebilir miydik?
Benimseyebilir miydik? İnsan, kendi kendini aşmaya
mecbur ve mahkûm bir varlık!
Şiirde bizi cezbeden ne?
Şiiri nesir cümlesinden ayıran hususiyet, nedir?
Nesirde gâye doğru ve açık ifâdedir, kelimeler,
gelişigüzel rastgele anlamında değil aslî mânası ile gelişi
güzel bulunarak seçilmişlerdir. Şiirde ise estetik unsurlar
ve endişeler hâkimdir. Şiirin bir zâhiri, bir de bâtını, içi
var. Dış, kelime örgüsüdür, iç mânâ örgüsü. O dili bilen
zihinlerde aynı tedaileri uyandıran kelimeleri kullanır
şâir. Ses âhengi, ritm, kelimeleri seçerken kakafoniden
kaçınış ve seslerin armonisi...
Necip Fâzıl, heceyi pek ustaca kullanan büyük bir şâir.
Türkçenin şâiri! Seçtiği her kelimenin, mısraın veya
beytin, ifade ettiği mânâda bir fonksiyonu vardır. Bu
kelimenin burda işi ne denemez, kelimelerin en
isabetlisini seçer.
Nitekim, İslâm ruhunda billûrlaştırdıktan sonra, eski
şiirlerinde değişiklikler yapmıştır.
Nesirleri de semboller, teşbihler ve istiâreler
zenginliği ile hem muhteva hem de şekil ve üslûb olarak
kendine hastır.
Valery, "Bana hayal payı bırakmayan güzele
tahammülüm yok" der. Üstadın şiirleri, uyandırdıkları
tedailerle, kanatlandırdıkları hayâllerle güzel, fakat hep
bir mahremiyet payı saklayan güzeldir.

238

Gustave Flaubert, "Madame Bovary, C'est Moi" der.
Üstâdın piyesleri de içinin, içindekilerin teşahhus ederek
eksteriorize olmasıdır (hâricileşmesidir.)
Şâir, nâsir; piyes yazarı, mütefekkir cepheleri ile
büyük bir san'atkâr! Bir dehâ. Zaten san'atkâr, mâziden
istikbâle uzanan, sadece kendi şuur altını değil, hepimizin
müşterek malı, ma'şeri gayrı şuurun imaj kalıpları demek
olan "Jungien" mânâda arketip'leri dile getiren bir
medyumdur. Sadece mâzi ile hâl arasında değil, hâl ile
istikbâl arasında da köprü kuran ve istikbâlden haber
veren bir kâhin gibidir. Büyük san'atkârları, büyük
şâirleri de büyük milletler çıkarır! Onların misyonu
vardır. Necip Fâzıl üstad, "Müslüman Türkün ruh
kökünde" nabâzân eden heyecanları, çileleri ve özlemleri
dile getirerek misyonunu ifâ etti ve etmekte...
Sözlerimi, ona dâir gördüğüm bir rüyâmı anlatarak
bitireceğim.
Gençtim, daha hamdım ve her yerde onun aleyhinde
konuşmayı âdetâ iş edinmiştim. İslâm’ın gıybet yasağını
da müdrik değildim henüz. Hep içimi, onu sevmemeye,
beğenmemeye zorlanmışım meğer!..
Bir gece, rüyada, bir vahâdayım... etraf kum, çöl... birkaç
ağaç ve halka olup bağdaş kurmuş beyaz maşlahlı, nur
yüzlü şahıslar... ortada bir ateş yanmakta... Ben, halkanın
dış kenarına yakınım ve ayaktayım, o halkaya mensup
olma şerefinden mahrûmiyetin idrâki içindeyim, fakat
halkanın dışındakilerle konuşacak kadar da yakınım
onlara... Kırklarmış onlar!.. Tüylerim ürperiyor... Fakat
bir de fark ediyorum ki, halkanın ön sırasında, Necip
Fâzıl da oturmakta. Hayret ve biraz da haddini bilmez bir
hiddetle en yakınımdakine soruyorum: "Bunun aranızda

239

işi ne?" Muhâtabım, elini dudaklarına götürüp "Suss!.."
diyor ve ilâve ediyor: "Onun misyonu var!"
Misyon! Deruhte edilen mukaddes vazife.
Necip Fazıl'ı ve onun şerefle ifâ ettiği misyonunu bir
kere daha selâmlıyarak ve kendisinden helâllik dileyerek
huzurunuzdan ayrılıyorum.

İŞTE İNSAN / Ali Biraderoğlu
Pılate; başında dikenli taçla, kölelere mahsus ceza
olan çarmıha gerilmek üzere Golgota denilen yere iki
hırsız ile birlikte götürülen Hz. İsa sandıkları kişiyi
Yahudilere göstererek: "Ecce Homo-İşte İnsan" diyordu.
Ben de Necip Fazıl Beyi; en yakınlarından biri, belki de
en yakını olarak pratik hayatın değişik konteksleri içinde
gördüm. Ve her görüşümde "İşte İnsan" yargısı fırladı
vicdanımın derinliklerinden. O'nu en basit insani
fonksiyonları gerçekleştirirken, bir sanat eserinin doğum
sancısını çekerken, yeni değerler yaratırken, içinde
yaşadığı toplumun ve tüm insanlığın kokuşmuş
değerlerine baş kaldırırken, konferanslarında fikir öfkesi
ile kükrerken, mahkemelerde fikir efesi tavrı içinde
dantel gibi hukuk mantığı örerken, inandığı mukaddes
ölçülerin zerresi uğruna her şeyini feda ederken, kelamın
şahikasına çıkarken gördüm. Ve "İşte İnsan" dedim.
Hayatın değişik alanlarını kapsayan bütün bu
gözlemlerim bu kişinin sıradan, sürüden, çoklardan pek
çoklardan biri olmadığını gösteriyordu bana.

240

Nietzsche'nin dili ile konuşursak ruhu kendini yiye yiye
hayatının çok erken dönemlerinde "deve" ve "aslan"
aşamalarından bir kuş gibi uçup, doğruca "çocuk"luk
aşamasına ulaşmıştı. Yalnız bir farkla ki Nietzsche'nin
sınır tanımayan "istiyorum"u, bütün değerlendirmelere
"hayır" çeken tavrı Necip Fazıl Beyde inandığı dinin
mukaddes ölçüleri karşısında duruyor ve "yapmalısın"a
alçak gönüllülükle boyun eğiyordu. Tabiat kanunları
karşısında bile zaman zaman "istiyorum" tavrı takınmaya
kalkışan böyle bir kişinin inandığı mukaddes ölçülere
karşı bu tür boyun eğişi üzerine okuyucuyu dikkatle
düşünmeye ve değerlendirmeye davet ediyorum. Ama ne
var ki bu boyun eğiş ölüm terlerinden, beyin zarına sülük
gibi yapışan fikirlerden, sıcak yaraya kezzap gibi dökülen
düşüncelerden cinnete kıl payı yol almış iken meydana
gelebilmişti.
Akrep, nokta nokta ruhumu sokmuş,
Mevsimden mevsime girdim böylece
Gördüm ki ateşte cımbızda yokmuş
Fikir çilesinden büyük işkence.
..........................
Bildim seni Ey Rab bilinmez meşhur.
Her an beynini ve kalbini yoluyor. Her an değer
yargılarını didik didik ediyor. Herkes için kabul edilen
doğruları dahi tekrar tekrar o keskin, acımasız eleştiri
süzgecinden geçiriyordu. Ufka doğru düşmek, öz
ağzından kafatasını kusmak gibi mantık çatlatıcı, akıl
paralayıcı düşüncelerin cenderesi içinde kıvrana kıvrana
gerçek oluşa doğru yol alırken, bir yandan da hasta

241

çağımızın kokuşmuş, pörsümüş değer yargılarının yerine
ikame edilmek üzere, ihtilaçlar içinde kıvranan çağımıza
göre çağ dışı ölümsüz değerlerden şifa devşirme savaşı
veriyordu.
Bütün değer yargılarını paramparça ederek, bu tür bir
başkaldırış içinde bulunan asırlardır Doğu ve Batı
dünyasının önüne çekilmiş olan tül perdeyi elinin tersiyle
itip, bu değer yargılarına çıplak bir gözle bakabilme
çılgınlığına cesaret edebilen koltuk değneği kullanmayan,
bütün putları, idolleri yıkan böyle bir dehanın akıbeti
acaba inanmasaydı ne olurdu?
Bu sorunun kesin cevabını bugüne kadar bulabilmiş
değilim. Ama Rimbaud, Mauppasant, Nietzsche vb.
dehaların akıbeti bize ışık tutabilir. Bu durumda biz
okuyucuyu her an infilak halinde bir volkan gibi titreyen,
özgür oluşumlar içindeki böyle korkunç bir dehanın
entellektüel fakültelerini disipline edebilen zatın ve o
zatın mensup olduğu dinin büyüklüğünü düşünmeye
davet ediyorum.
Çok kere şahit olmuşumdur ki, bu dehayı gerek
inançta, gerekse amelde sadece İslâm dininin emirleri
zaptu rapt altına alabilmiştir. Ruhu doymamaktan
dünyaya küsen, ömür boyu solmayan renk pörsümeyen
yeni ve geçmeyen anı arayan, yaptığı her eylemden daha
başlangıcında pişmanlık duyan, dünya nimetlerinden hiç
birini bütün benliği ile istemeyen, mâsivaya ait lütufların
ıstırabını duyan bu adam ; sadece namazın her vaktini
çocuğun bayram heyecanı ile bekler ve namaz vaktini
kaçırmamak için sürekli olarak namaza kaç dakika
kaldığını sorardı. Demek ki bu tür dehalar ancak
İslamiyet gibi bir hak din tarafından kuşatılabiliyor.
Yoksa bunların dehaları uçsuz bucaksız bir çölde

242

kılavuzsuz yolunu kaybeden bir insan gibi kendi kendini
yiyip bitiriyor, mahvoluyor. Bu noktada "Tüm dünyayı
bir darbede ezip mahvetmek istiyorum... Akşam üzerleri
basan mistik dehşet yüzünden kendimi buzlar arasındaki
balık gibi hissediyorum" diyen Dostoyevski ve benzeri
mustarip dehaların kısmetsizliğine ne kadar üzülsek az.
Hiç bir dehanın kaçınamadığı akıbet onu da
yakalamıştı: Anlaşılamamak. Bir çeşit sosyal meteorolog
olarak olayların iç dinamizmini kavrayan, geleceği
tahmin eden, eserlerini kendinden sonrası için veren
insanlar için bu çok tabii bir son... Ama insanlar onu
tümüyle anlamasa da dehanın bir özelliği olarak herkes
kendi imkân ve kabiliyetine göre ondan bir şeyler
anlıyor, nasibini alıyordu. İşte biz de onu tümüyle anlama
ve anlatmanın imkansızlığı içinde ilerde hakkında daha
ciddi araştırmalar yapma vaadi ile, sadece başkaları
tarafından yakalanması güç, bazı yanlarını ortaya
koymaya çalışıyoruz. Bu bakımdan mübalağa etmemeye
gayret etmemize rağmen; O, kendisini bile ancak
kendisinin anlayabileceği ve anlatabileceği çapta bir dahi
idi diyoruz.
Eserlerini her okuyuşta ve dinleyişte ilk defa
duyuyor, okuyormuşsunuz hissine kapılır, her keresinde
yeni şeyler anlar ve nasıl olup da daha önce bu manayı
yakalayamadığınıza şaşar kalırsınız, ama bu şaşkınlık hiç
bir zaman bitmez, sürer gider.
Bu da onun her zaman olup biten, zaman ve mekan
üstü gerçekleri, inananların varlık şartlarına ait
fenomenleri yakalayabilmesinden ileri geliyor.
Necip Fazıl Bey eşya ve olaylara değişik yorumlar
getiren, evrene yepyeni bir perspektiften bakan,
kavramlara yeni anlamlar kazandıran, yeni değer

243

yargıları üreten ve bunları yapabilmek için de bazı
sınırları aşmaya hakkı olan nadir insanlardan biriydi. Her
gün kullandığımız sıradan kavramlar onunla yepyeni bir
anlam kazanır, defalarca duyduğumuz bir şiir yepyeni bir
yoruma erişir, yerli ve yabancı binlerce cücenin bir araya
gelerek uydurduğu tarih yorumu onunla güldür güldür
yıkılır, karanlık amaçlar uğruna bostan korkuluğu gibi
ortaya çıkarılan "sahte kahramanlar" onun gerçek aşkıyla
yanan eleştirici dehası karşısında yerle bir olur.
Onda amaçsız, fantazik bir şüphe yerine "metodik
şüphe" vardı. Bu yüzden bir darbe ile tuz-buz ettiği
evreni yeniden kurabilmek gücünü gösterebilmiştir. O
arşa gebe olan bu yüzden de dev sancılar çeken cins bir
kafa idi. O her türlü ucuzculuktan nefret eden mizacı
gereği kolay olan halkın düzeyine inmek yerine halka
seviye kazandırmak için ömür boyu savaşan bir insandı.
O "İkrarı da inkarı da belli olmayan iki ayaklı
sürülerin türediği" bir evrede inandığına inanan,
inanmadığına inanmayan bir insandı. Bu bakımdan ona
"Son insan" demek geliyor içimden, ama mübalağa
korkusuyla böyle bir tabir kullanmaktan kaçınıyorum.
O; dıştan haşin, kırıcı zannedilen bir mizaç içinde;
çok şefkatli rakik bir yürek taşıyordu. Onda; ancak O'na
uzun yıllar hizmet etmiş olanların vakıf olabilecekleri,
yakalayabilecekleri engin bir insan sevgisi ve merhamet
hissi vardı. 1966 Büyük Doğu'larını çıkarırken yatmam
için yazıhanenin içine bir bölme yaptırmıştı. Bir gün dahi
Üstadımı bu bölmedeki somyada yatmaya razı
edemedim. Gecenin geç saatlerinde ben bu bölmedeki
somyama yatardım; kendisi ise bir süre daha çalıştıktan
sonra üzerine bir seccade çekerek kuru masanın üstüne
yatar, sabahleyin de erkence kalkardı. Defalarca şahit

244

olduğum bu ve benzeri, başkalarının rahatını kendi
rahatına tercih ettiğini gösteren olaylar O'nun engin
şefkat ve merhamet hissinin ispatı olduğu kanaatindeyim.
O, gerçekten rakik-ül kalb bir zât idi.
Hayatında lüzumsuz sözden nefret eden, daima
söyleyeceğini en veciz biçimde ifade eden, bir kum
tanesinin içine saraylar inşa edebilen bir kişi için bu
kadar laf köpürtmeye ne gerek var? Tek Cümle: O öldü.
Allah Rahmet Eyleye.
Türk Edebiyatı: Sayı:117 Temmuz 1983

Necip Fazıl'ın Aziz Hatırasına sayısı
NECİP FAZIL ve CANIM İSTANBUL'U / Mustafa
Miyasoğlu
Necip Fazıl, Cumhuriyet devri Türk şiiri üzerinde en
çok etkisi görülen bir kaç şairimizden biridir. Buna
rağmen sanatı ve şiiri üzerinde en az söz edilen ve yazı
yayınlanan bir sanatkârdır. Ona ait yazı yazmak, "büyük
bir cesaret işi" olarak bilinmekte, eline kalemi alanlar ya
sınırsız övgü veya azaplı bir susuş içindeydiler. Bu hal
kendi neslinden bu yana iki nesil devam etti. Daha sonra,
herkes söz birliği etmişçesine unutmuş göründü.
Tahminlerin üstünde hayranlık yazıları yazanlar, tanımaz
görünüyorlardı artık. Bu hal de onbeş seneden beri sürdü.
Bugün artık bu perde aralanır olmuştur. İhtilâlle beraber,
yarı resmî kurumlarca meydana getirilen değerler
hiyerarşisi allak bullak oldu. Yerine yenisi yapılamayınca
da kendi haline bırakıldı. İşte bu ortamda düşünmeye
başlayan genç aydınlar, saygı duyacakları değerleri de
kendileri bulmak zorunda kaldılar. Bunun bir sonucu
olarak da edebiyatçılarımızın bağışlanamayacak bir suçu

245

örtülüyor; yani Necip Fazıl yeniden inceleniyor ve şiiri
üzerinde düşünülmeye başlanıyor.
İstanbul, şairlerimizin bir çoğunun yaşadığı yer
olması bakımından çok önemlidir. İstanbul için yazılan
şiirlerden, şairinin hayata bakış tarzını ve dünya
görüşünü çıkarmak mümkündür. Çünkü İstanbul sevilen,
yaşanılan bir yerdir; tek başına vatandır. En olumsuzu
için, en azından bir çevredir. Bu yüzden küçümsenemez.
İstanbul hakkında çok şey söylenmiştir. Bilhassa
Nedim'le yerli malzemenin edebiyata girişi, İstanbul'u
vatanın sembolü haline getirmiştir zamanla. Ayrıca sanat
ve kültür çevresi olan İstanbul, sanatkâr için ilham
kaynağıdır. Edebiyatımızda Nedim'den Yahya Kemal'e
Orhan Veli'den Sezai Karakoç'a kadar şairlerimizin bir
çoğunda İstanbul, ya doğrudan doğruya veya bir semti bir
çeşmesi, yahut da köprüsüyle vazgeçilemeyecek bir
varlıktır. "Canım İstanbul" u bir yana bırakırsak, Necip
Fazıl'ın şiirinde İstanbul yoktur, denebilir. Onun şiirinde
ismini söylemediği bir şehrin "Kaldırımlar"ı, "Otel
Odaları", "İskele"si, "Sokak"ı, "Azgın Deniz"i vb. vardır.
Bu şehir aslında İstanbul'dur, fakat şehrin unsurları yalnız
İstanbul'a bağlı değildir. Bu, Necip Fazıl'ın şiirinin en
önemli özelliğidir. Yani bir şeyi genelleştiren karakteri
inceden inceye bulup sezdirmesi...
Bir şiir, ele aldığı konuya şairinin verebileceği veya
alabileceği yahut da gösterebileceği en kıymetli şeyleri
samimi bir dille ne derece başarılı ve sanatlı söylerse o
kadar büyüktür. İstanbul hakkında çok şey söylendiğini
bilen Necip Fazıl, bütün bunları aşacak yoğunlukta ve
sanatına yakışan bir tonda şiire girer:
Ruhumu eritip te kalıpta dondurmuşlar;

246

Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
Bu beyit aslında oldukça ağır bir anlam taşımakta ve
altındaki mısraları ezecek kuvvettedir. Fakat bunu o da
sezmiştir. İkinci beyit adeta bu sözün ağırlığı altında
kalan duygunun bir bulut, bir duman kıvraklığı ile
sıyrılışını gösterir.
Bilindiği gibi, ruh manevî bir varlıktır. Eritilip
kalıpta dondurulması akıl dışıdır. Ama şiir zaman zaman
akıl ölçülerini tanımaz. En olmaz şeyleri her türlü tepkiyi
göze alarak korkmadan söyleyebilen insandır şair. Çünkü
bize anormal gelen şeyler onun gerçeğidir. Söylemek
zorunda olduğu şeydir. O bunları söylerken mümkün
olan olabilirlik sınırlarını gözetleyerek en etkili biçimi
bulmaya çalışır. Burada Necip Fazıl, İstanbul'un, ruhunun
kalıplaşmış bir şekli olduğunu söylerken, ona olan
yakınlığını anlatmak istiyor.
Bu şiirin yazıldığı günlerdeki sosyal şartları göz
önüne getirirsek "Canım İstanbul"u daha iyi kavrarız:
1960 ihtilâli olmuş, toplum büyük sarsıntılar geçirmiş,
Necip Fazıl'da görülmüştür bu sarsıntıların etkileri. O,
onbeş yıldan beridir bir politikacı yazar olarak bir çok
fonksiyon sahibi olmuştur. Fakat birden bire, bir siyasî
darbeyle bilmediği bir suçtan yargılanmak üzere o da
tutuklandı. Tekrar evine döndüğünde her şeyin çok kısa
bir zamanda ne kadar değişmiş olduğunu gördü. Daha
önce küfür olarak kullanılan kelimeler ilim kılığına
bürünmüş, kaç kere çürütülen fikirler birer mesaj gibi
toplumun bazı tabakalarına adeta sindirilmişti. O, bu
havayı "Çek Perdeyi" başlıklı manzumesiyle anlatır:
Evler döşemekti bendeki tasa,
Yaptım ettim, nöbet mezara geldi.
Yeter bana, üç beş arşın bez olsa;

247

Beklenmedik mallar pazara geldi.
Penceremde bir gün, günlerden bir gün:
Ses baygın, renk baygın ve ışık süzgün;
Belirsiz bir semte insanlık sürgün...
Çek perdeyi, güneş nazara geldi!
Artık Necip Fazıl, ruhunun "kanat sesine" kulak
verip "kaldırımlar"da gezen genç, en kesif ıstıraplar
içinde arayış çilesini çekerek inanabileceği bir değeri
bulan orta yaşlı, sonra da bu mesajı, Sakarya ismini
verdiği Anadolu insanına ulaştırarak onu yeniden
yüceltmek isteyen hareketli insan yerine; olayları
dışarıdan seyretmek zorunda olan kırık ve hassas bir
ruhtur. Bir insanın yaşamak için ümide, sevgiye ihtiyacı
vardır. Hele bir şeye, bir fikre inanıyorsa, ümitsizlik onun
için intihardır. Bir idealisti en kötü şartlarda bile
kötümserlikten kurtaracak şey öte inancıdır. Bu inanç
Necip Fazıl'da fazlasıyla vardır.
1962'de yazılan yukarıdaki manzumeden iki yıl sonra
yayınlanan "Canım İstanbul", kırık ve hassas bir insanın
öte inancını kaybetmeden dünya görüşünü, tarih
anlayışını bir şehre bağlı kalarak anlattığı bir şiirdir.
Bu şiir dört parçadan meydana gelmiştir. Her bölüm
kendi içinde bir bütün olduğu gibi, şiirin içinde de
bütünlüğü parçalamayan bir yeri vardır. Birinci parçada
şair, İstanbul'a olan yakınlığını, sevgisini belirterek onu,
"rüyalar"ın "misale" kavuştuğu yer olarak gösterir.
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Mısraında şair, İstanbul'un kâinat içinde hususi bir
yeri olduğuna işaret eder.

248
İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım...
beyitiyle de ondaki bu özelliğin, kendi vatanı
olmasından ileri geldiğini söyler. Bu beyit ikinci
mısradaki kelime oyunu ile, aynı zamanda İstanbul'un
vatan içinde vatan olduğunu da hatırlatıyor.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale...
beyitinde, denizle toprak, rüyalar ile misal (gerçeğin
bir benzeri), birbiriyle münasebeti bakımından dikkate
değer. Deniz, "Açıklarda" başlıklı şiirinde ifade ettiği
gibi "ölüm korkusu kadar derin"dir. Gökler, bir sırrı olan,
tutup kaldırarak sonsuzluk'a erdirecek olandır. (Yollar ve
Gökler şiiri.) Toprak ise, bu zıtların çarpıştığı nokta; bu
dünyada insan için âhenk noktasıdır. Rüya ile gerçek
arasındaki misal de bu durumdadır. İşte Necip Fazıl'ın
hayat görüşü ve bu hayatı yaşamak istediği yer...
İkinci bölüm, şairin tarih ve din görüşünü, ölüm
karşısındaki tutumunu ve değer anlayışını İstanbul'un
bazı unsurlarına bağlı olarak ifade eder. Tarih, surların
arkasından İstanbul'u gözetler, mezarlığın karakteristik
ağacı servi, ahirete perdelik'tir. Fatih'in bulutta şahlanan
kır at'ı, bizi gözetler, uyarır.
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
mısraında, minare'lerin eskilerin "hüsn-i talil"
dedikleri sanatla yeniden değerlendirilişi ile
karşılaşıyoruz.

249

Her nakışta o mânâ; öleceğiz, ne çare?..
mısraı ölüm karşısındaki tutumunu ve bütün kapıları
zorlamış insan tavrıyla kadere sığınışını gösterir. Ölüm,
hayattan canlı olmasına rağmen, Kurtarıcının rahmeti
günahtan baskındır. Çılgınca eğlenenlere karşı, ölüme
ağlayanlar. Ve bunların bir arada bulunduğu İstanbul...
O Manayı bul da bul!
İlle İstanbul’da bul!
beytindeki mânâ, çektiği "çile"den sonra kavuştuğu
"veli"den öğrendiği ve yirmi yıl savunduğu tezidir.
Üçüncü bölüm, İstanbul'un tabiat güzelliklerini,
şairin çocukluğunu, hayatından bazı enstantaneleri ve
birtakım ihsaslarını anlatır. Boğaz, gümüş bir mangal'dır.
Yeşilliği ve sakinliği ile Çamlıca, göklerin derinliğine yer
yüzünde bir misal'dir. Oynak sular, üst kattakilerin
dostluğuna eş bir yakınlıkla yalının su içindeki direkleri
arasına misafir'dir.
Yalının antik çerçeveli resminden eski sefir, adeta
kendi dünyasından uzak kalmanın üzüntüsüyle
mahzun'dur.
Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Yahya Kemal'i hatırlatan bu mısra, yine onun "Hayal
Şehir" başlıklı şiirinin büyük bir kısmını içine alacak
yoğunluktadır.
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...
mısraıyla önce çocukluğuna ait hatıralara, sonra da
"Ahşap Konak" isimli piyesinde ele aldığı toplum
davalarına kadar sürüklenir. Korkulu hatıralardan ve acı

250

gerçeklerden ne olduğunu bilmediği çalgı sesine karışan
bir ses onu, İstanbul'un sokak aralarına çeker.
Burası,yaşayışıyla, zevkleriyle, kadınıyla şûh bir
İstanbul'dur.
Kadını keskin bıçak,
Taze kan gibi sıcak.
Beytinde Necip Fazıl, 1940 yılında yazdığı
"Dönemeç" başlıklı şiirinin hatırasını anar gibidir. Kadın,
çok önemli bir problemdir onun için.
Necip Fazıl'ın kadın anlayışı da zaman içinde kendi
tekâmülüne paralel olarak değişir. "Bir rüya uğrunda",
"diyar diyar gölge"sinin peşinden yürüyüp gittiği ilk
gençlik yıllarında kadın, seksüel bir varlıktır. Akla
düşünce, onsuz edilemeyecek bir arkadaş... Zamanla
kadın, "bir ürkek ceylân" olur. Daha sonra "beklenen"
sevilen ve bu dünya hayatında insanın ayrılmayacak bir
parçasıdır.
Dördüncü bölüm, İstanbul'da zaman problemini ele
alır, semtleri içinde yaşayan insanlara göre
değerlendirdikten sonra tarihe yeniden döner. Daha sonra
İstanbul insanını ve onun dilini anlatan mısralarla şiir son
bulur.
Yedi tepe üstünde, bir gergef işleyen zaman, Necip
Fazıl'ın şiirinde önemli bir yer tutar. "Geçen
Dakikalarım" isimli şiirinde, kaybedilen, ele geçmeyen
bir şeydir. "Zaman" başlıklı şiirinde ne olduğu kesin
olarak bilinmeyen, elinden kaçılamayan bir kuvvettir.
Burada ise, etkisini yedi renk, yedi sesten sayısız
belirişler'le gösteren bir varlıktır. Ayrıca İstanbul'un
tepelerini belirten yedi tepe ile yedi renk, yedi ses
tamlamalarındaki yedi kelimesiyle meydana gelen âhenk

251

dışında, güneş ışığını meydana getiren yedi asıl renk
arasında da bir ilgi kurulmak istenmiş olabilir.
Eyüp, insanları ve manasıyla öksüz; Kadıköy ve
Moda, dış görünüşü ve insanlarının yaşayışıyla süslü ve
kurumlu'dur. Adada rüzgâr, uçan etekten sorumlu. Bir
rüzgâr hızıyla yerleştirdiği bu nüktenin son kelimesi, şairi
aynı hızla beş yüz yıllık İstanbul tarihinin önüne getirir.
Onun hatırında iki şeyin izi kalır: Birincisi, Hisarlarda,
her şafak oklar'ın yayından çıkışı... Bu, İstanbul Fethinin
her şafak yenilenişini belirtir. Belki de Yahya Kemal'in
"Açık Deniz" başlıklı şiirindeki:
Her yaz şimale doğru asırlarca bir koşu
mısraıyla ifade ettiği bir manaya benzer. Prof.
Mehmet Kaplan bu mısra için, "Türk tarihinin ruhunu
hülâsa eder" demektedir.
İkincisi, Topkapı Sarayından gelen çığlıklar. Bunlar
da Türk olmayan bazı unsurların tertipleriyle devletin
veya sarayın içindeki haksızlıkların çığlıkları olabileceği
gibi; altı yüz yıl hakimiyet süren değerlerin son terk
ediliş günlerindeki çığlığı olabilir. Bu mânâ açıkça
belirtilmemekle beraber, birinciye daha yakın görünüyor.
Bundan sonraki beyitte İstanbul, ruhun kalıpta
dondurulmuş şeklini, vatan içine vatana benzetildikten
sonra, ana'ya benzetiliyor ve onun gibi yâr olmayacağı
söyleniyor. İkinci mısrada da İstanbul insanı, ağlayanı
bile bahtiyar olarak çiziliyor.
Necip Fazıl'ın şiirinde insan temi "Çile" şiirinin
yazıldığı (1939) yıllarına kadar bir, ondan sonraki
yıllarda yazılanlar da bir başka bölüm olarak ele
alınabilir. Denebilir ki, Necip Fazıl birinci bölüm
şiirlerinde en ileri "ferdiyetçi" şiirin, ikinci bölüm (yani

252

"Çile"den sonraki) şiirlerinde de en ileri "cemiyetçi"
şiirin peşindedir. Birincisinde kendi iç dünyasını, kendi
dramını -ister bilerek, ister bilmeyerek ve istemeyerek de
olsa yazılan ve yayınlanan şiir, artık şairinden çok
okuyanı ilgilendirir- dışa,bir bakıma topluma hakim
kılmaktadır. İkinci şiirlerinde ise, ne kadar etkili olursa
olsun, ne kadar beğenilirse beğenilsin artık o, içdarımını
bir kenara itmiştir. Bundan sonra yukarda söylediğimiz
gibi, idealindeki toplumu gerçekleştirmek için
çevresindeki insanlara "mesaj"ını yaymayı "dava" edinir.
Bunu yaparken de "mesaj"ının yayılmasına mani olan ve
yardım eden bir çok insanlarla ilgisi olmuştur. İşte
bundan sonra, bu sebeple girmiştir şiirine kendinden
başka insan. Ama yine de bu durum Necip Fazıl'ın
ferdiyetçi şiirinin karakterini tam değiştirecek yoğunlukta
değildir. O, şiirle cemiyet arasındaki ilgiyi "Poetika"sında
şöyle anlatır: "Evet, şiir hakkında 'cemiyetin rüyasını ayrı
bir rüya üslûbiyle anlatan tâbirname' diyebilirsiniz. Bir
tâbirnâme ki, o da ayrı bir rüya gibi ayrıca tâbire
muhtaç..."
Şiirdeki, ağlayanı bile bahtiyar olan İstanbul insanı,
hayat ve tabiatla sımsıkı bağları olan; yaşama sevincini,
elde edemediği şeylerin acısına tercih eden; her şeyi tatlı
yönden ele alan bir insan tipidir. Onun bahtiyarlığı, biraz
da İstanbul'da yaşayabilmesinden geliyor. Buradaki
insan,şairin 1939 yılına kadar yazmış olduğu "Serseri",
"Nefs", "Bendedir" ve "Ben" şiirlerindeki insanla
karşılaştırılırsa yukarıdaki açıklama daha iyi anlaşılır.
Bu beytin birinci mısraının kuvveti ve zaafı, halk
arasında söylenen "Ana gibi yâr, Bağdat gibi diyâr
olmaz." Sözüne benzerliğinden gelmektedir.

253

Bundan sonra şiir, İstanbul gecelerini ve dilini
anlatan mısralarla her bölümün sonunda tekrar edilen;
İstanbul,
İstanbul
Sözleriyle son bulur.
Şiirin insan üzerinde bıraktığı intiba, mükemmelliğe
varan bir bütünlük, bir şehrin unsurlarından yansıyan
olumlu hayat görüşü ve tabiat sevincidir. Öyle bir
bütünlük ki; burada şehre bağlı gelişen  tabiat
sevgisinden tarih özlemine, din duygusundan ölüm ve
kader inancına, zaman kaygısına, kadın ve insan
anlayışına kadar giden genişlik ve her tabakadan insanın
zevkini kucaklayan bir güzellik...
"Canım İstanbul"un dili, adeta "bülbül kokan" temiz
bir İstanbul Türkçesidir.
Bu şiirin kompozisyonu, şekil ve mananın birbirine
uygunluğu, mısra yapısı, vezin ve kafiyelenişiyle mimari
bir karakter göstermektedir. Hece vezniyle yazılan bu
şiirin uzun mısraları 14, kısa mısraları 7, nakaratlar da 3
hecelidir. Her bölümü, gittikçe daralan boğumlardan
meydana gelen Çin saraylarının kubbelerine
benzetebiliriz. Şiirin bütünü de bu kubbelerden meydana
gelmiş bir saray... Uzun mısralar tabanı, yani İstanbul'a
bağlı duyguların ifade edildiği yer, kısa mısralar her
bölümün hükmü, nakaratlar da bu bölümlerin alemi
oluyor. Canım İstanbul ismi ise, bu binayı içten ve dıştan
saran bir mânâ durumundadır.
Kafiyelerin şekli mesneviye benzer. Yalnız başına bir
bütün olan mısraların en yakın ilgisi kafiye benzerliği
bulunan mısra iledir. Bu şiirin kalıbında görülen uzunluk
ve kısalıklar, bir çok şiirin düştüğü monotonluktan onu
kurtarır. Onun bu şekilde şiirin kalıbı üzerinde yaptığı

254

değişiklikler başka şiirlerinde de görülür. "Bacalar"
"Kıvrım kıvrım" "Sayıklama" Davetiye" gibi. O, bu şekil
değişikliğini Poetika'sında şöyle ifade eder: "Üstün
sanatkâr, sabit bir şekil ve kalıp bağlılığı içinde, her an
her mısra, her kelimede eski şekil ve kalıbını
yenileyebilendir."
Aşağı yukarı bir unsurun şiir içinde bir fonksiyonu
vardır. Ahengi sağlayan nakaratların bile kendinden
önceki mısra ile mânâ yönünden bir yakınlığı vardır.
Ayrıca bu nakaratların, bir sonraki bölüm için okuyucu
hazırlamak gibi bir görevi daha var. Bu şiirin diğer
şiirlere göre biraz geç yayınlanması da Necip Fazıl'ın
sanatına ait bazı ip uçları verebilir.
Max Jacop, "Dış dünyadan gelen şeyleri uzun zaman
biriktirin, hemen tepki göstermeyin onlara. Tepkiyi ne
kadar geciktirirseniz o kadar iyidir." demektedir. Büyük
şiirin oluş şartını Necip Fazıl'da çok iyi bilir.
İstanbul için yazılan şiirlerin karşılaştırılmasını başka
bir incelemeye bırakarak burada yalnız şunları
söylemekle yetinelim: İlk anda İstanbul için yazdığı on
şiir akla gelebilen Yahya Kemal'in şiirleri ile Necip
Fazıl'ın bu şiiri arasında elbette benzerlik bulunacaktır.
Zaten bunların bir kısmını yukarda belirttik. Bu benzerlik
taklitle ilgisi olmayan görüş ve anlayış yakınlığından
doğmaktadır. Farklar da Yahya Kemal'de olmayan
şeylerdir.
Bir de Servet-i Fünûn şairi Tevfik Fikret'in "Sis" şiiri
ile "Canım İstanbul" arasındaki çok önemli bir ilgiyi
açıklayalım: Her şeyden önce bu şiirlerin yazıldığı
günlerdeki sosyolojik benzerlikle, şairlerinin şiiri yazdığı
günlerdeki psikolojik durumları arasındaki benzerlik
dikkate değer. İkisi de bir ihtilâlden sonraki günlerde

255

yazılmış. İkisinin şairi de bu ihtilâlden sonraki havadan
memnun değildir. İkisi de kırık, üzgün ve yaralıdır...
İkisi de evine çekilmiş ve İstanbul'a bir pencereden
bakmaktadır. İşte bu bakış tarzı onların hayat görüşünü,
dünyaya bakış tarzını, din ve tarih karşısındaki
tutumlarını açıklamaya yeter: Tevfik Fikret, dünyaya
bağlı bir insan olarak büyük bir sarsıntı karşısında
kalınca her şeyi bırakıp "Âşiyan"ına çekilerek İstanbul'u
bir sisin arkasından seyrederken nefretini bu şehir üzerine
boşaltarak onu, "bin kocadan arta kalan bive-i bâkir"
şeklinde belirtir. Necip Fazıl ise, "öte" inancına bağlı bir
insan olarak evine terk edilmişliğine rağmen, bir ömür
harcadığı bu şehre evinin penceresinde, tül perde
arkasından bakarken İstanbul'u adeta sevgi yağmuruna
tutar ve ona "canım" der...
Bir de şunu söylemek zorundayım: Bu yazı ile Necip
Fazıl'ı ve şiirini tam anlatabildiğimi söyleyemem. Buna,
Canım İstanbul üzerine bir tahlil denemesi demek daha
doğru olur.

Edebiyat Geleneği / Temmuz - 1968

RUHUN VE İNANCIN ŞİİRİ / Mustafa
MİYASOĞLU
"Biz şiiri iman için bilmişiz" diyen Necip Fazıl,
yarım yüzyıldan fazla süren sanat hayatını bu ölçüye göre
değerlendiriyor. Gerçekten de, 1922'den beri yayınlanan
ve kitaplaşan şiirlerine bu gözle baktığımızda, 1925

256

tarihli "Örümcek Ağı" ile 1974'te yayınlanan "Çile"
arasında bazı ortak özelliklere rastlanır ki, bunlar Necip
Fazıl şiirinin temel motifleridir. Allah, ölüm,korku ve
hafakan gibi temleri ele alan ve insanın zaman içindeki
değişmeyen durumlarını yansıtan şiirleri bir yana, Necip
Fazıl'ın ikinci ve üçüncü şiir kitaplarındaki şehir tabiat ve
kadınla ilgili şiirlerinde aynı özelliği görüyoruz. Bu
değişmeyen özellik,Necip Fazıl şiirinin, en elverişsiz
görünen alanlarda bile, insan ruhunun karmaşasını ve
inanma ihtiyacını ortaya koyma çabasıdır. Daha ilk
şiirlerinde, "duvarın bir köşesinde" ki eserini kurarken,
"ruhumun kanat sesine" kulak vererek, "çıkamaz içimden
başka bir sedâ" der. Yine ilk kitabında yer alan, Allah
isimli iki şiirden birinde şu mısralara rastlıyoruz:
"Beni kim anlasın kimler dinlesin,
İçimde bir çığlık gibidir sesin"
Daha sonra 1928'de yayımlanan "Kaldırımlar"la 1932
tarihli "Ben ve Ötesi" isimli kitaplarında, saf sanat
kaygısıyla şehir, tabiat ve deniz gibi bir takım konulara
yönelerek, kendini ve bir ölçüde batılılaşan insanımızın
durumunu sembollerle ifade çabasının bulandırdığı
metafizik ürperti, bir konuşmasında belirttiği gibi,
1934'den sonra yeniden ilk kaynağına döner. Bu dönüşün
dikkate değer ilk çarpıcı örneği, "sonsuz dünya" sından
haber sorduğu ve "benliğine eğilmek" özlemini belirttiği
"Ne ileri, Ne Geri" isimli şiiridir. 1952'deki "Sonsuzluk
Kervanı" bu tutumla toparlanır ve ilk olarak 1963'de
yayınlanan "Çile" kitabıyla Necip Fazıl'ın şiiri, dünya
ölçüsünde bir bütünlüğe ulaşır; temel kaynakları ve
poetikasıyla kendini ortaya koyar. Bu bakımdan Necip
Fazıl şiiri, bir yıkımın ortasında öz kaynaklarını
buluşu,kendini gerçekleştirişi ve sürekli yenilenip

257

toparlanışıyla, insanımızın tarih boyunca oluşturduğu ruh
ve inanç temellerine bağlı, güçlü ve kalıcı bir iksir olarak,
Cumhuriyet döneminin yüz akıdır. Yıllardır küllenen ve
unutulmak istenen bu gerçeği, bir namus borcu olarak
belirtmek zorundayız.
"Bir Adam Yaratmak"da en güzel ifadesini bulan
tiyatrosuyla "İdeolocya Örgüsü"nün bu şiirden
kaynaklandığını da unutmamalı.
Necip Fazıl şiirinin kaynaklarına, onu hazırlayan
ortama ve elli yıl boyunca canlılığını koruyan
dinamizmine dikkat edersek kültürümüzdeki vaz
geçilmez yerini daha iyi görürüz Milli Edebiyat
akımında, külfetsiz bir dille temelsiz bir Anadoluculuktan
başka söyleyecek şeyi olmayan hececilerin veznini;
Yahya Kemal'le son şiirlerinde Haşim'in de benimsediği
konuşma dilinden kaynaklanan kısa ve yoğun söyleyişi;
İkinci Dünya Savaşı öncesinin metafizik temelli felsefe
akımlarının ortaya koydukları gerçekleri; o günlerde
yeniden keşfedilen Yunus mistisizminin bazı yanlarını ve
batıya yönelen şiirimizde ilk olarak Hamid'de görülen
dünyayı trajik yanlarıyla kavrama eğilimini, Fransızların
saf ve sembolik şiirinin bazı temlerini, çok değişik bir
biçimde Necip Fazıl'ın şiirinde görüyoruz. Bu, öyle bir
bileşim ki, Necip Fazıl'dan başkasını hatırlatmayacak
kadar kendine özgü, orijinal ve en önemlisi insanımızla iç
içedir. O yüzden bu şiir, daha oluşurken kendine dost
sesler bulmuş ve Ahmet Hamdi Tanpınar ile Ahmet
Kutsi'yi de birlikte getirmiştir. Necip Fazıl'ın katlandığı
"çile"ye yanaşamadıkları için zamanla yön ve alan
değiştiren bu isimlere bir süre sonra Ahmet Muhip, Celâl
Sılay, Cahit Sıtkı ve Fazıl Hüsnü de katılarak 1940
yıllarının Türk şiirini oluşturdular. Orhan Veli ve

258

arkadaşlarının nükteye bulanmış, maddeci ve tabiatçı şiiri
Yahya Kemal'le Haşim'i değil, temelinde birtakım mutlak
değerler bulunan kendinden hemen önceki bu şiiri hedef
alıyor, onu yakarak kendi hiçliğini ortaya koymak
istiyordu. Dikkat edilirse, Orhan Veli'nin bugün sevilen
şiirleri, ileri sürdüğü görüşlere değil de, karşı olduğu
şiirin özelliklerine daha yakındır. Garip şiirine ilk karşı
çıkan Atillâ İlhan'ın sesinde, Nazım Hikmet'ten gelen bir
tür materyalist romantizmin yanı sıra, en güzel ifadesini
Necip Fazıl'da bulan büyük şehire bağlı imajların ve
trajik duyarlığın önemli bir yeri vardır. Daha sonra ortaya
çıkan ve batı özentiliğinde akıl almaz sınırlara varan
1955-1960 yıllarının ne idüğü belirsiz İkinci Yeni şiirinin
de tükenişiyle edebiyatımız, özel olarak şiirimiz yeni bir
döneme girdi.
Yeniden yayımlanan Nazım Hikmet'le ucun ucun
gelişen bir tür inkârcı ve maddeci şiirin karşısında, Necip
Fazıl'ın oluşturduğu birikimden yola çıkan ve kendine
bâkir kaynaklar arayan ruh ve inanç temellerimize bağlı
bir şiir gelişmeye başladı. Yeniden insanımızın evrensel
problemlerine, değişmeyen durumlarına ve bir medeniyet
değişmesinin doğurduğu yıkım gerçeğinin
değerlendirilmesine dönüldü. Bu dönüşte, Sezai Karakoç
gibi, önündeki birikimi çok iyi değerlendiren ve kendi
kuşağının oluşturduğu ikinci yeni şiirine bazı katkılarda
bulunmasına rağmen şiirini o tür bir yabancılaşmadan
uzak tutan, eşine az rastlanır bir yeteneğin büyük payı
vardır.
Necip Fazıl'ın ruh ve inanç temellerimize bağlı şiiri,
Garip ve ikinci yeni ihanetlerinden sonra, Sezai
Karakoç'la yeniden ele alınmış ve bu tutum bugün bir
akım niteliği kazanmıştır. Bunu, Fazıl Hüsnü ve Cihat

259

Sıtkı'daki etkiden farklı değerlendirip ortak bir özde
temellendirmek gerekir.

Edebiyat Geleneği / İstanbul

YAŞAMAK / Cahit Zarifoğlu
ANKARA 1976, onbir ocak Üstad Necib Fazılı
karşıladık. Yirmi otuzda trenle geldi. Reşat, Akif, Hasan,
Bahri, Rasim ve ben. Üstad son kez çıkışı yirmi bir ocağa
ertelenen Büyük Doğunun çıkmamasına kesin karar
verdiğini söyledi. Ve nedenlerini anlattı. Buna rağmen
yine de çıkması için bir çok sebep sıraladı. Bunun için
mevcut imkanlarından da söz etti. "İstişare edelim" dedi
bize. Büyük adamın bu sözü söylediği topluluk içinde
olmakla içime ani bir olgunlaşma hücum etti. Nice
denizlerde sokaklarda kaldıktan sonra şu Ankarada
yakam avuçları içinde toparlanıp içine alındığım iklimde,
içimin bu ani hamlelenmesi ile fiziğim de harekete
geçecek, ve oturduğum koltuktan taşacağım, sığara
ağzımın kıvrımlarında kaybolacak, gövdeme yer
bulunamayacak sandım rezil oldum. Neyse ki kendimi
toparladım Üstadı dinledim: Büyük Doğu hareketinin
oluşturduğu zümreyi "çeşmeden en başta akan suyun
bulanık kısmı"na benzetti. "düşük" deyimini de kullandı.
"Esas meyvesi ilerde gelecek" dedi. Bu "bulanık suyun
içinden sizleri ayırıyorum" dedi. "Tek tek birer şahsiyet
istidadı gösteriyorsunuz. Deminki sözlerim toplum
içindir. Cemiyet mücerrettir" dedi.
Aradan saatler geçiyor. çeşitli konulardan yeni
fırlayışlardan yeni varışlardan geçiyor.
Necip Fazılı onbeş-yirmi dakika dinleyen biri kendi
dünyasının ne kadar küçük, değersiz olduğunu derin
derin anlar. Sohbetlerin, büyüklerin dizlerinin dibine

260

oturmanın neler ifade ettiğini anlıyorum. Tasavvuftaki
sohbet medeniyetini anlıyorum.
Üstad bütün o alabildiğine geniş ufuklarına, o derin
idrakine, buluşlarına, dile hakimiyetine, o nefis İstanbul
şivesine, ve dinleyen herkesin onun, verdiği eserlerden de
büyük olduğunu tasdik etmesine ve temel konularda
bütün hassasiyetine rağmen, bazı pratik konularda bir çok
çocuk kadar saf. -Kendi de farkında bunun: "Beni herkes
kandırabilir" diyor. Mesela para konusunda, dünya
menfaatleri konusunda. Teorik zekasının büyüklüğü
görüyorum ki onda pratik ve özellikle aldatıcı, kandırıcı,
kurnazlık edici zekaya yer bırakmamış, bu yaşına rağmen
kalbi çocuk kalpleri gibi temiz ve berrak. Onda hesabilik
yoktur. Onun bize menfi ya da müspet görünen her
hareketinde, ve eyleminde, sadece tarihi büyük
misyonunu yerine getirdiğine inanırım.
Televizyonda uzay filmi gösterilirken onunla ilgili
olarak "bunlar insan fantezisi ile alay etmektir" şeklinde
konuşurken, üç yaşındaki torunu elini ekrana uzatarak,
"bunlar benim oyuncaklarım" demiş. "Tam isabet, tam
teşhis" diyor Üstad, "meçhulü arayan zeka budur işte"
diyor. Torununa hayran.
İnsan ister ki odalar dolusu parası olsun ve bu eli
sonuna kadar açık insana versin ve sonra da para nasıl
harcanırmış seyre dalsın. Necip Fazıl batılılardan
Wagner’e benziyor, o da çelik gibi sinirleri olan bir hoş
dehadır.
Üstada "basın şeref kartı" verildi. Toplantı bir hayli
çekişmeli geçmiş Şeref kartının basit bir maddesi var.
"Basında elli yılını doldurmuş olanlara verilir" gibi. Ama
yıllardır elli yılı doldurmuş olan Üstada bu kartçığı layık
görmezlermiş. Gafil sefilcikler.

261

Üstad unutulmaz bir jestle bu yaldızlı kartı çıkardı
gösterdi. Bir deyim kullandı ki yazmam.
Uzun masanın baş tarafında oturmayı ve bizlerin
onun etrafında çevrelenmemizi tercih ediyor. Bir genel
idare kurulu havası içinde, başkan o.
Konuşurken, jesti ses tonu mimiği heyecanı ile hayret
zinde. Ancak ayağa kalkıp yürümeye başlayınca biraz
yaşlanıyor. Çok dikkatli yürüyor. Yoldayız, arabaya
doğru giderken, lambaların aydınlığında, gölge mi başka
bir şey mi olduğu belli olmayan su birikintisine basıverdi.
Yanındayım üzüldüm.
Merdiven inerken adımını birden peydahlanan bir
boşluğa attığını görüyorum. Ama bir melek bu adımı
onun dengesini bozmadan düzeltiyor ve basamağa
koyuyor...
Mavera Aylık edebiyat dergisi sayı 6 / Mayıs 1977

NECİP FAZIL ve BU KİTAP ÜZERİNE /Osman
Selim KOCAHANOĞLU
Elinizdeki kitap(*),Necip Fazıl Kısakürek hakkında
yazılmış yazıları vermek istediğimiz iki kitaptan ilki
olmaktadır.Bu birinci kitapta ,değerli yazar hayatta iken
hakkında yazılanlar sunulmaktadır.İkinci kitapta ise
ölümünden sonra yazılanları bulacaksınız.
Şu dikkate değer hususu burada hemen belirtelim
ki, elinizdeki kitap aşağı yukarı üç kuşağa ait yazarların,

262

eleştiricilerin yazılarını içine almasına rağmen yazılmış
olanların tamamını , hatta tümüne yakınını yansıtmaktan
uzaktır. Çünkü Necip Fazıl hakkında yazılanlar, kendi
eserleri kadar yekun tutabilir. Özellikle tiyatro eserleri
hakkında yazılanlar bile ciltleri doldurabilir. Fakat
kendisi, bu yazılanların çoğunda fazla “bir değer”
(*) Türk Edebiyatında Necip Fazıl KISAKÜREK
Hayatı-Sanatı-Çilesi (Hakkındaki Tüm Yazılar) Osman
Selim KOCAHANOĞLU (Ağrı Yayınları-Kültür Dizisi-1,
Fatih Matbaası,Ekim1983-569 Sayfa) Bu yazı Osman Selim
Kocahanoğlu’nun hazırlamış olduğu kitabın önsözüdür.
bulmaz. Bu nedenle Necip Fazıl hakkında yazılanlar, iki
kitapta yer almaları da göz önünde tutularak bir seçmeye
tâbi tutulmuşlardır. Bunun dışında yazarın gerçek
değerine yaklaşabilmeleri bakımından da ayrı bir
seçimden geçirilmelerinden daha tabiî bir şey olamazdı.
Bu iki seçime ameliye ölçüsüne rağmen, kitaplarda yer
alabilecek yazılardan önemli bir kısmına yer
ayırmakmümkün olamadı. Bununla birlikte Necip Fazıl’ı
şair, tiyatro yazarı ,romancı, tasavvuf denemecisi ve fikir
adamı olarak kendi gerçek yerinde teşhis ve tesbit
edebilen yazılardan en esaslılarının kitapta yer aldıklarını
söyleyebiliriz.
Hemen belirtelim ki,Tanzimat’tan sonra edebiyat
sahnesinde görülen hiçbir değerimiz hakkında
hayattayken ve ölümünden sonra Necip Fazıl için olduğu
kadar ayrı ayrı kalemler tarafından yazı
yazılmamıştır.Bu da kitaba aldığımız yazıları -özellikle
birincisine- seçmede çektiğimiz güçlüğün ayrı bir izahı
olmaktadır. Necip Fazıl şiirde,tiyatro ve

263

romanda,ideolocyası ve tasavvufi denemelerinde
beklenen şahsiyetli sanatçı olarak dikkatleri üstüne
çekmiş,bu arada doktora çalışmalarında da konu olarak
ele alınmıştır.Hatta denilebilir ki Necip Fazıl yalnızca
şair olarak ilk kitabını yayınladığı zaman bile,gösterilen
inceleme,eleştiri ve izah fazlalığı bakımından bugün
yazılı olarak elimizde bulunan alaka yekununun habercisi
olmuştur.
Necip Fazıl şair olarak eseriyle ilk görünüşünden
itibaren niçin böyle duyarlı bir ilginin hedefi olmuştur?
Bu sorunun karşılığı, her şeyden önce, onun şahsiyetli ve
bilinenlerden ayrı bir kişiliğe sahip bulunmasında aramak
gerekir. Necip Fazıl’dan önceki ve çağdaşı Türk şiirini
inceleyenler, sanırız bu hükmü yerinde bulacaklardır.
Şunu ifade edebiliriz ki, Necip Fazıl’dan önceki
Türk şiiri Divan edebiyatının soyut şiir dünyasından
kurtulmakla beraber, en kudretli görünen temsilcileri
elinde –Namık Kemal, Ziya Paşa, Tevfik Fikret-
çoğunlukla sosyal meseleler bakımından bir vasıta olarak
kullanılmaktaydı. Şiir gücü bakımından bu şairler
düzeyinde olmakla beraber hiçbir topluluğa katılmayan
Akif de kendisini geniş şiir imkanları bakımından çeşitli
tesirleri yıkmak için üzerine abandığı cemiyetin
kurtarılmasına adamıştı. Sosyal problemin şiiri vasıta
haline getirdiği böyle bir dönemde –ki aynı durum Nazım
Hikmet ve onun yolunda gidenler döneminde de
görülecektir- Cenâb Şahabettin, Abdülhak Hamid
veAhmet Haşim gibi nisbî bir ölçü içinde şiiri vasıta
halinde görmeyenlerin sesleri geniş ölçüde
duyulmuyordu. Hececiler de ,daha ziyade Ziya
Gökalp’ten gelen bir işaretle kendi bakımlarından

264

didaktik denilebilecek bir şiir anlayışının talimcileri
olmaktan öteye gidemiyorlardı. Necip Fazıl işte böyle bir
şiir anlayışı avareliği hengamesinde gerçek şiirin
temsilcilerinden biri olarak göründü.
Kendisinden öncekilerde şiirden uzak olan her
şeye bulaştırılan ve en son tahlilde şiirin uğraşılan konu
için vasıta haline getirilmesi bozmacılığı hiçbir şekilde
Necip Fazıl’da bulunmadığı için dikkati çekti.Bu
bakımdan yukarıda verdiğimiz hüküm doğru ve yerinde
sayılmak gerekir. Necip Fazıl daha sonraları bütün Türk
şiirinde “poetika”sı ,bir “şiir felsefesi” ne sahip tek şair
olarak yerini alacaktı.Fakat “poetika”sını yazmadan
önce,daha ilk şiirleri yayınlandığı zaman bile bu
“poetika”nın uygulanması örneklerini de veriyordu.
Ve böylece anlaşılıyordu ki şiir düz yazıyla,
nesirle anlatılamayanı anlatılır, hissedilir hale getirmekte
bir anlatım vasıtasıydı. Şiirin düzyazıya çevrilemeyişinin
sebebi de bu değil miydi? Hatta adına şiir denen ifade
tarzı nesre çevrilebildiği takdirde şiir olamayacağı bir
ölçü olarak kullanılabilirdi. Necip Fazıl şiiriyle bu ölçüyü
getiriyordu. Fransız A.Bremond şiirin kendi yapısı içinde
bile kendi kendine ne kadar sadık olduğunu ve ufak bir
değişikliğin bu sadakati ihanete dönüştürebileceğini,
mesela:
Meyveler geçecekler, mevsimin ürünleri
diye başlayan bir mısra’da;
Mevsimin ürünleri başa alınınca büyünün bozulacağını
ileri sürüyordu.Necip Fazıl, bu anlayış içindeki şiiri
getirdiği için dikkatleri üzerine çekti. Dikkatle

265

incelendiği takdirde, onun şiirlerinde düzyazı ile
anlatılabilecek bir ruh halinde, bir tabiat olayına –insan
veya peyisaj- rastlamak mümkün değildir. Bu bakımdan
onun Türk şiirinde gerçek “şiir dili” ne sahip ilk şair
olduğunu söyleyebiliriz. Bu bakımdan tam ölçüyü
bulduğu, anlaşılmazın giriftlikleri içinde kaybolarak bu
tam ölçüden hiçbir zaman ayrılmadığı söylenebilir.
Şiirlerinin yayınlanmasından hemen sonra, özel
tenkitçisi sayılabilecek kadar Necip Fazıl’la ilgilenen
Nurullah Ataç, Necip Fazıl’daki şiir değerinin “bir riski”
göze almasından ileri geldiğini söylüyor ve yazıyordu.
Nurallah Ataç’ın tam olarak anlatamadığı şey, Necip
Fazıl’ın klasik şiir anlayışından ayrılmak riskini göze
almasıydı. Tabii, bu da anlaşılmamak riskini göze alması
demekti. Oysa, Necip Fazıl’ın gerçek şair olması da
buradan başlıyordu.
Evet, Necip Fazıl şiirinin dikkati çeken en
belirgin özelliği, şiirine yansıyan anlaşılması zor gizli
“ben” leridir. Ondaki benlik ucu bulunmaz göklerden
ürküş,mesafelerden çekiş ve ölüm terleri döküş yanında ,
tabiatın bütün iniş ve çıkışları,hayatın yalan ve
hakikatleri içinde düğümlenir.
Şiirlerinde bir bilmece çözer gibi hem geleceğin
hem de geçmişin sırrını yakalamaya çalışırken sanatın
yüceliklerini görüp birden irkiliverir. Önüne o kadar
geniş bir ufuk çıkacaktır ki, gözleri hep ötelerdedir.
Öteler ve öteler… Görünmez ve bilinmez öteler.
O,bütün canlıları ve eşyayı içinde eritip geçen
zamanın önüne geçmek,onu yenmek,durdurmak hatta

266

elinde bir maden gibi işlemek ister.Bu geniş zaman
içinde tuttuğu mekan daha da geniştir.Üstte Samanyolunu
altta dibi olmayan denizlerdeki incileri bulmak,sanatını
oralara götürmek ister.Tek meselesi kendi iç dünyasında
düğümlenmiş düşünce yumaklarını, “hafakan”larını bu
zaman ve mekanın kesiştiği sonsuzluk noktasında
yakalamak ve çözmek …,
Şair, benliğine ve benliğini yani iç alemini
yalnızlık ve şüphelerle dolduran olaylara, o kadar aşina
olmasına, yadırgamadan vebalinin bütün günahlarına
katlanmasına rağmen, bazen nefrete varan bir kaçış
duygusu ile her şeye kendi “ben” inden bakarak
dünyasından uzaklaşmak ister.
Şiirlerini, şair kaleminden çıkmış tiyatro eserlerini
ve hatta düzyazılarını dikkatle incelerseniz, hiçbir
sanatkârda bulunmayan şu ayrı özelliği fark edersiniz. İç
ve dış alem tasvirlerinde daima birbirinin zıttı düşünce ve
olayları ustaca bulup canlandırır ki bu, insan duygusunun
en ince anı olan kararsızlık halidir.
Örneğin ümitle ümitsizlik, sevapla günah, hayal
ile gerçek gibi. Eline sıcak suyun verdiği yumuşama
hissinden, buzlu suyun verdiği ürperişe kadar her şeyin
zıddı onda. Hangi güzelliği kucaklamışsa yanına onun en
çirkinini veya kötüsünü de getirmeyi ihmal etmez.
İçindeki “zıt”ların şiir dünyasına yansıyan bu özelliği
okuyana gerçekle gerçek olmayanı veya iyi ile kötüyü
kıyaslamaya önemli bir imkân hazırlamaktadır.
İşte Necip Fazıl, bizce bizce bu özelliğinden ötürü
edebiyatımızda hiçbir şairin görmediği bir tenkitçi, yazar,

267

hatta başyazar alâkasıyla kuşatıldı. Bütün bu yazarlar
topluluğu, alıştıklarından başka bir manâ yapısına sahip
şiirleri anlamaya ve anlatmaya çalıştılar. Böylece, büyük
bir yekun tutan “Necip Fazıl’ı anlama ve anlatma arşivi”
ortaya çıkmış oldu.
Bu “sunuş” yazısında Necip Fazıl’ın şiiri üzerinde
biraz fazlaca durmamız ,onun edebiyatımıza şair olarak
katılmasından ve şiiri “kutsal bir sanat” olarak
görmesinden dolayıdır.Ne var ki,usta bir tiyatro yazarı ve
dava adamı olarak ortaya koyduğu diğer iki mücadeleci
kişiliği daha da önemlidir.Bu yönleri ise ,bu yazı
çerçevesini taşan bir inceleme konusu yapılabilecek
çaptadır.
Biz, elinizdeki bu birinci kitapta, yukarıda
belirttiğimiz “arşiv”in dikkate değer olanlarını dikkatli
sayılabilecek bir seçmeden sonra veriyoruz. Görülecektir
ki bu yazılar, mana olarak, edebiyatın şiirde, tiyatro
eserinde, romanda ve tasavvuf denemeciliğinde
kazandığı Necip Fazıl’ı sanat hayatında göründüğü ilk
andan itibaren, çok yönlü çalışmaları içinde
değerlendirmeye, tesbit etmeye çalışan yazılardır.İkinci
kitabımızda,hazin bir hadise olarak edebiyatımızın, sanat
hayatının ve topyekun hayatın kaybettiği Necip Fazıl’ı
anlatan, değerlendirmeye çalışan yazıları vereceğiz.
Böylece, mekan ve zaman beraberliği içinde sonsuza
doğru hayatını sürdürecek olan bir Necip Fazıl portresi
elde edilmiş olacaktır.
Bu iki kitapta, daha çok, değerli şair ve büyük
sanat adamı üzerinde verilen hükümleri bir araya getirme
işçiliği üslenilmiştir. Necip Fazıl’ın şahsında tüm Türk

268

sanat ve edebiyatına da ışık tutabilecek bu derleme ile,
bir görev de yapmış olduğumuza inanıyoruz. Kendi görüş
ve değerlendirmemize gelince, kitabın maksadını biraz
olsun aşarak bu sunuş yazısında onu da belirtmekten geri
kalmadığımızı sanıyoruz. Fatih, Eylül/1983

BİR KEŞF-İ KADİM OLARAK BÜYÜK DOĞU VE
NECİP FAZIL/ Ahmet AÇIKGÖZ
Büyük Doğu yani “Doğunun doğuşu”.
“Rüzgardan hafif topuklarla içimizdeki iklimlere doğru
ruhani ve ince bir sefer” ediş hali. “Büyük Doğu,
İslamiyet’in emir subaylığı…” “Büyük Doğu, İslam
içerisinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihat
kapısı…” Sadece “Sünnet ve Cemaat Ehli” tabirinin
ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde,
olanca saffet ve asliyetiyle İslamiyet’e yol açma geçidi;
ve O’nu eşya ve hadiselere tatbik etme işi…”[1] Bu
durumda Büyük Doğu bir keşf-i kadimdir. Allah
Resulü’nden (s.a.v.) günümüze kadar intikal eden İslami
anlayışın keşif ve tatbikinden ibarettir.
Bidayeti:
Mevcut haliyle Büyük Doğu, İslam’ın zuhuruyla
başlar. Mazrufunu sahabenin mücadele tarzı
doldurmaktadır. Tarih içerisinde görülen Büyük

269

Doğu’nun sahabe devrinden tek farkı zarf değişikliğidir.
Fakat zarf, mazrufa (sahabe devrine) nispetle kendini
kıymetlendirirken “köle, bir emir subayı” olduğuna vurgu
yapar. Yani Allah Resulü (s.a.v.) ve sahabeden intikal
eden manaya bağlı kalmak Büyük Doğu’nun esasını
teşkil eder.

İlkeleri:
Büyük Doğu’nun mazrufunda pazarlıksız iman, tefekkür,
amel ve dava şuuru vardır. Orada “iman” her şeyden
öndedir. Mümin, tefekkürden önce “Ne getirdin,
götürdün bildirdinse amenna” deme bahtiyarlığına erer.
Tefekkür, iman ettikten sonra başlar ve Allah’ın zatı
dışında her şeyi kapsamı içerisine alır. Amel imandan
sonra gelir ve “salih” olabilmesi için de İslam’ın
belirlediği esaslar çerçevesinde kıymetlendirilir. Bütün
bunların neticesinde müminde gözünü kırpmadan her
şeyini feda edebilecek bir dava ruhu tezahür eder.
Sahabe imanla başlayıp dava şuuru ile kemale eren
meratibi en güzel şekilde ortaya koyan insanlık tarihinin
en muazzez kuşağıdır. İslam’a teslimiyetlerinde yanlışı
tayin etmenin müessisi felsefenin en küçük bir tesiri
yoktur. İman noktasında ki teslimiyetlerini müşahhas
hale getirebilmek için şöyle bir örnek verilebilir: “Allah
Resulü (s.a.v.) bir bedeviden at satın alır. Atın parasını
ödemesi için bedeviye kendisini takip etmesini söyler.
Allah Resulü (s.a.v.) hızlı, bedevi ise yavaş bir şekilde
yürür. Yol boyu insanlar bedeviye atı satması için fiyat
teklif ederler. Yeni müşteriler, Allah Resulü’nün atı satın

270

aldığından habersiz halde bedevi ile pazarlığa başlarlar.
Bedevi, Efendimiz’i (s.a.v.) çağırıp “eğer bu atı satın
alırsan al, aksi takdirde onu satıyorum.” der. Bedevinin
ifadelerini duyan Allah Resulü (s.a.v.) “ben senden onu
satın almadım mı?” diye sorar. Bedevi:
- Hayır! Vallahi ben onu sana satmadım.
- Bilakis ben onu senden satın aldım.
- Aldığına dair şahit getir.
Bedevi ile Allah Resulü’nün (s.a.v.) konuşmasına
tanıklık eden sahabilerden Huzeyme b. Sabit (r.a.) atın
sahibine: “Şahadet ederim ki sen atı Allah Resulü’ne
sattın.” der. Hadise üzerine Allah Resulü (s.a.v.)
Huzeyme’ye yönelip “Neye göre şahadet ediyorsun?”
diye sorar. Huzeyme:
- Senin tasdikinle Ya Rasulallah. [2]
- Huzeyme kime şahadet ederse tek başına onun şahadeti
yeterli olur.[3]
Huzeyme b. Sabit, Efendimiz’in (s.a.v.) atı satın aldığını
görmedi fakat O’na (s.a.v.) şahadet etmekten de imtina
etmedi. Biliyordu ki O (s.a.v.) yanlış bir beyanda
bulunmaz.
Bu örnekte de görüldüğü gibi Büyük Doğu’nun esasında
mazruf itibariyle ilk olarak sahabede temsil edilen
kayıtsız şartsız teslimiyet vardır.
İmanı, tefekkür izler. Mümin iman eden bir kalple
tefekküre başlar. Müçtehit sahabilerde tefekkür en üst

271

derecedir. Yemen’e vali olarak gönderdiği Muaz b.
Cebel’e “neye göre hükmedeceksin?” diye soran Allah
Resulü (s.a.v.) Muaz’dan şu cevabı almıştır: “Öncelikle
Kur’an’a bakarım. Onda bulamazsam Sünnet’e müracaat
ederim. Onda da bulmazsam Kur’an ve Sünnet’e bakarak
içtihat ederim.” Ashab, Kur’an ve Sünnet’ten beslenen
tefekkürleriyle devletler idare edecek çapa ermiştir.
Sahabenin bildikleriyle amel etmesi o kadar malumdur ki
bunu örneklendirmek ameli yönlerini sınırlandırır.
Ashaptaki iman, tefekkür ve salih amelin neticesinde
muazzam bir dava şuuru inkişaf etmiştir. Öyle ki
inandıkları din-i mübin uğranda can ve mallarını feda
etmekte tereddüt etmemişlerdir. Bu noktayı şerheden
anekdotların en güzellerinden birisi Süheyb-i Rumi’ye
aittir. Suheyb (r.a.) hicret etmek istediğinde Kureyş’ten
bir grup insan yoluna çıkar, gitmesine mani olmak ister.
Bunun üzerine Süheyb atından iner, kılıfından okları
çıkarır, yayını eline alır ve çevresini kuşatan insanlara
“Ey Kureyş topluluğu! Hepinizden daha iyi ok attığımda
şüpheniz yoktur. Allah’a yemin olsun ki heybemdeki
oklar bitinceye kadar bana yaklaşamazsınız. Oklar bitince
kılıcımı alır elimde ondan bir parça kalıncaya kadar
sizinle savaşmaya devam ederim.” Suheyb’in hicret
noktasında ki kararlığını gören Kureyşliler şöyle derler:
- Mekke’ye fakir olarak geldiğin halde şimdi zengin
olarak gitmene müsaade etmeyiz. Mekke’de malını
bıraktığın kişiyi bize göster seni serbest bırakalım.
- Malımın yerini söylersem beni serbest bırakır mısınız?
- Evet.

272

Suheyb malını Kureyşlilere bildirince onu serbest
bıraktılar. Medine’ye gelip Hz. Resulullah’ın huzuruna
vardığında hakkında şu ayet iner:[4] “İnsanlardan öylesi
de vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için kendini feda
eder.”[5]
Büyük Doğu idealinin dört ana unsurundan birini teşkil
eden dava şuuru en canlı şekliyle sahabede
görülmektedir.
Tarihi Süreç
Tabiun ve müçtehit imamlar devri, Büyük Doğu idealinin
mazruf itibariyle varlığını koruduğu devrelerdir.
Sonrasında zaman zaman fetretler görüldü. Derin
kırılmalar yaşandı. Büyük Doğu’nun asli renkleriyle
tekrar sahne alışı Devlet-i Aliyye zamanına rastlar.
Bu dönemdeki Büyük Doğu idealini anlayabilmek için
Onun millet bünyesine nisbetle konumunu
kıymetlendirmek gerekmektedir. Üstat Necip Fazıl
“Gençliğe Hitabesi”nde şöyle demektedir. “Devlet ve
milletinin büyük çapa ermiş yedi asırlık hayatında ilk iki
buçuk asrını aşk, vecd, fetih ve hakimiyetle süsleyici; üç
asrını kaba softa ve ham yobaz elinde kenetleyici; son bir
asrını, Allah’ın Kur’an’ında ‘belhüm adal’ dediği
hayvandan aşağı taklitçilere kaptırıcı; en son yarım asrını
da işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle,
Türk’ü madde plânında kurtardıktan sonra ruh plânında
helâk edici tam dört devre bulunduğunu gören… Bu
devirleri yükseltici aşk, çürütücü taklitçilik ve öldürücü
küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi… Beşinci

273

devrenin kapısı önünde dimdik bekleyen bir
gençlik…”[6]
Devlet-i Aliyye’nin yedi asırlık hayatının ilk üç asrı
Büyük Doğu idealinin iman, tefekkür, amel ve dava
şuuru itibariyle bir bütün olarak algılandığı dönemdir. Bu
dönemde ilim meclislerinde bir derinlik vardır. Mucaz ve
muciz hocalar meseleleri öylesine tafsil etmişlerdir ki ne
ibare de, ne de manada problem kalmıştır.
Bu devrin kudretli alimleri Hocazade, Molla Hüsrev, İbn
Kemal, Ebussuud,…, sanattan siyasete kadar hayatın
bütün şubelerini irfanla beslemişlerdir. İlim, fikir ve sanat
bütünlükte mânâ bulan vücut gibi algılanmıştır. Alet
ilimleriyle âli ilimler iç içe okutulmuştur. İlim tarihi
düşünce tarihinden, düşünce tarihi sanat tarihinden ayrı
değildir. Naklin konuştuğu yerde akıl susmuş, aklın
konuştuğu yerde nakil referans kabul edilmiştir. Zevahiri
yazan kalem susunca, ruhun amentüsünden bahseden
kalemler konuşmuştur. Müşahhasın zirvesinde
mücerredin sahanlığı vardır, oradan son noktaya veliler
adam taşımıştır.
İlim, siyasetin üzerinde görülmüş, Bâkî şiirini
medreseden beslemiş, Sinan imarete nakış nakış “İslam
şehir ahlakı”nı işlemiştir. Devlet idaresinden, sanata
kadar her noktaya bilgelik hakim olmuştur.
Bu ilk iki buçuk asrın sonlarına doğru muhkem Büyük
Doğu idealinde kırılmalar görülür. Aydınlanma Devri’nin
şımarık aklı kimi Müslümanların zihinlerini karıştırır.
Münkir akıl etkin oldukça kırılma daha da derinleşir.
Neticede ilim fikirden, fikir ilimden nefret eder.

274

Hayatın gerçeklerinden tecrit edilerek yetiştirilen
aydınlar güruhu yaralanan zihinleri tedavi etmekte
güçlük çekerler. Medresenin boynuna “Gerici” yaftasının
asılması yeni kuşağın ondan, dolayısıyla da ulemadan
uzak durmasına zemin hazırlar. Muzdarip insanlar
medrese yerine Batı tarzı eğitim veren kurumlara, onların
müfredatına sığınır. Büyük ruhlu alimlerin
açıklamalarına “tedavi kabul etmeyen ölü vücutlar” gibi
kayıtsız kalınır. Bu fotoğraf Üstadın “kaba softa ve ham
yobaz” diye tavsif ettiği insanların ürünüdür.
Son bir asır ise “hayvandan daha aşağı taklitçilerin”
egemen olduğu dönemdir. Bu dönem tarihin çeşitli
devirlerinde yaşanan bütün fetretlerden daha karanlıktır.
Zira bu devirde müslümanların zihinleri çeşitli
ideolojilerin tutsağı olmuştur. Esareti en kapsamlı
yaşayanların başında ise Ziya Gökalp gelmektedir. Zihni
karıştırıldığı sıralarda medresede okumakta idi. En son
Gazzali’nin “el-Munkız-u mine’d-Delâl”ini okumuştu.
Mağdurlardan Tevfik Fikret, saliha bir kadının
çocuğuydu. Annesi hac yolunda vefat etmişti. “Eve
Dönen Şair” Yahya Kemal, Nazım Hikmet’in hocasıydı.
Bu yüzdendir ki Nazım hayatının ilk yıllarında İslam
Medeniyetini övücü şiirler kaleme almıştı.
Ziya Gökalp Abdullah Cevdet, Fikret ruhsuzluk ve
Nazım Moyakowski ile tanışıp zihinlerini Batılı Adam’a
ait ideolojilerle tahrip edince, onları tekrar medreseye
götürüp İbn Kemal çapındaki alimlerle meclise alamadık.
Çünkü bu dönemde “kaht-ı rical” yaşanmakta idi.
Aydınımızın sorununu “fizik ötesi” dünyada çözecek
“ulu hocalardan” yoksunduk.

275

Bu dönemde, Sultan II. Abdülhamid bir diriliş koridoru
açtı. Fakat O koridoru aydınlatacak münevverleri
bulamadı. “O bir aslandı fakat pençeleri yoktu.”
Batıyla münasebetimiz normal değildi. İç ve dış organları
tersyüz edilen adam gibiydik. Korunması gereken
uzuvlarımız dışarıda, insanlarla temas halinde olması
gereken uzuvlarımız ise içerdeydi. Batılı adamın elinde,
ellerimiz yerine kalp ve zihinlerimiz vardı
Güç “Ey kitabı köhne yırtılır bir gün medfen-i fikr olan
sahifelerin” diye Kur’ân’ı tahkir eden Fikret’in
düşüncesinin tekelinde idi.
Devlet-i Aliyye’nin tarih sahnesinden çekilişini takiben
gelen devir “işgal ordularının bile yapamayacağı bir
cinayete” irtikap etti ve “Türkü madde planında
kurtardıktan sonra mana planında helak etti.”
Yüz binlerce şehidin kanıyla son defa mühürlenen
Anadolu tapusu, vefasız oğulların istilâsına uğradı. Cami
kürsüsünde imam, bütün beşeriyetin atasının Hz. Adem
olduğunu söylüyor, okul kürsüsünde öğretmen, insan
soyunun maymuna dayandığını iddia ediyordu. Anneler
evlâtlarını söyledikleri ninnilerle; “Mananın maddeye
tecelli remzi Kabe” ile bütünleşmeye hazırlarken,
muztarib gazeteler koro halinde Kemallettin Kamu’nun:
Burada erdi Musa
Burada uçtu İsa
Bülbül burada varsa
Hürriyet için öter.

276
Ne örümcek ne yosun,
Ne mucize ne füsun
Kabe Arab’ın olsun
Çankaya bize yeter.
diyordu.
Kosova’dan Çin’e kadar mazlum Müslümanların adını
duyduklarında saygıdan ayağa kalktıkları Sultan II.
Abdülhamid’i okul kitapları “kızıl sultan” diye
anlatıyordu.
Birisi çıkıp imandan amele, ilimden sanata kadar her
alanda İslam’ın hakkını dava etmeliydi; Büyük Doğu
idealini bütün şubeleriyle gündeme taşımalıydı.
Tahribat öylesine etkindi ki bu dönemde ayakta
kalabilmek güçlü bir selin önünde durmaktan farksızdı.
Buna rağmen sayıları bir elin parmaklarını geçmeyecek
kadar az olan alimler sessiz fakat derinden destansı bir
hizmet yürüttüler. Mısır’a hicret etmek zorunda kalan
Mustafa Sabri Efendi ve Muhammed Zahid Kevseri
kaleme aldıkları eserlerle modernist hareketin etkisini
azalttılar. İslam harfleriyle telif ettikleri eserleri dünya
Müslümanları için güçlü sığınaklar oldu. Hilafetin
merkezinde kalanlar eserden ziyade adam yetiştirmeye
yöneldiler. Zira o yıllar itibariyle İslam harfleriyle eser
yazmak birinci derece önemi haiz değildi. Zira harf
inkilabıyla tedrisat değişmiş, İslam harfleri ile yazılan
eserleri anlayıp okuyacak adam kalmamıştı. Bu yüzden
mevcut eserleri okuyabilecek insanları yetiştirmek

277

gerekliydi. Bu bağlamda Ali Haydar Efendi, Mahmut
Efendi’yi; Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevi adıyla anılan
tekke, Mustafa Fevzi Efendi, Hasib Efendi, Abdulaziz
Bekkine, Mehmet Zahit Kotku, Abdurrahman Beşikçi ve
Hacı Ferşat Efendi gibi mürşitleri yetiştirdi. Kelamı
Tekkesi’nin adı ile bütünleştiği Büyük mazlum Esad
Erbili Hazretleri’nin meclisinde ise, Mahmud Sami
Efendi hizmete hazırlandı. Süleyman Hilmi Tunahan ve
Bedüuzzaman Said Nursi de önemli hizmetlere imza
attılar.
Kaşgari Dergahı’nda insanları irşad eden Abdulhakim
Arvasi, Necip Fazıl gibi bir mütefekkiri yetiştirip
İslam’ın emrine amade kıldı.
Necip Fazıl ve Abdulhakim Arvasi
Necip Fazıl’ın Büyük Doğu ile bütünleşmesi büyük
ıstırapların akabinde gerçekleşmiştir. Üstat, bir akşam
çalıştığı bankadan çıkar Eminönü’nden vapura biner.
Kendisine İslami telkinlerde bulunacak esrarengiz bir
adamla karşılaşır. Yanına oturan adamla önce zahiri
meseleleri konuşur. Necip Fazıl tasavvuftan sorunca
adam Beyoğlu’nda Ağa Camii’nde Cuma günleri vaaz
veren Abdulhakim Arvasi Hazretleri’ni işaret eder. Vapur
Beylerbeyi’ne vardığında karşılıklı selamlaşıp ayrılırlar.
O andan itibaren Necip Fazıl’ın zihninde hep fuhşun
merkezi olan Beyoğlu’nda yalnız Cuma günleri vaaz
veren Büyük Veli vardır. Kiminle konuşursa konuşsun
hakikatte aklı hep Ağa Camii’ndedir.
Bir Cuma günüdür ve yanında arkadaşı ressam Abidin
Dino vardır. Bulundukları apartman Ağa Camii’ne yalnız

278

birkaç yüz metre mesafededir. Birden aklına içinde
bulundukları günün Cuma olduğu gelir. Arkadaşına
“Haydi davran gidiyoruz. Sana üstün haberciyi
göstereceğim.” der.
“Cami… Girince sol tarafta, yerden bir iki basamak
yüksekliğinde, balkonumsu bir yerde, sarıklı, beyaza
yakın kır ve uzun sakallı bir zat… Önünde, kitabını
koyduğu küçük bir yer masası… Etrafında, diz üstü veya
bağdaş kurup oturmuş bir küme insan… Aralarına geçip
oturduk. Son derece tesirli bir ses… Tane tane
konuşuyor.
Ders bitince ön sırada oturan bir gencin yardımıyla
kürsüden indiler. Etrafındakilere şefkatle baktılar.
Potinlerimizi giyip kendilerini kapıda beklemeye
başladık. Başlarını kaldırıp o anlatılmaz gözlerini
üzerimize diktiler.
Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız;
Ruhuma büyük temel çivisini çaktınız![7]
Ben atıldım:
- Affınızı rica ederiz efendim; ellerinizden öpmek
saadetine erebilir miyiz?
Uzandığım, esmer, zarif ve incecik parmaklı eli bir can
kurtarana yapışırcasına kapıp öptüm.
- Biz Eyüp Sultan’da oturuyoruz, dediler;
Gümüşsuyu’nda, ne zaman isterseniz buyurun.
Devlet!..

279
Evlerine çağrılıyorduk.[8]
Sıcak bir ilkbahar günü… Kaşgari Dergahı… İkinci
buluşma… İlk sualleri: Ne iş yaparsınız?
- Bir bankada çalışıyorum. Muharrir ve şairim… İsmim
Necip Fazıl…
- Tasavvuftan bir şeyler biliyor musunuz? Okuduğunuz
kitap oldu mu?
Bahriye mektebindeki hatıramı anlattım. Semeretü’l-
Fuad ve Divan-ı Nakşi’yi söyledim. Son zamanlarda da,
karıştırdığım Marifetname… Nakşi Divanı’nın kimin
eseri olduğu sualine cevap veremedim.
İşte ateşten harflerle beynimi dağlayarak söyledikleri ilk
fikir: “Bu iş kitapla olmaz. Akılla da varılmaz. Hiç
yemeğin lezzeti çatal bıçakla aranıp bulunabilir mi?”[9]
Kaçta gitmiştik? Bilmiyorum! Öğle vaktimiydi, ikindi
miydi? Bilmiyorum! Çıktığımız zaman akşam olmuş,
karanlık bir seccade gibi Eyüp’ün üstüne atılmıştı.[10]
Bana ilk günden son güne kadar: “Bizdensin!.. Seni
mensup ve mahsuplarımızın arasına alıyoruz! Yola kabul
edildin!”[11] dediler.
Bir yakınının ifadesiyle bana, “Sen gemidesin! Ayak
silmeye mahsus bir paspas olsan yine gemidesin! Seni
bırakmazlar! Aldıklarını bir daha bırakmazlar.”[12]
Sene 1943.. Ben gazetedeki fıkralarıma ve yüksek
mimari şubesindeki derslerime devamdayım… Büyük

280

Doğu’yu hazırlıyorum… Yoğunluk içerisinde Efendim’i
göremiyorum…
Büyük Doğu çıktı. Eyüp’te bir kurban kesmek ve
Efendim’in elini öpmek niyetindeyim.[13]
Üstat bu niyetle yola koyulur, dergaha varır fakat
Abdulhakim Efendi’yi bulamaz. “Polisler O’nu alıp
merkez şubeye götürmüşlerdir. Merkez şubeye gider
fakat kendileri ile görüşemez.
. Oradan İzmir’e nakledilirler. Ardından da Ankara…
Ankara’da 19 gün hasta yatarlar. 1943 yılının bir
cumartesi günü sabah namazı vakti son kelimesi “Allah”
olduğu halde ruhunu teslim ediyorlar. Esrarengiz bir
adamın delaletiyle Bağlum köyüne defn ediliyorlar.”[14]
Necip Fazıl 1943 yılından sonra Abdulhakim Arvasi’nin
ruhaniyetini her dem başucunda hisseder. Ona o derece
bağlanmıştır ki değerini kıymetlendirirken şöyle der:
“Kaç milyon baba ve kaç milyon anne, senin milyonda
birin eder? Seni Bağlum köyündeki, namsız ve nişansız
çukurunda, bembeyaz ve taptaze kefene bürülü, esmer ve
pembecik teninin hiçbir noktası tozlanmamış, derin
gözlerin ebediyete çevrili, Allah’ı zikrederken
görüyorum.”[15]

Büyük Doğu’ya Doğru
Üstat, Abdulhakim Arvasi Hazretleri’yle tanışıncaya
kadar aklın kalemiyle siyah yazılar yazardı. Zaman
zaman Müslümanlar aleyhine de karalamalarda

281

bulunurdu. O’nu tanıdıktan sonra kendisiyle birlikte şiir
ve makaleleri de tövbe etti. Muarızları önceki şiirlerini
kullanıp O’na zafiyet isnat etmek istediklerinde Üstat
şöyle cevap vermiştir: “Geçmişi dürdüm çöp tenekesine
attım. Çöpleri karıştırmak ise kedi ve köpeklerin işidir.”
Buyük Veli’nin aşk ocağında ruhu ve aklı yeniden
şekillenen Necip Fazıl, ömrünü insanlara kim olduklarını,
nereden gelip nereye gittiklerini anlatmaya, kendi tecrübe
ve tefekkürünü de dikkate alarak bu büyük sualleri
yanıtlamaya adadı.
İslam’a öylesine teslim oldu ki O’na göre sanat ancak
İslam’ın emrinde olması durumunda bir anlam ifade
edebilecektir:
“Anladım işi sanat Allah’ı aramakmış,
Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış.”
Büyük Doğu
Üstat üç farklı dergi çıkarmıştır. İlk olarak Ahmed Hamdi
Tanpınar ve Ahmed Kudsi Tecer’in etkin olarak yer
aldığı Ağaç Mecmuası’nı neşretmiştir. 14 Mart 1936’da
ilk sayısı çıkan mecmua 17 sayı devam edebilmiştir.
Ağaç’ta Necip Fazıl imzası ile yer alan yazılarda bir
arayış vardır. Dergide Ankara havası bariz bir şekilde
hissedilmektedir.
Necip Fazıl “Allah” demenin gümrüğe tabi tutulduğu
yıllarda ise Büyük Doğu mecmuasını neşreder. Dergi,
müstebit idarenin baskısından ilk sayılarda rengini tam
olarak belli etme imkanı bulamaz.[16]

282

1 Eylül 1943 yılında ilk sayısı tab edilen Büyük Doğu,
öyle kritik bir dönemde yayın hayatına başlamıştır ki
çıkışından kısa bir müddet evvel devrin başvekili Şükrü
Saraçoğlu imzasıyla Necip Fazıl’ın günlük yazılarının
yayınlandığı gazeteye “Allah ve ahlaktan bahsetmek
yasaktır!” şeklinde bir yazı gönderilmiştir.
1944 yılı ilkbaharında Büyük Doğu vekiller heyeti
kararıyla kapatılır. Gerekçe ise muhtevasında hadis-i
şeriflerin yer almasıdır. Müstebit idareyi en fazla rahatsız
eden hadis ise “Allah’a itaat etmeyene, itaat edilmez.”
mealindeki Rasül kelamıdır. Devrin Milli Eğitim Bakanı
Hasan Ali Yücel, Üstatla karşılaştığında şöyle demiştir:
“Bu hadisi neşretmek, bize itaat edilmez demektir.”
1943-1978 yılları arasında 35 yıl ayakta kalan Büyük
Doğu, çeşitli boyutlarda, aralıklarla günlük, haftalık ve
aylık olarak yayın hayatında yer almıştır. Toplam 512
sayı çıkmıştır. Dergide bir çok isim yazmakla beraber
yazıların önemli bir bölümü Üstad’a aittir.
Büyük Doğu’nun yayın hayatına başladığı yıllarda Üstat,
Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimarlık Şubesi’nde
hocadır. Hasan Ali Yücel tarafından kendisine üniversite
hocalığı ile “Büyük Doğu” arasında tercihte bulunması
söylendiğinde bakana, 50 kişilik sınıflarda 50 kişiye
konuşmaktansa Büyük Doğu ile bütün bir gençliğe
seslenmeyi tercih ettiğini bildirmiştir. Üstad’ın
Üniversite hocalığından ayrılmasına sebep olan zat,
hadiseden birkaç yıl önce (1938) Üstad’a gönderdiği şiir
kitabını, Necip Fazıl’a şu cümlelerle ithaf etmişti:
“Hakkında her sıfatın aciz kaldığı şair Necip
Fazıl’a”.[17]

283

Memuriyetin maddi esareti getireceğini düşünenler,
Üstad’ın cevabıyla sarsıntıya uğradılar. İmanı hiçbir
gücün satın alamayacağını gördüler. O, üniversiteyi
kaybetti fakat Büyük Doğu başlı başına bir üniversite
oldu. Yakın dönemin Müslüman gençliği asıl o
üniversitede yetişti. Sahte kahramanları orada tanıdı.
Abdülhamid’in “kızıl sultan” değil “ulu hakan” olduğunu
orada öğrendi.
İman, tefekkür, aksiyon ve dava ruhunu bir bütün halinde
sunan Büyük Doğu çeşitli nedenlerden dolayı 14 defa
kapanmıştır. Genellikle siyasi otorite tarafından kapatılan
Büyük Doğu zaman zamanda maddi imkansızlıktan
dolayı da kapanmıştır. Üstat, Ahmed Emin Yalman,
Bedii Faik gibi İslam karşıtlarına Büyük Doğu’nun
parasızlıktan kapandığını söyletmemek için değişik
yollara baş vurmuştur. Mecmuanın parasızlıktan
kapanacağını anlayınca sert bir manşet kullanır, dergi de
savcı tarafından kapatılırdı. Üstat bunu gururundan değil,
İslam’ın izzetini mustağriplere çiğnetmeme gayretinden
yapardı.
Büyük Doğu, Anadolu gençliği için bir ilim ve fikir
menbaı olmuştur. Milletin dini, dili ve tarihine rağmen
bilim yapma iddiasında olan üniversite, ilk ciddi
sarsıntıyı Üstad’ın Büyük Doğu’suyla yaşamıştır.
Büyük Doğu’nun gazete bayiinde satılacağı gün sabahın
erken saatlerinde bayi önünde dergi kuyruğu oluşurdu.
Ev ya da yurtlarda birlikte kalan öğrenciler müştereken
satın aldıkları Büyük Doğu’yu sırayla okumayı
bekleyemez, bölüşür öyle okurlardı.

284

Büyük Doğu zor bir dönemde “ihkak-ı hakk” talebinde
bulundu. O, “gaiplerden beklenen ses”ti. Çağın mümin
mütefekkirleri, şairleri, sanatçıları için bir sığınaktı. Buz
dağlarını eritip aklın ve ruhun önünü açacak
kahramanların fikir ocağıydı.
Büyük Doğu’nun 14 Kasım 1947 tarihli 72. sayısı
toplatılınca Üstat ancak üç sayı çıkabilen mizahi içerikli
Borazan dergisini neşreder. Borazan’da çoğunluğu
Üstad’a ait devrin istabdadını hicveden yazılar
yayımlanır. Büyük Doğu bir buçuk aylık bir fetretten
sonra tekrar yayımlanmaya başlayınca Borazan’ın yayın
hayatı sona erer. Üstat hadiseyi şu şekilde ifade
etmektedir: “Ziyafet masasına prens gelir gelmez, yaver
mevkiini terk etti.”
Şairliği
Üstad’ın ilk şiir denemeleri Heybeli Bahriye mektebinde
başlar.[18] O günden itibaren şiirinde sürekli bir değişme
ve gelişme vardır. Bu gelişme ilk şiir kitabı Örümcek
Ağı’ndan itibaren (1925) Kaldırımlar (1928), Ben ve
Ötesi (1932), Sonsuzluk Kervanı (1955) ve şiirinin kemal
noktası Çile’de açık bir şekilde gözlemlenmektedir.
Örümcek Ağı, edebiyat çevrelerinde tarifi imkansız bir
beğeni ile karşılanır. Öteki dünyayı yaşayan
“Kaldırımlar” şairinin şiirleri, içki sofralarında sabahlara
kadar tekrar edilir. Necip Fazıl’ın şiiri karşısında
hayranlığını gizleyemeyen Ziya Osman Saba: “Necip
Fazıl belki Türk edebiyatının en büyük şairi değildir
fakat Türk edebiyatının en büyük şiir kitabı Ben ve
Ötesi’dir.” demekten kendini alamamıştır.

285

Üstad’ı “büyük yazarlar” arasında değerlendiren edebiyat
çevreleri O’nun Büyük Doğu idealini zarf ve mazrufuyla
temsil etmesi karşısında birden ağız değiştirir, şiirin
muhtaç olduğu insan ve cemiyet iklimini inşasına
tahammül edemezler. Bu yüzden Onu “sâbık şair”,
“mistik şair” terkipleriyle anıp, tesirini silmeye çalışırlar.
Çünkü onlara göre Peygamber’i (s.a.v.) şiirin kaynağı
gören birisi şair olamazdı. Şiir, Allah’ı aramanın değil,
O’ndan uzak durmanın vasıtası kabul edilmeliydi.
Aristokrasi, Üstad’ı “bohem” hayatı yaşadığı yıllarda
kaleme aldığı şiirleriyle yaşatmak istiyordu. Bu yüzden
O’nun bazı şiirlerinde kısmi ya da külli değişiklere
gitmesine tahammül edemiyordu. Üstad’ın bu gürüha
hitaben söylediği şu ifadeler manidardır: “Mal sahibi
bensem, bunları istemediğim, tanımadığım ve çöplüğe
attığım bilinsin… Attıklarım, aldıklarımdan çok olan eski
şiirlerimi yenileriyle demetledikten ve bu kitapta (Çile)
derledikten sonra meydana gelen şu kadar parça şiir, şu
ana kadar şairliğimin tam ve eksiksiz kadrosu oluyor. İşte
şiir kitabım, bu, hepsi bu kadar; ve kitaba gelinceye dek
başka hiçbir şiir, bana, adıma ve ruhuma mal
edilemez.”[19]
Üniversitedeki memuriyetini elinden aldıkları gibi şairliği
de O’ndan alacaklarını düşünmüşlerdi. Onlara göre fıkra,
makale, tiyatro, konferans derken şairliği de kaybetmişti
Necip Fazıl. “Bir mısrası, bir millete şeref vermeye
yeter” denen şair hafızalardan silinmek isteniyordu.
Çünkü O bir mümindi. Müşahhasla mücerret arasındaki
farkı göremeyen, bu yüzden sürekli basit müşahhası
ulvîleştiren adamlara Üstad, şöyle cevap verecekti:
“Nereden biliyorlar çalışmadığımı, nasıl ihtimal

286

veriyorlar şairi kaybetmiş olabileceğime? Ruh nescimi
mikroskop altında, muayene ettiler de orada şiir
hücrelerinin öldüğünü mü gördüler? Eğer incir ağacı
olsaydım, mevsiminde yemişimi veremedim diye beni
suçlandırmak, kısırlık töhmeti altında bulundurmak
mümkündü. Fakat ben sanatkârım, mevsimlerimi kendim
seçerim ve için için oluşlarımı belli etmeyebilirim.”
Üstad’ın şiirini tecrit edenler hedeflerine ulaşamadılar.
Edebiyat meclislerinin kabul etmediği şiirler yüz binlerin
dillerinde destanlaştı.
Tiyatroculuğu
“Örümcek Ağı” kitabı ile meşhur olan Necip Fazıl
zamanla tiyatroya ilgi duyar. Ona göre tiyatro “tezin laf
olmaktan çıkıp büyü olduğu yerdir.” Bu büyü insanlarla
iç içe olduğundan tesir gücü diğer sanat dallarına nisbetle
çok daha etkilidir. Tiyatro “ön tarafı açılır-kapanır bir
mikap (küp) içinde hayatı yakalama” mücadelesidir.
Şehir Tiyatroları Genel Müdürü ve baş aktörü Muhsin
Ertuğrul’un ısrarları Üstad’ın ilgisini tiyatro izleme
düzeyinden tiyatro yazma seviyesine yükseltir. Böylece
ilk tiyatro eseri olan Tohum’u kaleme alır. Eserin
konusu, milli kurtuluş hareketinin ana üslerinden biri
olan Maraş’ta maddeci Batı’ya, maneviyatla karşı
koyuşun hikayesidir. Eser, Üstad’ın hakkında “Büyük
aktör” hükmünü verdiği Muhsin Ertuğrul tarafından
sahneye aktarılır. Münekkitler eseri ve sahneye
uyarlanışını takdir ederler. Fakat halk alakasız kalır.
Gerekçesi ise Üstad’ın ifadesiyle eserin “mücerret

287

fikirlerle örülü diyalog manzumelerinden ibaret
olmasıdır.”
Necip Fazıl yine mücerret fikirlerle örülü ikinci tiyatro
eseri olan “Bir Adam Yaratmak”ı kaleme alır. Eser 1937
kışında yine Muhsin Ertuğrul tarafından sahneye taşınır.
Bu kez halk tarafından büyük ilgi ile karşılanır. Uzun
zaman kapalı gişe oynanır.
Künye, Sabır Taşı, Para, Nam-ı Diğer Parmaksız Salih
derken 1949 senesine gelinir ve Üstat tiyatroya bir ara
noktası koyar. 1964’de noktayı kaldırır. “Reis Bey”,
“Ahşap Konak” ve “Siyah Pelerinli Adam”ı yazar. Noter
huzurunda Necip Fazıl ve Şekspir’in tiyatrolarının
dışında hiçbir eseri oynamayacağını söyleyen Muhsin
Ertuğrul “Reis Bey’i gözyaşları içinde okur fakat
oynanmasında görev almaz. Çünkü; şehir ve devlet
tiyatroları Üstad’a kapatılmıştır.
Üstad’ın büyük mazlum Sultan Abdülhamid’i müdafaa
ettiği tiyatrosu ise siyasi çevrelerde şok etkisi yapar.
Ankara’da sahnelenen “Ulu Hakan Abdülhamid Han”ı
Meclis teyakkuz halinde takip eder.
Usta aktörlerin ihaneti ve siyasi çevrelerin baskısı
neticesinde Üstad’a sanat çevreleri(!)nin kapıları kapanır.
Buna karşın ardına kadar milletin vicdanına giden yolun
kapıları açılır. Üstat, yeni diyarda yeni oluşun mimarı
olur. Şiirleri üç-beş müteşairin değil, bütün Anadolu
gençliğinin hafızalarına kaydolur. Şehir Tiyatroları’nda
oynanmayan eserleri belki usta rejisörler tarafından
sahnelenemez fakat; “Reis Bey”’in “Abdülhamid”in
etkisi bütün bir Anadolu’da hissedilir.

288

Aksiyonu
Necip Fazıl, “Ulu Hocaların” yapamadığını yapıyordu.
Kalemiyle, kürsüsüyle, “İşte iz, geliniz!” diyordu. Dergi
sayfalarında bayraklaşan “Büyük Doğu” 1960’lı yıllardan
sonra meydanlarda da dalgalanmaya başladı.
Üstat, Edirne’den Kars’a kadar gidilmedik yer bırakmadı.
“Kim var diye seslenilince sağına ve soluna bakınmadan
fert fert ben varım.” cevabını verici bir gençliği
yetiştirmek için yollara düştü. Kahvehaneler, konferans
salonları, meydanlar hiçbir beşeri otoriteden
çekinmeksizin İslam’ı anlatan Abdulhakim Arvasi’nin
müridini dinliyordu. Ajanların kimi simitçi, kimi su
satıcısı kılığında izleyiciler arasında konuşmalarını
dinliyor gerekli yerlere rapor ediyorlardı. Fakat O “Beni
Allah tutmuş kim eder azat” diyerek korkuya meydan
okuyordu.
Anadolu semalarında “Allah-u Ekber” seslerine ambargo
uygulandığı, müezzinlere cebren “Tanrı uludur.”
dedirtildiği o yıllara bizzat tanıklık eden simalardan Prof
Dr. Recep Doksat Üstad’ın aksiyonunun ne derece bir
önemi haiz olduğunu tayin ve tesbit ederken şöyle
demektedir: “Gençtim, daha hamdım ve her yerde O’nun
aleyhinde konuşmayı adeta alışkanlık haline getirmiştim.
Henüz İslam’ın gıybet yasağını da müdrik değildim.
Kendimi onu sevmemeye, beğenmemeye zorlamışım
meğer!..
Bir gece, rüyada, bir vahadayım… Etraf kum, çöl…
Birkaç ağaç ve halka olup bağdaş kurmuş beyaz maşlahlı,
nur yüzlü şahıslar… Ortada bir ateş yanmakta… Ben,

289

halkanın dış kenarına yakınım ve ayaktayım, o halkaya
mensup olma şerefinden mahrumiyetin idraki içindeyim,
fakat; halkanın dışındakilerle konuşacak kadar da
yakınım onlara. Kırklarmış onlar! Tüylerim ürperiyor.
Birde fark ediyorum ki halkanın ön sırasında, Necip Fazıl
da oturmakta. Hayret ve biraz da haddini bilmez bir
hiddetle en yakınımdakine soruyorum: “Bunun aranızda
işi ne?” Muhatabım, elini dudaklarına götürüp “sus”
diyor ve ilave ediyor: “Onun misyonu/aksiyonu var!”[20]
Üstad’ın misyonu, 40 yıllık mücadele hayatının son 30
yılında kendisiyle beraber olan şeker hastalığına,
zindanlara, baskılara ve engellemelere aldırmadan İslam
davası için gösterdiği fedakarlıkta ve neticesinde yetişen
gençlikte açıkça görülmektedir.
Necip Fazıl’ın aksiyonun kıymetini takdir edebilmek için
o günkü cemiyetin fotoğrafını ve Üstad’ın o fotoğrafta
yaptığı değişiklikleri yakından tanımak gerekir. Bu
noktada Üstad şöyle demektedir. “Biz mücadeleye
başladığımızda önümüzde buzdan küfür dağları vardı.
Onları hoh hohlarımızla erittik.” “Serseri kuşlar gibi
dolaşırken Anadolu bozkırlarına bıraktığımız tohumlar
görüyorum ki bugün gür ormanlıklar haline geldi.”
Müdafaaları
Necip Fazıl’ın kalemi gibi hitabeti de fevkalade idi.
Fransızlar O’nun için, “Bir sözü ihtilale yeter adam”
diyordu. Edebiyat çevrelerine göre ise “Bir mısra’ı bir
millete şeref veren şair”di. İngilizler için Shakespare,
Almanlar için Goethe neyse bizim için de Necip Fazıl o
dur. Fakat müstağribler mürteci(!), modernistler ise

290

pazarlıksız mü’min oluşundan dolayı O’nu yok saymak
istediler.
Müslüman olmanın gereğini yapmanın bedelini 8 defa
hapse girerek ödedi. Buna rağmen mahkeme
koridorlarında, zindanlarda hep hakkı söyledi. Baskılar
dik duruşuna engel olamadı.
Üstad’ın mahkeme salonlarında yaptığı savunmaları
konferans havasında olur, kalabalık bir izleyici kitlesinin
huzurunda akdederdi.
Üstat yazı ve hitabetiyle olduğu gibi müdafaalarıyla da
nev’i şahsına münhasırdı. Ne Eflatun’un Akademya’sı
Büyük Doğu mektebine, ne de Sokrat’ın müdafaası
Üstad’ın savunmalarına kıyas edilebilirdi. O’nun sevdiği
kelimelerden biriyle ifade edersek; “harikaydı”
müdafaaları. Suça azmettirici olarak yargılandığı Malatya
davasında iddia makamında sırf kendisine karşı çıkarılan
4 savcıyı göstererek “Amme avukatı olarak tek fikir
etrafında tek kişinin temsil etmesi gereken iddia
makamında bu 4 kişi de nedir? Ben hiçbir operada 4
tenor görmedim!” dedikten sonra şu meyanda bir
müdafaada bulunur: “Benim, müteşebbis sanıkları
doğrudan doğruya azmettirdiğime dair elde hiç bir delil
bulunmadığına, her şey yazılarımdan alınan ilhamla
yapılmış farz edildiğinde ve bütün mesele böyle bir
faraziyenin ceza hukuku bakımından suç teşkil edip
etmeyeceği üzerinde olduğuna göre, bu davayı kökünden
hall ve fasl edici bir misali takdim etmeliyim: Dünya
edebiyatında kıskançlığın şaheseri Othello’dur.
Shaeskpeare’ın meşhur Othello’su. İmdi; hastalık
derecesinde kıskanç bir koca, sırf bu hissi yüzünden

291

karısını öldürse de cebinden Othello çıksa, şu kürsünün
üzerine eğilmiş beni hayretle dinleyen kaytan bıyıklı
savcı, Shaeskpeare’ın iskeletine pranga vurulması için
Londra Savcılığı’na müzekkere mi yazacaktır? Daha
evvel de söylediğim gibi, her insanda, mücerrede ve
umumî telkinlere karşı bir fren ve hareketini sırf nefsine
bağlayıcı şahsî bir istiklal ve mesuliyet duygusu olmak
lazım gelmez mi?”[21]
1968 tarihli bir müdafaasında hakimler heyetinin
huzurunda şöyle konuşmuştur: “Biz sadece, mücerret ve
müstakil olarak İslam’ın savunucularıyız ve devlet
nizamlarını hedef tutmaksızın böyle bir savunuculuk
hamlesinde hiçbir kanuni suç olmadığını bilenlerdeniz.
Eğer mücerret ve müstakil olarak İslam’ın müdafaası
suçsa, buna ait kanun maddesi getirilsin; biz de gerekirse
başlarımızı üç ayaklı sehpanın yağlı ipine teslim
edelim…”[22]
İslam Telakkisi
Üstat’ta yalnız İslam vardır. Her şey O’nda mevcut
olduğuna göre O’nu anlayabilmek için mağrur aklın
müessisi felsefeden istimdatta bulunmak doğru değildir.
İslam’ın bünyesinde felsefeye yer olmadığından
hikemiyatı “İslam Felsefesi” terkibiyle ifade etmek de
hatalıdır. Üstad’a göre felsefe; “doğruyu bulma değil, her
defa yanlışı yakalama aletidir; ve bütün felsefe
mezhepleri birbirinin yanlışını çıkarırken doğrudur.
Doğru tek, yanlış ise sayısız olduğuna göre, o mutlak
“tek”e malik olanın sayı saymak ve hakikati böle böle bir
şeye varılabileceğini sanmakla ne ilgisi olabilir?”[23]

292

Üstad, mücadele hayatında “insan ve cemiyetin iç ve dış
hayatını, bütün derinliği, sonsuzluğu, güzelliği ve
doğruluğuyla tekeffül eden tek nizamın İslam” olduğunu
bu yüzden “yalnız İslamiyet”e inanılması gerektiğini,
“Şeriat’ın, … kendi öz saffet, asliyet ve tamamiyeti
içinde hiçbir tecezzi (bölünme) ve muvazaa kabul etmez
bir bütün olduğunu”[24] yüksek tizden haykırdı.
“Küfür yobazı” ve “din tahripçilerinin” egemen olduğu
bir devirde her şeyin İslam’da olduğunu, çözüm ve çareyi
farklı nizamlarda arayanların “ha bulduk, ha buluyoruz!”
tesellisiyle hiçbir şey bulamadıklarını, her gün her şeyi
biraz daha bulunmaz hale getirdiklerini anlattı.
“Her şey İslam’dadır: …İnsanlık kadrosunda ve bilhassa
muazzam ve muhteşem garplı insan ve cemiyet
tecrübesinde kaç saadet ve kaç felaket şekli, kaç çare ve
kaç çaresizlik ifadesi belirmiş bulunuyorsa, bunların
topyekun hakikati ve müsbet ve menfi haberi kısaca külli
nimet ve dava İslam’dadır. Sosyalizma ve komünizmanın
var etmek isteyip de yok ettiği içtimai adalet ve tesviye
ölçüsünün hakikati İslam’da… Liberalizma ve
kapitalizmanın yedire yedire ferdi çatlatmasına veya
mukabil fertten her hakkı çaldırmasına mani ölçüler,
İslam’da. Demokrasya ve fikir hürriyetinin en nazik
sınırları ve özü İslam’da. Aynı demokrasya ve fert
hürriyetinin başıboşluğa ve kargaşalığa sarkan aşırılığını
köstekleyici fikir ve şahsiyet hakkı İslam’da… Nazizma
ve faşizmanın kazip rüyasını gördüğü üstün nizam ve
ruhi müeyyidecilikteki esas İslam’da… Batının her
sahada arayıp bulamadığı cennet İslam’da; her sahada
içine düştüğü cehennemden korunuş yolu
İslam’da…”[25]

293

Üstad, “Olunmayacak her şeyle, olunacak her şeyin
kefalet ve keyfiyetinin İslam’da” olduğu hakikatine
Müslümanların ilim, sanat ve fikir zaafiyeti içerisinde
olmalarını gerekçe göstererek itiraz edenlere halin
İslam’ın yaşanmadığından kaynaklandığını nitekim
“Rönesans’tan sonraki dünyanın İslami gözle
görülemediğini ve güdülemediğini”[26] söylemiştir.
Problem İslam’da olmadığına, bilakis İslam’ın
yaşanmamasından kaynaklandığına göre çarede İslam’ın
yenilenmesinde aranmamalıdır. Çünkü, “İslam bir
güneştir. Güneş yenilenmez. Güneşe bakan gözler
yenilenir.”
Batı ile doğu arasında med-cezir yaşayan doğudan
vazgeçemeyen batısız da yapamayacağına inanan ve bu
yüzden her ikisinin sentezinden yana bir tavır alan
Müslüman modernistler Üstad’a göre mevcut halleriyle
“fikir ihaneti”[27] içerisindedirler.
Müslümanların “Büyük Doğu” ruhunu kuşanabilmeleri
için bir inkılaba muhtaç olduklarını fakat bunun ruhunda
derin şüpheler taşıyan modernistlerle olamayacağını,
“Allah Resulü’nün (s.a.v.) mukaddes ayak izleriyle
açılmış yolu bulmak”[28] anlamına gelen İslam
inkılabının ancak “Şeriat, tasavvuf ve bunların
hikmetlerine nüfuz ehliyetinde şahsi ruh ve akıl”[29]
cephelerine sahip “derin ve gerçek Müslümanların” eliyle
gerçekleşebileceğini söylemiştir.
İnkılabı doğru tanımlayamayan ve bu yüzden liyakatsiz
ellerden inkılabın zuhurunu bekleyen yığınları irşat
edebilmek ve onları gerçek inkılabın bağlıları arasına

294

katabilmek için “Doğru yolun sapık kolları”nı telif etti.
Kur’an’ın on dört asırdır doğru anlaşılamadığını iddia
eden ve bu iddiasıyla Peygamber’in de Kur’an’ı
anlayamadığı hezeyanında bulunan sözde tefsircilerin (!)
denize düşenlerin kurtulmak için kendilerine sarıldıkları
“yılanlar” olduklarını, boğulmaktan kurtulmayı bekleyen
insanları denizden evvel zehirleriyle onların
öldürdüklerini anlattı.[30]
Üstat, gerçek İslam inkılabını temsil etme liyakatini
göremediği hareketleri, müşahhas bir şeklide teşhir
etmekten de geri durmadı. Aklı ön plana çıkaran Afgani,
Abduh, Reşid Rıza, Muhammed Şeltut, Meraği, Ferit
Vecdi, gibi isimlerle bilinen Mısır Mektebini, gelenekçi
olmakla birlikte modern çizgilerin baskın olarak
görüldüğü Pakistan Mektebini tahlil ve tenkit etti.
Üstad’a göre bütün bu “başıboş ictihat davranışlarının,
her türlü reformcuların, her türlü ruh ve mana
zedeleyicilerinin, doğrudan doğruya, ya da dolayısıyla
“ilk muharriki İbn Teymiyye”dir.[31]
Bu gün gelinen nokta itibariyle 70’li yılların kurtarıcıları
olarak gösterilen hareketlerin misyonlarını
tamamlayamadan silinip gittikleri görülmektedir. Bu
durumda Üstad’ın gerçek İslam İnkılabının onlarla
olmayacağını söylemesinin ne kadar isabetli olduğu
güneş gibi ortadadır.
Milliyetçiliğe Bakışı
Üstat belli oranda İslam’ın payını muhafaza etmekle
beraber ağırlık merkezinin Türklük’te aranmasına
karşıdır. Çünkü “İslam ne pay verir, ne pay alır; topyekun

295

‘hep’i ister ve onu bulamadığı yerde ‘hiç’e talip
olur.”[32]
İslam yekparedir ve hiçbir ideoloji ile sentez kabul
etmez. Bu yüzdendir ki Üstat Türk-İslam, Arap-İslam
gibi sentezleri reddeder: Tanrıdağ’ı kadar Türk, Hira dağı
kadar Müslüman gibi muvazaacı bir tekerlemenin
belirttiği madde ve posa Türkçülüğüne inananlar iyice
bilmelidirler ki ‘Tanrıdağ’ı bir put ismidir, ‘Hira’ ise
Kainatın Efendisi’ne vahyin nazil olduğu sadece bir
mekan adıdır ve zıt manalar asla birleşmez. Müslüman
hiçbir dağa ilahi hüviyet biçemez, sadece layık olanını
mübarek bilir; Allah’ı tevhidden ve bu tevhid potasında
her alakanın eriyip gittiğini takdirden gayri vazife
tanımaz.[33]
Üstat’ta kavmiyetçiliğin en küçük bir tesiri yoktur. O,
hadiseyi şöyle değerlendirmektedir: “Eğer gaye
Türklükse, bilmek lazımdır ki, Türk, Müslüman olduktan
sonra Türk’tür.”[34] Bunun ötesinde bir dava gütmek
İslam’la alakalandırılamaz: “Milliyetçilik… asıl ruhtan
gelen kokudur ki, maddeyi kezzapvari eritir; ve
ebediyyen birlik olanlarla sonsuz aykırı olanları,
istedikleri kadar maddede yakın ve uzak olsunlar, iki safa
ayırır. O zaman taraflar, maddede iki kuzu olsa, mümin
kuzu öbürü sırtlan görünmeye mahkumdur.”[35] Yani
aynı ırka mensup iki Türk’ten biri, mümin diğeri gayri
müslimse milliyetçilik, gayr-i müslim Türk’ü sırtlan gibi,
başka bir ırka mensup mümini ise hakiki kardeş görmeyi
gerektirir.
Üstat milliyetçilik telakkisinden ne anlaşılması
gerektiğini müşahhas bir şekilde kıymetlendirirken şöyle

296

demektedir: “Bir gün evime, Kenya’lı, kuzguni siyah bir
zenci gelmişti. Odama girerken beni müslümanca
selamladı ve benimle, hem de ecnebi bir lisanı vasıta
ederek dertleşmeye başladı. Birkaç saat içinde bu zenciye
o kadar ısınmıştım ki, siyah kehribar yüzünü bile
bembeyaz görmeye başlamıştım. Düşünmüştüm ki, şimdi
bu zenci Romanyalı Hristiyan bir Gagavuz Türkü olsaydı
her türlü ırki ve uzvi eşlik içinde acaba bana ne kadar
yabancı görünecekti?” O halde milliyetçiliği ırki
ayniyette değil “ruhi muhteva eşliğinde görmek
gerekir.”[36] Bu yüzdendir ki Üstat, Ziya Gökalp’in
hareketini “Türk’ün İslam’dan önceki hayatını
azizleştirmek ve İslam’ın yerine Türkçülüğü
koymak.”[37] olarak değerlendirmektedir.
Üstad’a göre Türk’ün İslam’sız hayatının hiçbir kıymeti
yoktur. Buna kıymet takdir edenlerle durdukları yerin
aynı olamayacağını da kesin bir dille ifade etmiştir.
Nitekim Nihal Atsız’la bir karşılaşmalarında Ona;
İslam’la ilişkisinin hangi düzeyde olduğunu sorar. Atsız:
- İslam’a Türk’ün dini olduğundan dolayı saygı
gösteriyorum.
- Peki ya Türk’ün dini Şamanizm olsa ne yapardınız?
- Bu durumda Şamanizm’e saygı gösterirdim.
Cevap karşısında şaşkınlığı gizleyemeyen Necip Fazıl, bu
tür bir telakkinin tereddütsüz küfür olacağını söyler.
Üstat, “Milletlerarası İslam Talebe Teşekkülleri 3. Genel
Konferansında” (1975) İslam Dünyasından iştirak eden
alim ve münevverler topluluğunun huzurunda akdettiği

297

“Beklenen Zuhur” başlıklı konferansında şöyle demiştir:
“Irkçılık ve kavimcilik mevzuunda bir suale hedef
tutulacak olursam, tereddütsüzce, dünyanın en üstün ırk
ve kavim vakıasını, merkezindeki mukaddes varlık
zaviyesinden (Allah Resulü s.a.v.) Arapta bulduğumu
söylerim. Ama bugünkü Arap değil, dünkü Arap…”[38]
Mücadele hayatını hakiki bir inkılapla ümmetin diriliş
mefkuresi üzerine bina eden Necip Fazıl, Türk’ü, Büyük
Doğu davasının sadık hizmetkarı görür ve bütün ırki
yaklaşımlardan mücerret bir bakışla dirilişin onunla
gerçekleşeceğine inanır: “ 11. asırdan 16. asra kadar
Müslüman Türklerin elinde yüceltilen İslam, sonunda
Türkiye’de bozuldu ve İslamlık iddiasında ki her yerde
aynı hale geldi. Şimdi ancak Türkiye’de düzeltilmelidir
ki, her yerde düzeltilebilsin… Bu, asırlarca İslam’ın
kılıcını elinde tutmuş olan Türk’e, tarihi bir kader olarak
Allah’ın verdiği bir imtiyazdır.”[39] Bu imtiyazı ırkçılık
olarak telakki etmek ise ırkçılığın ne demek olduğunu
bilmemek ya da Türk’e İslam’a hizmetkarlığı çok
görmek anlamına gelmektedir.
Üstad’ın bu duruşuna rağmen, Türk-İslam sentezini
savunan bir hareketin içerisinde teşehhüt miktarı da olsa
yer alması nasıl ifade edilmelidir, diye sorulursa hadise
yine Onun beyanıyla şöyle izah edilir: “Ruhun fikri
kuvvetinden ziyade adale ve hareket gücüne bağlı bir
gençlik” içerisinde yer almam bir takım hissi olaylardan
kaynaklanmıştır.[40]
Üstad’ın milliyetçilik telakkisini O’na ait beylik bir
cümle ile noktalamak gerekirse şu söylenebilir: “bütün

298

davamızın hülasası: ‘Ne mutlu müslümanım
diyene!’dir.[41]
Hatime
Allah demenin gümrüğe tabi tutulduğu bir dönemde
Üstat İslam’ı anlattı. Yolunda zindan, zülüm ve ıstırap
barikatları vardı fakat O:
Ey düşmanım sen benim ifadem ve hızımsın.
Gündüz geceye muhtaç bana da sen lazımsın.
diyerek azim adımlarla, kararlı bir şekilde yürüyüşüne
devam etti. “Sakarya Türküsü” gerçekte O’nun yaşam
öyküsüydü.
Büyük Doğu, Batı ile Doğu’nun kesiştiği noktada
kurulan bir zafer kürsüsüydü. Üstat ise o kürsünün gür
sesli, cesur hatibiydi.
İnancından dolayı horlanan insanlar bu ülkenin gerçek
sahiplerinin kendileri olduklarını ve bunu çekinmeden
haykırmaları gerektiğini O’ndan dinlediler.
Üstat “İdeolocya Örgüsü” ile ümmete dünyayı en güzel
kendilerinin idare edebileceklerini bunun için da siyasi
bir yapılanma ve birleşme içinde yer almaları gerektiğini
söyledi. “Sahte Kahramanlar” madde ve mana planında
İslam’a dolayısıyla da insanlığa kasteden surette dev
hakikatte ise cüce olan kahramanları (!) anlattı. “O ve
Ben” psikiyatriste gitmeden ruhun nasıl selamette
kalacağını gösterdi. Çöle İnen Nur, Batı Tefekkürü İslam
Tasavvufu,… neyi, nasıl anlamak ve yaşamak gerektiğini
öğretti.

299
(İnkişaf Dergisi/Sayı-8)
———————————————————————
[1] Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s. 7-10.
[2] Ebu Davud, Kada, 3604.
[3] İbn Hacer, el-İsabe, II, 339.
[4] Bkz. Kurtubi,el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an,III, 15-16.
[5] Bakara(2): 207.
[6] Kısakürek, Hitabeler, s. 250.
[7] Kısakürek, Çile, s. 76.
[8] Kısakürek, O ve Ben, s. 80-94.
[9] Kısakürek, O ve Ben, s. 97.
[10] Kısakürek, O ve Ben, s. 98.
[11] Kısakürek, O ve Ben, s. 132.
[12] Kısakürek, O ve Ben, s. 134.
[13] Kısakürek, O ve Ben, s. 219.
[14] Kısakürek, O ve Ben, s. 221-222.
[15] Kısakürek, O ve Ben, s. 261.
[16] Kısakürek, O ve Ben, s. 231.
[17] Kısakürek, Hücum ve Polemik, s. 120.

300

[18] M. Orhan Okay, Necip Fazıl Kısakürek, s. 32.
[19] Kısakürek, Çile, s. 11.
[20] Ahmet Kabaklı,Sultanu’ş-Şüera Necip Fazıl,s.78-79.
[21] Kısakürek, Müdafaalarım, s. 186-187.
[22] Kısakürek, Müdafaalarım, s. 225.
[23] Kısakürek, Çerçeve/4, s. 251.
[24] Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s. 95.
[25] Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s. 98.
[26] Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s. 95.
[27] Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s. 159.
[28] Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s. 112.
[29] Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s. 164.
[30] Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s. 164.
[31] Kısakürek, Doğru Yolun Sapık Kolları, s. 108.
[32] Kısakürek, Rapor/4, s. 78.
[33] Kısakürek, Rapor/4, s. 78.
[34] Kısakürek, Hitabeler, s. 257.
[35] Kısakürek, Çerçeve/3, s. 207.
[36] Kısakürek, Çerçeve/3, s. 207-208.

301
[37] Kısakürek, Çerçeve/4, s. 114.
[38] Kısakürek, Hitabeler, s. 257.
[39] Kısakürek, Hitabeler, s. 257.
[40] İfadede tasarruf yapılmıştır.Bkz.Kısakürek,
Çerçeve/4, s. 155.
[41] Kısakürek, Sahte Kahramanlar, s. 252.
NECİP FAZIL ve KOP DAĞINDAKİ DÜKKANI
/ Prof. Ahmet Hamdi Tanpınar
Necip Fazıl Hikâye ve Tahlillerini Kop Dağında bir
Dükkân adlı güzel olduğu kadar doğru bir sanat
mülâhazasıyla bitiriyor.
Kop dağında bir dükkân açmak, güzel'in peşinde
koşanların en tabii ve meşru arzusudur. Doğrusunu
isterseniz bu dükkân on seneden beri açıktır ve oldukça
geniş bir müşteri kafilesine nadir emtiasını dağıtıyor.
Ben o dükkânın ilk ve devamlı alıcılarından biriyim.
Örümcek Ağı'nın filiz örgüsünü orada buldum.
Kaldırımlar'ın yalnızlığını orada tanıdım. Fener, Gözler,
Otel Odaları, Sayıklama, Geçen Dakikalarım. Bütün bu
acının, yenilmez arzu ve tutulmaz vehmin usarelerinden
süzülmüş emsalsiz ve bahasız içkiler bana hep oradan,
yirmi yaşında genç bir adamın bundan on sene evvel Kop
dağının bir dönemecinde, -üstünde fırtınalar didişen ve
ayağının ucunda uçurumların baş döndürücü daveti
işitilen ücra bir köşesinde- açtığı dükkândan geldi.
Fakat, ne yalan söyleyeyim, ben dükkânda çok nâdir
şeylerin daha fevkinde bir lezzet buldum. Satıcının

302

kendisi. Onun için beraberimde götürdüğüm
ganimetlerden ziyade tezgâh başında yaptığımız
sohbetleri hatırlıyorum.
İnsan eserinin fevkine çıkmadıktan ve bir gün,
hayatının istediği bir günde onu fırlatıp atmak kudretini
kendinde bulmadıktan sonra niçin yazmalı? Boş rakam
kalabalığının üstüne çıkabilmek ancak bu cins adamların
hakkıdır. BEN VE ÖTESİ şairinde bu ruh kudreti vardır.
O, en zalim bir rüyayı bile sonuna götürmeden
uyanmasını istemez, fakat en cazibini bile üç defa üstüste
görmeye razı değildir.
Bir kaç defa düşündüm; her hayat davetinin önünde,
yelesi taze ve keskin bir bahar kokusu ile kabarmış bir
küheylan gibi burun delikleri açılıp kapanarak şahlanan
bu genç adam, kendisini şiirin dar nizamına sokmamış
olsaydı acaba ne olurdu? Belki, zaferini terennüm eden
tunç boruların akislerini ufkun dört köşesinden üstümüze
bir altın yağmuru halinde yağdıran bir kahraman, belki
köksüz bir adam, belki de ve daha büyük bir ihtimalle
sadece bir Deli.
Kaç defa bu ikinci ihtimalin korkunç gölgesini onun
başı üstünde, avını arayan bir kartal gibi daireler çizerken
gördüm, ve onun süzülüp inmek üzere olduğunu ve bir an
sonra siyah çelik gagasının ucunda acayip parıltılı bir
damla elmasla boşluklarda kaybolacağını düşünerek
gözlerimi kapadım. Fakat, hayır, hiç birinde bu tehlike
ciddi değildi.
O bu anda, sadece bir ihtimalin son haddini
zorluyordu.
Bazı insanlar, ara sıra ayaklarını imkânsızın
denizinde yıkadıkları içindir ki zaman zaman başları
bulutlarla çarpışır.

303

Eserinden bahsetmiyorum. İlâhî kıvılcımın içlerinde
tutuştuğunu hisseden gençler onu okusunlar. İyi şeyler,
ancak iyi şeylerden doğar.
(Edebiyat Üzerine Makaleler sh/400 İst-1969)

TOHUM / Agâh Sırrı Levend
Piyes 3 perde Muharriri
Necip Fazıl Kısakürek
Şair Necip Fazıl'ın Şehir Tiyatrosunda oynanan
Tohum adlı piyesi, edebiyat sahasında uzun zamandan
beri süren durgunluğu bir an için giderdi. Gazeteler ve
mecmualar, türlü bakımdan eser tahlil ederek kıymet
hükümlerini vermeğe çalıştılar.
Bir eser, birçok bakımdan tetkik ve tahlil edilebilir.
San'atkâr, ruhunun coşkun hamlelerini eserinde aksettiren
ve içini boşaltmak ihtiyacında olan adamdır. Bu bakma
göre, eser, san'atkâr için bir gaye değil, bediî faaliyetinin
görünüşüne bir vasıtadır. Okuyucu ise, bediî zevkini
tatmin etmek isteyen adam olduğu için, ruhundaki teessür
kabiliyetine, kafasındaki anlayış derecesine göre, ya
eserden haz duyacak, ruhuna ve düşüncesine yakın
bularak sevecek, yahut aykırı bularak hoşlanmıyacaktır.
O halde san'at eseri, okuyucu için de bir gaye değil bir
vasıta olmuş olur.
İşte Necip Fazıl'ın Tohum Piyesini bu bakımdan
görmek en uygun yoldur. Bir ruh adamı olan şair, bu
eserinde nasıl bize ruhunu açmış, zapt edemediği

304

heyecanlarını göstermişse, seyreden de, duyuşundaki ve
anlayışındaki yakınlığa denk olarak, ondan bir teessür
hissesi almıştır. Ruh adamı olanlar için, maddenin ezici
üstünlüğünün hüküm sürdüğü, iç âlemin nasıl bir kudret
sakladığının unutulduğu bir devirde, ruh kuvvetinin
sırlarını birer birer çözüp gösteren bu eser karşısında
zevk duymamak kabil mi?. Hattâ madde adamı için de
böyledir. Fikir ne kadar aykırı olursa olsun, güzel ifade
edilen bir müdafaa karşısında takdir duymamak mümkün
mü?.. Buraya kadar san'atkârla seyirci, karşılıklı bir
serbestlik içindedir. Hattâ anlayışlı ve iyi bir seyirci
vaziyetinde olan münekkit için de böyledir.
Ancak bir eser, niçin bir hikâye veya bir romandır da,
bir şiir veya bir tiyatro eseri değildir? Elbette, romanı şiir
veya tiyatrodan ayıran bazı farklar olsa gerektir. San'at ne
kadar serbest, zevk ne derece kaide tanımaz olursa olsun,
ebedî nevileri birbirinden ayıran mahiyet farkları vardır.
Eğer eser bir tiyatro ise, mevzuu, içinde bulundurduğu
fikri, tertibi, tekniği, nihayet sahneye konuşu itibariyle,
onun her bakımdan birbirine uygun olması ve her yüzden
seyredeni doyurması gerekir. Tekniğin fikir, fikrin teknik
nazarına olarak gelişmesi bu uygunluğu bozar.
Burada bir sorgu hatıra gelebilir. Acaba tiyatro
san'atı yahut tiyatro tekniği diye bir şey var mıdır?
Alexandre Dumas, Victorien Sardou ve Emile Augier'nin
dramlarının modası henüz sürerken Henry Becque ile
birlikte, mevzuundan ve tertibinden başlayarak sahneye
konma tarzına varıncaya kadar, tiyatro san'atı diye bir şey
olmadığını söyleyenler oldu. Realist ve serbest tiyatrodan
doğan bu iddialardaki taşkınlık geçtikten sonra, bir
tiyatro tekniği kabul etmek doğru ve zarurî göründü.
Bugün, romantik dramlardaki eskimiş mevzularla

305

nazariyelere bağlı kalmak kimsenin hatırından
geçmemekle beraber, bir tiyatro eserinde aranması lâzım
gelen bazı esaslar vardır. Nazariyeler inkâr edilebilir;
fakat meselâ, alâka uyandıran bir mevzudan sonra onun
perdelere, ayrılmasındaki inceliği, konuşturmadaki
mahareti, hareketi, canlılığı, hattâ bugün bir ışık bahsini
inkâr etmek mümkün değildir. O halde tiyatro tekniği
diye bir şey kabul etmek zarurî görünür. Yalnız ilâve
etmek gerektir ki, bu teknik, ancak bugünkü tiyatro
eserleri hakkında hüküm vermekte esas olabilir. Bununla,
meselâ bir Hamlet'i tenkit etmek elbet doğru olamaz. Her
şeyden önce, geçmişteki eserleri, tarihî zevkimizle ve
yazıldıkları zamanın telâkkisiyle görmek ve göstermeğe
çalışmak en tabii yoldur. Her devirde kendini kabul
ettiren şaheserler bile,bu hükmün dışında kalamaz.
İşte, Tohum'u ancak fikir bakımından görmenin en
doğru bir yol olduğunu söylemekliğim bundandır. Ona
yalnız vak'a, perdelere ayrılış ve hareket bakımından
kıymet vermeğe çalışmak, daima eksik bir tahlil
olacaktır. Esere mevzu teşkil eden ve ilk iki perdeyi
doldurmağa kâfi gelen kahramanlık hikâyesinin ve
meyhane baskınının, görünüşte, eserdeki esas fikirle
alâkası hemen yok gibidir. Bütün bunlar, asıl söylenmesi
lâzım gelen esas fikir için birer bahanedir. Bu olmasa
başka bir vak'a, muharririn ortaya koyacağı fikirlere bir
vasıta olabilirdi.
Esas fikri, asıl üçüncü perdeyi dolduran uzun tiratta
buluyoruz. Ruh maddenin esiri olamaz. O bir cevherdir.
İçinde asıl hakikatleri saklayan bir tohumdur. Bir harika
yaratan Anadolu, bu tohumun kendisidir. O, bir
kaynaktır. Asıl ruh orada, O, yoksul köyleri, bakımsız
insanları ve çıplak topraklarıyla, dışından gördüğün

306

Anadolu değildir; onu anlayamazsın; o kudretlerin
sırrıdır.
İşte, asıl eser bu. Fikir buraya vardıktan sonra, eser
gözümüzde canlanıyor. O zaman bu esas fikrin, bir
kahramanlığın hikâyesi gibi görünen mevzu ile alâkasını
duyuyoruz. Maddeyi ruhla dolduran, ateşi kanla söndüren
Anadolu'yu İstiklâl savaşının sırrını o zaman anlıyoruz.
Millî Mücadelenin ruhunu bu kadar kuvvetle bize
duyuran bir eserin henüz yazılmadığını itiraf etmek, en
doğru hak tanımak olur.

(Eserler ve Şahsiyetler / 1940)

KALDIRIMLAR / Prof. Mehmet Kaplan
Necip Fazıl Kısakürek, ilk Cumhuriyet nesli şâirleri
arasında en trajik, veya daha uygun bir deyimle, en
"patetik" olanıdır. Bu bakımdan o, şiirlerinde
"bunalım"larını anlatan son "kuşak" şâirlerine yaklaşır.
Fakat onlara hayatı boş, karanlık ve karışık gösteren ruhî
sıkıntı daha ziyade sosyal sebeplere bağlı göründüğü
halde, "Kaldırımlar" şâirinin ıztırabı, daha çok ferdî ve
metafizik bir mahiyet taşır. Gerçi Kısakürek, bazı
şiirlerinde sosyal durumları ele alır. Bilhassa nesirlerinde
toplum problemleri daha geniş bir yer tutar, fakat onu
tahrik eden esas âmil, dıştan ziyade kendi içindedir. O,
bir mizacın şâiridir.
"Kaldırımlar" da bu mizaç en sanatkârâne
ifadelerinden birini bulmuştur. Şâirin kudreti, ekendi ruh
haline en uygun sembol, atmosfer ve ahengi
bulabilmesindedir. "Kaldırımlar" da dış âlem, iç âlemin

307

objektif karşılığını, T.S. Eliot'un tabiriyle "objective
correlative"ini teşkil eder.
"Kaldırımlar" da şâirin içinde bulunduğu dekor,
neresi olduğu belirtilmeyen büyük bir şehrin sokaklarıdır.
Şiir, şâiri bu dekor ortasında gösteren bir mısra ile
başlıyor;
Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında,
Şâirin hareket halinde olmasına rağmen, bir dehlizi
andıran bu dar, karanlık ve kapalı dekor devam eder.
Kaldırımlar ve sokak kelimelerinin sık sık
tekrarlanmasıyla bu kasvetli mekân, bir musallat fikir,
daha doğru bir deyimle, şâirin hayatına şekil veren bir
kader haline geliyor. Onun dünyası bu dar ve karanlık
sokaklardan ve kaldırımlardan ibarettir.
Klâsik trajedideki "mekân" birliğini hatırlatan bu "tek
mekân" psikolojik bir kesafet yaratıyor. Değişmeyen
dekor şâirde aynı sâbit ruh halini doğuruyor: Yalnızlık,
korku ve ölüm duyguları. Şiire baştan sona kadar
birbirine bağlı üç duygu hâkimdir.
Yine klâsik trajedide olduğu gibi "zaman" birliğinin de
bu duygu kesafetinde mühim bir rol oynadığını
görüyoruz: Vakit gece yarısıdır. Şâir nasıl kendi hayatı
ile kaldırımlar arasında sıkı bir münasebet kurmuşsa,
âdeta karanlıklarla da birleşmiş gibidir. Aydınlığı
sevmiyor:
Ne ışıkta gezeyim ne göze görüneyim,
Gündüzler size kalsın verin karanlıkları.
Mısraları bu kaynaşmayı anlatır.

308

Karanlık sokaklar, yalnızlık ve korku duygusu ona
ölümü munis gösteriyor. Şiir ölüm arzusunu ifade eden
şu mısralarla sona eriyor:
Uzanıverse gövdem taşlara boydan boya;
Alsa bu soğuk taşlar alnımdaki ateşi.
Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,
Ölse kaldırımların karasevdâlı eşi...
Türk edebiyatında büyük şehrin ortasında ferdin
yaşadığı yalnızlığı bu kadar kesif ve kuvvetli olarak
anlatan pek az şiir vardır. Tevfik Fikret, "Sis" şiirinde
İstanbul'a hâkim olan istibdat ve onun yarattığı korkunç
havayı çok iyi tasvir etmiştir. Fakat "Sis" muayyen bir
devre ve şehre bağlı olduğu gibi, şâirin ferdî yaşantısını
da direkt olarak vermez. Fakat "Sis" te şehri âdeta
Aşiyan'ın penceresinden bir tablo gibi seyreder. Dikkati
şehrin her tarafında dolaşır. Panorama gayet geniştir. Bu
arada da topluma ve tarihe yer vermiştir. "Sis"in bâriz
karakteri ferdî olmaktan ziyade içtimaî bir sıkıntıyı
anlatmasıdır. "Kaldırımlar"da gayri muayyen bir büyük
şehirde tek başına kendi trajedisini yaşayan bir insanın
ruh hali bahis konusudur. Türk edebiyatında ilk defa
Necip Fazıl bu duyguyu dile getirmiştir.
"Kaldırımlar" şiiri üç parçadan ibarettir. Biz buraya
sadece başlı başına bir bütün teşkil eden birinci parçayı
aldık. İkinci parçada şâirin temel duygusuna ilâve ettiği
yeni unsur Hürriyet temidir, fakat bu hürriyet müspet
değil menfî, şâiri dünyaya ve insanlara bağlayıcı değil,
aksine onları reddedici bir karakter taşır.
Sükût gibi kimsesiz, çığlık gibi hürsünüz

309

mısraında şâir, bu hürriyetin özelliğini çok iyi
belirtiyor. Üçüncü parçada gece, bir kadına
benzetilmiştir:
Bir siyah kadındır ki kaldırımlarda gece,
Dalgın bir hayâl gibi eteğini sürükler.
Gözlerim onun kara gözlerine değince.
"Ey kaldırım çocuğu, haydi, düş peşime" der.
Burada gecenin cinsî duygularla birleşmesi dikkate
şayandır. Şâir, gece, sabahlara kadar peşinde koştuğu bu
muhayyel kadını yakalayamaz, neticede takrar ölümü
özler.
Psikanalistler ölüm arzusu ile anne karnına dönüş
arasında bir münasebet bulmuşlardır. Onlara göre dış
âlem karşısında alınan menfi tavır, çevre ile uyuşamayış,
insanlarda gayri şuurî olarak bu arzuyu uyandırır. Necip
Fazıl'ın geceyi bir kadına benzetmesi ve kaldırımlarda
ölmeyi istemesi böyle bir arzunun neticesi olabilir.
Burada anneye dönüşün veya anne ile birleşme
arzusunun, Ödip kompleksi dolayısıyla büyük bir korku
hissi doğurduğunu da ilâve edelim.
Necip Fazıl'ın sadece dış âleme bakışı değil, kendi
kendisini telâkki ediş tarzı da trajiktir. İçinde azap verici
bir takım karışık duygular, gece gündüz onu rahatsız
eder. Bir şiirinde söylediği gibi, onda her şey "gizli bir
düğüm", psikologların deyimi ile, bir kompleks haline
gelmiştir. "Çile ve Ben" adlı şiirinde şâir, kendisini
rahatsız eden düşüncelere metafizik bir mânâ vermeğe
çalışır. Fakat bu fikirler kelimenin hakikî mânâsıyla
metafizik olmaktan ziyade trajik bir ruh halinin

310

ifadelerinden başka bir şey değildir. Filozof Alain'in
söylediği gibi, fikirler, aslında, insan düşüncesini
sebeplere götürmek suretiyle kendisinden dışarı çıkarır
ve kurtarırlar. Necip Fazıl'da ise fikirler, şâirin kendisine
ait orijinal imajlarla ifade edelim, "bir akrep", "bir
kükürtlü duman", "zehirli kıymık", "kelepçe", ilh., haline
gelirler. Necip Fazıl, "Kaldırımlar" da olduğu gibi daha
bir çok manzûm ve mensûr eserlerinde kendi iç
trajedisini kâinata ve topluma aks ettirir. "Nefs" adlı
şiirinde psikologların "Projection"
adını verdikleri bu hâdise çok iyi ifade olunmuştur:
Geceler toprağa benimle inmiş,
Kasırga benimle kopmuş denizde.
Sanırım vebalı elim gezinmiş,
Çürüyen ağaçta, hasta benizde.
Cinnet, şüphe, korku, benim eserim;
Sıcak kalbinizde gizlidir yerim.
Bir kurdum ki, sizi hep diş diş yerim
Ve gezerim her gün elbisenizde...
Trajik duygular dış âleme aks ettirilince, onu bir
cehennem haline koyarlar. Bu suretle insan, dünyayı bir
düşman olarak görmeye başlar ve onu yok etme
ihtirasıyla yanar. Yahya Kemal gibi Necip Fazıl da kendi
içinde duyduğu korkunç hiddeti denize yükleyerek onun
yıkıcı kudretini över ve özler. Ömer Bedrettin'in "Deniz
Sarhoşları"nda da aynı arzunun ifade edildiğini
görmüştük. Necip Fazıl'ın şiirinde Ben'in kendi dışında

311

olan varlıkları yok etme isteği daha açık ve kuvvetli ifade
olunmuştur:
Bir şey dinleme artık, artık bir şey dinleme!
Çağır, bütün günahkâr ruhları cehenneme!
Karşına sahil, kaya,insan, kim çıkarsa vur!
Vur başına, âlemde kör sağır, ne varsa vur!
Sal her taraftan, dağdan, gökten, pencereden sal!
Nihayet kala kala dünyada tek kişi kal!
Şiirin vezin ve kafiyesi zayıf da olsa, bu yıkıcı kuvveti
tutan estetik bir parmaklık vazifesini görür. Tehlikeli
olan, şâirin bir çokları gibi menfî duygularını nesirlerine
de intikal ettirmesi, hiddet, nefret ve ihtirasları objektif
hakikatler yerine koymaya kalkmasıdır. Kıymetli şâirin
bir çok yıllarını hapiste geçirmesinin sebebi, şiir ile nesir
arasında bir fark gözetmemesi, soğukkanlı olarak ele
alması gereken meseleleri subjektif bir zaviyeden
mütalâa etmesidir. Bu bakımdan onun durumu, şiire,
nesre has fikirleri sokan didaktik şâirlere tam bir tezad
teşkil eder. Kanaatime göre iki davranış, tarzıda hatâlıdır.
Nesre soğukkanlı akıl, şiire his ve heyecan yaraşır.
"Kaldırımlar" şiirinin almış olduğumuz birinci kısmı
sekiz dörtlükten ibarettir. Muhteva, bir yürüyüş
temposuna göre düzenlenmiştir. Birinci dörtlükte şâiri
kaldırımlarda ilerlerken görüyoruz. İkinci parçada
atmosferi daha karanlıklaştıran fırtına yüklü bir hava
tasvir olunuyor. Üçüncü parçada, şâir dış âlemin
kendisinde uyandırdığı korkulu ruh halini tasvir ediyor.
Dördüncü parçada, kaldırımların, şâirin kendisi ve
çilekeş insanlar için taşıdığı mânâ belirtiliyor. Beşinci ve

312

altıncı dörtlüklerde şâir tekrar sokakta yürüyüşünü
anlatıyor. Yedinci ve sekizinci parçalarda sokaklarda
ölmek arzusunu ifade ediyor.
Şiirin kompozisyonu, âdeta, gece sokaklarda tek
başına giden, korkan ve acı çeken bir insanın, bazan
yavaş, sonra koşarcasına yürüyüşünü hissettiriyor.
Maharetle kullanılan tekrarlar, hem mekanik hareketi,
hem de iç gerginliğini ve sıkıntısının kesafetini veriyor.
Muhteva ile yapı arasında kurulan bu münasebet, şiirin
en başarılı taraflarından birisidir. Necip Fazıl sadece
duyan bir insan değil, aynı zamanda tekniğine kuvvetli
hâkim olan bir sanatkârdır. Bazı eserlerinde o,
kelimelerle oynar, fakat oyunda kalmaz, dili düşünce
haline getirir. "Kafiyeler" adlı şiirinde bu maharetini
açıkça görürüz. Alt alta sıraladığı kafiyelerden orijinal
fikirler adeta fışkırır"
"Kaldırımlar"'ın üslûb bakımından başlıca özelliği,
dış âlem ve ruh hallerini tavsif eden kelime gruplarıyla
hareketi anlatan fiiller arasındaki muvazenedir. Bu
muvazene, şiirin iç yapısına tekâbül eder. Daha önce de
söyledik ki, "Kaldırımlar", çevre ile insan arasında
kurulan münasebete dayanıyor. Dış âlem sadece bir
manzara olarak görülmemiş, insana tesiri bakımından da
ele alınmıştır. Keza tasvir edilen dekor içinde, insanın
hareketine de aynı derecede ehemmiyet verilmiştir. "Kara
gökler", "kül rengi bulutlar", "karanlık sokak", "soğuk
taşlar" gibi dış âleme ait varlıkları objektif olarak belirten
tavsifler yanında sübjektif tavsifler daha azdır.
Kaldırımlar içimde yaşamış bir insandır
mısraında da söylediği gibi, şâir için sokaklar,
dışarıda seyredilen bir şey olmaktan ziyade, yaşanan,
tesirleriyle var olan bir objedir. Bu duyuş tarzı dış âlemi

313

değiştiren tavsiflerle benzetmeleri doğuruyor. Bazı
mısralarda korkunun birsam yarattığını görüyoruz. Şâir
"kimsesiz sokaklar" da yürürken yolunun karanlığa
karışan noktasında kendini bekleyen bir hayalet görür
gibi oluyor.
Bu gece yarısında iki kişi uyanık:
Biri benim, biri de uzayan kaldırımlar.
Mısralarında cansız bir varlık olan kaldırımlar "kişi"
hâline geliyor. Bilhassa üçüncü parçada korkunun
doğurduğu birsam çok canlı tasvir olunuyor:
İçimde damla damla bir korku birikiyor;
Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler.
Simsiyah camlarını üzerime dikiyor
Gözleri çıkarılmış bir âmâ gibi evler.
Burada benzetmeler, Ali Mümtaz ve Sabri Esat'ın
şiirlerinde olduğu gibi bir oyun ve fantezi değil,
tamamıyla duyguya bağlı, onun en kuvvetli ifadesi olan
vasıtalardır. Dördüncü parçadaki benzetmelerin
fonksiyonu kaldırımların şâir bakımından taşıdığı mânâyı
belirtmektedir.
İki yanımdan aksın bir sel gibi fenerler
mısraı hem dekoratif, hem de psikolojik bir değeri
haizdir.
Yolumda bir tâk olsun zulmetten taş kemerler
mısraında duygunun kesafeti, karanlığı âdeta
katılaştırarak donduruyor, şâirin trajik ruh haline uygun
bir orta çağ mimarîsi veya kâbuslu bir rüya dekoru

314

vücuda getiriyor. "Serin karanlıkları", ıslak bir yorgan
gibi bürünmek istemesi, yalnızlık ve kimsesizlik
duyusunu kuvvetle his ettiriyor.
Necip Fazıl, duygularına en uygun hayaller
yaratmakta mâhir olan bir şâirdir. Onun şiirlerinde
imajlar bir süs veya kelime oyunu değil, fonksiyonları
olan, duyguların mahiyetini ve şiddet derecelerini ifade
eden vasıtalardır.
"Kaldırımlar"da mısraların kuruluşları da dikkate
şâyândır. Her mısra kendinden önce ve sonraki mısraa
bağlı olmakla beraber, tek başına bir manzara veya ruh
halini tespit eden bir bütündür.
Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık.
Veya
İki yanımdan aksın bir sel gibi fenerler
mısraları, küçük tablolar gibi, gözlerimizin önünde belli
ve muayyen bir manzaranın hayalini uyandırıyorlar.
İçimde damla damla bir korku birikiyor
Uzanıverse gövdem taşlara boydan boya
mısraları bir ruh halini teksif ediyorlar.
Kaldırımlar, ıstırap çekenlerin annesi;
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur sükûn içinde sesi,
Kaldırımlar, içimde uzayan bir lisandır.
mısraları, Necip Fazıl'ın derli toplu, kesîf, âdeta formül
halinde mısralar yazmaktan hoşlandığını gösteriyor.

315

"Kaldırımlar"da şâir, kelimelerin seslerinden de
faydalanmıştır. Ana kelimeyi teşkil eden "kaldırımlar" ve
"sokak" kelimelerinin seslerini hatırlatan ilk ve son
heceleri "k" ile biten kelimeler büyük bir yekûn tutuyor:
karışan, kara, kolluyor, kişi,korku, kapanık kesilince,
kocaman, karanlık (3 kere), köpek, kara sevda, soğuk tak
tak, tâk, ıslak, ışık...
Tak tak ayak sesimi aç köpekler işitsin
Yolumda bir tâk olsun zulmetten taş kemerler
mısralarında muhtevayı kuvvetle belirten bir "ses
taklidi" (onomatepe) ve "alliteration" vardır.
(Şiir Tahlilleri - cilt:2 - 1965)

NECİP FAZIL ve RUHUN ŞİİRİ / Vasfı Mahir
Kocatürk
Fransız edebiyatında Baudelairele ,Verlaine nasıl
yeni bir ürperişse bizim edebiyatımızda da Necip Fazıl o
kadar başka bir görünüştedir. Duyuş ve lirizm
bakımından kendi içimizde hiçbir üstadı yoktur. Onun
getirdiği duyguları Hâmit ve Fikret te bilmezlerdi. Gerçi
bizim edebiyatımızda öteden beri ferdî ruhun şiiri vardır,
fakat Necib'in getirdiği yeni ürperişten mahrumdur.
Batıda Hugo, Byron, Shakespare, bizde Hâmit, Fikret,
Kemal, parlak ve gürültülü bir şiirin sahibidirler. Necip
Fazıl'ın şiiri, Baudelaire'in, Verlaine'in ruhu gibi,
gürültüden, sesten, hattâ tabiîlikten kaçan bir ruhtur.
Bizim eskilerden Fuzulî ile Yûnus onu biraz andırabilir.
Bütün tabiattan hayattan kaçarak kendi ruhu içine

316

saklanan Necip Fazıl her şeyi orada görür. Bu, belki de
on dokuzuncu asırdaki gürültülü hayat edebiyatının
reaksiyonu olan Baudelaire'in bizdeki mümessilidir ve
ihtimal ki onun fazla tesiri altındadır. Fakat, hiç şüphesiz
ki bizde de duyulan bir ihtiyacın ifadesidir. Ve nihayet
Şekip Tuncun "sanatkâr narsizmi" dediği duygu ile kendi
ruhuna bürünüyor:
Gözlerim bir kuyu, dilim kördüğüm,
Bir görünmez dünya olsa gördüğüm,
Mermer bir kabuğa girip ördüğüm
Kapansam içimde gelen ahenge.
Sayıklama parçası bu duygunun en mükemmel
ifadesi ve yeni edebiyatımızın en nefis, en değerli bir
şiiridir:
Kedim ayakucuma büzülmüş uyumakta
İplik iplik sarıyor sükûtu bir yumakta
Hırıl hırıl
Hırıl hırıl.
Bir göz gibi süzüyor beni camlarda gece,
Dönüyor etrafımda bir sürü kambur cüce
Fırıl fırıl
Fırıl fırıl.
Söndürün lâmbaları, uzaklara gideyim,
Nurdan bir şehir gibi ruhumu seyredeyim:
Pırıl pırıl
Pırıl pırıl.

317

Sussun, sussun uzakta ölümüme ağlıyan,
Gencim, ölemem, arzular kanımda bir çağlıyan
Şırıl şırıl
Şırıl şırıl.
Nolur, nolur, bir kadın, elleri avucumda,
Bahsetse yaşamanın tadından başucumda
Mırıl mırıl
Mırıl mırıl.

Bu şiirler bizde iç ahengin ilk örnekleridir. İlk
şiirlerinde, loş odalarda uzanan ölülere, yeşilimsi siyah
derili cenazelere, yarı karanlık odanın çıplak
duvarlarındaki çivilerin gölgesinde, gözleri çıkarılmış
adamlar gibi sokaklara bakan evlere, ve nihayet
kaldırımlar üzerine uzanarak serin karanlıkları üzerine,
müşfik bir yorgan gibi çekmek isteyen bir şaire
rastlıyoruz. Bunlar da Necibin kendi duygularıdır ve
tamamıyla yenidir, orijinaldir. Fakat onun şiirinin asıl
güzelliği burada değildir. Bu duyguları biraz
tabiileştirdiği ve ruhun diğer ürperişleriyle karıştırdığı
zaman daha güzel eserlerini vermiş oluyor. Gel adlı
parçası bunun en mükemmel örneklerinden biridir:
Yüzün bir sebepsiz korkuyla uçuk,
O gün başucuma karalarla gel
Arkanda çepeçevre, kızıl bir ufuk,
Tepende simsiyah kargalarla gel;

318
Elinden dal gibi düşerken ümit
Ne bir hasret dinle, ne bir ah işit,
Bir yaprak ol, esen rüzgârlarla git,
Kırık bir tekne ol, dalgalarla gel!..
Noktürn şiiri ruhunun karanlıklara karşı olan
nostaljisini perde perde açmaktadır:
Kalbim bir güldür ki gündüzler ölgün,
Onu açın, onu açın geceler!
Beni yad edermiş gibi bütün gün
Ötün kulağımda çın çın... geceler
Geceler, çekmeyin benimçin hüzün,
Gelin siz, ruhumu tenimden yüzün,
Bırakın naşımı yerde gündüzün,
Gölgemi alın da kaçın geceler...
Necip Fazıl kendi ruhunun ürperişlerini bazen başka
ruhların kederiyle de karıştırarak daha genişletiyor. Otel
Odaları da edebiyatımızda en güzel şiirlerden biridir.
Bazen, gene kendi ruhu içinde kalmakla beraber,
daha fazla açılarak berrak ve yayılıcı bir hal alıyor:
Uyan yârim, uyan, söndü yıldızlar,
Gün karşı tepeden doğmak üzredir.
Her sabah güneşi seyreden kızlar
Mahmur gözlerini oğmak üzredir.
Bazen Yûnus'a doğru kaçan bir mistisizmi de vardır:

319
Sana taş attılar inildemedin,
Dervişin bir çiçek attı inledin,
Bağrımı delmeğe taş yetmez, dedin,
Halden anlayanın bir gülü yeter.
Ara sıra Türk efelerini ve Köroğlunu'da hatırlar. O
zaman halk dilinin ve ruhunun derin lirizmiyle terennüm
eder:
Dağların ardında kalınca çile,
Köroğlu yeniden gelmişti dile,
Ak saçlı anadan geçilse bile,
Dağlardan geçilmez derdi Köroğlu.
Bütün bunlarla beraber şiirlerinde esas olarak ruh denilen
renk, ışık ve esrar âlemini yaşatan Necip Fazıl
Cumhuriyetten sonraki şiirimizin en koyu ferdci şairidir.
Fakat ne çıkar! Bu kadar derin ve değerli bir psikolojinin
modern ve mükemmel şiirler halinde ifadelerini veren bir
fert herkesten daha içtimaî sayılmaz mı?.
Duygu ve ruh itibariyle aynı cinsten bir şair olan Ahmet
Kutsî, Necip Fazıl'dan biraz daha açık ve daha tabiî
görünüyor. Ondaki derin şahsiyet kuvvetine mukabil
bunun dilinde saf bir şiir tadı var:
Bir gün parmaklığa elin varmadan
Bir titreyiş gibi çalar çıngırak.
Mevsimler geçtikten sonra aradan
Bu ses beni bir gün çağırsın, bırak...
Kumluktan serperken dallar naşına

320

Geç hızla, merdiven gelir karşına.
Eşikten atlarken ayak taşına,
Bu sesler içinde yer etsin, bırak.
İt, işte önünde kapım aralık...
Oda bıraktığın gün kadar ılık,
Bir ince su sesi gibi lık, lık, lık
Gönlünden nedamet boşansın bırak.

(Türk Edebiyatı Tarihi - Ankara)
NECİP FAZIL KISAKÜREK / İsmail Habib
Sevük
Nazım Hikmet'in san'atını tersine çeviriniz, ve o
sanatın bütün inceliklerini tebellür ettiriniz, bundan
Necip Fazıl'ın sanatı çıkar. O haykırıyordu, bu inler. O
dışa bakıyordu, bu içine gömülü. Onun muhayyilesi Çin,
Maçin'i, Hind'u Sind'i dolaşmaktadır, bunun kâinatı kendi
kalbinin ışıklarından ibarettir. O kulağını dünya işlerine
çevirmişti, bu kulağını sadece kendi ruhunun sesine
tutuyor, bundan başka türlü sada bekleyemeyiz.
Kulağım ruhumun kanat sesinde
Çıkamaz göğsümden başka bir seda.
Bu onun gibi orkestra değil, başkaları gibi saz bile
çalmıyor. Bunun öttürdüğü alet basit bir kavaldır.
Kavalın diğer musikî aletlerinden şu farkı vardır ki;
hiçbir çoban kavalını başkasına dinlettirmek için çalmaz,
o bunu sadece kendi için çalar.
Çoban ki, dağ başında yalnızlığın timsalidir, kavalda
ancak yalnızlığın terennüm vasıtası olabilir. Cemaatlere
ve kütlelere hitabetmek isteyenler dinledikleri sazı

321

çalsınlar, fakat şair kavalını sadece kendini dinlemek ve
kendini söylemek için eline aldı.
Sazını kafana çal
Ver bana kavalımı!
Bir çobanı salona getiriniz ne gülünçtür. Şair de
şehrin kalabalığına girince kendini cüce gibi görüyor. O
uzletinin dağına tırmandı, O'nun şiiri ancak kendi içine
gömülü olunca yükseliyor, onun için kendisine "Dağlarda
şarkı söyle" der ve onun için o şarkısını dağların
uzletinde söyler:
Yel olsa senden esen
Cücesin şehirde sen
Bir dev olmak istersen
Dağlarda şarkı söyle.
Gönül adamı olmak, kendi içinin kendi gönlünün adamı
olmak:
257
Yunus Emre'ye niye hayrandır? Çünkü O, için ve
gönlün en büyük üstâdı idi. Bu da işte O'nun arkasından
gidiyor:
Bırakmam tutmuşum artık yakandan
Medet ey şâirim, Yûnus'um medet
İç adamı olmak, içte yanmakla kaimdir. Elemi bir taç
gibi taşımayanlar ve azabı bir iksir gibi içmeyenler iç'in
adamı olamadılar. Fakat öyle olanlar Mansur gibi o yolun
müntehasına varanlar, en müthiş maddî işkencelerden
bile en hudutsuz zevki duydular. Mansur'u "Enel-Hak"

322

demekten vaz geçirmek için neler yapmadılar? O'nu
kızgın demirlerle dağladılar, O yine imanını söyledi.
Şifadır akrebin sana kıskacı
Acıya acıda buldun ilâcı
Diyordun geldikçe üst üste acı
Bir azap isterim bundan da beter
Sanatını içe gömenlerin derinden bir gururu vardır.
Mademki her şey içtedir, bütün dış ehemmiyetsizdir,
hakikî kâinat dışardaki maddede değil, içerideki ruhta.
Ruh kâinattan daha geniş, zaten dışardaki tecelliler,
içerdeki kudretin in'ikâslarıdır. Bu gibi şairlerin gururu
işte buradan geliyor.
Geceler toprağa benimle inmiş
Kasırga benimle kopmuş denizde
Sanırım sihirbaz elim gezinmiş
Gördüğüm her soluk hasta benizde
Yalnızlığın ve uzletin şairi olmak bu kendi ile dolu
olmaktır. Kendilerine, kendileri yeter. İnsanlar onlara
serseri ve derbeder derler, ne çıkar. Şair "Ben" diye
kendini anlatırken hakir görülen serserilikte kendi başına
yaşayan bir ilâh azameti görüyor. Dünyada hiç bir yeri
olmayan serseri için bütün dünya onun demektir:
Dünyada herkesin varsa bir yeri
Ben de bütün dünya benimdir derim
Böyle bir hüviyet gölgesinin peşinde nereye gider ve
nerede gezinir?
O kaldırımlar, sokak kaldırımları, onlar kimsenin
olmadığı içindir ki; ancak kimsesiz olanındır. Bir adam
ki,yeri yok; bir yer ki adamı yok. Bu iki varlık bir ikiz
gibi birbirinin değil de kimindir? Herkes kendi yerine

323

çekilince sokak kendi başına kaldı. Hiç bir yeri olmayan
işte sokakla baş başadır. İki ahbap yalnızlıklarını
birbirinde avutan iki kimsesiz gibi şairle sokak bunun
ruhundaki karanlığın hüsranıyla, sokaktaki hüsranın
karanlığı baş başadır.
Bu gece yarısında iki kişi uyanık
Biri benim biri de uzayan kaldırımlar
(Türk Edebiyat Tarihi : 1944)
MİLLİ EDEBİYAT DEVRİ ŞİİR SAHASINDA
AŞIK TARZI TESİRLERİ / Fevziye Abdullah
Necip Fazıl'ın (1925, Halk Kütüphanesi
neşriyatından olan), Örümcek Ağı adı şiir kitabında da,
birçok şairlerde olduğu gibi ayrıca koşmalar diye 19
şiirden ibaret bir kısım vardır. Halk edebiyatı tesirlerini,
yalnız şekil bakımından bu tarza ait koşmalarda,
destanlarda aramak doğru değildir. Fakat, umumiyetle,
bu tesir, bu şekildeki yazılarda görülüyor. Pek ender
olarak, halk edebiyatının şekilleriyle yazılmayan bazı
şiirlerde de bu tesiri hissediyoruz. Meselâ, Necip Fazıl'ın,
gazel şeklinde olan bir şiirindeki teşbihlerin hemen
hemen, hepsi halk edebiyatına aittir:
Benim de yerim bu il oldu yahu,
Gençlik bahçesinde sel oldu yahu,
Çünkü tâ derinden bağrımı yaran
O başımın tâcı el oldu yahu.

324

Saçların boynumda halkalandı da,
Beni boğmak için tel oldu yahu.
Alevde yaktıktan sonra nefesi,
Külümü savurdu yel oldu yahu.
Ben bu halden ibret almadan göçtüm,
Ondan ibret alan el oldu yahu...
Yukarıdaki şiirde, teşbihlerden, lisandan başka,
cinaslı kafiyelerin bulunmasından dolayı da bir hal ruhu
vardır.
Ümidim yılların seline düştü,
Saçının en titrek teline düştü,
Kuru yaprak gibi eline düştü,
İstersen rüzgâra salıver gitsin.
Yılları sele benzetmek, derdi, ümidi kuru yaprağa
benzetip, rüzgâra salmak teşbihleri âşık tarzında hemen
hemen her koşmada geçer.
Uyan yârim uyan söndü yıldızlar,
Gün karşı tepeden doğmak üzredir,
Her sabah güneşi seyreden kızlar
Mahmur gözlerini oğmak üzredir .
"Uyan, yârim uyan" gibi, kelimelerin tekrarı da âşık
tarzında çok görülür. Evvelce bahsettiğimiz gibi, bir
kelimenin tekrarı, o şiirin samimiyetini de temin eder; ki
Necip Fazıl'ın, bu tarz bazı şiirleri,yine bu tarz tekrarları
vardır:

325

Bu dağlar ne yaman yüce dağlardı,
Başında bir bora döner çağlardı,
Dibindeki sesler o sedâlardı,
Köpüklü ırmaklar durmaz akarken.
Kat kat bulutları başımla deldim,
Çıktım çıktım en dik yerine geldim,
Birdenbire bir kuş gibi yükseldim
Başımı kaldırıp göğe bakarken.
Orhan Seyfi, Yusuf Ziya'da, halk şiirlerindeki
samimiyet, Necip Fazıl'a nazaran daha zayıftır. Onun
şiirlerinde samimiyeti veren, bu tarzın hususiyetlerini
daha canlı olarak yaşatan şiirler yazmasındadır:
Hey ne kimsesizdir bu uzun yollar,
Gözlerim yollarda birini kollar,
Bir yavru kuş gibi gönlümü yollar
Gönlüm bu gidişle bıkar mı bilmem?
Gönlüm ne dertlidir ne de bahtiyar,
Ne başkasına yâr, ne kendine yâr,
Canım isteyince ben diyar diyar
Gölgemin peşinden yürür giderim.
Pazardan pazara gezdirdi beni,
Sonunda bir pula sattı kara baht,
Yan yana bakışlarda ezdirdi beni,
Fırlatıp ortaya attı kara baht.

326

Ayrı ayrı koşmalardan aldığımız bu parçalarda,
kafiyelere itina edilmese, duraklara ehemmiyet
verilmese, bir halk şiiri okuduğumuzu zannedeceğiz...
Köktürkler devrindeki, Köktürk-Sâsâni mücadelesi
neticesinde doğan Köroğlu halk destanı ve bu destanın
kahramanı olan Köroğlu halk arasında her yerde, her
zaman yaşayan bir varlıktır.
Son devirlerde birçok şairler, şiirlerinde bazen bu
ismi sadece zikretmekle, ona ait vak'alara telmihlerle
iktifa ettiler, bazıları Köroğlu için ayrıca şiirler verdiler.
Necip Fazıl'da Köroğlu başlıklı bir şiir yazdı:
Sırmalı cepkeni attı koluna,
Tek elle dizgini gerdi Köroğlu,
Tozlarla atılıp dağın yoluna,
Yeşil muradına erdi Köroğlu.
Dağlar omuz omza yaslanan dağlar,
Sular kararınca paslanan dağlar,
Bir ince dumanla rastlanan dağlar
Bu dağlara gönül verdi Köroğlu.
Dağların ardında kalınca çile,
Köroğlu yeniden gelmişti dile,
"Ak saçlı anadan geçilse bile
Dağlardan geçilmez!" derdi Köroğlu.
Şairin, en son neşrettiği Ben ve Ötesi adlı şiir
kitabındaki parçaların çoğu 6+5 vezniyle ve koşma
tarzındadır. Bu kitaptaki şiirlerin ekserisi, esasen bundan

327

evvelki eserinde mevcut olanlardır. Yunus Emre'ye olan
sevgisini gösteren bir şiir (s.121) de mevcuttur. Esasen
onun yazı bağlarında Yunus tesirini seziyoruz; Örümcek
Ağı'nda böyle bir şiir vardır:
Bu dem tâ gönülden vurgunum Allah,
Akmayan su gibi durgunum Allah,
Dağlardan ağır yük olan bu canı
Taşıyıp çekmeden yorgunum Allah.
Allah'ım derdime dert katan sensin,
Gizlenip kendini aratan sensin,
İsyanım o kadar büyükse eğer
Onu da, beni de yaratan sensin.
Nazarlar önünde perdesin Allah,
Neden bir görünmez yerdesin Allah,
Bu dem tâ gönülden gelirken sesin,
Nerdesin, nerdesin, nerdesin Allah?
Tamamını aldığımız bu şiirde Bektaşî Edebiyatı tesiri
de oldukça hâkimdir.

(Ülkü Dergisi sayı: 78 - Ağustos 1939)
BU YAĞMUR / Turgut Uyar
Bu yağmur... bu yağmur... bu kıldan ince
Öpüşten yumuşak yağan bu yağmur.
Bu yağmur... bu yağmur... bir gün dinince
Aynalar yüzümü tanımaz olur.

328

Bu yağmur kanımı boğan bir iplik,
Karnımda acısız yatan bir bıçak.
Bu yağmur, yerde taş ve bende kemik
Dayandıkça çisil çisil yağacak.
Bu yağmur... bu yağmur... cinnetten üstün;
Karanlık kovulmaz düşüncelerden.
Cinlerin beynimde yaptığı düğün
Sulardan, seslerden ve gecelerden

Necip Fazıl Kısakürek
"Bu Yağmur" geleneksel şiir beğenisinin birçok
öğesini yeni bir anlatım ve yeni birtakım olanaklar içinde
taşımaktadır. Örneğin, eski şiirimizin sık sık başvurulan
gözde "sanat" oyunlarından tekrir; bir uyum bulma, uyum
kurma adına ustaca kullanılmıştır; yakınma baş köşededir
ve yakınılanın kimliği açık değildir. Divan geleneğinde
görüldüğü gibi ne açıkça yanaşır Tanrı'ya ne de sereserpe
karşısındadır onun. İstediği anda yadsıyabileceği ya da
tam tersine işine geldiğinde daha büyük bir hızla
kabullenebileceği bir bilinmez'den yakınır. Bu bilinmez
kaderdir, Tanrı'dır, olumsuz bir aşktır, kötü toplumsal
koşullardır, o gün yağan vakitsiz ve kötü bir yağmurdur
(Yağmur yakınmaya bir vesiledir bu şiirde). Ama nerden
bakarsanız kişiliksiz, kimliksiz bir öd ağacı. Ayrıca,
duyarlığı ve ses düzeniyle Fikret'in Yağmur şiirine ufak
bir atıf yapar: "Küçük, muttarid, muhteriz
darbeler/Kafeslerde, camlarda, pür ihtizâz;" Yine de o
ölçülü şiir düzeni içinde kendini, kendi uyuşmazlığını ele
veren ilk dizeyi ikinci dörtlüğe bulunmaz güzellikte bir
imge olarak koyar:

329
Karnımda acısız yatan bir bıçak
Şaşkınlığının ve kararsızlığın ikinci ele vericisi,
üçüncü dörtlükteki ilkinden daha az soylu, hattâ yavan ve
beylik bir başka dizedir:
Karanlık kovulmaz düşüncelerden
Şiir, gününe göre yeni ve trajik, süregelen şiire pek
yatkın ve oldukça güzel bir dizeyle biter; yalnız, hangi
şiire koysanız varolacak kadar anonim güzellikte bir
dizeyle:
Sulardan, seslerden ve gecelerden.
"Bu Yağmur", taşıdığı hangi özellikte olursa olsun
insanda kalan bir şiir...
Yukarda söylediklerimin çoğunu "Bu Yağmur"u,
dolayısıyla Necip Fazıl'ı kötülemek için söylemedim; tam
tersi, Necip Fazıl bütün sorunlarını (şiirsel sorunlarını)
çözmüş bir şairdir. Şiirleri teknik bakımdan, kendi
duyarlığına uyma açısından çoğu zaman kusursuzdur.
Duygu bakımından geleneğe bağlı ve zaman zaman onu
çoğaltan, şiir bölgelerini seçmekte büyük ve hesaplı şiir
mantığı şaşmaz bir şairdir o. Ne var ki ne yapması değil
ne yapmaması gerektiğini sezer ancak; çıkışları zaten
toplumda kökleri ve nedenleri hazırlanmış çıkışlardır, bu
yüzden yadırganmaz. Yani yeni ve önerici bir ozan
olmaktan çok saptayıcı bir ozandır.
Necip Fazıl, ve edebiyatçı olsun olmasın o dönemin
birtakım insanları Türkiye Cumhuriyetinin iyi niyetinin
kurbanlarıdır; yerleşik ve köklü olmayan bir kültürle ve
"hükûmet hesabına" okumak üzere Paris'e
gönderilmişlerdir, birçoğu da öğrenimini tamamlamadan

330

yurda dönmüştür. Bu dönüş hem onlarda hem toplumda
büyük bir kompleksin ortaya çıkmasına yol açar. Gidişte
kişiliksiz bir Türk, dönüşte yine kişiliksiz ve batılıdırlar;
batıyla değinmenin yarattığı yetersizlik duygusu
Türkiye'ye dönünce "üstün-insan" olmaya dönüşür. Bu
dönüşme en zararsız şekilde başta züppelik, megalomani
ve mitomani görünümünde belirir. Sınıflamasız, sentezsiz
bir kültürleri vardır, kavgacı ve demagogdurlar, fikir ve
taraf değiştirmeyi batı kültürünün gereğiymiş gibi
kullanırlar. Nasırın nasıl kesileceğinden, mayonezin nasıl
yapılacağından, Nietzsche'ye ve Elazığ kelimesinin
etimolojisine kadar bilmedikleri şey yoktur ama hepsi de
sınıflamasız, biçimlenmelerine katılmamış bir bilgi
kataloğu halinde kalır. Toplumca bunların "kaleminin
kuvvetli" olduğu sanılır; aslında düzyazı beğenileri
Süleyman Nazif'ten arta kalmıştır, derleme toplama
bilgilerini kullanmaları toplumda çok kültürlü oldukları
izlenimini uyandırmış ve böylece üstün-insanlıklarının
pekişmesine ortam hazırlamıştır (Bunların arasında
"kendi kendini yetiştirenler"den Peyami Safa'yı, Ahmet
Emin Yalman'ı hatırlayalım.)
Necip Fazıl'ı şair olarak kurtaran, hâlâ önemseten,
yorumsuzlaştıran, şiirdeki hedefsizliğidir. O, böylece,
yanlış bir hesapla, gelecek dönemlere yatırım yapar,
yaptığını sanır, bu yüzden aslında mistizim'le (Mistizim'i
yalnızca esrarlı bir "mâverâdan söyleniş" kabul
etmiyorsak) tasavvufla pek ilgisi yoktur; kapalılık,
kendini kapama, onun şiirinin yöntemidir. Üstelik,
bünyevîdir (şiirin kendine karşı iyi olmasının nedeni)
kararsızlığı iki büyük karşıtlık arasında gelip gider
çünkü, en uçta kösnüden en büyük sofuluğa kadar:

331

"Dün akşam bir ateş duyup içimde
Kadın kadın diye içimi oydum
Açılırdı kör olan gözlerime sürseler
İsa'nın eli diye bir kadın bacağını
Sonra da "Çöle inen nûr" ve sonradan değiştirdiği
mısralar... Necip Fazıl'ın mistisizm'i ne çağına uyar ne de
tasavvufta olduğu gibi bir "Fenafillâh" katına ulaşır;
hattâ, divan geleneğinin dışına düşer ve bir isyan, bir
inkâr olur yalnızca:
Hep ben ayna ve hayâl hep ben pervane ve mum
Ölü ve Münkir Nekir; baş dönmesi, uçurum
Düşünülenin tersine amacı mistisizmle de sınırlanamaz;
büyük şiirin peşindedir o. Şiirde yaptıkları, köklerini
çocukluğundan gelme seslerden alan, bir oluşmanın ve
toplumun – okuyucularının gerilimlerini çok ustaca
sezen, üstelik bir gözlemci olarak değil kendi
yaşantısında sezen, bir "anten" kişinin yaptıklarıdır. Onun
yaşadığı ve yazdığı dönemde, birçok başka şair de aynı
duygululuğu, aynı romantizmi, üstelik onu hızla eskiten
bir yoğunlulukla geliştirirler: Ahmet Muhip Dranas,
Cahit Sıtkı Tarancı, Fazıl Hüsnü Dağlarca. Necip Fazıl'ın
bunlardan ayrılan yanı, açıklanmaz bir şekilde kendi
çıkışına aykırı olmasıdır, birleşen yanı ise şiirlerinden
hangi doğrultuda çıkarlanabileceğinin farkında olmasıdır.
Kuşkusuz her şairin, her yazarın, yazdıklarına kendi
çocukluğu, kendi eğri doğru oluşumları katılır sonunda.
Örneğin Necip Fazıl, "Mektebi Fünûn-ı Bahriye"den
mezun olmuş, ardından felsefe okumak istemiştir. Nedir
çocukluğunun onu mistisizm'e çeken gizleri, olayları?

332

Hiç önemli değil bana kalırsa, Çocukluk, bir ömür boyu
taşınır, kullanılır, düzeltilir, değiştirilir. Ne var ki, insanın
bir yaştan sonra seçme dönemi başlar. Çocukluğu ve
anıları artık bir malzemedir insanın seçtiğine. Doğrudan
doğruya bir konu bir etkilenme alanı değildir, çıkış
noktası değildir.
Necip Fazıl ve daha başka bazı şairlerimiz, şair
yapılarıyla, kendileri için olumsuz bir döneme çattılar.
Ulusal kurtuluş, siyasal ve askerî yönden hemen hemen
başarılmış, geçmişle köprüler atılmakta, ortalıkta yeni
birtakım değerler, ama öyle birtakım değerler ki
tutunulması imkânsız, çünkü henüz bizden değil, bizim
olmamış; bütün sorun, kişisel bir seçim yapabilmekte. (O
kuşaktan bir bölüğü seçimlerini daha sonra yaptılar.)
Seçim yapma güçlüğü söz konusu olunca, hiç kimsenin
suçlu tutulamadığı bir ortam olunca, hiçbir şey
seçmemeyi seçtiler çoğu. Necip Fazıl'da öyle. Hiçbir
konum seçmedi. Bir dil tadı seçti şair sezgisiyle, bir de
bir ucundan, geleneğe bağlanabilen bir seçmezlik.
Yakınmaları o yüzden havada, geçersiz ve kimliksiz,
sözleri o yüzden güzel, yerine oturmuş. Çünkü aynı
zamanda bir büyük kalabalığın, bir zümre'nin kuşkusunu
ve kararsızlığını da getiriyor birlikte. Şiirden vazgeçmesi
de, tutarsızlığı ve dönenmesi de ancak buna bağlanabilir:
baştan sağlam seçmemek, sonunda kötüyü ve kolayı
seçmek...
Necip Fazıl'ın şiirinin tartışılmaz bilinen güzelliği,
dokunulmazlığı, onun, siyasal davranışının
sevimsizliğine karışan hâlâ şair bellenmesi birden
anlaşılır: birtakım kararsızlıklara ve beşerî davranışlara
(özellikle cinsellik gibi) cevap verir görünmesi, kadın-
erkek ilişkileriyle sadece cinsel plânda ve lise çağındaki

333

bir delikanlının evrensel toyluğuyla uğraşması, ve en
sonunda yine de yorumlanabilir sanılması. Gerçekten güç
yorumlanır, ama bu şiiriin sahici güçlüğünden değil
durmadan kaçar olmasından ileri gelir.
Belki aslında, yapılabilecek iki şey söz konusu Necip
Fazıl ele alındığında: ya olduğu gibi sevilir, benimsenir
(benim kanımca, ne Türkçe'ye bir genişlik, ne de Türk
duyguluğuna bir yeni açılım getirmiştir) ya da olduğu
gibi ve toptan yadsınır, yok sayılır.
Yok sayılması mümkün değil elbet, sözün gelişiydi
bu. O, tam anlamıyla yalnızlığın, büyük ve duyulmuş,
tadılmış bir yalnızlığın, kendinin seçmediği, onayladığı
koşulların farkına varmadan içine üflediği bir yalnızlığın
adamıdır, hattâ ölüsüdür:
Dikilir karşına mumu söndürsem
Ölüler içinde en yalnız ölü

(Papirus, sayı:21-1968)

Genç kuşağın birinci plâna çıkmasını geciktiren güçlü
soluk:
NECİP FAZIL KISAKÜREK/Baki Süha
Ediboğlu
Al eline bir değnek,
Tırman dağlara şöyle.
Şehir farksız olsun tek
Mukavvadan bir köyle.
Yel olsa sende esen,
Cücesin şehirde sen,
Bir dev olmak istersen

334
Dağlarda şarkı söyle.
Bizim kuşak şairleri, isimlerini, yavaş yavaş
duyurmaya başladıklarını, Cahit Sıtkılar, Ahmet
Muhipler, Fazıl Hüsnüler sanat ve edebiyat dergilerine
yerleştikleri sırada, önlerinde dağ gibi duran iki dev
şöhret vardı: Nâzım Hikmet ve Necip Fazıl Kısakürek.
İkisinin de şöhreti memleket ölçüsünde yaygın, ikisi de
sanatlarının en güçlü çağını yaşıyorlardı.
O günlerde edebiyat çevrelerinde esen o verimli,
mutlu ve olumlu havaya bu iki büyük şöhret elle
tutulacak kadar hâkimdi. Genç edebiyat ve Türkçe
hocaları derslerinde körpe zevklere onları aşılıyor,
delikanlılar, genç kızlar onların resimlerini arıyor,
şiirlerini defterlerine geçiriyorlardı. Nâzım Hikmet ve
Necip Fazıl'dan evvel gelen Faruk Nâfiz ismi, bütün
şairlik gücüne ve yaygın şöhretine rağmen, artık
aydınların, şiir sevenlerin hafızasından silinir gibi oluyor,
bir zamanların bu ünlü aşk şairi artık klâsikleşiyordu.
Nâzım'la, Kısakürek'in uzun yıllar devam eden güçlü
solukları yanı sıra, genç kuşağın birinci plâna çıkması bir
hayli gecikti.
Ben Necip Fazıl'ı 1935 yılı sonlarında İstanbul'da
Cumhuriyet gazetesinde tanıdım. O zamanlar gazeteye
birkaç makale getirmiş, yazı işleri odasında çalışan
Doğan Nadi'ye, bu makaleler yayınlanırsa, sanat ve
edebiyat âlemimizde birer "hâdise!" olacağını
söylemiştim.Durmadan yüzünü gözünü oynatıyor,
yerinde duramıyor, çok heyecanlı, çekici, mübalâğalı,
fakat kim ne derse desin güzel konuşuyordu. Benzetişleri
yeni, esprileri güzel, iddiaları inandırıcı idi. Her haliyle
insanı saran bir havası vardı.

335

O gün Doğan Nadi ile Necip Fazıl, iki saate yakın -
biri bırakıp biri başlamak üzere-karşılıklı, aralıksız
yaptıkları esprilerle, yazı işleri odasını kahkaha tufanına
boğdular. Onların yüzünden tam da gazetenin
hazırlanacağı saatlerde gülmekten iş yapmaya vakit
bulamadık.
Necip Fazıl'ı da sonraları Ankara'da sık sık görmeye
başladım. Ağaç dergisini çıkarıyor, etrafını alan
dostlarını, hayranlarını lokantalara, barlara götürüyor,
avuç dolusu paralar sarfediyordu. Neme lâzım, eli açık
hattâ müsrif insandır. Para onun avucundan hazan
yaprakları gibi uçar gider. Bu yüzden ona aramızda
"Prens" adını vermiştik.
Bir akşam, yedi-sekiz kişilik bir grup halinde bizi
Ankara'daki meşhur Tabarin Barına götürmüştü.
Aramızda hasisliği ile meşhur rahmetli Nahit Sıtkı
Örik'de vardı. Geç saatlere kadar yeyip içip eğlendikten
sonra Necip Fazıl hesap istedi. Hesabı getiren garsona da
paranın para olduğu zaman tam elli lira bahşiş bıraktı.
Hepimiz hayret içinde kaldık... Hele Nahit Sırrı o incecik
sesi ile bağırarak isyan etti:
- Ayol siz delirdiniz mi?.. Hiç elli lira verilir mi?
Necip Fazıl bir milyarder edası ile, fütursuz cevap
verdi:
- Hani ben sizden bir zamanlar elli lira borç
istemiştim de paranız olduğu halde, param yok veremem,
demiştiniz. İşte şimdi o elli lirayı ben bir garsona
veriyorum. Sizi birazcık olsun para kullanmaya
alıştırmak istiyorum...
Nahit Sırrı, kendi cebinden bir kuruş bile çıkmadığı
halde Necip Fazıl'ın bu hareketine son derece öfkelendi
ve sesinin tonuna garip bir hüzün takarak:

336

- Ben sizinle bir daha hiçbir yere gitmem... Günah
değil mi paracıklarınıza? dedi.
O yıllarda Necip Fazıl, şöhretinin tam da zirvesinde
bulunuyordu. Şairliğinin tadını her alanda çıkarıyor,
evinde uşak kullanıyor, yemeklerini zamanın en lüks
lokantası sayılan Karpiç'ten getirtiyor, özel olarak
kiraladığı büyük bir dairede fraklı, smokinli garsonlar
kullanıyor, partiler veriyordu. Tabii bu türlü hesapsız
harcamalar için de sık sık beş liraya bile muhtaç olduğu
günler oluyordu.
Atadan, babadan kalma bir de at merakı vardı. Eline
topluca bir para geçti mi, iyi cins bir at alıyor, ona
bakmak için bir de seyis tutuyor, bir yığın masrafa
giriyordu. Bu at sevgisi sonunda onu "Ata Senfoni" adlı
bir kitap yazmaya kadar götürmüştür.
Onun çok değişik, dalgalı olan hayatına kısaca bir
göz atalım. Necip Fazıl Kısakürek 1923-24'lerden
başlayarak yazı hayatına atıldı. 1925'de Millî Eğitim
Bakanlığı tarafından Paris'e gönderildi. Orada fazla
kalmadı, bir yıl sonra öğrenimini yarıda bırakarak
İstanbul'a döndü. Geçimini sağlamak için bankacılık
mesleğini seçti. 1929 yılına kadar Hollanda, Osmanlı ve
İş Bankalarında çalıştı. Çeşitli gazetelerde fıkra yazarlığı
yaptı. 1936'da 17 sayı çıkabilen Ağaç Dergisi'ni kurdu.
Daha sonra Büyük Doğu adlı edebî, siyasî bir dergi daha
çıkardı. Necip Fazıl'ın artık şairliği unutulup sosyal ve
dînî akımlara kayan çabalarını harcadığı ve kendisini
birkaç defa hapishanelere kadar götüren bu dergidir.
Bana gücenmeyeceğini, samîmiyetime inandığını
bildiğim için söylüyorum, Büyük Doğu, büyük şair Necip
Fazıl'ın mezarlığı olmuştur.

337

Türk edebiyatına Örümcek Ağı, Kaldırımlar, Ben ve
Ötesi gibi ölümsüz şiir kitapları, Tohum, Bir Adam
Yaratmak, Künye, Sabır Taşı, Para, Nâmı Diğer
Parmaksız Salih gibi güzel ve unutulmaz piyesler
kazandıran Necip Fazıl Kısakürek, ne yazık ki, sanki
adlarını saydığım o şiir kitaplarını, o güzelim piyeslerini
kendisi yazmamış gibi, siyasî, mistik akıntılara kapılmış
ve bizi şair Necip Fazıl'dan mahrum bırakmıştır.
Şiirimize getirdiği yenilikleri ve güzellikleri burada
bir bir sayacak değilim. Ancak şu kadar söyleyeyim ki,
Kısakürek Türk halk şiirini, mistik tekke şiirinin herkese
açılmayan kapılarından rahatça, başka bir rüzgârla
geçmiş, Batı Şiirinin havasını da taşıyan mısralarında
madde ve ruh felsefesini kendi açısından en güzel bir dil,
en mükemmel bir form ve tadına doyulmaz bir ahenk
içinde vermiştir.
Şimdi eski Necip Fazıl'ın tadına tekrar ve yeniden
varmak için bazı şiirlerini birlikte okuyalım:
Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında.
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa karışan noktasında
Sanki beni bekleyen bir hayâl görüyorum.
Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
Bu gece yarısında iki kişi uyanık:
Biri benim, biri de uzayan kaldırımlar.
İçimde damla damla bir korku birikiyor
Sanıyorum her sokak başını kesmiş devler.

338

Simsiyah camlarını üzerime dikiyor
Gözleri çıkarılmış bir âmâ gibi evler
Kaldırımlar adlı, ünlü şiirinden aldığımız bu
parçadan sonra bir de şu sıcak, yeri doldurulmaz
sevgisini bütün içliliği ile anlatan "Anneciğim" adlı şiiri
okuyalım:
Ak saçlı başını alıp eline
Kara, hülyalara dal anneciğim.
O titrek kalbini bahtın yeline
Bir ince tüy gibi sal anneciğim.
Sanma bir gün geçer bu karanlıklar,
Zulmetin ardında yine zulmet var,
Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar,
Yaşlı gözlerinle kal anneciğim.
Gözlerinde aksi bir derin hiçin,
Kanadın yayılmış çırpınmak için
Bu kış yolculuk var diyorsa için
Beni de beraber al anneciğim.
(Cumhuriyet, 5 Şubat 1968)
SENFONİ (Yeni Mecmua'da) / Yunus Nadi
Neslinin en keskin şöhret, ve en sağlam kıymeti
Necip Fazıl Kısakürek, senelerden beri (Senfoni) isimli
bir manzumeye çalışıyordu. Mümtaz şairin bu fevkalâde
faaliyetini hemen herkes duymuştu. Bazı mecmualar, şiir
ütünde tefsirler yapmış, san'at ve edebiyat mahfillerini

339

eserin dedikodusu çalkalamıştı. Şairin büyük bir
ehemmiyet atfettiği ve baş eseri olarak gösterdiği bu
manzume nihayet tamamlandı.
Onu neşredecek mecmuaya ayni zamanda bir tarih
kıymeti getirecek olan bu eseri sahibinden istedik. Necip
Fazıl Kısakürek, üzerinde en titiz bulunduğu bu şiiri bir
mecmuada neşretmeye gönlü yatmayacağını söyledi, ve
ileride çıkaracağı, kitapta onu okuyucularına bir sürpriz
halinde vermek istediğini bildirdi. Buna rağmen her
kıymetin başında san'at ve kalite davasına yer vermiş
olan Yeni Mecmua'nın canlı isteklerini kırmadı ve şiirini
mecmuamıza vermeyi kabul etti.
Yeni Mecmua, son zamanların edebî verimleri
arasında en büyük mümtaziyeti kazanacağına emin
olduğu bu eserle ilk sayılarını süslemeden, büyük şairle
görüşmeyi ve çok derin bir mahiyeti temsil eden
(Senfoni) üzerinde okuyucularını aydınlatacak bazı
anahtarlar temin etmeyi faydalı görmüş ve
muharrirlerinden birini şaire göndererek aşağıdaki
konuşmayı temin etmiştir.
- Birkaç seneden beri mütemadiyen haberini
aldığımız ve dedikodusunu duyduğumuz (Senfoni)
şiirinde ne yapmak istediğinizi lütfen izah eder misiniz?
- Bu şiir, benim bütün san'at ve dünya görüşümün, içinde
kesafet bağladığı nazım tecrübesidir. Öteden beri
hülyam, en geniş keyfiyet mikyasıyla en geniş kemiyet
mikyasını barıştırabilecek ve beni bir bütün halinde
hulâsa edecek bir temel manzume meydana getirmekti.
Nihayet hepimizi, farkına vardırmaksızın gizli gizli istilâ
eden ruhî tekevvünler bir gün bende bu arzuyu borç
haline getirdi ve (Senfoni) ye başlattı. (Senfoni)nin ana
temini, fiilen yaşadığım bir fikir buhranına borçluyum.

340

Nitekim (Bir Adam Yaratmak) isimli piyesim de aynı
kafa krizinin mahsulü. Şu kadar
ki bu krizin bana verdiği ilk hamle (Senfoni) deki
mücerret fikrin vak'aya, hayatî münasebet ve saiklere,
entrika ve maddeye kavuşmuş şeklinden başka bir şey
değildir.
Dâva şu:
Piyeste olsun, şiirde olsun ânî bir ruh sadmesi
karşısında, bütün nispetleri ve ölçüleriyle dünyasını
kaybeden fikir ve san'at adamının beyin ihtilâli
anlatılıyor. Şu farkla ki piyeste içtimâî hayata tatbik
edilen ve bir takım içtimai hayat tezlerine destek olan bu
kafa ihtilali, şiirde tamamıyla ulvî ve mücerret bir teze
bağlanmıştır. O da, eşya ve hâdiselerin köküne ulaşma
cehdiyle yıkılan kâinattan sonra yerine gelen âlemin
mimarîsi. Hazırlop ve itiyadî (emri vaki)ler dünyasına
karşı ihtilâl açan san'atkar ruhunun çektiği idrâk çilesi ve
o yoldan vardığı dünya. Büyük ruh kasırgası ve kasırgayı
takip eden yeni düzen. Mahduda sığamayan ve hudutsuzu
dolduramayan desteksiz ruhun muallâkta çektiği
cehennem azabı ve peşinden kavuştuğu cennet. Uzun lâfa
ne hacet! Benim söyleyemediğimi şiir söyleyecektir!
Necip Fazıl Kısakürek'in, her biri yedişer kıt'alı
(Allegro, Adagio, Andante, Finale), bölümlerinden ibaret
(Senfoni) şiirini gelecek sayımızdan itibaren
sahifelerimizde bulacaksınız.
(Senfoni) ile yeni bir ufuk ve genişliğe kavuşacak
olan Türk san'atının bu fevkalâde eserini, bütün halinde
vermeye muvaffak olan (Yeni Mecmua) kendisini
bahtiyar addeder.

341

Not: Yazıda adı geçen ve her biri birer bölüm ifade
eden Allegro, Adegio, Andante Finale şiirleri, "Yeni
Mecmua"nın 3,4,5 ve 6. Sayılarında ayrı ayrı
yayınlanmıştır. Necip Fazıl Kısakürek tarafından şiirlerin
bütününe önce "Senfoni", sonraları "Çile" adı verilmiştir.
(Yeni Mecmua, Sayı:2 - 1939)
EDEBİ PORTRELER: Necip Fazıl / Hakkı Süha
Onu ilk defa "Vakit" matbaasının bir odasında
görmüştüm. Güneşten yeni yanmış gibi renkli, esmere
yakın bir ten. Yüzünün sol tarafında, sinirli bir çizgi
şimşeklenişi vardı; göz kenarlarında sık sık ince kırışıklar
toplanıp dağılıyordu. Kumral gözlerinde, dalgın bir şair
bakışından çok, bir fikir perisinin mağrur aydınlığı
parlamakta idi. "Vakit" de ne iş yapardı? Hangi sahada
çalışırdı? Şimdi bunu pek hatırlamıyorum. Fakat hemen
her gün aramızda olduğuna bakılırsa, kapı yoldaşı idik.
Henüz pek gençti. İçinde "hüküm"den çok "hayret"
taşıyordu. Kafasında daha kendi fikirleri mayalanmamış,
san'at ufuklarına adının damgasını vurmamıştı.
Dağınık yaşıyor, etrafında eksikliklerle dolu bir hava
dalgalanıyordu.
İşte bu sıralarda ilk şiir mecmuasını, "Örümcek
Ağı"nı çıkardı. Beş on yapraklık küçük bir kitap; fakat
içinde insana ümit veren bir ruh sıcaklığının dalga dalga
aktığını sezmiştim.
Bu mini kitap içinde kuvvetli bir antenin vınladığı
duyuluyordu. O gün değilse bile, yarın uzak ve meçhul
gönül iklimlerinden yeni haberler getireceğini
umuyordum.

342

O demlerde bir gün, Ömer Rıza ile benim çalıştığım
odaya girdi. Masalardan birine oturdu. Yazdı, sildi, yazdı
sildi ve nihayet bezgin derin bir soluyuşla kalkarak gitti.
Fena, boş, renksiz ve heyecansız yazmaktansa, susmağa
katlanmasını beğenmiştim. Hâlâ kendi kendime:
- Bu, iyi bir iç müjdesidir!
Dediğimi hatırlarım.
Sonra, ansızın aramızdan kayboldu.
- Mükemmel bir iş buldu!
Dediler.
Sevindik ve birçokları gibi onun da yokluğuna
alıştık.
Mecmualarda tek tük şiirleri çıkıyor, adının iziyle
zaman zaman karşılaşıyorduk. "Kaldırımlar" adlı his
gölünü işte bu damlalar doldurmuştu.
Fakat bu ikinci kitaptaki şiirlerle birinciler arısına
garip bir ruh yabancılığı girmiş gibidir. "Örümcek
Ağı"nda insanı yumuşak his ve ruh ibrişimleriyle saran
sokulgan bir tatlılık sezilirdi. Bunda bir "Kaldırım"
katılığı vardı. Bu katılık, hayata dahi iyi nüfuzdan mıdır?
Istırabın nasırlanmasından mı doğuyor? Bilmiyorum!
Yalnız onları okurken, böyle bir hisse kapıldığımı pek iyi
hatırlıyorum.
Necip Fazıl, bir ara başka bir âleme doğru da kaydı.
Ruhunda yeni kapılar açarak mistik iklimlerin havasını
aldı.
Büyük zekâların, arada sırada bir "kriz entellektüel"e
uğradıkları söylenir. Büyük zekâ bazen sahibi için bir
cehennem halini alır.
Onu doyurmak, sevindirmek, memnun etmek kabil
olmaz. Derin düşünüşler, ulvî duygular, yüksek dereceli

343

fırınlar gibi ruhu eritip kaynatır. Başla gövde arasında
korkunç bir kavga, amansız bir çarpışma başlar. Dünkü
adam bu ayrılış, kaynayış, süzülüş sonunda bambaşka bir
adam olacaktır.
Darlığı sezmekten, muhitini zekâsının çapından
küçük görmekten, tatmin edilmez bir ihtirası içinde
taşımaktan doğan bu "kriz entellektüel"e ancak pek
seyrek faniler erebilir. Tabi Necip Fazıl'ın mistisizmine
böyle yüksek bir mana verilemez. Çünkü büyük çaplı
zekalarda muhteşem dehalarda yaratıcı devirler açan
"kriz entellektüel" orta bir kafaya balyoz gibi iner ve
sahibini -Allah göstermesin- çok fena âkıbetlere
sürükler...
Yalnız şu da var, ki bu iç akışı, ona başkalarından
ayrılan bir hususiyetin damgasını vurdu. Artık Necip
Fazıl'ın terazisinde "kemiyet”le "keyfiyet"in ayrı tartıları
var, sanıyorum.
Bunu "Tohum"da, "Bir Adam Yaratmak"da daha
genişlemiş gördük. Doğrusunu isterseniz, benim bu iki
sahne eseri hakkında iyi fikirlerim yoktur. Bir romanda
kuvvetli bir "protoplazma" olabilen bir şey; sahnede
çıplak ve istinatsız kalıyor.
Necip Fazıl, bir seneden beri şiiri bırakarak,
fıkracılığa başladı.
Ben, sanat adamlarının fıkracı oluşlarına hiç taraftar
değilim. İlk bakışta küçük,mini mini, entipüften görünen
bu fıkralar, adamı damla damla tüketirler. Galiba bir kere
daha söylemiştim. Yine tekrar edeyim:
Fikir ve his bağdayı öğüten mukaddes bir san'at
değirmenini döndürecek kuvvette bir su damla damla
akıtılınca nasıl hiçbir çarkı kımıldatmazsa, fıkracılığa

344

dökülen san'atkâr da kendini, tarihin alnına çakacak
büyük eseri, parça parça harcar: çapının hakkını alamaz.
Onun fıkracılığından bahsetmemek daha iyi. Çünkü
garip şeyler yapıyor. Süleymaniye camiinin minareleri
boyunda bir sakal falan istiyor. "Kâhin"liğin iflâs ettiği
bir çağda "cifr" ile "logaritma" arasında hiç bir fark
gözetmeden "remil" döküyor.
Bin kere tekrar edilmiş hakikatleri yeniden keşfe
kalkışıyor. Yoğurdun beyaz, kömürün kara, suyun akıcı
olduğunu haber veriyor. Ama buna mukabil istediği hak
ve mükâfat da çok bir şey değil. Nihayet uzun bir sakal
işte. Uzatsın vesselâm!
Bu şakamın altında bir tariz bulunduğunu
saklamayacağım. Necip Fazıl, bize iyi, zarfı kadar içi de
güzel şiirler veriyordu.
İliklerimden süzdüğünü söylediği son "Senfoni"sinde
biz öyle büyücek bir kudret de görmedik. Bütün bunlar
galiba kendisini yok yere harcayışının eseridir.
İstidatların hakları gibi vazifeleri de karşılıklı muhakeme
edilir. Unutmamalı ki, dünyada en güç ödenen şey,
"şöhret"in zekâya yüklediği borçtur.

(Yeni Mecmua - Sayı: 57 - 1940)
SONSUZLUK KERVANI / Mehmed Yâsin
Necip Fazıl Kısaküreğin bütün şiirlerini içinde
toplayan "Sonsuzluk Kervanı" kitabı çıktı. Cumhuriyet
sanat neslinin ilk yaşayacak şiir değeri olarak kabul
ettiğimiz Kısakürek denilebilir ki Batıya dönüş ve
yönelişimizden sonra Batıdakiler çapında ilk orijinal bir
estetik kuran sanat adamlarımızdandır. Şiirlerinin çoğu

345

heceyle yazılmakla beraber ölçü, ustalıkla şiirin gerisine
atılmış olduğu için yeni şiire kapı açan ilk oluşmanın
başlangıcını N.F. Kısakürekde bulmak mümkündür.
Heceyle yeni şiir arasında bir köprü ödevini gören C.
Sıtkı Tarancı - A. Muhip Dıranas, bilhassa Cahit Sıtkı
üzerinde büyük etkisi olduğunu biliyoruz. Bunu 1935-45
arası dergilerinde sık sık görmek mümkündür. Esasen tek
kelimelik mısralardan ibaret "Kafiyeler" şiiri gibi heceyle
ilgisini kesmiş şiirleri de vardır.
N.F. Kısakürek şiirde halk şiirini entellektüel plâna
çıkarmakla başlamış, dikine bir çıkış yapmış, bundan
sonra şiirine genişlemesine bir yüz vermeğe başlamıştır.
Yavaş yavaş çevresini anlamaya ve içyüzünü araştırmaya
girişen insandır. Şehir ve tabiat, şehirde kaldırımlar,
bacalar, iskele, sokak, otel; tabiatta orman,deniz onun
için birer problemdir. Daha doğrusu bunların öyle bir alın
yazıları vardır ki onda insanın alın yazısı yazılıdır. Bu
insan, bu yazıyı eşyada okur gibidir. Bunların üzerinde
düşünürken Kısakürek'e birdenbire varlıklarını hiç bir
zaman bilemeyeceğimiz, fakat gizli varlıkları ile
insanların etrafını çeviren cinler, devler, periler, cüceler
ilgi kaynağı olmuştur. Bunlar etrafını çeviren geceyi
şenlendiren, evleri esrarengiz kılan etsiz-kemiksiz
varlıklar, konuklardır. Bunlar hayata anlam veren sevimli
yaratıklardır. Bunlar şairi öteki insanlardan daha çok
anlayan, onun dünyasını kuran vefalı dostlardır. Bizce
varlık dergisinin bu sayısındaki en güzel duran şiir
Mahmut Kuru'nun şiiridir:
Cıgaram, gazetem, kalemim üşüyor
Üşüyor burnumun ucu, kulağım
Sobalarımız üşüyor evlerimizde

346
Ormanlar odunlar üşüyor
Antakyaya yağmur yağıyor sicim sicim
Ben üşüyorum.
Bu arada Erdal Öz'ün "Sarkaç" şiirini değil de "Gün
Ağrısı" şiirini iyi bulduk. Hisar Dergisinde yalnız Ali
Püsküllüoğlu'nun şiiri üzerinde duracağız. Ali
Püsküllüoğlunun sanatında bir hayli yol aldığını gördük.
Henüz nereye varacağını bilmiyoruz. Pembe
Beyaz isimli bu şiirinden dört mısra:
"Nasıldı derim nasıldı gözleri,
Nasıl bakardı aydınlığa güler.
Yağan kar gibi beyaz elleri
İnceden bir de türkü söyler."
Yeditepe 100. Sayısının çıkışını kutladı. Önemli bir
olay olduğunu tanınmış yazarlarımız belirtiyor. Uzun
yıllar ve yeni 100. sayılar dileriz.
Bu sayısında A.Kadir'in Mevlânâ'dan bir çevirmesi
var, güzel ve yeni bir çevirme. Mevlânâ'dan belki de özel
anlamları olan kavramları genel kavramlara
dönüştürmekle şiiri yenilemiş, daha çok sayıda
okuyucunun kendilerini bu şiirlerde aramalarını sağlamış
oluyor. Aynı şeyi ŞAİRLER YAPRAĞI dergisinde de
yaptı. Başarılı oluyor.
Mavi dergisi iki sayıdır Özdemir Nutku'nun elinde yeni
bir şekilde çıkıyor. Yeni Ufuklar dergisinin başladığı
soruşturmanın bir yenisini Mavi'de buluyoruz. İlk bakışta
Türk Sanat Hayatı kendi kendisini hesaba çekiyor
sanıyoruz. Gerçekte ise bu bize genel bir eğilim gibi

347

gelmiyor. Türk Sanat Hayatının daha nice çeşitlilikleri
denemesi gerekiyor. Elbette bir gün duraklıyacağı ve
hesap gününü yaşıyacağı da olacaktır. Fakat herhalde
bugün değil. Biz bunu yapmacık buluyoruz. Bekir Çiftçi
verdiği cevapta ne kadar belirtmeğe çalışırsa çalışsın
bütün bu davranışların kaynağı Atilla İlhan yahut sosyal
realizmdir. Fazıl Hüsnüyü, Behçet Necatigili
beğenmeyen bu arkadaşlar hangi estetik yapıyı
kurmuşlardır. Yahut kurulmuş hangi estetiği
beğeniyorlar? Biz böyle bir estetik kurmak
mecburiyetinde değiliz diyemezler. Çünkü eleştirmeci
olmaktan çok sanat yolunu tutmuşlardır. Ayrıca eskimiş
bir estetiği yıkmanın çaresi, yeni bir estetik getirmektir.
O gelirse zaten eskisini yıkmağa çalışmanın yeri yok,
kendiliğinden çöküp gidecektir. Gelmeden buna çalışmak
ise boş ve gereksiz bir aceleciliktir.
Ahmet Oktay başyazıda Orhan Velinin "hata"
larından bahsediyor. İnsan şu zanna kapılıyor bu yazıyı
okuyunca: Orhan Veli isteseydi, sanat dünyamıza istediği
şekli verebilecekti, nasıl olur? Toplumsal zorunluluk,
diğer sanat adamlarının eğilim ve çalışmaları ne oluyor?
Demek ki Orhan Veli'nin "hata"sı değil, yapamadığı,
farkında olmadığı, dışında olduğu şey.. gibi sözler
kullanılmalı.
Ayrıca şunu da belirtelim ki, değerlendirmede pek
öznel davranılıyor. Fazıl Hüsnü için hiç bir şey
söyleyemedikleri gibi Behçet Necatigil için de
"ağlamaklı ve can sıkıcı kafiyelerle donatılmış şiirleriyle
eskilerin seviyesine düşüyor" denilmekten ileri
gidemiyorlar. Şiirin ağlamaklı olmaması için genel bir
kural var mı? Yahut erkekçe olması için, bağırtılı ve
gürültülü olması için? Elbette hayır. Ayrıca kafiyeler

348

niçin can sıkıcı? Belirtmek gerek. Anketler dışında uzun
uzun incelemek ve düşünmek gerek.
Bir de, denilebilirse, yeni üçüzlerin durumuna bir göz
atmak gerek: Ahmet Oktay -Yılmaz Gruda - Güner
Sümer. Bunların tanımını şöyle belirtebiliriz:
1- Bunlar Atillâ İlhan'ın - Atillâ İlhan'ın şiirini
düzgün bir geometrik şekil kabul edersek - pürüzlü bir
alana düşmüş izdüşümü. Atilâ İlhan'ın şiirinin geometrik
düzenini kaldırınız, mısraları rastgele sıralayınız, bu
arkadaşların şiirleri ortaya çıkacaktır.
2- Yalnız Atilâ İlhan'ı değil biribirini de -bilhassa
Güner Sümer diğerlere sardığını sezmiş, bu noktada
mistik olmuştur. Artık onu ilgilendiren gerçektir. O kesin
ve kurtarıcı bir gerçek aramaktadır. Bu gizliliğin
gerisinde bir korku vardır. Şiirimizde bu korkuyu en iyi
canlandıran şair şüphesiz ki Necip Fazıl Kısakürek
olmuştur. Örnek:
Ölüm korkusu. Bu korku yüzünden gerçek peşinde
sanatkâr ruh buhranına düşmüştür. Ya gerçeği bulacak,
ya sonsuz boşluklara yuvarlanacaktır. İşte bu buhran bize
Kısakürek'in en kuvvetli şiiri olan Çile şiirini vermiştir.
Çile bir senfonidir. Finalde sanatkâr bir çıkış noktası
bulunduğunu ifşa eder gibidir.
Atomlarda cümbüş donanma şenlik
Ve çevre çevre nur çevre çevre nur
İçiçe mimarî içiçe benlik
Bildim seni Ey Rab bilinmez Meşhur
Şair ruh huzurumuzun kaynağını Allah'ta bulmuştur.
Allah'a giden yolun en kestirmesi nedir? İnce bir teşhis,
tâyin sonra bir "tecrit" başlayacaktır. Daha sonra

349

belirleşen bu tepe noktasının kendisine verdiği hız ve
huzurla yeni baştan kendi dünyasını kurmaya, kendi
"cemiyet"ini aramaya, buna giden yollar tıkandıkça,
boğuldukça, yolu kendi cemiyetine yöneltmek istediği
her sefer önüne her çeşit engeller yığıldıkça daha keskin
ve şiddetli davranacak (Destan, Muhasebe, Kafiyeler),
insanı çağırdığı (Dâvetiye) bu yolda ona örnek olarak
"Kahramanlar" gösterecek, hattâ onun marşını bize
yazacaktır. Denilebilir ki Orhan Veli ile başlayan çığır,
Türk şiirinde bir kramp tesiri yapmış, birdenbire bazı
sanat tabakalarını zamansız ve mevsimsiz gerilere fırlatır
gibi olmuş, yeni nesille pek yakın geçmiş estetiği
arasındaki gayet tabii olarak kurulması gereken ilgi
ortadan kaldırılmıştır. Bugün Fransa'nın en büyük
dergilerinde ölçülü ve kafiyeli şiirler yer almaktadır.
Bizde gülünç karşılanıyor. Fakat üçüzlerin çığırı
zannedildiği kadar devamlı ve köklü olmamış, olmadığı
şimdiden belli olmaya başlamıştır. En önce Oktay Rifat,
beraber yarattıkları çığırın ortak kişiliğinden sıyrılmasını
bilmiş, bir nevi yıkıcılık ününün ötesine götürebilecek,
kendine özgü, yalnız varılacak noktada ve şekilde değil
özde de yeni bir özel sanat kişiliğine varmıştır. Atillâ
İlhan'la başlayan yeni bir kol şiiri tekrar insanın çektiği
azabı dillendirmeye, dolayısıyla bir bakıma yıkılanın
yeniden yapılmasına çalışmaktadır.
Necip Fazıl Kısakürek Türkiye'de, hattâ tanınabildiğimiz
kadar Batıda tanınmış, eleştirmecilerimiz tarafından çok
öğülmüş, üzerinde durulmuş bir şairimizdir. Sanatında
söyleyişi, üzerinde durulmuş bir şairimizdir. Sanatında
söyleyişi, iç ve dış ahengi, getirmek istediği ruh sarsıcı
yeniliklerin yanında gözden kaçırmayan, kapalı ve
dolgun ikilemeleri uzun ve birbirine bir kale duvarındaki

350

taşlar gibi sıkı sıkıya bağlı mısralara yerleştirebilen,
kitabını orijinal bir sınıflama çerçevesi içine alan,
şiirlerine paralel olarak şiir görüşünü tesbit etmiş, yani
poetikasını vermiş en sonda şiirini ve poetikasını
dâvasına bağlayabilmiş, ilerdeki nesillerin üzerine daha
çok eğileceğine inandığımız bir sanatkâr olarak karşımıza
çıkıyor.

(Şiir Sanatı, Sayı:1 - 1953)

"BİRADAM YARATMAK MÜNASEBETİYLE"
/ Ali Rıza KORAP
Evvelce bizde tiyatro hakkında garip bir zan vardı:
Orasını yalnız eğlenmek, gülüşmek, hattâ kahkahalardan
kırılmak için gidilecek bir seyir yeri bilenlerimiz çoktu.
Bu yüzden bir vakitler hemen hemen yalnız adapte
komedilere, vadvillere ehemmiyet veriliyordu. Hattâ
bunların içinde san'at vekarile hiç de mütenasip
olmıyanları az değildi. Mamafih bu bir merhale idi.
Tiyatronun sahne edebiyatının rolü memlekette yavaş
yavaş tanınmağa başladı. Başladı amma bizde henüz
hayatın manâsını açık ışıklarla sahneye aksettirecek
eserler meydana çıkamadı. Hele Büyük Harpten sonra
gerek ruhi, gerek sosyal buhranların ortaya çıkardığı yeni
yeni hususiyetleri olduğu gibi tasvir edecek eserler
Avrupada da güçlükle bulunabiliyordu. Dünyanın

351

mantalitesindeki büyük değişiklik, sarsıntı zor
kavranıyor. Ruhlar saf veya bulanık bir çok yeni
kıymetlerle yoğuruldular. Ortaya, tahlili kolay olmayan
sentezler çıktı. Sokrat'ın "Kendini bil!" tanbihine riayet
çok daha güçleşti. Bundan dolayı Avrupada bile daha
ziyade komediye yer veren tiyatro kuralları var bunlara
sebep olarak ta şu garip fikirleri ileri sürüyorlar: Halk
tiyatroya acılarını unutturacak eserler seyrine gelir;
çünkü para ile ıstırap satın almak istemez. Onu aile
yuvalarında nasıl olsa tadıyor."
Bu ifadeden çıkan netice, gülmenin pek dar mânada
alınmış olmasıdır. Halbuki gülmek, güldürmek,
güldürmek mühim bir meseledir. Kendini bilen, kafası ve
duyguları terbiye görmüş kimseleri güldürecek eserler
hayatın komik taraflarını gayet tabiî ve muvaffakıyetli bir
sanat rengiyle aksettiren kıymetli verimlerdir. Sadece
otomatik bir gülmenin, güldürmenin mânası yoktur. Asıl
olan düşündürerek güldürmektir. Şu da var ki, bazan
eserin güldürmesi muvaffakıyetsizliğinden, falsolarla
dolu olmasından ileri gelebilir. Yahut, bizde tiyatronun
ilk teşekkülü sıralarında hasıl olan telâkki gibi orada
oynanacak eserin mutlaka dehşeti vak'aları havi olması,
insanı muhakkak korkutması veya hıçkıra hıçkıra
ağlatması lâzım gelmez.San'at eserinin asıl rolü her
şeyden evvel, hayatımızda gözümüzden kaçan, fakat her
zaman etrafımızda ve içimizde gördüğümüz ve
duyduğumuz yaşayış nüanslarını bize tasvir etmesidir. Bu
vazifenin en mühimmi sahne eserlerine düşer. Çünkü
bunlar tâyin edilmiş bir zaman içinde bütün bir hayatın o
nüanslarını vuzuhla ve tabiîlikle bize göstermek,
seyirciye kendisini olduğu gibi sahnede yaşatmak işini
üzerlerine almış oluyorlar.

352

Necip Fazıl Kısakürek'in yeni piyesini bu cepheden
incelersek san'atının mahiyetini ve mânasını daha iyi
anlamış oluruz.
Bir san'atkârın, üzerinde uzun zaman çalıştığı,
işlediği, benliğini vermeğe özendiği eserini kısacık bir
zamanda çırpıştırılan hükümlerle çerçevelemek, o eseri
olduğu gibi göstermeğe kâfi gelmez. BİR ADAM
YARATMAK eseri hakkında bir çok tenkitler yapıldı,
methiyeler yazıldı. Fakat bunların çoğu eserin asıl
kıymetini ortaya koymaktan ziyade, görüşleri bulandıran,
eseri öz çehresiyle görmemize mâni olan karışık renklere
benziyorlar. Münekkitlerimizin bir kısmı bize, âdet yerini
bulsun diye yazmış zannını veriyorlar. Hep o ananevî
tenkitler.
Burada yapılacak şey; eseri yazanın, okuyanın ve
seyredenin görüş ve zevklerini göz önünde tutarak
nihayet münekkidin kendi görüş ve zevklerini de
öbürleriyle mezcetmesidir. Bu da kısa bir zamanda
yapılamaz. Onun için eserin kıymeti hakkındaki
hükümlerin isabet dereceleri uzun senelerden sonra
berraklaşacaktır. Bununla beraber aşağı yukarı
edindiğimiz intibaları okuyuculara sermek ilerideki
hükümlere bir nevi materyel teşkil edebilir.
Kısakürek'in eserini iki cihetten tahlil etmek daha
münasip olur: 1- Eserdeki kahramanın kendisi; 2-
Kahramanın etrafındaki şahıslar.
Bu eser bugünün insanını, insanlarını tahlil etmeğe
çalışan bir refleksiyon ve komtamplasyon mahsulüdür.
Elini alnına dayamış, gözlerini meçhul bir noktaya
dikmiş olan artist bu yalnızlıkla evvelâ kendisini
inceliyor. Sonra etrafını çevirmeğe başlayanlara ve
muhitine dönüyor. Onları da anlamak istiyor. Kendisini

353

ve etrafındakileri tahlile çalıştıktan sonra elde ettiği
elemanlarla yeni bir terkip yaratmağa kalkıyor. Fakat
yaptığı işin sunîliğini öyle acı bir şekilde seziyor ve
anlatıyor ki terkibi bütün lâboratuar ile beraber
pencereden dışarıya fırlatıp atıyor. Kendisinin bir eser
yaratamadığını, yaratılmış en muvaffak eserin gene
kendisi olduğunu Allah'ın eserine nazire yapamayacağını
anlıyor, duyuyor. Herkes onun yazdığı eserin
mükemmelliyeti karşısında hayran olurken o,
olgunlaşmış ve yetişmiş olan, hayatın acıları ve zevkler
ile yoğurulmuş olan o, bunu ancak taklit bir eser olarak
görüyor.
Burada iç içe geçmiş iki artist, bir de eser var.
Kısakürek burada gayet kontrollü bir metod kullanıyor.
Kendisini daha iyi bulabilmek için, karşısındakileri daha
iyi tanıyabilmek için eserini diğer bir kahramana
yazdırıyor. Kendi benliğini bir bütün olarak karşısına
alıyor ve "Ey gizli ben; eserime başla! Dışardaki ben seni
seyir ve kontrol ediyorum." diyor ve ancak ondan sonra
eserdeki üçüncü bir kahramanın kıymetini tetkik ediyor.
Şu halde muharrir neticeye şuurunun basit tabakalar ile
değil, üçüncü kat şuur altının kapağını açıktan sonra
varmak istiyor. Kendi kendine hem bir san'at eseri
meydana getiriyor, hem de onu tenkid ediyor. Bu
tenkidde hükmünü menfi veriyor: "Yapamadın, bir eser
vücuda getiremedin, yazık!" diye hayıflanıyor.
Necip Fazıl Kısakürek bu suretle, kavranması zor
olan hayat felsefesinin bir kısmını çetin çalışmadan
sonra, eserinde çok iyi çizebilen bir ressam olduğunu
ispat etti. Eserini hakikaten çok sevdiğini gösterdi. Çünkü
onu kendi kendine ve karşısındaki benliğine seyir ve
kontrol ettirdi. Evvelâ hem seyreden, hem seyredilen

354

kendisi oldu. Tıpkı psikolojinin entrospeksiyon
metodunda olduğu gibi. Bunu iyice tatbike çalıştıktan
sonra eseri objektif tecrübeye teslim etti. Kendi kendine
tenkid edilmiş bir eser. Necip Fazılın ilk piyesi olan
TOHUM'un bu seferki itinalı inkişafı tabiî tekâmülünü
takip ederse her halde üçüncü eserinde san'atkâr hem
kendisini, hem de insanları tanımak ve tanıtmakta
olgunlaşacak. TOHUM şimdi büyümüş, rüşt çağına
girmiş oluyor. İleride tam tekâmül etmiş bir insan haline
gelebilecek.
Eserin kahramanı Husrev, bir çoklarının nazarında deli
sanılan bir san'atkârdır. Fakat hakikatte hem muhayyilesi
işlek, hem de derin duyan ve çok makul düşünen bir
mütefekkirdir. O, beyninin "FİKİR KANAMASI"'nı
söylerken yaratıcı muhayyilenin bir vecizesini ifade
ediyor. "Osman, hiç bıçağın kestiği yerden kan akmaz
olur mu? Benim de beynimden kan akıyor. Ben
düşünmüyorum, beynim kanıyor… Beynimin etten
yuvarlağı üstünde her düşünce bir damla siyah kan gibi
yuvarlanıyor… "O şuuru da, ayni vecizlikle tasvir ve tarif
ediyor: "Aziz dostum Nevzat, seni tokatlamak istiyorum.
Fakat hâlâ içimde bir şuur kırıntısı var, elimi tutuyor…
İdeailstlerin karşı karşıya geldikleri ideallerini bütün
çıplaklığı ile tanıdıkları zaman yapabilecekleri tarifi ve
onun bir nevi mistisizmini yapıyor: "Allah gayedir. Hiç
varılan şey gaye olabilir mi? Yollar uzun, yollar sonsuz,
yollar açık… Bilerek, bilmeyerek Allaha doğru yol
almak var, varmak yoktur… Allah sonsuzluktur. Hiç
sonsuzlukla boy ölçüşmek olur mu? Hiç adetler,
milyonlar ve milyarlar sonsuzlukla yarışabilir mi…" İşte
bir mistisizm. İdealin modern bir mistisizmi. İdealin
daima varılmağa çalışılan, fakat hiç bir zaman

355

varılmayacak olan bir varlık olduğunu gösteriyor. En
büyük ideal "Allah" ve Allah "En büyük İdeal" oluyor.
Necip Fazılın bu mistisizmi hakikatte mevcut olmayan
bir şey değildir. Bu yer altındaki ırmaklar gibi gizli gizli
akıyor, tebahhur ediyor, etrafımızda, üstümüzde
dolaşıyor, sonra içimize akıyor, oradan da başkalarına
geçiyor ve mütemadiyen akıyor. Bundan dolayı muharrir
eserinde realisttir. Umumî Harpten sonraki ruhların,
ideallerini ellerinden kaçırmaktan mütevellit şaşkına
dönen ruhların buhranlarla yoğurulmalarından çıkan yeni
ruhî bir sentezi yaşatıyor. Husrev işte böyle bir devrin
kahramanıdır. O yaşıyor. Onun hayatta örnekleri çoktur.
Hem olmasa bile ne çıkar? Bir eser yalnız yaşanılmış
olanı değil, yaşanabilmesi mümkün olanı da
canlandırıyor. Husrev realitelerin acı ve sertlikleriyle
karşılaşınca mustarip olan, böyle olduğu için hasta, hattâ
deli sanılan bir artisttir. Hakikatte de âsabı çok
yorulmuştur. Hiç bir şeye tahammül edemiyor. Bazan
kendisi de deliliğine kanidir. Uşağı Osmanla konuşurken:
"Ben bir deliye benziyorum…İnsan niçin deli olur
Osman? diyor. Telefonun, piyanonun bile sesinden
rahatsız oluyor. Uşağına: "Nereden geliyor bu piyano
sesi? Susturamaz mısın bunu?" diye soruyor. Sonra da
"Vaz geç! diyor. Varlığı hakkındaki hükümlerinde de
mütereddittir. Kendisini zor tahlil ediyor. Aynadaki
aksine bakarak: Bu ben miyim? söyleyin bana, ben
kimim? Şu surata da bak!…" diye söyleniyor. Çok defa
istikbali karanlık görüyor. Arkadaşı aktör Mansura "Çok
fenayım, düşüyorum. Dipsiz bir uçuruma sarkıyorum.
Yakalayabildiğim bir iki ot tutuyor beni. Bu otlar
sökülüyor, yumuşak toprağın içinden kökleriyle beraber

356

geliyor, düşüyorum." Burada uçurum kâbusu fevkalâde
iyi tasvir edilmiştir.
Husrev etrafındakilerden, hele dostlarından, dost
görünen kimselerden kaçmak kendisine en yakın bulduğu
"İNCİR AĞACI" ile baş başa kalmak istiyor. Fakat onun
da kendisinden kaçırıldığını görünce yalnızlığını bütün
bütün hissediyor; tam bir mizan troptur. İncir Ağacını
kestirdi diye annesine bile güceniyor. Onu bile kendisine
yabancı, kendisinden başka bir insan olarak görüyor.
Tımarhaneye gitmemesi için annesinin yaptığı ısrarlara
karşı: "Ne yapayım, kestiniz İncir Ağacını." cevabını
veriyor. Böyle olmasında da haklıdır. Çünkü arkadaş
sandığı kimselerin kendi şöhretinden istifadeye
kalkıştıklarını görüyor. Meselâ bir gazete sahibi fazla
okuyucu temin etmek maksadıyla arkadaşı olan sanatkâra
yapışıyor. En ufak teferruatına kadar hayatının
mahremiyetini deşmek, orada bulduklarını
okuyucularının tecessüslerini tatmine âlet etmek istiyor.
Muharrirlerin bir kısmı bu yüzden, Necip Fazıl'ın
gazeteciliği tahkir ettiğini iddiaya kalkıştılar. Burada
parantez arası söyleyelim ki bu işin gazeteciliğe dokunan
hiç bir tarafı yoktur. Her mesleğin hem gerçek ehli, hem
de bazen menfaatperesti bulunabilir. Mesele, MESLEK
AHLÂKI meselesidir. Ayni zamanda gazete muharrirliği
etmiş olan piyes sahibi bilâkis meslek ahlâkını korumak
için bu ahlâka aykırı hareket edebilecekleri iğnelemek
istemiştir. Piyeste asıl dokunulan taraf, akliye ve asabiye
doktorlarıdır. Fakat gene bütün bunların ayni olması hiç
bir zaman icap etmez. Mesleklerinin inceliğine vâkıf
olanlar piyesteki doktorla karıştırılmamalıdır. Piyesteki
vak'a meydanda dar görüşe saplanan, büyük kâbiliyetleri,
dehaları ikide bir marazilerle, muvazenesizlerle karıştıran

357

doktorlar varsa bunlara dokunulmak istenmiş. Şark,
Krepelin, Froyd gibi büyük psikopatoloji üstadlarının
hakikî tilmizleri piyesteki doktor gibi hareket etmezler.
Öylelerine bu tipi benimsemelerine zaten ihtimal
verilemez. Piyesteki doktoru benimseyip sinirlenecek
asabiye mütehassısları varsa onlara da bizim söyleyecek
sözümüz yoktur. Eserdeki doktor sanatkarın muhakkak
irsî bir maluliyetin kurbanı olduğunu kafasına mıhlamış.
Halbuki eserin mevzuundaki hususiyette mutlaka yüzde
yüz bir malûliyetin mevcut olacağını hiç bir psikopatoloji
kurbanı olduğunu kafasına mıhlanmış. Halbuki eserin
mevzuundaki hususiyette mutlaka yüzde yüz bir
malûliyetin mütehassısı iddia etmez.
Piyes muharriri çok çetin ve komplike olan böyle bir
dâvaya temas etmekle beraber sahnenin bu nazik
cephesini muvaffakıyetle başarmıştır. Zaten bu dâva
bütün kültür dünyasında, bilhassa doktorlarla psikologlar
ve sosyologlar arasında daima münakaşalı bir dâvadır.
Henüz katiyetle halledilmiş değildir ve şimdilik
halledilmekten uzaktır.
Eserdeki Husrev mahallî bir tip değildir. Her yerde
bulunabilir. Sanatın hararetli ifadelerinden kuvvet olan
eserin beynelmilel, klâsik olup olamayacağını şimdiden
kestiremezsek de memleketimizin en muvaffak olmuş bir
piyesi olduğunu söyleyebiliriz. Bundan dolayı; artık
bıkkınlık veren adapte eserlerden bizi kurtarmak
hususunda yardımcıdır. Çünkü sahne eserleri serisinde
şimdiden ön safta bir yer almış bulunuyor. Her sene oyun
programına girebilecek olan bu eser, adaptelerin bir
tanesinden olsun bizi kurtaracak.
Eser ancak münevverlerin anlayacağı bir derecede
olmakla beraber samimiyetin sağlam, net ve sıcak

358

ifadeleri herkese bir şeyler anlatıyor. Tiyatrodaki seans
aralarında kulağımıza akseden sözler bunu gösteriyor.
Eser belki MOUVEMENT MATERIEL cihetinden
söz götürebilir. Fakat isabet. Çünkü sahnede asıl aranan
bu değildir. Hattâ patlayan tabanca yerine başka bir şey
konsaydı daha iyi olurdu. Orası bizi hem dinlendirerek,
hem düşündürerek meşgul eden, bize hayatın bir çok
mânalarını anlatan bir kitaptır. Kısakürek'in eserinden
beklediğimiz kıymet kendisini tebaruz ettirmiştir. Onda,
bizi sürükleyen, bize hayatta olanı, olabileni yaşatan
ifadeler vardır. Evet, eserin kahramanı bize söylerken,
bizi kendisine çekmiş oluyor. Bize tiyatroda olduğumuzu
unutturuyor. Bu cihetle piyeste aranan (MOUVEMENT
PSYCOLOGIQUE) onda kesafetle mevcuttur.
Eser kahramanının etrafındaki şahıslara gelince:
Burada itiraz edilen noktalar var. Asıl hâdisenin sıklet
merkezi Husrev oluyor. Öbür kimseler hemen hemen
birer gölge hâdise derecesinde kalıyorlar. Fakat buradaki
fark asıl kahramanın diğerlerine nispetle çok daha bariz
olmasından, dikkatimizin pek çoğunu onun
çekmesindedir. Yoksa diğer şahıslar arasında gazete
sahibi, doktor ve hele SELMA kuvvetli birer
şahsiyettirler. Hele SELMA; içli olan kalbinin ifadelerini,
serpelediği mini mini hâtıra defterini ölürken bile
avucunda sımsıkı saklayan, kimseye sırrını vermek
istemeyen o kız, karakteristik bir tiptir. Bütün alâka ve
dikkatini eserine veren sanatkârın kendisini sevenden
haberi yoktur. Hattâ, halasının kızını kendisinden isteyen
arkadaşı aktör Mansura onu vermek istemişti. Fakat,
kalbinin en mahrem köşesinde saklamağa çalıştığı
fırtınaların tesiri ile kendisini çok güçlükle tutan, bütün
gayretini toplayıp bir şey sezdirmemeğe çalışan

359

Selma'nın bu halinden bir şey anlamayarak teklifinden
vaz geçmişti. Ancak kız öldükten sonra bir şeyler
hatırlamağa, sevgini sönmeyen akıcı ateşini bu sefer
kendi içinde duymağa başlayan artist, onun siyah peçe
altından meydana çıkan resmiyle karşılaşınca kendine
gelir. Hâfızası birdenbire bütün dikkatiyle uyanır. Bu
sırada Mansura sorar: "Söyle kardeşim, seviyor muydun
onu?" Müsaade et de bundan sonra onu ben seveyim.
Kırkına basan yaşımla, bu tımarhanelik halimle seveyim
Selma'yı… Bir ölüyü sevemez miyim? Hani çıldırasıya
sevmek derler. Çıldırasıya seveyim. Görüyorsunuz ki
çıldırıyorum… Hani bir deli tımarhanede bir tahta parçası
bulur. Onu sevgilisi farz eder. Dizlerine yatırır, ona
hediyeler verir, elbiseler giydirir… Bırakın, ben de
Selma'yı yanıma alayım… Selma; geliyorum, sensin
benim kadınım!…" Bunları artiste söyleten, artık dar
çerçeveyi kırmış, sonsuzluğa doğru yol almış hakikî
sevgidir. İnsanlık tarihinde nesilden nesle akan bu asil
sevgiyi artistte uyandıran işte o Selma'dır. Husrev'in
buradaki sözleri bize Edgar Allen Poe’un hikâyelerindeki
çılgın âşıkları ne kadar hatırlatıyor. İnsanlığın en asîl
vazifelerinden biri olan tam sevgi, sevgi için sevgi, işte
bu itiraf edilemeyen, fakat hiç bir zaman sönmeyen
ateştir. Goethe demişti ki: "Birisini seviyorsunuz değil
mi, muhakkak bunu ona da ilham ettiniz demektir."
Burada da işi gören işte o Selma'dır. Aşkın kökü sevmek
ihtiyacına bağlıdır. O halde asıl olan sevilen değil
sevendir. İlk seven Selma olduğuna göre bu duygu
kendisinde mevcut. Fakat ikinci seven de Husrev'dir ve
sevgisi tam mânasiyle aşk için aşktır. Çünkü kızı
ölümünden sonra seviyor…

360

Mevzuun en çok temerküz ettiği bir şey, daha
doğrusu bir hayat, hattâ bir şahsiyet var. Bu, Husrev'den
de daha mühim bir kahramandır. Fakat onun gibi net
değildir, flû görünür. Bu da İNCİR AĞACI'dır. Bu
ağacın seçilmesinde çok mânalı bir isabet var. Necip
Fazıl'a bu seçimi yaptıran kuvveti sanatkârın kendisi de
tahlil edemez belki. Çünkü onu seçtiren, botanikteki:
Tasniften yapılmış sırf mantıkî bir intihap değildir. Bu,
doğrudan doğruya iç duygunun, şuur altının işidir. Gerek
Dekart'ın gerekse Bergsonun anladığı mânadaki
entüvisyonun sanatkâra buldurduğu, seçmesi için
zorladığı bir kuvvettir. Ağaç muhayyilenin bir sentezi, bir
san'at eseridir. O kolay kolay ölmeyen yedi canlı İNCİR
AĞACI; harabelerde hisarların, kalelerin duvarlarında,
tarihin bile parçalayamadığı taşlar, kayalar arasına
sokulan onları çatlatan, delen ve hayatını oralardan söküp
çıkaran bu garip ağaç… Selma ve Husrevin sevgilileri
ezelî ve ebedî aşkın sembolü olduğu gibi bu AĞAÇ'ta
gene nesilden nesle akıp giden hayatın sembolüdür.
Zaten Necip Fazıl'a, büyük bir hamle ile yetiştirmek
istediği, fakat devam ettiremediği mecmuasına da "Ağaç"
adını verdiren gene ayni duygudur. Sanatkâr ile o zaman
şakalaşanlar "Necip Fazıl ziraat mütehassısı olmak
hevesine düştü" diyenler bile olmuştu.
Husrev'e babasını hatırlatan bu AĞAÇ onun için her
şeydir. Babasının ruhu sanki ağaca geçmiş, oraya sinmiş,
oradan oğlunu seyrediyor, onu kucaklamak istiyor.
Ağacın toprak hizasından kesildiğini gördüğü zaman
Husrev'in o kadar müteessir olması annesine bile
gücenmesi de bundadır. "Niçin İnciri kestirdin Anne?
Ben o ağaca baktığım zaman babamı görmüş gibi
oluyordum. Babamı göreyim diye rıhtıma çıktım.

361

Aradım, aradım… Çünkü o babamdı. O bendim. O
çocukluğumdu. O her şeyimdi… O senden sonra en
sevdiğim şeydi… Şimdi onu kestiniz. Ta dibinden…
Böylece dünyamı kesmiş oldunuz. Artık anlıyorum ki
dünyam ta dibinden ve toprak hizasından kayboldu."
Mamafih annesine karşı yaptığı hareketten dolayı
vicdan azabı duyuyor. Annesinin önünde diz çöküyor,
ondan bir şeyler bekliyor, af diliyor. Tımarhaneye bile
onun ve Selma'nın kolları arasında gitmek istiyor: Anne,
beni affet! Ben bir deliyim… Senden utanıyorum…
Benimle mahçup oluyorsun değil mi… Sen her anne
kadar mübareksin…" Demek Husrev hayatla, sosyal
kıymetlerle alâkasını kesmiş değildir. Bir taraftan,
kendisinden evvelki hayatın ilmiğiyle bağlı olduğu
annesi, diğer taraftan da, kendisinden sonra uzayıp
gitmek isteyen hayatın membaı olan sevgisi ve sevgisinin
sembolü olan Selma arasında bir geçit halinde kalmıştır.
Piyeste belki iş daha ziyade bir aktörün sırtına binmiş
oluyor. Fakat bu aktör - Muhsin Ertuğrul - eserin ruhuna
o kadar nüfuz etmiş, eserin manası da onu o kadar
kucaklamış ki. Sanki piyes bu aktör için yazılmış bir eser,
onun oynaması için biçilmiş bir kaftan. Piyesin bizi
çeken tarafı da budur. Çünkü sahne eserinin ilk şartı olan
tabiîlik burada iki cihetten desteklenmiştir. Bir kere
yazanın, sonra oynayanın tabiîliği. Her iki sanat
kabiliyeti bir araya gelmiş bulunuyor. Bu mazhariyet her
esere nasip olmaz. Çünkü çok defa eseri yazan kudretli
olabilir de, oynayan onu sahnede zaif düşürebilir.
Bunun sebebi aktörün eser sahibinden daha güç bir
işi yüklenmesindendir. O, başkasının düşüncesini
duygusunu aynen yaşatmak mecburiyetindedir. Necip
Fazıl'ın eserinde ise sanatın kudretli bir ifadesi vardır.

362

Üslûp mevzu ile ahenklidir. İşte bu kaliteleri Muhsin
Ertuğrul sahneye aynen muhafaza etmekte, üstelik
bunlara aktörün hissesini de tam manasıyla vermektedir.
Hem üslûbun hususiyetini nüanslarına kadar
yaşatabilmekte, hem de piyesin kelimelerle
anlatılamayacak olan taraflarını hareketle, aksiyonla
tamamlamaktadır.
İşte bütün bunlardan dolayı eser memleketimizde
yeni bir tiyatro havası uyandırmağa namzettir. Böyle
verimler devam ederse tiyatromuz beynelmilel sahne
âleminin üyesi olabilecektir.

(Varlık - Sayı : 119-1938)

SÖYLEVCİ BİR YAZAR / Özdemir Nutku
İyi bir oyun yazarı olmak için ozanlık şart değil; bir
kimsenin ozan ruhlu olması yetişir. Hattâ ozanlık bazen
oyunun ölçüsünü kaçırıyor. Ozan kişi çoğunca sözlere ve
düşüncelere çok önem verdiğinden sahnede olduğunu
unutup uzun uzun konuşmalara, tartışmalara ve felsefî
genellemelere kayıyor. Böyle yazarlar bir eserin ne
söylediğinden çok nasıl söylediğine dikkat ederler.
Bunun için de mümkün olduğu kadar güzel söz
söylemeğe çabalarlar. Hanideyse, amaçları oyun yazmak
değil konuşmalar yoluyla bir fikri açmak, yorumlamak,
tartışmaktır; bir fikrin çevresinde döne döne eserlerini
tamamlar. Platon kendi felsefesini Sokrates'in ve öbür
kişilerin ağzından nasıl konuşmalar yoluyla vermişse bu
gibi yazarların oyunları da böyle bir etki bırakır insanın
üzerinde.

363

Ben böyle ozan-oyun yazarlarında bir söylev verme
merakı seziyorum. Bir oyun düşündürmelidir, ama nasıl?
Sözleri kalıp kalıp yığarak, üste üste fildişi kuleler
yaparak değil, hareketlere göre sözleri seçerek ve
düşünceyi hareketlerden sağlayarak sahnedeki başarıyı
elde etmekle Hareketlere göre seçilecek sözlerin en
açığını, en basitini ve en uygununu bulmak da ayrı bir
hüner. Bunun için de yazarın kalemini ekonomik bir
yolda kullanması gerekli.
Ama bütün bunları savunurken ozanların oyun yazarı
olamayacaklarını söylemiyorum. Bu yanlış olur. Büyük
oyun yazarlarının bir kısmı büyük ozanlardır. Hattâ Eliot
tiyatronun büyük ozanlara ihtiyacı olduğunu belirtir.
Ama onca da ozan olmak şart değil. Sadece bir ihtiyaç
Ozan olmadan ozan gibi hisseden ve düşünen kişiler yok
mu, işte onlar önemli. Bu kişiler tiyatroda şiirin ne
olduğunu da anlarlarsa, kesin bir başarıya erişebilirler.
Ama, yukarda da belirttiğim gibi, çoğu ozanlar sahne
yapıtını da bir söz söyleme sanatı durumuna getiriyorlar
ve seyirciyi sıkılmadan kendilerini dinleyebilir
sanıyorlar.
Necip Fazıl Kısakürek gibi düşünen tarafı yoğunlu olan
bir ozan da hemen bu söylevcilik hatâsına düşmüştür,
Ozanlık yönünden edebiyat tarihimizde iyi bir yeri olan
Kısakürek'in oyun yazarlığı da kötü sayılmaz. Hattâ yer
yer sahne yazarlığı yönünden güçlü sahneler yaratmıştır.
Ne var ki, onun bu üstün tarafını gölgeleyen gene onun
üstün tarafıdır. Kısakürek'in çok düşünmesi çok
konuşmasına sebep oluyor. Çok konuşunca da oyun dozu
kaçırılmış sözlerin, konuşmaların arasında kalıplaşıp
donuklaşıyor.

364

Ben burada ozanın iki sahne yapıtını incelemek
amacındayım: bunlar Tohum ile Bir Adam Yaratmak'tır.
29 Ekim 1935 tarihinde İstanbul Şehir Tiyatrosunda
sahneye konan Tohum oyunu başta Muhsin Ertuğrul
olmak üzere İ.Garip Arcan, Talât ve Neyyire Neyir gibi o
vaktin en usta oyuncuları tarafından oynanmıştır.
Kitap halinde seksen beş sayfa tutan eserin sahne
açısından bir çok gereksiz sözlerle ve konuşmalarla
doldurulmuş olması göz önüne alınacak olursa, eser
sahneye yöneltilirken bazı yerlerin çıkartılması gerektiği
anlaşılır. Benim yaptığım incelemede çıkarılarak yerlerin
toptan on yedi sayfa tuttuğu beliriyor. Eser seksen beş
yerine altmış altmış sekiz sayfa olsaymış özünden hiçbir
şey kaybetmeyecekmiş; hem de iyi bir tempo ve dramatik
akım sağlanacakmış. Bunu ozanın kendi de anlamış
olacak ki daha sonra yazdığı Bir Adam Yaratmak
oyununda Mansur ile oyun yazarı Hüsrev'in arasında
şöyle bir konuşma geçer:
Mansur. Niçin almadın bu parçaları piyesine?
Husrev. Bir piyes kadrosuna sığmayacak kadar
uzun tahliller.
Onları kendim için sakladım.

(I. Perde, 5. Sahne)
Gerçekten bir yazar çoğu düşüncelerini kendisi için
saklamalıdır. Oyunun bütününden taşan uzun yollu
düşünceler oyunun dramatik gücünü yaralayabilir.
Nitekim, bu oyunda da uzun yollu konuşmalar ve
düşünceler oyunu yer yer sıkıcı yapıyor ve hele son
sahnede seyircinin ilgisini yitiriyor. Bu bol keseden
konuşmalar bir de tekrarlardan meydana geliyor.
Kısakürek bir fikri vurgulamak için dönüp dolaşıp gene

365

aynı cümlelere ve kelimelere geliyor. Daha sade ve açık
bir şekilde söylenebilecek olan fikir tomurcukları
tekrarlardan ve uzun yollu deyişlerden boğuluyor ve bir
sürü yarım kalmış düşünceler arasında kayboluyor. Bir
sahneyi örnek diye alalım. Oyunun ilk sahnesinden hancı
Yolcuya Osman'ı anlatır:
Hancı. O zaman Ferhad bey dedi ki: Onlar
Osman'ın gelmeyeceğini bilseydi zahmet
edip bu mektubu göndermezdi. Eğer
adamlarıyla gidip kendilerini baskına
uğratacağını sansalardı büsbütün
göndermezlerdi. Öyleyse niçin gönderdiler
mektubu? Niçin bekledikleri yeri mektupta
bildirmek gafletinde bulundular? Çünkü
biliyorlardı ki Osman, ağabeysinden başka
hiç bir kimseye bir şey söylemeden,
kolunu sallıya sallıya oldukları yere
gidecektir. Demek yabancılar Osman'ın
kanını bizden iyi tanıyorlardı. Onlar bir
Maraş'lıya erkeksen filan yere gel demenin
sonunu bizden iyi tartıyorlardı. Onlar bizi
nasıl görmüş, nasıl tanımış olmalı ki, bu
kadar saçma bir davetin çıkarına
güvenebilsin. Düşmanını bu kadar büyük
ve kendini bu kadar küçük görebilsin?
Yiğitliğin son basamağı, seyircisiyle
beraber düşmanını da kendisine hayran
etmektir. Düşmanını kendi
kahramanlığına bu kadar inanmış
göründüğü vakit bu inanış, can evine
kurulmuş tuzak da olsa onu, Osman'ın
doğuşunda bir insan yalancı çıkaramaz.

366

Osman'dan bu kadar delicesine mertlik
beklediğine göre bu eşsiz mertliğe layık
gören düşman'dır. Düşmanı Osman'a bu
hareketi yapmakla O'nun ruhu önünde diz
çökmüş, alnını toprağa sürtmüş ve kendini
yok etmiş demektir. Halbuki yok olan o
değil, Osman'dır. Ya buna ne denir? Evet,
bu dünyada insan vardır ki birinin ruhu ile
kalıbı arasındaki incecik bağı çözebilmek
için onun ruhuna kendi ruhunu çiğnetir.
Alçalışın bahşişi olarak O ruhun yüzüne
fırlattığı kalıbı parça parça etmekle de
kendi iğrenç kalıbını korumuş olur.
Bu uzun konuşmadan şu italik ile yazılmış bölümler
çıkarıldığı takdirde bu konuşma anlamından hiçbir şey
kaybetmez. Zaten Osman'ın düşmanları üzerine
söylenmiş olan bu sözler arka arkaya tekrarlanmaktadır.
İtalik ile yazılı bölümler çıkartıldığı takdirde biz seyirci
olarak gayet iyi bir şekilde Osman'ın yiğitliğini
anlayabiliriz. Sonra bu çıkartılacak bölümlerin oyunun
gelişmesinde bir boşluk yaratamayacağı muhakkaktır.
Hancı bu konuşmasından sonra gene bu kadar uzun yolda
konuşuyor, daha sonra hancı'yı Yolcunun uzun
konuşması izliyor. Hancı'nın kısaltılmış şekliyle
konuşması şöyle olacak:
Hancı.
O zaman Ferhad bey dedi ki: Onlar Osman'ın
gelmeyeceğini bilseydi zahmet edip bu mektubu
göndermezdi. Çünkü biliyorlardı ki Osman,
ağabeyinden başka hiç bir kimseye bir şey söylemeden,
kolunu sallıya sallıya oldukları
yere gelecektir.Yiğitliğin son basamağı seyircisiyle

367

beraber
düşmanını da kendisine hayran etmektir.
Osman'dan bu kadar delicesine bir mertlik
beklediğine göre bu eşsiz mertliğe layık gören
düşmandır. Düşmanı Osman'a bu hareketi yapmakla
onun ruhu önünde diz çökmüş, alnını toprağa sürtmüş ve
kendini yok etmiş demektir. Halbuki yok olan o değil,
Osman'dır.
Böyle uzun sayfalarca süren konuşmalar Tohum'u
vaktinde geliştiremiyor ve filiz vermesini güçleştiriyor.
Birinci perdenin ve üçüncü perdenin iyice ayıklanması
gerekiyor. Sahneye koyucunun ilk yapacağı iş bu oyunun
yedide birini temsil dışına çıkarmak oyunun lehine bir
çaba olur.
Birinci perde en yüklü olanı. Bu perdede sergileme,
karakterleri tanıtmadan başka, öcü alınmamış Osman'ın
ölümü ve gene eşkıyalar tarafından kaçırılan Osman'ın
karısı var. Bir de yolcunun kalkıp Ferhad bey'e yardım
etmek istemesi de bunlara eklenirse bu perdenin oyunun
önemli meselelerini bir anda ele almış olduğu anlaşılır.
Bir perde içine bunlar sıkıştırılmış olduğundan bu
perdenin yapısı gevşek değil sıkı; ancak dediğim gibi
gereksiz uzatmalar oyunun temposunu yavaşlatan bir
tehlike. Birinci perdenin bitip de ikinci perdenin
başlamasıyla seyirci iki meseleye karşı merak duyabilir:
Osman'ın öcünün alınması ve Osman'ın karısının
eşkıyalardan kurtarılması… Ferhad beyi eşkıyalara karşı
daha çabuk harekete geçiren Osman'ın karısının
kaçırılması olayı. Osman'ın karısının kaçırılması ile
seyircinin merakı biraz azalabilir, çünkü Hancının
ağzından Ferhad beyin kişiliğini tanıdıktan sonra
Osman'ın öcü alınacağına ve kadının kurtarılacağına

368

hemen inanıyoruz. Eğer Osman'ın karısı kaçırılmamış
olsaydı Ferhad beyin çeteye karşı hemen harekete geçip
geçmeyeceğini kestirmezdik. Bir kere. Osman yiğitliği
yüzünden bile bile gitmiştir, hattâ öleceğini bile bile
gitmiştir. Buna Ferhad bey de engel olmamıştır. İşte bu
durumda dramatik gerilim daha çok. Ama Osman'ın
karısı kaçırılınca Ferhad beyin beklemeyeceğini
biliyoruz, bunun için de merak biraz azalıyor, gerilim
düşüyor.
İkinci perdeye seyirci sonucu bekleyerek giriyor.
Ama yazar iyi bir düşünüşle bu sonucu perdenin bitişine
bırakıyor. Bu perdede bize eşkıyaları tanıtıyor. Ferhad
bey Eşkıyaların çatışmasını daha heyecanlı bir duruma
getirmek için de eşkıyaların ne kadar zalim ve haşin
adamlar olduğunu gösteriyor. Bu perdenin dramatik
gerilimi de eşkıyaların Ferhad beyi beklemeleri ile
sağlanıyor. Oyunun sahne yönünden en güçlü bölümü bu
perde. Çabuk gelişen konuşmalar, hareketli sahne trafiği,
heyecanın her an yükselmesi ve bekleyiş. Bu perde öbür
iki perdenin yarı uzunluğunda olduğundan bir hamlede
seyirciyi alıp sürüklüyor. Herhalde, Kısakürek Ferhad
bey, yolcu, hancı veya kadın gibi kişileri bu sahnede
kullanmadığından felsefeye kaçmayı da gerekli bulmamış
ve farkında olmadan sağlam bir perde çatısı kurmuş.
Üçüncü, perde başladığında seyircinin merak edeceği,
heyecanla bekleyeceği hiçbir olay kalmamıştır. Çünkü
Ferhad Bey ikinci perdenin sonunda başarıya ulaşmış
kadını kaçırmış, çete reisini de yakalamıştır. Eğer
beklenen bir şey varsa o da Ferhad beyin kaçırdığı çete
reisinin ne olacağıdır; bir de belki Osman'ın karısını
tanımak isteği doğabilir seyircide. Nitekim, yazar bize
kadını da hemen kısa süren bir sahneden sonra gelen

369

ikinci sahnede tanıtıyor. Bu sahnede kadının eski
günlerden bu yana Ferhad beyi sevmiş olduğunu anlarız.
İşte bu noktada yazar iyi bir manevrayla tekrar seyircinin
ilgisini sahneye çekiyor. Ferhad bey kadını nasıl
karşılayacak, birbirlerine olan hisleri nasıl sonuca
ulaşacak? Seyircinin bu merakını tatmin etmeden önce
yazar çete reisini kadro dışı bırakmayı istemiş; üçüncü
sahnede Yolcu gelerek reisin öldüğünü haber verir.
Böylelikle reis meselesi ortadan kalkar. Bu kerre kadın
ile Ferhad bey üzerine çevrilir. Ancak, bizzat bu
perdedeki uzun yollu konuşmalar merakı gittikçe
azaltarak sıfıra indirir. Bu perdenin bir grafiğini çizsek
hemen düz bir çizgi meydana gelir. Ferhad bey kişiliğinin
idealist görünmesine uygun bir şekilde kadının sevgisini
reddeder ve onu yolcu ile birlikte İstanbul'a gönderir.
Oyun biterken Ferhad bey gün doğusundaki kızartıya
dönük, patetik bir tonla Yolcuya buyurur:
Giderken hanımı da beraber götürün! O da
İstanbul'a gidiyor. Bir yol arkadaşına ihtiyacı vardır.
Ferhad bey bundan sonra masanın üzerinde
duran kalpağını alır ve hanın kapısından dışarıya çıkar.
Perde iner.
Bir çok idealleri düşüncelerinde birleştirerek oyun
yazan Kısakürek'in oyun kişileri de idealize tipler. Bu
kişilerin gerçek yönleri de olmakla beraber, kişileri
meydana getiren hamur idealizm. Ferhad bey hiçbir zayıf
tarafı, hatâsı, korkaklığı olmayan bir kahraman. Dürüst,
cesur, güçlü, akıllı… Bütün iri sıfatları yan yana dizince
Kısakürek'in Ferhad beyi vücut bulur. Kadın da öyle,
sanki tüm erdemler onda birleşmiş. ya yolcu, o da hep
iyi, hep yüksek, hep cesur. Oyunda hikâyesi anlatılan
Osman da tanrılara yakışan bir kahramanlığa, cesarete ve

370

yiğitliğe malik, Bu da oyunu melodrama yaklaştırıyor.
Böyle insanlar olmaları iyi. İnsan kavramı iyi ve kötü
tarafların çatışması ile vücut bulur. Oysa, Kısakürek'in
oyun kişileri ya çok iyi ya da çok kötü. Başka bir
deyimle. İnsan değil bunlar; yazarın özlemleri…
Tabiî bu insanlar da ona göre konuşuyorlar. İyi olanlar
kahraman gibi; mübalâğaya kaçan büyük sözler onların
düşüncelerini süslüyor. Konuşmalar komitecilerin
tanıtıldığı ikinci perdede daha iyi ve inandırıcı. İğreti
kalmıyor ağızlarında. Evet, Ferhad beyin konuştukları da
kişiliği içinde iğreti değil; ama oyununDramatik
süresince iğreti.
Necip Fazıl Kısakürek yarattığı ideallik havası
içinde,konuşmalardaki duygu ibresini de etkileyici
nemliliğin üzerine koyuyor.Bu yirminci yüzyılın
başlarından,hatta ondokuzuncu yüzyılın sonlarından
kalma bir alışkanlık.Patetik olarak seyircinin
duyganlığına yönelmek bu.Belki 1935 yılının seyircisi
bunu kolaylıkla kabul ediyordu..Ancak,Tohum’daki
dozun taşmış olması bugünün seyircilerine fazla
gelebilir,hatta oyun melodram gibi görülebilir.
Oyunun baş kişileri hemen hemen aynı tonda, aynı
düşüncede ,aynı duyganlıkta.Örneğin Yolcunun dedikleri
Ferhad Beyin dediklerine benzer.Ferhad Bey de aynı
özellikle konuşurlar.Bakın şu satırlara;
Yirminci asırda yaşadığımı unutuyorum.Maddenin ve
makinenin idare ettiği devir ,birdenbire ta öbür
başından sıcak bir iman şarkısı gelen bir kum çölü gibi
düzleşiveriyor.Ruh o çölün göklerinde seksen katlı
apartmanlara ve temiz telgraf direklerine çarpmadan
uyanmak tehlikesi olmasa.Yorgunluk ,kırıklık ve hiçlik
nedir o zaman anlayacağız diye korkuyorum.

371

Makine rüyamızı yutacak diye korkuyorum.
Makine,makine,Yirminci asrın ateş kusan
mabudu.İnsan onu koluna yardım etmek için
yaptı.Kolumuz beynimizin emrindedir.
Yardımcı ,yardım ettiği şeyin derecesini nasıl geçer?
Makineyi şahlandırdılar.Makine şahlandı.
Bu yukarıdaki sözler bir kişi değil,iki kişi tarafından
söylenir.Bunun ilk bölümü yolcunun,ikincisi Ferhad
Beyin sözleridir. “Makine,makine,Yirminci asrın ateş
kusan mabudu” sözü Ferhad Beyin konuşmasına
başlangıçtır.Oysa şöyle bir bakınca bu sözlerin bir tek
kişi tarafından söylendiğini sanırız.Zaten konuşan kimse
ne Yolcu ,ne Ferhat Beydir;Kısakürek’in
kendisidir.Kısakürek ,yukarıda da söz ettiğim gibi,kendi
düşüncelerini belirtmek için kişilerini yaratır;kişilerini
yaratmak için sözlerini seçmez.Platon’da Diyalog’larında
aynı amaca hizmet etmiştir.Tohum oyununda da ozanın
yaptığı şey başka bir şey değil.
Ozanın oyununu kurmak için seçtiği ana fikir eserin
adıyla başlar: Tohum. "Ruh tohumların tohumudur", der
Ferhad bey. Sonra da:
Biz bu ruhu tanımıyoruz. Anadolu nasıl duyar nasıl
sever, nasıl yanar, nasıl coşar, nasıl parlar, nasıl patlar,
nasıl yatışır, nasıl susar, nasıl düşünür, nasıl gider, nasıl
dönmez, nasıl ölür, biliyor muyuz? Bilemeyiz, çünkü o
ketumdur. Karanlık bir kuyuda yaşar gibi içinde yaşar.
İşte Türkler bu tohumu, bu ruhu unutmuşlardır.
Tohum "ağacına hasret çekiyor", der Ferhad bey.
Böyledir. Kısakürek burada önemli bir yaraya
dokunmaktadır. Osmanlı İmparatorluğunun en büyük
hatâsına, İmparatorluğu çökerten bir sebebe parmak

372

basmaktadır. Evet, Anadolu ulusuna hasret çekmekteydi
o vakitler. Belki hâlâ da çekmektedir.
Ozanın feryadı bu Tohumu unutmayalım, diyor.
Tohumu filizlendirelim, yapraklandıralım,
çiçeklendirelim, diyor. Bu oyun bu düşünceyle kaleme
alınmış ve hazırlanmış. Yalnız burada bir şey dikkatimi
çekti. Olay Maraş'ta geçer. Kişilerin çoğu Anadoluludur.
Buna rağmen oyunun havasında Anadolu havası
sezilmez. Anadolu ırak kalmıştır oyundan. Bu neden? Şu
sebebi ileri sürelim: Ozan düşündüğü şeye o kadar
kapılmıştır ki, uygun renkleri vermeğe pek önem
vermemiştir. O renkleri verecek yerde, o renklerin
adlarını saymakla yetinmiştir. Şöyle ki, sahneler için
hazırlanacak dekor Anadolu'yu işaret edecektir; yâni renk
iç akımla değil, dış etmenlerle sağlanmaktadır. Oyun
kişilerinin adı hancı, Şerife Teyze, birinci ağadır, ama
bunlar Anadolu havasını teneffüs etmemiş kuklalardır.
Onlar Ferhad bey karakterinin çevresinde dönen, onun
kişiliğini tamamlayan yedek parçalar gibidirler.
Necip Fazıl Kısakürek iki yıl kadar sonra yazdığı Bir
Adam Yaratmak oyunu ile Tohum'un sınırlarını aşmıştır.
Hem oyunun çatısı, hem sahneye uygunluğu önceki
oyunlarından daha üstündür. Ozanın bu oyunu yazarken
oyun yazma tekniğini değiştirmediği belli oluyor. Oyun
kişilerinin ideal tiplerden biraz daha uzaklaşıp gerçek
tiplere yaklaşması oyunun bir toplum dâvasını eşelemesi
ve ozanın bunları tıpa tıp yerine oturtması bana
ondokuzuncu yüzyıl naturalist'lerini hatırlatıyor. Bu
savımı belirtmek için naturalist'lerin eserlerini
hazırladıkları platformu burada açıklamak gerekli. Bunun
için on dokuzuncu yüzyıla kısa bir dönüş yapacağım.

373

On dokuzuncu yüzyıl devrimler çağıdır, Gerek
siyasal ve gerek bilimsel yenilikler, buluşlar bu devrin
başından sonuna değin uzanır. Önce 1776'da görülen
kıpırdanış 1789'da Fransız İhtilâlini başlatmış ve bundan
sonra 1830, 1848 ve 1871 ayaklanmaları olmuş böylece
siyasal yenilikler elde edilmiştir. Makineleşme yolu da
1765 tarihinde James Watt'ın buhar makinesini buluşuyla
açılmıştır. Ancak on dokuzuncu yüzyıl düşünüşüne en
çok etki eden bilginlerden biri Charles Darwin olmuştur.
Türklerin Kaynağı adını verdiği kitabında tabiattaki
varlıkların birbirleriyle devamlı bir çatışma durumunda
olduğunu belirten yazar, güçlü olanın zayıf olanı yok
ettiğini savunmuştu. Nitekim, İbsen Strindberg,
Wedekind gibi yazarlar bu çatışmayı ve zayıf olanın
yenilgisini oyunlarında belirtmişlerdir. İbsen'in
Hortlaklar oyununda güçlü olan tarafın zayıf olan tarafı
alt ettiğini görürüz. Bu oyunda yenik düşen Alving'ler,
üstün gelen ise toplumdur. Gene Nora'da kadın-erkek
çatışması ile bir tarafın yenilgisini izleriz. Strindberg
Baba adlı oyununda gene erkek-kadın çatışmasını
incelemiştir. O devrin düşünüşüne etki eden önemli bir
bilgin de Claude Bernard'dır. İnsan anatomisi üzerine
önemli bir kitap yazan bu bilgin de naturalist yazarların
kişilerini bir anatomist gibi ele almalarına sebep
olmuştur. Goncourt kardeşler, Zola gibi yazarlar insan
kavramını teşrih masasına yatırıp bir bir inceleme yolunu
tutmuşlardır. On dokuzuncu yüzyıl düşüncesini etkileyen
daha bir çok önemli kişiler ve olaylar var. Ancak bizim
için bu ikisi yeterli. On dokuzuncu yüzyıl olumlu bilime
doğru kaydığından her şeyi akla dayandırmakta
buluyordu kurtuluşu. Bunun için Hıristiyanların kutsal
kitabında Darwin'in kuralları üzerine şüpheyle

374

karşılanmağa başlamıştı. O çağın yazarları böylece insanı
teşrih masasına yatırmış ve tek tek her türlü inceleme
amacını gütmüştür. Bundan başka, iki gücün çarpışıp da
bir tarafın üstün gelmesi bir yönden eski "kaderci"
tutuma karşıt bir çıkış olmuştur.
İbsen Hortlaklar'da Alving'lerin toplumun sınırlı baskısı
altında yittiklerini belirtir. İşte buna yakın bir yolu Necip
Fazıl da tutmuş.Oyunun kahramanı Hüsrev, çatışma
halinde olduğu toplum karşısında yenik düşmüş ve
nihayet yitmiştir. Kısakürek naturalist'lerin önemsediği
anatomik yöne de eğilmiştir. Husrev karakterini teşrih
masasına yatırıp incelemiştir. Bu yönlerden Kısakürek'in
bilhassa bu eserini naturalist akım içine sokuyorum.
Ancak, ozanın bir de, "kaderci" yönü vardır ki, bu zaten
oyunun gelişimine ve türüne uymamaktadır. Sırası
gelince bunu da ele alacağım.
Bir Adam Yaratmak ilk kere 1937-38 kışında
İstanbul Şehir Tiyatrosunda oynanmıştır. Eser Kısakürek
tarafından Muhsin Ertuğrul'a adandığından oyundaki
Husrev rolü de bu sanatçı tarafından canlandırılmıştır.
Bu oyunun İbsen'in Hortlaklar'ını andırdığını
söylemiştim. Bu yalnız tutum yönünden böyledir. Yoksa
Kısakürek'in çalışma sistemi tam başkadır. İbsen
oyununda yarattığı kişilerin her birini iyice tanıdıktan
sonra yazmağa başlar. O bütün oyun kişilerine önem
verir. Çünkü Kısakürek böyle değil, o bir tek kahraman
seçiyor kendine ve yalnız o kahramana önem veriyor.
Onun çevresinde dönenler ancak tamamlayıcı niteliği
olan kişilik kazanmamış kimseler. Tohum oyununun da
en büyük kusurlarından biri bu. Orada da Ferhad Bey'in
üzerinde durulmuştur. Öbür kişiler bu merkez karaktere
göre uygulanmıştır. Bir Adam Yaratmak'ta ikinci önemde

375

olan kişiler biraz daha açıklık kazanmışlar. Her ne kadar
boyut kazanmışlarsa da bu boyutlar üzerinde işlenmemiş.
Husrev'den başka Şeref ve Nevzat gibi önemli kişiler
üzerinde gereğince durulmamış. İşte, Kısakürek'in teşrih
ameliyesi bunun için yer yer kısır kalıyor. İbsen olsun
Strindberg olsun, her yarattıkları karakterleri yakından
tanırlar ve incelerler. Kısakürek yalnız Husrev'le
yakından ilgileniyor. Oysa İbsen her karakterle tek tek
ilgilendiği için oyununda bir görüntü bütünlüğü veya
estetiği açık seçik beliriyor. Kısakürek yalnız merkezdeki
karakter ile ilgilendiğinden bu bütünlük görülemiyor.
Dramatik gücün iyi yolda sağlanması için karakter
ilişkilerine dikkat etmek gerekli. Bunun için her karakteri
ölçüp biçip bir karakterler arası akım yaratmak istenir.
Kısakürek yalnız bir karakter üzerinde durduğundan
Husrev'in dramatik akım dışı kalan bu gibi sıçramaları da
oyunun bütünlüğünü zedeleyen şeyler.
Oyunun konusu kısaca şu: Husrev son yazdığı oyun
ile üne erişmiş bir yazardır. Eseri dillerde dolaşmakta ve
herkes tarafından beğenilmektedir. Yalnız bir sahne bir
kısım seyircilere inandırıcı gelmemektedir. Husrev'in
yazdığı oyunun kahramanı annesini bir kaza kurşunu ile
öldürmüştür. Husrev bunun olabilecek bir şey olduğunu
göstermek için aynı sahneyi tekrarlar. Onu
dinleyenlerden biri olan Ruh doktoru Nevzat'ın
tabancasını ister ve oyundaki kahramanın şarjörü nasıl
boşalttığını gösterir. O sırada tabancanın namlusu
Husrev'in annesi Ulviye üzerine çevriktir. Tabancanın
şarjörünü çıkarttığından emin olan Husrev tetiği çeker. O
sırada genç bir kadın olan Selma kahve fincanlarını
toplamak için yerinden kalkmıştır ve Husrev'in annesine
dönük olan tabancadan çıkan kaza kurşunu Selma'yı

376

vurur. Selma ölür. Bu olay tıpkı Husrev'in kendi
eserindeki olaya benzemektedir.
İkinci perde başladığında Husrev derin bir keder
içindedir. Çok sevdiği Selma'yı kaza olarak öldürmesi
onu kemirmiştir. Düşünceleri onu gittikçe yitirmektedir.
Bu arada kendilerinin menfaati için Husrev'in gazeteci
arkadaşı Şeref olayı allandıra ballandıra gazetesine yazar.
Arkadaşının kederine hiçbir saygı göstermez. Öbür
yandan, Ruh doktoru Nevzat böyle ünlü bir yazarı kendi
hususî kliniğine yatırmakla iyi bir reklâm yapacağını
düşünür ve Ulviye'ye oğlunu hastanesine yatırması
gerektiğini söyler. Buna karşı koyan Husrev'e karşı Şeref
de Nevzat da cephe alır.
Üçüncü perde başladığında Husrev şehirden kaçıp
eski yıllarına gelmiştir. Bu yalının bahçesindeki incir
ağacına babasının kendisini astığını bilir. O da aynı şeyi
yapacaktır. Ancak Ulviye önceden tedbir alıp ağacı
kestirmiştir. Yalıda saklanması çok sürmez. Nevzat ile
Şeref onu tımarhaneye götürmek üzere gelirler. Husrev
artık karşı koymaz ve onlarla tımarhaneye yollanır.
Oyunun son sahnesi şöyledir:
Husrev: Allaha ısmarladık, anne!
Ulviye: Husrev! Sen gidersen öldürürüm kendimi.
Husrev: (En hazin tonla) Anne! Bırak beni bu
cemiyet içinde yaşamayım. Bir kolumda sen, birinde
Selma tımarhanede ölmek istiyorum.
..............................

Ulviye: (Başını kaldırmış çığlık koparıyor)
Evlâdım! Gitme, gitme!

377

Husrev: (Durur, başını arkaya çevirir) Ne yapayım
anne? Kestiniz incir ağacını!
Ve oyun biter.

Husrev'in toplum ile yaptığı mücadele onun
yenilgisiyle son bulur böylece. Husrev bütün zekâsına,
dürüstlüğüne rağmen kötüye yenilmiş, yok olmuştur. Bu
tıpkı Strindberg'in Baba oyunundaki Yüzbaşının başına
gelenlere benzer. Olumlu ve dürüst bir bilim adamı olan
yüzbaşı cahil Laura'nın ördüğü ağa düşmüş ve sonunda
deli gömleği içinde ölmüştür. Kötünün iyiyi yenmesi,
yanlışın doğruyu yenmesi, yanlışın doğruya üstünlüğü,
bilimin cehalete yenilgisi... İşte Kısakürek de bu temayı
işliyor.
Gene, İbsen'in Hortlaklar'ında genç Alving toplumun
bir takım töreleri ve sınırlamaları yüzünden delirerek
ölür. Oysa topluma zararlı olmayacak bir küçük
sanatçıdır. Düşüncelerinde dürüsttür. Ama cehaletin etki
ettiği toplum içinde o da yitmeğe mahkûmdur.
Kişi-toplum ilişkisi on dokuzuncu yüzyılın rasyonel
düşünce yönetimi içinde yazarları gittikçe çok daha
meşgul eden bir mesele olmuştur. Bilhassa, naturalist'ler
bu mesele üzerinde çok durmuşlardır. Emile Zola
Therese Raquin'de, Wedekind hemen bütün oyunlarında,
Hauptmanın Kunduz Kürk, Rose Bernd, Dorothea
Angermann gibi daha bir çok sahne eserlerinde, İbsen
Brand'dan sonraki yapıtlarında hep bu kişi-toplum
ilişkisini incelemişlerdir.
Bir Adam Yaratmak bu yönden de naturalist'lerin
başladığı tutumun bir devamıdır. Ozanı naturalist'lerden
biraz uzaklaştıran "kaderci" inancıdır. Husrev'in tıpkı
oyundaki gibi bir kaza kurşunu ile sevdiğini öldürmesi,
tıpkı babasının yolundan giderek yitmesi hep "kaderci"

378

düşünüşün örnekleridir. Naturalist'lerde bir kimsenin
sonu sıkı sıkıya kendi hareketlerine ve çevresine bağlıdır.
Husrev'in sonu ise yarı yarıya kadere dayanır. Ancak
elinden kaza çıktıktan sonra yöneldiği yol kendi
hareketlerine ve çevresinin tutumuna bağlıdır.
Kısakürek'in bu eserleriyle en çok başarıya ulaştığı
şey konuşmalarda bir dereceye kadar ekonomi sağlanmış
olmasıdır. Her ne kadar söylevci tutumunu tamamen
bırakmamışsa da, onun daha kesin ve kısa konuştuğunu,
düşüncelerini daha kestirmeden belirttiğini izleriz.
Tohum'da gördüğümüz o yılan masalı gibi uzayan ve
döne döne tekrar aynı noktaya gelen konuşma sistemi bu
oyunda yoktur. Bu da Kısakürek'in iki yıl içindeki büyük
gelişimini gösterir.
Kısakürek bir başka yönden de ustalaşmıştır. Bu
oyunda. Eserin dramatik gücünü sağlıyacak imajı
sağlanmış düzenli bir şekilde Örneğin, daha eserin ilk
başlarında "ölüm" imajı ile karşılaşırız ve bu oyun
ilerledikçe koyulaşarak bizi Husrev'de kalıplaşan
düşünceye götürür. Birinci perdenin altıncı sahnesinde
Hüsrev'in aktör arkadaşı Mansur sorar:
Hüsrev: Notlarda nereden bahsediyorsun?

Ölümden.

Mansur: Kafan bir arı kovanı gibi hep ölüm
ihtizazlarıyla dolu. Hep ölümle meşgulsün.
Ozan bundan sonra yaklaşan adımlarını hissettirecek
şekilde şu konuşmayı hazırlar:
Husrev: Saat kaç kızım?
Hizmetçi: Beş buçuk efendim.

379

Husrev: (Kendi kendisine) Ne de çabuk geçiyor
saatler!
Bunlardan başka oyunda sık sık geçen incir ağacı motifi
hep bu ölümsel sona hazırlıktan başka bir şey değildir.
Husrev'in kaza kurşunu ile Selma'yı öldürmesi ile "ölüm"
imajı oyunun tüm havasına hâkim olur. Böylece
Husrev'in yuvarlanışı hızlanır. Sonra ölüm havasını
belirten bir unsur daha var. Sahneler hep yarı aydınlık,
yarı karanlık odalarda geçer. İkinci perde dar bir
apartman katında, daha loş bir odaya açılır. Bu perdenin
havası daha ağır, daha karanlıktır. Nihayet, üçüncü perde
gece karanlığına girer. "Mevsim kış, vakit gece ve oda
karanlık"tır. Daha sonra Osman
305
gelip şömineyi yakacaktır. Husrev içten bir karanlığa
gömüldüğü gibi dıştan da günden geceye yollanır.
Kısakürek sahneleri de bu "ölüm" imajına olan
yaklaşmayı belirtecek şekilde düzenlemiştir. Bu da onun
dramatik yolda ustalığa doğru gittiğine bir delildir.
Bir Adam Yaratmak oyununda yazarın bir türlü
sıyırıp atamadığı yön Husrev'in bir örnek adam olma
eğilimidir. Her ne kadar Husrev Ferhad bey kadar
idealize edilmemişse de onun yazarı tarafından
mabudlaştırıldığı sezilebilir. Husrev her yönden ideal bir
kimsedir. Ancak toplum kötüdür ve o bu kötülüğün
kurbanıdır. Husrev bey çevresindekilerin hepsinden
üstündür. Bu biraz da yazarın öbür oyun kişilerini birer
yardımcı unsuru olarak kullanmasından doğuyor. Eğer
yazar öbür kişileri de oyunun kahramanı kadar işleseydi
bu dengesizlik görünmeyebilirdi. Yazarın böyle bir tek
kişiye saplanmasına başka bir sebep daha var. Kısakürek,
her vakit bir tez öne sürmeği benimsediğinden ve

380

düşündüklerini bir tek kişinin ağzından veriyor, böylece
öbür kişilere söyleyecek pek fazla bir şey kalmıyor.
Zaten, biraz yakından bakılacak olursa Husrev
karakterinde yazarın kendini idealize ettiğini sezeriz.
Kısakürek'in bir özelliği de birinci perde içinde
sergilemeyi yapıp hemen meseleyi ortaya koymak.
Böylece, birinci perde içinde gerilim son noktasına kadar
çıkıyor, aksiyon yükseliyor ve birinci perdenin bitmesiyle
aksiyon düşmeğe, esele çözülmeğe başlıyor. İkinci
perdeden sonra yazar düşüncelerini daha rahat ortaya
koyuyor ve sonucun sebeplerini bir bir açmağa doğru
yöneliyor. Tohum acemice yazılmış bir oyun olduğundan
değişim noktası birinci perde bitmeden görülür. Bu
oyunun 6. Sahnesindedir. Şerife teyze Osman'ın karısının
çeteciler tarafından kaçırıldığını söyler. İşte o andan
itibaren aksiyon düşmeğe başlar. Bir Adam Yaratmak'ta
gelişim daha düzenli ve iyidir; değişim noktası birinci
perdenin sonunda, Husrev'in kazaya Selmayı vurduğu
andır. Bundan sonra aksiyonda bir düşme görülürse de bu
Tohum da olduğumdan daha yavaş ve düzenlidir. İki
oyun birbirleriyle kıyaslandığı takdirde Bir Adam
Yaratmak öbüründen dramatik yönden çok daha
üstündür.
Ancak Kısakürek'in oyunları bu yüzden sıkıcı olabilir
sahnede.Çünkü en yüksek noktaya oyunların başında
erişilmekte ve bundan sonra gerilim azalmakta ve çoğu
vakit sonucun ne olacağı sezilmektedir. Bence yazar
sahneden çok kendi düşüncelerine önem veriyor. İşte
onun bu tek taraflı kaygusu oyunlarının dramatik gücünü
azaltıyor.
Kısakürek'in düzeni modern oyunların gelişim düzeni
içine giremez. Böyle değişimin ilk başta olması yalnız

381

klâsik Yunan tragedyalarında izlenir. Kral Oidipus buna
çok iyi bir örnektir. Değişim noktası daha ilk başta
meydana gelir ve oyunun sonuna kadar aksiyon düşmekte
devam eder. Ne var ki, bu oyunlarda doku o kadar sıkıdır
ki, oyunun sonucu sezilince bile dramatik gerilim
kaybolmaz. Oyunun baştan sona olan gerilimi
kaybolmaz. Oyunun baştan sona olan gelişim süresi
yoğun bir dramatik akımla doldurulmuştur. Sophokles
oyunu hikâyenin sonundan başlar ve dramatik aksiyonu
bir günden az bir zamana sıkıştırmakla yeterli yoğunluğu
elde etmiştir. Oyun başladığında Oidipus ondan önceki
kralın katilini bulmak için harekete geçer ve kısa bir
zamanda araştırmasını derinleştirerek o katilin bizzat
kendisi olduğunu anlar oyunun sonunda. İşte bu
araştırmanın döne döne Oidipus'u kendi hazırladığı
girdaba sürüklemesi bu tragedyanın esasını kurar. Klâsik
tiyatro kuralları gereğince büyük bir kişi yaşantısının
zirvesinden yavaş yavaş alçalarak yerle bir olur. Yarı
tanrılaşmış bir insan olduğunu anlamıştır.
Kısakürek'in Husrev'i de işte böyle klâsik bir
tragedya kahramanının kaderiyle bezeli. Bugünün
elbisesini giymiş klâsik çapta bir kahraman Husrev.
Sophokles konumun süresini ne kadar sıkı bir şekilde bir
günden az bir zaman içine sığdırmışsa Kısakürek de
konunun süresini o kadar uzatmış beş altı ayı kaplayarak
oyunun örgüsünü gevşetmiştir.
Bugünün yazarlarında değişim noktasını oyunun sonuna
alma eğilimi var. Modern sahne eserlerinin hemen
hepsinde bu çapa açık seçik görülüyor. Yirminci yüzyılın
en büyük yazarlarından biri olan O'Neill bu eğilimde olan
yazarların başında gelir. Buna sebep olarak da modern
oyun yazarlarının oyunlarını daha girift bir yolda

382

düzenlemesinde bulabiliriz. Çeşitli yönlerden gerilimi
sağlayarak ve mümkün olan en yüksek titreşimi elde
ettikten sonra birden çözmek ve böylece seyirci
üzerindeki etkiyi derinleştirdikten sonra, seyirci bu
gerilimden kurtulmadan, oyunun sonuna getirmek
düşüncesi bunun en belli başlı sebebidir.
Necip Fazıl Kısakürek tiyatro sahasında işlenmemiş
bir cevher olarak kalmıştır. Bugün Bir Adam Yaratmak
her ne kadar iyi bir eser olarak görülebilirse de dram
tekniğinin kusurlu olması yüzünden yazarını usta bir
oyun yazarı durumuna getirmemiştir.
Bütün herşeyin yanında Kısakürek'i kısırlaştıran en
önemli yönlerden biri onun bir söylevci gibi bu işe
başlaması ve oyunu düşüncesine araç edinmesidir. Oysa,
her şeyden önce sahneyi ve seyirciyi göz önüne almağı
kendisine iş edinseydi Türk tiyatro yazarlığı sırtı yere
gelmez, çok iyi bir yazar kazanabilirdi. Kısakürek
gözlemi olan bir kişi çünkü. Bunun yanı sıra sanatçı
duyganlığı da zengin. Her oyununda ahlâk dersi verir bir
ilk okul öğretmeni tavrını takınması ona çok şeyler
kaybettirmiş. Yazarın öbür oyunlarında da aynı kayguyu
ve amacı gayet iyi görebiliriz.
(Necip Fazıl Kısakürek / A.Arif Bülendoğlu - İst. 1968)
TOHUM / Selami İzzet SEDES
"Mektup şöyle diyordu: Erkeksen yarın gece
gelirsin…" Maraş civarında bir han. İhtiyar hancı genç
bir yolcuya işgal facialarını anlatıyor. Arslan gibi
delikanlı Osmana bir mektup göndermişler, o da kalkıp
komitecilerin davetine gitmiş; öldürmüşler. Maraş iç ve
dış düşmanların elinde. Ortalık kan ve ateş ve bu

383

badirede herkesin ağzında Ferhad Bey ismi. Sevilerek ve
sayılarak anılan bir isim. Yolcu bu Ferhad Beyi görüp
tanımak istiyor.
Öldürüleceğini bildiği halde, kardeşini tek başına
komitecilerin kucağına gönderen bu yiğit, vatan sever
insan kimdir?… Kapı çalınıyor, Ferhad Beyin iki adamı,
gelip onun bulunduğu odaya giriyorlar. Sonra telâşla bir
kadın giriyor, hancı onu başka bir odaya alıyor. Bu aralık
Ferhad Bey çıkıyor, genç yolcuyu görüyor: "Kimsiniz?"
Yolcu esaretten dönen bir İstanbulludur.
Konuşurlarken hancı yanlarına geliyor. Komiteciler
hanımı kaçırmışlar. Hanım Ferhad Beyin yengesi,
öldürülen Osmanın karısıdır. Ferhad tek başına
komitecilere gideceğini söylüyor ve genç yolcuya şu
kâğıdı yazdırıyor: "Meyhaneci reise: Bu gece on ikide
geleceğim" ve yolcu ile bu pusulayı gönderiyor.
İkinci perde:
Reisin meyhanesi, Komiteciler rakı çatıştırıyorlar;
hanımın, reisin evinde olduğunu öğreniyoruz. Ferhad
Beyin geleceğini haber alıyorlar. Ferhad Bey taraflısı bir
çocuğa işkence yapıyorlar, boğazına bıçak dayıyorlar,
bodruma götürüp tabanca ile öldürüyorlar, sazla Kozan
havası çalıp söylüyorlar, Ferhad Beyi ürkek ürkek
bekliyorlar. Geleceğine reisten başkası inanmıyor.
Tam on ikide kapı açılıyor, Ferhad Bey giriyor.
Tavandaki lâmbayı koparıp atıyor, ortalık zifiri karanlık
oluyor. Feryadlar…
İşte bu kadar.
Üçüncü perde:

384

Ferhad Beyin bir adamıyla yolcu konuşuyor. Reis ölmüş,
yolcu bu cesedle yolculuğu anlatıyor, hancı Hanımla
dertleşiyor. Ferhad Bey reisi dağa kaldırınca Fransızlar
kadını geri vermişler. Amma artık Ferhad Bey yüzüne
bakmıyormuş. Kimseler onun yüzüne bakmıyormuş.
Irzına geçildi sanıyorlarmış, halbuki ona kimse el
sürmemiş…
Bundan sonra Ferhad Beyle yolcu yalnız kalıyorlar.
Ferhad genç yolcuya hayatta maddenin değil, ruhun
hâkim olduğunu ve sır saklamak lâzım geldiğini anlatıyor
ve ona İstanbul’a dönmesini söylüyor. Genç yolcu
odasına çekiliyor. Hanım geliyor. Anlıyoruz, ki hanım
Osmanı değil, kayınbiraderini sevmiştir ve Ferhad da
yengesine aşıktır. Fakat tam eflâtunî bir aşk. Hiçbir
zaman ilân edilmemiş ve ilânını da istemiyor… İşte
böyle konuşurlarken silâhlar patlıyor, Maraş düşmandan
kurtulmuş, herkes sevinç içinde… Yolcu da yola çıkmak
üzeredir. Ferhad Bey: "Bu hanımı da beraber alınız, bir
arkadaşa ihtiyacı var" diyor.
Tenkid:
Birinci perde, vak'ayı iyi, anlatması ve teknik
itibariyle eserin en kuvvetli perdesidir. Yalnız bu perdede
insan, Ferhad Beyin gösterdiği garip yiğitliğe biraz
şaşıyor: Ne diye sanki komitecilere tek başına gidiyor?
Bu merak ikinci perdede siliniyor. İkinci perdede
müellifin bize gösterdiği komiteciler birer sarhoşturlar;
ancak küçük bir çocuğa kabadayılık gösterip işkence
yapan sonra öldüren gemi arslanlarıdır. En ufak
pıtırtıdan, tabak kırılmasından ödleri patlar. Ferhad Bey
bunu bildiği içindir, ki tek başına bunlara baskın yapmak
istemiştir.

385

Bu, vak'ayı mizah tarafından görüştür. İşi ciddîye
almanın imkânı da pek yoktur. Ferhad Bey oraya bir
pazarlığa gitmiyor, ki onu beklesinler ve içeri girmesine
vakit bıraksınlar. Mademki daha eşikten ayak atar atmaz
öldüreceklerdir, neye yolunu bekleyip pusuya
düşürmüyorlar? Müellifin seyircileri heyecana düşürmek
için baş vurduğu çareler faciadan ziyade vodvile
kaçmıştır.
Pala bıyıklı, kan çanağı gözlü, dişlerine kadar silâhlı
adamların, fare pıtırtısından korkmaları da sadece
gülünçtür. Bu perdede çalınıp söylenen Kozan havası
lüzumsuzdu denemezse de - denebilir ya - her halde
lüzumundan çok fazla uzundu, ve perde kapanışı çok
hatâlıydı. Bu perde doğrudan doğruya kalabalığa hitab
eden perdedir. Ferhad Bey geliyor, lâmbayı koparıyor,
zifiri karanlık oluyor. Feryadlar… Seyredenlerde sürekli
alkışlar… Bu alkış arasında sahnenin aydınlanacağı ve
neticenin görüleceği bekleniyor. Işıklar yanıyor, perde
kapanmış… Ve salonda garib bir inkisarı hayal ile tıs…
Netice üçüncü perdede anlaşılıyor: Ferhad Bey reisi
dağa kaçırmış, Fransızlardan yengesini istemiş, ve gene
sualler zihinleri kurcalamağa başlıyor: Dokuz on
haydudun inine sokulup reislerini kaçıran Ferhad Bey,
doğrudan doğruya reisin evini basıp yengesini alsaydı,
yiğitliğinden ne eksilirdi? Ve yengesini sevdiği
anlaşılınca şahsiyeti bütün bütün bulanıyor: Demek
kardeşini bunun için tek başına komiteciler bucağına
götürüp öldürtmüş; ölsün de karısı bana kalsın diye…
Amma hayır, çünkü onu istemiyor. Neden?
Komitecilerden arta kaldı diye mi? Bu da olabilir. Filvaki
kadın kendisine dokunulmadığını söylüyor. Fakat öyle
bir mistisizm içindeyiz, ki ve bu mistisizmin öyle septik

386

bir havası var, ki Ferhat Beyin bu söze de inanmak
istemediğine hükmedebiliriz.
Böyledir de, neden hayatını tehlikeye koyup kadını
kurtarıyor? Irz meselesidir bu. Kardeş karısının ırzını
kimseye teslim edemez. Ya ne diye o genç yolcuya
kadını, yol arkadaşı olarak veriyor? Hem Ferhad Bey
sahiden vatan sever bir adam mıdır? Son perdeye kadar
öyle. Fakat son perdede, hayatı pahasına kurtuluşuna
çalıştığı Maraş kurtulunca, sevgilisinden ayrılıyor diye
sevinemiyor, bilâkis yeis içinde kalıyor.
Âşık mıdır? Üçüncü perdenin başından sonuna kadar
evet, sonunda hayır. Çünkü sevgilisini bir gence durup
dururken teslim ediyor. Frenk diyarlarında yedi yıl
kalmış, çok okumuş bir adam olmasına rağmen Ferhad
bence budaladır. Ne idiğü belirsiz bir adama, o genç
yolcuya, merhaba der demez açılıyor, içini döküyor,
itimat ediyor. Bu bönlükten ve kendisinin pişkin
olduğunu söylemesine rağmen, toyluktan başka bir şey
midir?
Tohumda anlatılmak istenen Ferhad, kendi zaviyesi
içinde, kendi gönlüne saklanarak, sırlarına bürünerek
hislerini geviş getirip yaşayan bir adamdır. Böyle bir
adam harekete geçtiği anda meczub bir mahlûk olur.
Ferhad Bey meczub mudur?
Nasıl oynadı?
Bu sualin cevabını Ferhadı oynayan Muhsinden
aldık. Muhsin Ferhadı tam aklı başında bir adam gibi
oynadı. Müellif Ferhadın karakterini tebellür
ettirememişti. Muhsin, ilk defa müellifin çizdiği sınırda
kaldı ve o da derisine girdiği şahsı canlandıramadı.
Muhsini ilk defa bu eserde seyredenler için Ferhad bey
rolü büyük muvaffakıyetle oynanmış, hakkıyla başarılmış

387

bir roldür. Fakat bizim gibi, Muhsini sahnede görmek
fırsatını kaçırmayanlar, onun her yarattığı tipi incelemiş,
onun yarattığı tiple beraber yarattığı âlemde yaşamış
olanlar Ferhad rolünde Muhsinin tereddüdünü
gözlerinden kaçırmamışlardır. Ferhad Bey Muhsini
şaşırttı ve Muhsin Ferhad Beye ısınamadı: "Ben ona
gussa ol bana mihnet, müteneffir ben ondan ol benden!"
Evvelâ yumuşaktı. Yumuşaklığın basitlik derecesine
vardığını anlayınca sertleşti. Sertleşince sesinin tonunu,
hareketinin ölçüsünü kaybetti ve nihayet üçüncü perdede,
Hanımla aşk, Yolcuyla felsefe sahnesinde bize Ferhadı
sevdirebildi; Ferhadın nihayet cezbesine yakalandık.
Hancı rolünde Galib: Yirmi beş senelik sahne
hayatında ne yaptın? denildiği zaman Tohumda hancıyı
oynadım diyebilecek bir yaratış gösterdi. Filvaki piyeste
karakteri belli edilmiş yegane şahıs hancıydı, Galip bu
şahsiyeti hakkıyla canlandırdı.
Neyire Neyir Şerife kadın rolünde, hanımın nasıl
kaçırıldığını öyle bir anlattı, ki kırk yıl sonra, Tohumu
bugün seyredenlere: Hanım nasıl kaçırılmıştı? diye
sorarsak muhakkak ki cevab verirler ve anlatırlar.
Hanım rolünü oynayan Semihaya gelince: Semiha hiç
şüphesiz sahnemizde en iyi, en güzel en pürüzsüz
konuşan kadın sanatkârdır. En büyük meziyeti değişme,
metamorfoz kabiliyetidir. Operette güzel şarkı söyleyip,
çok kere lüzumsuz kırıtarak oynıyan Semiha ile
Tohumun hanımını temsil eden Semiha tamamıyla başka
bir sanatkârdır. Fakat bu eserde affedilmeyecek bir
kusuru vardı: Hissi kıttı. Bilhassa son perdede, Ferhad
Beyin sesi dolgun, gözleri yaşarmış, onu yolcuya
bıraktığı zaman acı ve hıçkıran sözlerini,ifadesiz, cansız,
mimiksiz dinledi. Bu düzelmesi elzem bir hatâdır.

388

Son söz
Tohum, amatör sahneleri için mükemmel bir eserdir,
Halkevi temsil kollarında oynanmalıdır. Büyük sahne
eseri değildir.
Birinci perdedeki "Eyüp sabrı" meselesi ile başlayıp
sabırın anlatılışı, üçüncü perdenin tekmil tiradları
kuvvetli ve kudretli bir şair kaleminden çıkan, insanı
teshir eden, büyüleyen, başka bir âleme götüren birer şiir
parçalarıdır. O sözleri dinlemek, edebiyat severler için
doyulmaz bir zevktir. Muhakkak ki Necib Fazıl değerli
bir şair ve değerli bir nâşir; bilhassa şair. Ferhad Beyle
Hanım da onun şiirlerinden fırlayan insanlar… Son perde
kapandıktan sonra muhayyilemde yaşattığım Ferhad,
Necibin şu manzumesini okuyordu:
Ne olurdu bir kadın, elleri avucumda,
Bahsetse yaşamanın tadından başucumda,
Mırıl mırıl, mırıl mırıl!…

Ve Hanım mırıldanıyordu:
Kim bilir nerdesiniz, geçen dakikalarım,
Kim bilir nerdesiniz?.
Yıldızların korkarım, düştüğü yerdesiniz,
Geçen dakikalarım…
(Tiyatro Konuşmaları)
"TOHUM" ve ANADOLU / Peyami SAFA
Necip Fazılın "Tohum" adlı harikasını gördükten
sonra eserin felsefesi ve temsili hakkındaki fikirlerimi
Tan gazetesinde yazmıştım. İçinde tam bir kâinat
vizyonunun bütün unsurlarını taşıyan büyük kategoride
piyesler, her sınıf düşünceyi ayrı ayrı mihraklardan

389

harekete getirmek kabiliyetinde oldukları için Tohumu
bir başka tarafından anlamaya çalışmak istiyorum.
Necibin eserinde Millî Mücadele sadece mazlum bir
milletin emperyalizme karşı ayaklanması ve Anadolu,
sadece bir istihsal perspektifi içinde mütalaa edilecek
alelâde bir toprak yığını, ruhsuz ve şapşal bir tabiat
parçası değildir. Zekâyı maddeden kaidesi üstüne kaskatı
bir idrak cihazı gibi oturtan materyalist görüşü
parçalayarak bu maddenin dibini ve ruhunu eşeleyen
Necip Fazıl, silâhın silâha değil, kendi muhtevasını
seferber etmiş bir kahraman ruhunun bütün bir kavga
endüstrisine karşı çakarak onu nasıl mağlûp ve kepaze
ettiğini göstermek suretiyle ruhun topa tüfeğe, gizlinin
açığa, sırrın bedâhate, namerinin meriye, kavranmıyan
yakalanmayan mahiyetin tutulan ve dar bir idrakte
zincire vurulan sathî realiteye galebesini ilân, telkin ve
ispat etmiş oluyor. Bu yepyeni idealist görüşle Anadolu
bir seyyah fotoğrafının filme çektiği standardize bir dere
tepe, yayla, toprak manzarası değildir. Basit ve geçici
gözün gördüğü Anadolu’nun altında bir de görünmeyen,
hakiki Anadolu vardır. Bakınız, işte, üçüncü perdede
Anadolu’nun ezelî ifadesi, kaval, size uzaklardan bu
görünmeyen Anadolu’nun içini söylüyor. Bu sesin
mantığı materyalist mantık mıdır? Bu sesin içindeki
mânanın riyaziyesini tayin etmek kabil midir? Hayır…
Bu içeri plân, çizgi, fotoğraf, dar bakışa sığmaz. Fakat
Necibin piyesinde içinden dağlar geçen göz deliğinden,
içinden deve geçen iğne deliğinden daha küçük bir
cevhere, Tohumun cevherine bütün bir kâinat sığar.
Anadolu’yu anlamak, mevzuu anlamaktır. Nitekim her
şeyi anlamakta yine Tohumun beşerce mümkün
olabilecek en geniş idrakine varmak demektir.

390

(Hafta mecmuası sayı: 4 - 1935)
ASMALIMESCİT 71 / Fikret Adil
Ahlak telakkileri, dar burjuva zihniyetinin, taflanlarla
örtülü olduğu için görünmeyen harap duvarlarının
ilerisini aşamayanlar için, Necip Fazıl anlaşılmaz birisi
idi.
Onu tanıdım zannedenler, Necibi yer yüzünde nesli
tükenmiş garip bir hayvan gibi telakki ederler,
anlayamadıkları ıstırapları, hırçınlıklarının duyamadıkları
sebepleriyle eğlenirlerdi.
Filhakika nasıl bir "Picadilly" dandisi murabahacılar
muhitinde yabancı kalırsa, Necip Fazıl bu muhitte o
kadar yalnızdı ve etrafına mütemadiyen kendisinden
vermeyi tabii sayardı. Yalnız bu verdiği ekseriyette
reddedilirdi.
Necibin asıl olan tarafını herkese tanıtmak istiyorum
burada onun romanlaştırılmış hayatını yazacak değilim.
Sade onu yazılanlardan sezemeyenlere izaha çalışacağım.
"Yeryüzünde yalnız benim serseri
Yeryüzünde yalnız ben derbederim
Dünyada herkesin varsa bir yeri
Ben de bütün dünya benimdir derim."
Diyen Necip, her şeyden evvel çok hotgamdır. Bir
gün köprüden geçerken ona sormuştum:
-Acaba her lisanda mevcut ve tanınmış bir isim var
mıdır?
Kemali ciddiyetle cevap verdi:

391
-Evet: Necip Fazıl.
Hiç ezberlemek hassam olmadığı halde onun
şiirlerini daha yazılır yazılmaz kendiminmiş gibi bilir,
hatta, bazan yarım kalmış bir mısraını omuzundan
okurken tamamlar gibi olurdum.
Alakamın hayranlığı, hayranlığımın alakasını
uyandırır, ve, Necibi, böyle, "olduğu gibi" ve onun için
severdim.
Kendisiyle olan münakaşa, hatta kavgalarımızın bir
bilançosunu yapmak benim için ne kadar gayri kabilse,
bunların şiddetli geçişleri esasen onları bana
unutturmuştur.
Necibin şiirlerinde, unutulmayan, sabah rüyalarından
hatırlayamadığımız, içleri serin bir temizlik akıtan, teselli
edici bir elem vardır. Daha ilk şiirlerinde:
"Kalbim yırtılıyor her nefesinde
Kulağım ruhumun kanat sesinde"
diyen Necipte kendimizi buluruz. Ruhumuzun kanat
sesini hangimiz ateşli yastıkta başımızın yerini
değiştirirken duymadık?
Yazımda, tıpkı eski üdebanın bir parşömen kağıdını
doldurduktan sonra nokta yerine serptikleri kadar çok
ismi geçen Necip Fazıl klasik bir şairdir. Ve şayet
"Klasik" en basit manasiyle "nümune ittihaz edilebilinir,
küçük ve büyük bir ekseriyetin, kendi telakkilerine göre
ayrı ayrı tadabilip anlayabilecekleri "eser"den başka bir
şey değilse şüphesiz Necip Fazıl'da öyledir.
"Otel odaları"nı okuyan edip kadar, ıstıraplarını
yattığı tonostan aşağıda dövülen hevengi anlatan helvacı
çırağı da müteessir olur.

392

Memleketimizde (Bohem) hayatı yaşayan san'atkâr
pek azdır. Kahve peykelerinde uyuklayan, koltuk
meyhanelerinde "endaht"a giden, sinema kapılarında
kavga çıkaran sahte muharrirler kendi zanlarına göre
bohemdirler. Fakat bu, sadece bayağılıktır.
Üzerlerinde çalışmadıkları gayri münteşir
eserlerinden bahseden bu güruh, dejenere ve çanak
yalayıcıdan başka bir şey değildir.
Hakiki bohem, her şeyden evvel çalışır ve san'at eseri
meydana getir. Eğer bu eserde devrinin ilerisine geçerse,
anlaşılmazsa bu onun kabahat değildir. Ve bohem
kazanır, bütün kazancını bir günde bitirir. Onun zam
telakkisi yoktur. İlcaidir. Necip Fazıl bohemdir.
Bir Cuma günü Necip Fazıl ve ben, ikimizde
parasızdık. Öğle yemeği zamanı çoktan geçmiş ve
Beyoğlunda Petrogratt önümüzdeki çayları, çabuk
bitmesin diye yudum yudum içiyor, bir taraftan Peyami
Safanın idare ettiği Cumhuriyetin edebiyat sayfası için
yazılarımızı hazırlıyorduk. Açlık ikimizi de
asabileştirmişti.
Necip esasen yazı yazarken hırçınlaşır, yüzündeki
rakamlar -bu buluş Peyami Safanındır- harekete geçer ve
bir kerrat cetvelini andırır, bir mekanizma kuruluğuyla
tek heceli küfürler savurur, kılıfını değiştiren bir yılan
kadar hassas ve titiz olurdu. Kalktı, bir başka masaya gitti
oturdu, hüsnühat müsveddesi yapan bir çocuk gibi
abandı. Yazmağa başladı. Yavaşça ensesinden baktım.
Serlevha (Açlık) idi. Bir göz gezdirdim. Hatırımda
kaldığına göre Necip açlığın insana (perspective)
hususunda vermiş olduğu hisleri tahlil ediyordu. Bu
aralık tanıdık bir arkadaş kapıdan göründü. Necip Fazıl

393

farkında olmadan kendisinden birkaç lira aldım ve
birdenbire:
-Haydi, dedim, yemeğe gidelim.
Durdu. Hayretle yüzüme baktı. Bir şey söylemeden
kalktık, "Amerikan" lokantasına gittik. Necip her
ihtimale karşı kapıya yakın bir tarafa oturdu, az yedi.
Fakat doymuştu. Hiç konuşmadan çıktık, tekrar
pastaneye gelerek birer kahve ısmarladık yazılarımıza,
yine ayrı ayrı masalarda devama başladık. Necip
düşünüyordu. Elindeki kalemi kemiriyor fakat bir türlü
"açlık" nesrinin sonunu getiremiyordu. Nihayet yerinden
fırladı:Sonra önündeki yazıyı aldı. Yırttı. Başka bir nesre
başladı. "Bu ölüme dair nesirler" idi.
Necip Fazıl, açlığı kaybolunca, ölümü düşünür. Bu
iki his onda sabittir. Fakat biri ruhuna, öteki uzviyetine
hakimdir.

(Asmalımescit 71 sahife: 110 İst. - 1938)

SONSÖZ
Önsözü olmayan bu kitaba bir sonsöz yazmak kaçınılmaz
oldu.Zira kitabın Üstadı Tanıtmaya yönelik *1980
yılında yayına hazırlanması bunu zorunlu hale
getirmişti.Önsözü Üstad’a ayırmıştık.Lakin kaderin
cilvesi bizi susmaya itti.İhtilal oldu…Üstadın kesinleşmiş
mahkumiyetleri olduğunu biliyorduk,kaldı ki öncelikler
arasında insanımızın savunması vardı.İhtilalcilerle sözle
de olsa muhalefete düşmek o yaştaki bir dev’e zor
gelmese de,basite düşmek gibi bir tehlikeyi içeriyordu.Bu
durumun ne devlete,ne ihtilalcilere ve ne de Üstad’a bir

394

yararı olacaktı.Hep beraber susulmuş oldu.Oysa peteği
bozulan arının tekrar toparlanmasının çok zor olduğunu
bugün anlamış bulunuyoruz.Gereği olmasaydı yine
yayımlamazdık.Üstadı tanıtmak gibi portre oluşturmak
açısından yayınlanma zorunluluğu vardı.Böylece bu
istekle Kayseri cenahının istekleri aynılaşınca basımına
rahatça karar verdik.
İkincisi ve en tehlikelisi dünyanın her yerinde olduğu
gibi,İslam’ı estetikten ve ethikten arındırarak ,onu kerih
duruma getiren ham yobaz ve kaba softanın agoraya
indiğini görmenin üzüntüsüyle,diğer yandan İslam’ı yok
ve edepsizlik veya yorganaltı sayıklamaları gibi görmek
hezeyanına düşen küfür kuduzlarının cepheden İslam’ı
hedef aldıklarını gördüğümüzden,Üstad’ı anmak ve
anlatmak ve Büyük Doğu düşüncesini canlı ve ayakta
tutmak için bir katkı olur ümidiyle hem yayınlıyoruz,hem
de dileğimizin menşeini açıklamış oluyoruz.Bu kitap
O’na ve O’ndan olanlara adanmıştır.
Sonsözün özeti Mustafa Cabat’ın olmalıydı.Ona yine
yer kalmadı.Koca derviş bu yükü de bize
attı.Cennetmekan Üstadım Allah’ın nur’u sana ve
sevdiklerine olsun.Kitabımızın her safahatında
katkılarından ötürü herkese borçlandık.Ama özellikle
birine teşekkür etmeden geçmek kadir kıymet bilmezlik
olur.Her başı sıkışana geniş yüreğini açan Kocasinan
Belediye Başkanı Bekir Yıldız’ın kitap ve kültürümüze
yaptığı katkı her türlü övgünün üstündedir.Kitapla
yorulmak daha bir hoş oluyor.Sorumluluğumuz gereği
adımızı kullandığımız eser,aslında sahiplerinindir.Bu
gerçek böyle biline.

395
Sözümüz duyanadır….
30.6.2012 - Levent
-------------------------
* Kitapta çok az değişiklik yapılmıştır.

İÇİNDEKİLER
Sunuş……………………………………………………5
Okimdir? ……………………………………………….9
Efsane………………………………………………….33
Büyük Gerçek………………………………………. ...34
Metafizik……………………………………………. ..36
Gerçek Hayali Aştı……………………………………37
Görgü Tanıkları…………………………………….....40
Bir Adam Yaratmak…………………………………...41
Kahramanlar Tayfı…………………………………….44
Nikbinlik Bedbinlik…………………………………...46
Tehditler Homurtular………………………………….50
Atlantis………………………………………………...54

396

Eski Aydından Yeni Entelektüele……………………..59
Sınırlı ve Sonsuz……………………………………….62
Aksiyonve Sanat……………………………………….68
ISTIRABINKRONOLOJİSİ…………..……………. ..79
Konak………………………………………………….83
Büyük Babam………………………………………….84
Ruh…………………………………………………….86
Cici anne……………………………………………….87
Bahriye Mektebi……………………………………….98
Şair……………………………………………………102
Ve O Gün Bu Gün………………………………...….116
RENKLER VE ÇİZGİLER………………..………. .130
Tanrıkulu’ndanDinlediklerim/KelimelerKelimeler. ...131
Tanrıkulu’ndanDinlediklerim/Allahımseniistiyoruz ..136
Tanrıkulu’ndanDinlediklerim/İnanmak..……….... .. .141
Tanrıkulu’ndanDinlediklerim/Mistik……

Başkan'ın Mesajı
Aidat Borcu Sorgulama
Köşe Yazıları
Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa Özer (özer Koç)

Ahmed ceemal El Hamevi

Prf.Dr.Serdar demirel

N.Mehmet Solmaz

Mustafa Özer (özer Koç)

Mustafa Miyasoğlu

Mustafa Ekinci

Galip Boztoprak

Şeyma Kısakürek Sönmezocak

Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa cabat

Ebubekir Sifil

Ali Biraderoğlu

İbrahim Ulueren

Mustafa Özer (özer Koç)

Ali Biraderoğlu

Mustafa cabat

Günlük Gazeteler
Sponsorlarımız

Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı

© Copyright 2020  V4.1 Tüm Hakları Saklıdır. | Vakıf Sitesi


Top