Duyurular

Kiymetli gonuldaslarimiz , vakif binamizdaki cumartesi sohbetleri Bu hafta Ahmet AVANLIER in Yapacagi Filistin, Kudus adli sohbeti ile devam etmektedir .17/02/2024 Cumartesi gunu saat 13.30 da Adi gecen sohbete Tum gonuldaslarimiz davetlidir. 


Başbuğ Velilerden 33

 

Ezelle ebed arası Allah'a doğru giden evliya kervanları arasında en şanlısına ait 33 kolbaşılı "Altun Halka - Silsile-i Zeheb" çerçevesidir ki, keyfiyet ölçüsüyle temel sayısını, bütün kainat gibi O'ndan alır.


«Velîler Ordusu» kitabında hayatı anlatılan 333 Velînin içine, «Bir» sayısını Allah Resulüne verdikten sonra mukaddes emaneti O’ndan alıp günümüze kadar getiren, O’nunla beraber 33 büyük velî, esere bilhassa alınmamıştı. ... 


VAKFIMIZIN YENİ YAYIYININI BEKLEYİN 
                 

             "CÜMLE KAPISI"

                YAKINDA


Kayseri Hava Durumu
Anket
Döviz Bilgieri
Merkez Bankası Döviz Kuru
  ALIŞ   SATIŞ
USD 0   0
EURO 0   0
       
Özlü Sözler
Kibirli İnsan Övülmez
Sponsorlarımız
Mektubat-ı Rabbani (Seçmeler)

MEKTÛBÂT-I
RABBÂNÎ
(SEÇMELER)

İmâm-ı Rabbânî

Mütercim:
Ergün Telis

Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı Yayınları: 26

2

Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No:26
1. Basım : Ocak 2017-
Baskı Yeri :
İrtibat Tel : 0 352 222 54 17
Web : www. kekvakfi. gen. tr

3
ÖNSÖZ

Rüyalara itibar edilir mi? İlham dinde delil sayılır mı? Şeriata
uymayan tarikatın hükmü nedir? Tarikatsız olur mu? Bir
tarikata girmek şart mıdır? Zikir ne demektir? Zikir nasıl
yapılır? Sesli zikir mi kalbî zikir mi? Raks ederek zikir
yapmanın hükmü nedir? Hangi ameller zikir yerine geçer?
Peygamberimize tabi olmadan cennete girmek mümkün mü?
Ashabı Kirama taan ve hakaret edenin hükmü nedir? Ehl-i
Sünnet ne demektir? Fırka-i Naciye ne demektir? Farz
ibadetlerin önemi nedir? Bid’at ne demektir? Namaz nasıl
kılınmalıdır? İhlas nedir nasıl elde edilir? Mehdi gelecek midir?
İsa a.s semadan inecek midir? Sorularının cevaplarını en
güvenilir kaynak olan İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin bu
mektuplarında bulacaksınız.
Selefi sâlihinden, eimmei müçtehidinden, Ehl-i Sünnet
âlimlerinden kimseyi kılavuz almayan, kendilerini allame sanan
kimseler, bilemedikleri için veya bildikleri halde, inanmayıp
inananların kafasını karıştırmak gibi kötü maksatlarla Şeriat,
Tarikat, Tasavvuf, Keramet, Maneviyat, Velayet, Şefaat, Kabir
azabı, Cennet, Cehennem gibi birçok itikadi konularda, nerede
ise bütün Hadis-i Şerifleri mevzu ve uydurma kabul edip,
Kur’an İslâmı ve ılımlı İslâm uydurmasıyla Ayet-i Kerimeleri de
kendi heva ve heveslerine göre te’vil ederek, işi ehline bırakmak
yerine, Bindörtyüz küsur senedir devam eden Ehl-i Sünnet İslâm
geleneğine muhalif olarak, dini kendi kıt akıllarına göre
yorumluyorlar. Bunun neticesinde;
Allah adına adam kesen, kan akıtan, vatana, dine ve
Müslümanlara ihanet eden, dini kendi sapık maksatlarına alet
eden, din ticareti yapan fakat İslâm namına hareket ettiklerini
de söyleyen, irili ufaklı sayısızca grupların oluştuğuna şahit
olunmaktadır.

4

Bir tarafta sayısızca itikadî sapıkların sapık hallerinin alenî
olarak basın-yayın organlarını işgal etmesi, bir tarafta da hem
dal hem de mudil oldukları ehlince bilinip nerdeyse sağır
sultanların dahi duyacağı şekilde kırk yıldır dillendirilmesine
rağmen, korkunç bir sessizlik ve aymazlık halinde nazarı itibara
alınmamaktadır.
İçlerinde ünvânlı ve ünvânsız ilahiyatçılarla beraber bulanık
suda balık avlamak isteyen bir takım fırsatçılar da, bu ortamda
kendilerine yer bulmak heyecanıyla, ekranlara çıkıp
Müslümanlardan öc almak istercesine, utanmadan ve
çekinmeden 1400 senelik İslâmı ve Müslümanları suçlayarak
İslâmı ve Müslümanları itibarsızlaştırmak için büyük bir gayret
içerisindedirler. Hem din-i celil-i İslâm, hem de Müslümanlar
saldırı altındadır. Böylece dâhili ve harici, din düşmanı hainler,
bir taşla sayısızca kuş avlıyorlar.
Dışarıda ve içeride ehli küfür, hain planlarını gerçekleştirmek
için, el birliği yapmış büyük bir gayretle çalışıyorlar. Öyle ki,
İnsanların kafaları karıştırılmış, resmi ve gayri resmi bütün
kurumlara, fertlere ve imamlık, tarikat, cemaat gibi unvanlara
güven ve itimat sarsılmış, din-i celil-i İslâm’a olan iman
zedelenmek istenmiştir.
Velhasıl ehl-i küfür ve ehl-i nifak kısmen maksatlarına
erişmiştir. Peki, çare tükendi mi? Asla!
Fitnenin had safhaya ulaştığı zamanlarda Müslüman ne
yapmalıdır? Hangi yolu takip etmelidir? Çare nedir? Dünyevî ve
uhrevî kurtuluş nasıl olacaktır? Sarılacağımız sağlam ve kopmaz
ip nedir? Bizi umuda ve kurtuluşa götürecek yol nedir? Bizi
huzura ve güvene, kavuşturacak yol hangisidir? Bunların
hepsinin cevabını İmâm-ı Rabbânî, Müceddid-i Elf-i Sani,
Ahmed-i Farukiyyis-Serhendî Hazretlerinin mektuplarında
bulacaksınız.
Aziz Müslüman, sakın ha, kuvve-i maneviyeni kaybetme, sakın
gevşeme, Allah ve Resulûllahın istediği manada iman edersen,

5

Allah ve Resulûllahın razı olacağı şekilde İslâmı yaşarsan, Allah
ve Resulûllahın razı olacağı şekilde niyetini, istikametini,
hedefini, maksat ve gayeni düzeltirsen, itikadî, amelî, içtimaî,
siyasî ve malî yönden yaptığın hatalara tövbe edersen, sahip
olduğun maddi ve manevi imkânları, ila-yı kelimetillahın
haricinde, mâlâyanî işlerde, fuzûlî ve gereksiz yerlerde tüketip
enerji topraklaması yapmazsan, Allah ve Resulünün çok geniş
tuttuğu, İslam dairesini daraltmayıp Allah ve Resulûllahın
istediği manada geniş tutarsan, müjdeleyen, kolaylaştıran,
zorlaştırmayan, kurtarmaya çalışan, maddî ve manevî yardımda
bulunan olursan, dostlarını ve düşmanlarını iyi tanıyıp Allah ve
Resulûllahın dostlarını dost, düşmanlarını da düşman bilirsen,
Mekke’yi feth ettiği gün, bütün imkânların elinde olduğu bir
anda, çok sevdiği Mekke’den hicret etmesine sebep olmuş ve
kendisine birçok hakaretlerde de bulunmuş olan Mekkelilerin,
çok korkup titredikleri o gün, Ben size Yusuf (a.s) ın
kardeşlerine davrandığı gibi davranacağım, hepiniz serbestsiniz.
Bu gün size en küçük bir zarar ve sıkıntı vermeyeceğim. Diyerek,
düşmanlık yapmamaları şartıyla en azılı düşmanlarını dahi af
ettiği gibi, sen de af edici olursan, mal ve can dâhil, hiçbir şekilde
zulüm ve haksızlık yapmazsan, kalb kırıp gönül yıkmazsan, hiç
şüphe etme, hiç üzülme, kesin olarak bil ki, dünyada da ahirette
de en üstün olan sen olacaksın.
Zira Allah sübhanehü va’dinden dönmez.
Gerçekleşmeyecek bir şeyin sözünü vermez.
Allah sübhanehü (Fetih Sûresi; 48/28. Ayet) Peygamberi
Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi vesellemi, hidayet üzere,
hak din olan İslâm diniyle ve İslâm dinini bütün dinlerden üstün
ve galip kılmak üzere gönderen odur.
Buna şahid ve delil olarak, Allah sübhanehü yeter buyuruyor.
Tafsilatını burada yazamayacağımız için, lütfen bu mevzuyu
Elmalılı merhumun tefsirinden okuyunuz.
Şu an İslâm âleminde ve Müslümanlarda görünen bu dağınıklık
ve zayıflık, bu esaret ve zillet, şaşkınlık ve hayret, Allah

6

subhanehünün huzurunda, günde kırk kere tekrar ettiğimiz
Fatiha-i Şerifenin muhtevasına uymadığımızdandır, Sırat-ı
müstakimden ayrıldığımız içindir. Allah’ımızın emirlerine,
Resulümüzün sünneti seniyelerine, uymadığımız içindir. Ehl-i
Sünnet dışı sapık gurup ve fırkalara bulaştığımız içindir.
Bu din-i celil-i İslâm kıyamete kadar mensuplarına huzur
vermeye devam edecektir, Zira Hatem-ül Enbiya (aleyhissalatu
vesselam) bunu müjdelemiştir.
Ancak usûlsüz vusûl olmaz. Her zamanın şartları farklıdır.
Mukteza-i hâle göre hareket lazımdır. Allahımızın ve
Resulümüzün gösterdiği usullere dört elle sarılmak lazımdır.
En karanlık, en zor zamanlarda nasıl hareket edileceğini beyan
buyuran, aleyhissalatu vesselam efendimiz Hazret-i Ali
Efendimizin rivayet ettiği, Kütüb-ü Sitte’deki hadisi şerifinde
mealen, Bir insanın mü’min olarak sabahlayıp kâfir olarak
akşamlayacağı, mü’min olarak akşamlayıp kâfir olarak
sabahlayacağı, zifirî karanlık geceler gibi, herkesin şaşırıp
kalacağı, ne yapacağını, nasıl hareket edeceğini, nereye
gideceğini bilemeyeceğini, birçok fitnelerin zuhur edeceğini
haber verdiğinde, Ashab-ı Kiram (aleyhimürrıdvan)
hazretlerinin korku, dehşet ve endişe ile; Öyle bir zamanda
kurtuluş nedir ya Resulullah? Diye sormaları üzerine;
“Kitabullaha dört elle sarılmaktır. Zira O Allah subhanehünün
sağlam ipidir, O gönülleri aydınlatan bir nurdur, O çok hikmetli
bir zikir ve nasihattir, O sırat-ı müstakimdir, O doğruyu, hak ile
batılı ayırır, Onu beğenmediği için terk edenin beli kırılır,
Onunla amel eden mükâfat alır, Onunla hüküm veren adaletli
olur, Ona sarılan doğru yolu bulmuş olur. Hidayet ve kurtuluşu
onun haricinde arayanı Allah Teâlâ sapıtır. Çünkü onda sizden
öncekilerin helâk olma sebepleri, sizden sonra olacakların
haberleri, önünüzdeki durumların çıkış yolları mevcuttur.”
buyurdu.
Evet; kitabullahta maddî ve manevî her derdin devası, her
hastalığın ilacı, her yaranın merhemi, karanlıklardan çıkış

7

yolları, bunalımlardan kurtulma çareleri elbette mevcuttur.
Ancak onu herkes hevâ ve hevesine göre tefsir ve te’vil edemez.
Aksi takdirde günümüzde olduğu gibi, sayılmayacak kadar çok
sapık fırkalar ortaya çıkar.
Onun tefsirini ve te’vilini en doğru şekilde Ehl-i Sünnet âlimleri
yapmışlardır. Ehl-i Sünneti en güzel anlatanlardan birisi
Huccetülislâm İmâm-ı Gazâlî rahimehûllahtır. Birisi de İmâm-ı
Rabbânî Müceddidi Elfi Sani Ahmedi Farukiyyis-Serhendî
hazretleridir.
İmâm-ı Rabbânî Müceddidi Elfi Sani Ahmedi Farukiyyis-
Serhendî hazretlerinin yaşadığı devir, günümüzde mevcut olan,
dinler arası diyalog, ılımlı İslam, yeniden hortlatılan Mutezile
mezhebi, Vehhabilik, Selefilik, Şiilik ve kendilerini Ehl-i Sünnet
vel-cematten zanneden, lakin Ehl-i Sünnet itikadından
ayrıldığının farkında da olamayan birçok tarikat ve cemaat
erbabı gibi o devirde de Ekber Şah’ın bütün dinlerin
karışımından yeni bir din oluşturma çabalarının olduğu, itikadî
sapıklıkların had safhaya ulaştığı, herkesin ne yapacağını
şaşırdığı bir devir olması hasebiyle günümüze benzer yönleri
çoktur.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, takriben dörtyüz sene önce böyle bir
ortamda sultanlardan devlet idarecilerine talebelerinden
âlimlere varıncaya kadar her sınıf insana irşadi mektuplar yazıp
ebedi necat ve kurtuluşun, Resulü Ekremin ve ona can-ı
gönülden bağlı olan Ashabı Kiramın yolu olan, Ehl-i Sünnet
velcemaata tabi olmaya bağlı olduğunu, şeriata bir tüy kadar
dahi muhalefet etmenin ebedi felakete sebep olacağını, kurtuluş
için ilim, amel ve ihlasın üçünün de birlikte mevcut olmasının
şart olduğunu, anlatmıştır ve anlatmaya da devam etmektedir.
İmâm-ı Rabbânî Müceddidi Elfi Sani Ahmedi Farukiyyis
Serhendî hazretlerinin, 534 adet mektubu ihtiva eden üç cilt
halinde aslı Farsça olup Arapçaya tercüme edilmiş olarak
günümüze ulaşan bu eseri; şeriat, tarikat, hakikat ve tasavvufu
en güzel şekilde anlatmaktadır.

8

Bu mektupların hepsini okumak imkânına sahip olamayanlar
için kolaylık olsun düşüncesiyle bu mektupların içerisinden, 150
kadar mektubu yeniden tercüme ederek 20 başlık altında tasnif
edip istifadenize arz etmiş bulunuyoruz.
Hata ve kusurlarımızın affını Allah Teâlâ’dan dileriz.
İrşat ve her türlü muvaffakiyet sadece Allah sübhanehüye aittir.
Her türlü hata ve kusurlardan, kötü maksat ve niyetlerden Allah
Teâlâ’ya sığınırız, ancak ona kulluk ederiz, hiçbir kula kul
olmayız, halik Teâlâ’ya isyan söz konusu olursa, hiçbir ferde
itaat etmeyiz, ancak ondan yardım isteriz, ancak ondan korkarız.
Bizi hidayete kavuşturmasını ancak ondan isteriz. Bizi sırat-ı
müstakime ulaştırmasını, bizi sapıtmamasını ancak ondan
dileriz.
Enbiyayı İzamın tamamını, Ashabı Kiramın ve evliyanın hepsini,
severiz. Kusurlarına bakmadan tüm mü’minleri de severiz.
Enbiya aleyhimüsselama inanmakta ayırım yapmayız, Allah
Resulünün çok geniş çizdiği Kelime-i tevhid dairesini
daraltmayız, Tevhid dairesine giren her Müslümanı kardeş
biliriz. Hiç bir kimsenin sapıtmasını istemeyiz, herkesin hidayete
ermesini isteriz.
Harâm ve helâlleri, İslâmın esaslarını inkâr etmediği müddetçe
günahı kebair de dâhil, bir takım hata ve günahları irtikâp
ediyor diye kimseyi tekfir etmeyiz. Onları İslam halkasının
dışına itmeyiz, kendimizi üstün görüp hiçbir kimseyi hor ve
hakir görmeyiz, herkesi sapıtmış görüp kurtulan ancak biziz
diyerek kendimizi emniyette görmeyiz.
Allah subhanehünün sonsuz rahmetinden ümidimizi kesmeyiz.
Mü’minlere karşı çok merhametli olururuz, din düşmanlarına
karşı çok şiddetli oluruz, itikadi hususlarda Ehl-i Sünnet
velcemaat âlimlerini ölçü alırız.

9

Ehl-i Sünnete muhalif itikatlara sahip olanları, bid’at ehli olarak
görürüz.
Tüm işlerimizde Şeriat-ı Garrâ-i Muhammediyeye uymaya
çalışırız, Nebi aleyhisselamın; “Gelecekte ümmetim yetmiş üç
fırkaya ayrılacak.” mealindeki Hadis-i Şerifine imân ederiz,
kurtulacak fırkanın Ehl-i Sünnet velcemaat fırkası olduğuna
inanırız, yetmiş iki fırkanın da fırak-ı dalle olup, hak yolun sapık
kolları olduğuna inanırız.
Ancak edille-i şer’iyyeyi inkâr etmedikleri takdirde cehennemde
ebedi kalacaklarını söyleyemeyiz. Kalbinde zerre-i miskal imânı
olanların Arhamurrahimin olan Allah subhanehünün rahmetiyle
sonunda kurtulacağına iman ederiz.
Cehennemde ebedi kalmanın sadece kâfirlere mahsus olduğuna
inanırız. Cennet ve cehennemin şu an mevcut olduğuna, kabir
azabına, Nekir Münker meleklerinin suallerine, mahşerde
toplanıp hesap verileceğine, Sıratın başında mizanın
kurulacağına, Enbiya-i izamın, evliya-i kiramın, Allah
subhanehünün izin ve yetki verdiği herkesin, şefaat edeceğine
imân ederiz.
Şeriat-ı Garrâ-i Muhammediyeye muhalif olmadığı takdirde,
Tarikat ve Tasavvufun hak ve doğru ve faideli olduğuna inanırız,
Tarikat ve Tasavvuftan maksadın, nefs-i emmâreyi, ahlâkı
zemimelerden tezkiye etmek, kalbi de masivâllahtan arındırmak
olduğuna, şeriattan ayrı bir yol olmadığına inanırız. Bu faideler
elde edilemiyorsa, bir tarikatta bulunmanın malâyani olup bir
faidesi olmayacağını, bilakis birçok zararları olacağını söyleriz.
Ancak bir tarikata girmenin şart olmadığına inanırız. İşin aslının
ve esasının şeriatı yaşamak olduğuna imân ederiz. Şeriat-ı
Garrâ-i Muhammediyeye bir tüy kadar dâhi muhalif olan
tarikat ve tasavvuf ehlinin, sapık olduklarına inanırız, onlardan
yangından kaçar gibi uzak durulması gerektiğini söyleriz.
Biz ehl-i sünnetiz ve ehl-i şeriatız.

10

Bilerek veya bilmeden yaptığımız tüm günahlarımızı af etmesini
yalvararak Allah sübhanehüden dileriz.
Çok zor ve çetin olduğuna inandığımız hesap gününe varmadan
önce, din kardeşlerimizin dünyevî ve uhrevî haklarını helâl
etmelerini istirham ederiz.
Bu eserin basılmasında başta Ahmet Taşçı beyefendi olmak
üzere maddî ve manevî, emeği geçen herkese dua etmenizi
umarız.
Gayret kuldan, irşat, hidayet ve her türlü muvaffakiyet ancak
Cenab-ı Hak’tandır.

Mütercim
Ergün Telis

11

İMÂM-I RABBÂNî ‘nin Hayatı ve Çevresi

Ebü’l-Berekât Ahmed bin Abdilehad bin Zeynilâbidîn el-Fârûkî es-
Sirhindî
14 Şevval 971’de (26 Mayıs 1564) Doğu Pencap’taki Sirhind’de
(Serhind) doğdu. 1624(H.1034) senesinde Ecmir'de dünyaya veda
etti. İmâm-ı Rabbânî (ilâhî bilgilere sahip âlim) ve “müceddid-i elf-i
sânî” (hicrî II. binyılın müceddidi) unvanlarıyla tanınır.
Ahmed öğrenimine babası Abdülahad’ın yanında başladı. Yirmi
dokuzuncu babası, büyük sahabi Hazret-i Ömer (Radıyallahü anh)dir.
Farukî sıfatları bu yüzdendir. Hazret-i Ömer’e varıcaya kadar
dedeleri, ilim ve fazilette müstesna kimselerdi. Küçük yaşta hâfız
oldu, Çiştiyye ve Kadiriyye tarikatlarına intisap etti. Sonraki yıllarda
eleştirdiği (vahdet-i vücûd)u babasından öğrendi. Siyâlkût’a giderek
Şeyh Ya‘kūb Keşmîrî’den hadis, Kadı Behlûl Bedahşânî’den tefsir,
Mevlânâ Kemal Keşmîrî’den aklî ilimler okudu. Bu sırada Kübrevî
şeyhi olan hocası Ya‘kūb Keşmîrî’ye intisap etti. Öğrenimini
tamamlayıp memleketine döndüğünde on yedi yaşında idi. Yaklaşık
üç yıl sonra muhtemelen hocası Şeyh Ya‘kûb’un aracılığıyla Agra’ya
gidip Bâbürlü Hükümdarı Ekber Şah’ın sarayına girdi. Burada Feyzî-
i Hindî ve Ebü’l-Fazl el-Allâmî adlı iki kardeşle dostluk kurdu.
Noktasız harflerle Sevâtı u’l-ilhâm adlı bir tefsir yazan Feyzî’ye
yardım etti. Ebü’l-Fazl ile bir süre sonra araları açıldı. Ebü’l-Fazl’ı,
akılcı felsefeye peygamberliğin gerekliliğinden şüpheye düşecek
derecede önem verdiği için eleştirdi. Aralarındaki ihtilâfın bir
tartışmaya dönüştüğü ve tartışma sırasında Ebü’l-Fazl’ın Sünnî
âlimlere hakaret ettiği rivayet edilmektedir. İmâm-ı Rabbânî ilk eseri
İŝbâtü’n-nübüvve’yi bu sırada kaleme aldı. Onun Agra’dan Sirhind’e

12

dönmek üzere ne zaman ayrıldığı bilinmemektedir. Yolculuğu
sırasında bir süre kaldığı Şânesar’da muhtemelen kendisini almak
için gelen babasıyla buluştu ve orada eşraftan Şeyh Sultan’ın kızıyla
evlendi. Sirhind’e döndükten sonra babasının gözetiminde seyrü
sülûkünü devam ettirdi. Babasından Kelâbâzî’nin et-Taarruf,
Sühreverdî’nin Avârifü’l-maârif ve Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin
Fusûsü’l-ĥikem adlı eserlerini okudu. Babasının öldüğü yıl
(1007/1598) hacca gitmek üzere Sirhind’den ayrıldı. Delhi’de,
Nakşibendiyye tarikatını Hindistan’da yayan Hâce Bâkī-Billâh ile
karşılaştı ona intisap etti, bir süre onun yanında kaldı. Bâkī-Billâh’ın
bazı müridleriyle birlikte Sirhind’e döndüğünde dâimî bir istiğrak
haline girdi ve inzivâya çekildi. Bu hal zâil olunca Bâkī-Billâh ile
mektuplaşmaya başladı Bir yıl sonra Delhi’ye giderek şeyhini tekrar
ziyaret eden İmam-ı Rabbanî, 1012’deki (1603) üçüncü ve son
ziyaretine kadar onunla mektuplaşmayı sürdürdü. Bu ziyaret
sırasında Bâkī-Billâh oğullarının mânevî eğitimi için onu
görevlendirdi ve aynı yıl içinde vefat etti. (Şeyhine yazmış olduğu bu
mektuplar onun Mektûbât adıyla derlenen eserinin temelini oluşturur.
Daha sonra bu mektuplar toplanıp Allah ve Resulünün kitaplarından
sonra dinin en büyük eseri olarak nitelendirilen Mektubat’ı teşkil etti.
Mektubat üç cilttir ve esası farsçadır. İçinde birkaç Arapça mektup ta
vardır.) Necip Fazıl Kısakürek’in tanımıyla ‘Mektubat; ikinci bin yıla
girerken binbir fesada bulanan İslam hakikatının en mahrem
inceliklerini, ikinci bin yılın yenileyiciliği haysiyetiyle billurlaştırmış
ve dağıtılışın, kayboluşun, kaybedilişin son haddinde, her şeyi
merkezde toplamış ve kazandırmış olan muazzam eserdir.’
İmam-ı Rabbanî’nin anlatılmaz büyüklüğünü yine eseri Mektubat
anlatır:
Mektubat’ın getirdiği, ikinci bin yılın yenileyiciliği çapındaki
yenilik, “Vahdet-i vücud” meselesini aklın son haddiyle tesbit etmesi
ve Muhiddin-i Arabî’nin yanlış anlaşılan ve eserle müessiri bir

13

gösterdiği vehmine düşülen Vahdet-i vücud davasını tam gerçeğe
bağlamasıdır;
“-Allah, ötelerin ötesinde, ötelerin ötesinde; ötelerin ötesinde…”
Yani, nerede onu buldum ve teşhis ettim sanırsan, onun da ötesinde,
namütenahi ötesinde…
Meşhur düstur:
-Ne ki o zannedersin, zannettiğin şey ona perdedir.
Böylece :
-“Heme ost” değil; “Heme ez ost”. (Herşey o değil; herşey ondan)…
Mektubat; insanın, insan ruhunun, ilâhi hikmetlerin ve ötelerin, riyazi
bir kesinlikle çizilmiş topoğrafyasıdır.
H.1027 Yılına gelindiğinde İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin irşadının
tesiri Hindistan’ın tamamına yayıldığı gibi memleket dışına da
ulaşmıştı. Bedahşan’dan, Kabil’den, diğer acem ülkelerinden kısacası
dünyanın birçok yerinden insanlar ona gelerek sohbetlerinden
istifade ediyorlardı. O günlerde, Ekber Şah namıyla meşhur padişah
Celaleddin Ekber Şah’ın saltanatı Hindistan’ın her tarafında en
şaşaalı dönemindeydi. Ekber Şah idare işlerinde Müslüman olmayan
kişilere de büyük mevkiler vermişti. Böylece herkes tarafından itibar
görmeyi umuyordu. Haremine Hindu kadınları almıştı. Bu kadınların
hısımlarına önemli araziler tahsis ediyordu.
Ekber Şah, M.1575'te Fetihpur Sikri'de büyük bir divanhane inşa
ettirdi ve ibadethane adı verilen bu binada saray mensuplarını,
Müslüman âlimlerle, Mecusi, Hindu, Budist ve Hıristiyan bilginlerini
toplayarak dini konularda tartışmalar yaptırmaya başladı.

14

Hükümdar Ekber'in bu güya ilmi tartışma meclislerinde yavaş yavaş
şu görüş hâkim olmaya başlamıştı: İslâm dininin ilk mensupları câhil
ve bedevî bir topluluktur. O halde bu din, Babürlüler gibi uygar bir
topluma ve zamana uygun değildir. Artık peygamberlik, vahiy, haşr,
cennet, cehennem vb.gibi ilahi gerçeklerle alay ediliyor ve Kur'an-ı
Kerim'in hükümleri hafife alınmaya başlanıyordu. Buna mukabil
tenâsüh (metampsikoz) inancı yaygınlaşmıştı. Peygamber
Efendimizin miracı ve diğer mucizeleri tartışılıyor, mübarek
şahsiyetine, hanımlarına, savaş ve akınlarına tenkitler yöneltiliyor,
O'nun Ahmed ve Muhammed gibi güzel isimleri başka isimlerle
değiştiriliyordu. Namaz, oruç, hac ve diğer ibadetler de
sorgulanmaya başlanmıştı.
Ekber Şah'ı etkileyenlerin başında Şeyh Mübarek b. Hıdır en-Nagori
ile iki oğlu Feyzi ve Ebü'l-Fazl el-Allâmî gelmekte idi. Hocası Mir
Abdüllatif ise, çeşitli din ve mezheplerle ırklar arasında karşılıklı
müsâmahaya dayanan dostluk ve barış içinde yaşama fikrini, yani
sulh-ı küll'ü benimsetmede etkili olmuştu. Ebü'l-Fazl, Ekber Şah'ın
bazı akıl ve mantık dışı çocukça hareketlerine Allah'a yakınlık ve
ibadet vasfını veriyor, kaside ve methiyelerinde onu dünyaya ilahi bir
vazifenin ifasına gelmiş bir hükümdar gibi gösterip övüyordu.
Ekber Şah, 12 Rebiülevvel 987 (9 Mayıs 1579)'te düzenlenen bir
mevlid merasimi münasebetiyle Fetihpur Sikri Ulu Camii'nde
minbere çıkarak Feyzi en-Nagori tarafından kaleme alınan ve
kendisini ilahi mertebeye yücelten manzum bir hutbe okudu. Bu
olaydan sonra Şeyh Mübarek en-Nagori, Ekber Şah'ı "sultanü'l-
İslâm, kehfü'l-enam, emirü'l-mü'minin, zıllullahi ale'l-alemin" olarak
tanıtan ve onu dini ve dünyevi meselelerde tartışılmaz otorite olarak
kabul eden bir belge düzenledi, ileri gelen alimler de bu belgeyi
imzaladılar (Eylül 1579).

15

Ve nihayet 1582 yılında Ekber Şah, bütün eyalet valilerinin önünde
"Din-i İlahi" diye bir şey kurduğunu resmen ilan etti. Yeni dini şöyle
savunuyorlardı: "Hak, doğruluk gibi evrensel gerçekler yalnız ve
sadece bir dinde bulunmaz. Bunlar her din ve millette bulunur. O
halde her dinde hak ve gerçek olan ne varsa alınmalı, bunlardan,
hepsini bir araya toplayan tek bir din meydana getirilmeli, bütün
insanlar da ona çağrılmalıdır. Böylece milletler ve dinler arası
anlaşmazlıklar son bulacaktır. İşte insanları bir araya toplayacak olan
’Din-i İlahi’ budur."
Dinleri incelemek için kırk kişilik bir komisyon kurulmuştu. Bu
komisyon, bütün din ve milletleri hoşgörüyle, hattâ saygıyla
incelerken, İslâm'ın adı geçtikçe alay ediyordu. Eğer İslâm'ı
savunmak veya karşı iddiaları çürütmek isteyenler olursa derhal
susturuluyorlardı.
"La ilahe illallah, Ekber halifetullah (Allah'tan başka tanrı yoktur ve
Ekber O'nun vekilidir.)" sözünü bu yeni dinin şehadet kelimesi
yapmışlardı. Bu Tanrısal Din'e girenler "teşile" adını alırdı ki bunun
Hintçe'de manası "mürid ve tâbi" demekti.
İslâmî selâmlaşma usulü de değiştirilmişti. Selâma başlayan "Allahü
Ekber" der, cevap veren de "Celle celalühü" ifadesini kullanırdı.
Şah'ın ismi Celaleddin, lâkabı da Ekber idi. Bu duruma göre selâm,
onun isim ve lâkabını tekrarlamaktan ve tanrılığını itiraftan ibaret
oluyordu.
Uydurma "Din-i İlahi"yi kabul edenlere, şehirlerini süslemek için
hükümdarın resmi ve heykeli hediye edilirdi. Hükümdara ibadet,
dinin esaslarındandı. Halk, onu her gün ziyaret eder, huzuruna
çıkmak şerefine erenler de ona secde ederdi. Hükümdarı arzu ve
ihtiyaçlarının mercii olarak gören yalancı alimler, ileri gelen kişiler
ve sahte sofiler bile ona secde etmekten çekinmiyorlardı. Düştükleri

16

bu iğrenç şirki de "saygı ve selâm secdesi" veya "yer öpme" gibi
kelimelerle tevil ediyorlardı."
Yeni dinin temeli her ne kadar "bütün dinlerin iyi tarafları alınacak"
diye atıldıysa da bu dinde İslâm'dan başka her dine yer vardı.
Uydurma "Din-i İlahi", Mecûsîlerden "Ateşe Tapmayı" almıştı.
Hükümdarın sarayında asla söndürülmeyen bir ateş yakıldı ve ışıklar
yakılırken saygı için ayağa kalkmak farz kabul edildi.
Hıristiyanlardan çan çalmayı, istavroz (haç) çıkarmayı ve birtakım
âyinleri aldılar.
Hinduların bütün kutsal bayram ve günleri, dinlerinin gereğine göre
kutlanmaya başlandı. Gündüz dört kere güneşe tapmak ve her gün
bin defa güneşin adını anmak gerekiyordu. Ne zaman güneşin adı
anılsa derhal "cellet kudratühü" (Kudreti ne yücedir, anlamına Allah
için kullanılan bir saygı ifadesi) denilirdi. Halk alınlarına Hintçe'de
"kaşka" denilen bir dövme yaptırıyor, omuzlarına ve vücutlarının yan
kısmına cenyo (zünnar) kuşanıyorlardı. Sığırları kutsal saymaya
başlamışlardı.
Uydurma "Din-i İlahi", İslâm'dan başka bütün dinlere ilgi ve saygı
gösteriyordu. Çoğu yetkili, ülkenin resmî dilinin Hintçe olmasını ve
Arapça kelimelerin dillerinden tam olarak atılmasını istiyordu.
Faiz, içki ve kumar helal kabul ediliyordu. Artık müftü ve kadılar
bile bunu günah saymıyordu. Altın ve ipek kullanmak, kurt ve aslan
eti yemek helal sayıldı. Domuz, yalnız helal sayılmakla kalmayıp
kutsal hayvanlar arasına sokularak, sabahları onu görmek uğur kabul
edildi.
Ölüleri defin yerine, yakmak veya denize atmak tercih ediliyordu.
Eğer bir kimse ölüsünün İslami usullere göre defn edilmesini isterse,
Ekber Şah, cenazenin ayakları kıbleye gelecek şekilde gömülmesini

17

emretmişti. Bizzat kendisi de İslâm'a inat olsun diye ayaklarını daima
kıbleye doğru uzatırdı.
Uydurma "Din-i İlahi", Ekber Şah'ın şahsında merkezileşen bir kült
olarak gelişmişti ve dine katılacak kişiler dahi hükümdarın kendisi
tarafından seçiliyordu.
Ekber Şah’ın yakın çevresi ve saray mensuplarıyla sınırlı kalan ve
fazla yayılma imkânı bulamayan Din-i İlahi, 1602’de dinîn en önemli
temsilcilerinden olan Ebu’l Fazl’ın öldürülmesiyle zayıflamaya
başlamış ve 1605’te Ekber Şah’ın şiddetli bir dizanteri hastalığına
tutularak 22 gün hasta yattıktan sonra fecî bir şekilde ölümünden
sonra da yok olmaya yüz tutmuştur.
Ekber Şâh’ın ölümü üzerine yerine oğlu Selim Cihangir geçti. Selim
Cihangir zamanında, İmâm-ı Rabbânî gibi büyük Ehl-i sünnet
âlimlerinin de gayretleriyle, küfür, bid’at ve sapıklıklarla dolu olan
Ekber Şâh’ın yeni dîni tamamen ortadan kalktı.
Ekber Şah’ın yerine geçen oğlu Selim Cihangir; çevresinde
bulunan âlim ve şeyh müsveddelerinin kışkırtmalarıyla insana
mahsus ulvilik sıfatlarının üzerinde misilsizliğe kavuştuğu veliler
velisi İmam-ı Rabbanî Hazretlerini hapse attı, onu bir kalede iki, üç
sene hapsetti.
Birçok alim ve şeyh taslağının etrafı kendilerinden çözülüp, İmam-ı
Rabbanî Hazretlerinin çevresinde toplanmaya başlamıştı. Bu akın, bu
küçük insanları telaşlandırdı, onun hakkında bir kin, kıskançlık, iftira
fırtınası koptu.
-Cüneyd, Bayezid gibi büyükleri inkâr ediyor, onları aşağı görüyor!
İftira buradan şu nazik noktaya geldi;
-Hükümeti tanımıyor! Ben hükümet falan tanımam diyor!

18

Selim Cihangir, bütün etrafıyla Rafızîdir. İftiracılar bundan da
faydalanarak sultana İmam-ı Rabbanî’nin râfızîlik aleyhindeki
mektuplarını gösterdiler.
Sultan kendisine secde edilmesinin caiz olduğuna dair elinde bir
fetvâ, oğlunu İmam-ı Rabbanî’ye gönderdi.
-Bu fetvâyı doğrularsan kurtulacaksın! Cevap:
-İnsan, böyle bir fetvâyı doğrulaması için ölümle korkutulacak
olursa (evet!) diyebilir, izin vardır; fakat gerçek din ölçüsü ve izinden
faydalanmaksızın azimet ruhu, sultana secdenin caiz olmadığını
söylemektir. Ecel gelince de zaten kimse kimseyi korkutamaz.
Ve Guvalyar kalesine hapis. İmam-ı Rabbanî’nin etrafında kalenin
muhafızları dahil bütün zindan Müslüman oluyor. Nihayet sultan
ettiğine pişman olup yaklaşık bir yıl sonra zindanın kapısını açıyor
ve büyük veliden af diliyor.
Serbest bırakıldıktan sonra bir müddet anlaşıldığı kadarıyla kendi
arzusu ile sultanın sarayında kaldı. Orada oğluna yazdığı bir
mektuptaki ifadesiyle, sultanla İslâm’ın prensiplerinden “bir kıl
kadar bile olsa” ayrılmadan olağanüstü sohbetler yaptı. Bu
sohbetlerde aklın sınırlılığı, âhiret inancı, sevap ve ceza,
peygamberliğin sona ermesi vb. konular konuşuldu.

İmam-ı Rabbanî hazretleri Nefes darlığı hastalığına yakalanmıştı.
Birkaç gün ömrünün kaldığını söylüyordu.8 Safer 1034’te (20 Kasım
1624) evladını ve müridlerini topladı ve şöyle dedi “-Hak Tealâ bir
insana verebileceği herşeyi bana vermiştir.” Bu sözleri söylerken
artık son ânının geldiğini hissediyordu. Bütün elbiselerini fakirlere

19

taksim etti ve o gecenin sabahında Mevlasına kavuştu. Sirhind’de
defnedildi.
Genellikle tasavvuf literatüründe tarikat şeriatın özü veya şeriatın bir
derece ötesindeki mertebe olarak görülmüştür. Bu görüş her iki
durumda da tarikatın şeriata üstünlüğünü iddia eder. İmam-ı
Rabbanî Hazretleri ise tarikatı şeriatın bir hizmetçisi haline
dönüştürmüştür. Ona göre Şeriatın üç kısmı vardır: İlim, amel ve
ihlâs. Bu üçü kâmilen bir arada bulunmadıkça şeriat tam mânâsıyla
tatbik edilmez. Sûfîleri toplumdaki diğer insanlardan ayıran tarikat,
şeriatın bir hizmetçisi olup görevi ihlâsı kemâle erdirmektir. Tarikata
intisap etmekten maksat yalnızca şeriatı mükemmel bir şekilde
yaşamaktır, yoksa şeriata ilâveten yeni şeyler ortaya koymak
değildir.
O, peygamber yolundan kıl kadar dışarıya sekmedi ve yalnız bu
sırrı teslim etti.
Alâyişsiz, gösterişsiz, kerametin belirtilmesini hıyanet bilen,
şeriatten başka mizan ve ölçü tanımayan, boş ve mânâsız tek
kelimesi ve hareketi olmayan, dışarıdan sarp ve kuru görünüp de
içeriden avizelerinin her mumunda bir güneş pırıldayıcı sarayın
sahibi, büyükler büyüğü.
Ekber Şah benzerlerinin kol gezdiği günümüzde onun diriltici
soluğuna ne kadar muhtaç olduğumuz bilinciyle Mektubatı yeniden
okumak ; Nübüvveti, velayeti, kerameti, şeriatı, tarikatı İmam-ı
Rabbanî Hazretlerinin anladığı gibi anlamak uyanışımıza basamak
teşkil eder inşallah.
Hazırlayan: Mustafa CABAT

20

İMAMI RABBANİ’DEN (K.S)
(SEÇME MEKTUPLAR)

EHL-İ SÜNNET
İTİKADI HAKKINDA
MEKTUPLAR

Bir Müslüman için Ehl-i Sünnet itikat ve inancı;
Bir ağaç için kök, bir bina için temel,
Bir vücûd için ruh ve can mesabesinde önemlidir.

21
1. CİLT
59. MEKTUP

Seyyid Mahmud’a;
-Kurtuluş için kesinlikle üç şeyin lazım olduğunu,
-Ehl-i Sünnet vel-cemaata tabi olmadan cehennemden
kurtulmanın, mümkün olmayacağını,
-İlim ile amelin şeriat ile alakalı olduğunu,
-İhlası elde etmenin, sofilerin yoluna girmeye bağlı olduğunu,
beyan hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehü bizlere şeriat-ı Mustafaviyye Caddesi
üzerinde istikamet üzere olmayı, Cenab-ı Hakk’a külliyen yönelmeyi
nasip etsin. Şeriatın sahibine salat-ü selam olsun.
Faydalı ve güzel bir takım sözleri ve müzakereleri içeren
mektubunuz bana ulaştı, sevinmemize sebep oldu. Şu garipler
topluluğuna olan, ihlas ve muhabbeti haber veren açıklamalarda
bulundun. Allah’ım bu muhabbeti arttır.
Mektupta bir takım isteklerde bulunduğun yazılı.
Ey mahdum iyi bil ki; ebedi kurtuluşun mümkün ve kolay
olması için, insana üç şey lazımdır.
-İlim,
-Amel,
-İhlas.
İlim iki kısımdır.
Birinci kısım; kendisi ile amel kast edilen ilimdir. Bu ilmin
açıklamasını fıkh ilmi üstlenmiştir.
İkinci kısım; itikat ve inanç ile alakalı olup hiç bir şüpheye ve
tereddüde yer olmayacak şekilde, kalb ile inanma ilmidir. Bu ilim,
firka-i naciye olan Ehl-i Sünnet vel-cemaatın görüşlerine uygun
olarak, bütün tafsilatıyla kelam ilminde anlatılmıştır.
Ehl-i Sünnet büyüklerine tabi olmayan, hiçbir kimsenin ebedi
kurtuluşa nail olması mümkün değildir. Eğer, Ehl-i Sünnet
büyüklerinin görüşlerine bir tüy kadar dahi muhalefet olursa, iş
büyük ölçüde tehlikeye girmiş olur.

22

Bu söz; sahîh bir keşif ve açık bir ilham ile kat’i ve kesin bir
mertebeye ulaşmıştır.
Ehl-i Sünnet yolundan ayrılmak için en küçük bir sebep
yoktur. Ehl-i Sünnet âlimlerine tabi olmaya muvaffak olup onları
taklit ederek, onların yolunda olmakla şereflenenlere, müjdeler olsun.
Onlara muhalefet edenlere, onlardan ayrılanlara, onların usullerini
bırakıp o topluluktan çıkanlara yazıklar olsun. Onlar hem kendileri
sapıttı, hem de başkalarını saptırdılar.
Öyle ki; Ehl-i Sünnet yolundan ayrılanlar, rü’yetullahı ve
şefaati inkâr ettiler. Sohbet-i Resulüllahın ve Ashab-ı Kiramın
faziletlerini anlayamadılar. Resulüllahın ehli beytine muhabbetten,
Fatımat-ül-betülün evladını sevmekten mahrum odular. Böylece Ehl-
i Sünnetin nail olduğu birçok hayırlardan mahrum oldular.
Ashabı Kiram (aleyhimürrıdvan) hazretleri, kendi aralarında,
Hazret-i Ebu Bekrin en faziletli ve üstün olduğu hususunda ittifak
ettiler.
Sahabenin hallerini en iyi bilen, İmâm-ı Şâfiî (radıyallahü
anhü), şöyle buyurdu; Resulüllah (sallallahü aleyhi vesellem)den
sonra insanlar, gök kubbe altında, yeryüzünde Hazret-i Ebubekir’den
daha hayırlısını bulamadılar, ona boyun eğip itaat ettiler. Oy birliği
ile onu halife seçmeleri, Sıddîk-i Ekber Hazret-i Ebu Bekrin,
sahabenin en üstünü ve faziletlisi olduğu hususunda, ittifak
ettiklerine açık bir delildir.
Dolayısıyla ilk asırda, Hazret-i Ebu Bekrin, diğer bütün
sahabe üzerine fazilet ve üstünlüğü hakkında, icmaa’ vardır. İcma’
ile olan bu üstünlük, kat’i ve kesin olup bunu inkâr etmek caiz
değildir.
Resulüllah sallallahü aleyhi vesellemin Ehli beytinin misali;
Nuh aleyhisselamın gemisi gibidir. Gemiye binenler necat bulup
kurtulurken, binmeyenler helâk oldu.
Bazı arifler şöyle dediler; Resulüllah sallallahü aleyhi
vesellem; gemiye binen kimselerin, helâk olmaktan emin olmaları
için, yıldızlara riayet etmelerinin, zaruret ve lüzumuna işaret etmek
için, ashabını yıldızlara, Ehli beytini de Nuh aleyhisselamın gemisine
benzetti, çünkü gemiye binenler için, yıldızlara riayet edip
gözetmeden doğru yolu bulmak, mümkün değildir.

23

“Ashabım yıldızlar gibidir.” diye meşhur olan bu Hadis-i
Şerif, Sahîh-i Müslim’de benzer lafızlar ile rivayet edilmiştir.
Bilinmesi lazım olan hususlardan birisi de şudur; Ashab-ı
Kiramın bazısını inkâr etmek, hepsini inkâr etmek anlamına gelir.
Çünkü onlar Hayrulbeşer sallallahü aleyhi vesellemin sohbetinin
faziletinde müşterektirler. Resulü Ekremin sohbetinde bulunmanın,
fazilet ve üstünlüğü, her türlü fazilet ve kemalâtın fevkindedir.
Bu sebepten dolayı, Tâbiînin en faziletlisi olan Veyselkaranî
hazretleri, Resulüllah sallallahü aleyhi vesellemin sohbetinde
bulunanların en alt mertebesindeki bir sahabinin derecesine
ulaşamadı. Şu halde ne olursa olsun, sohbetin faziletine hiçbir şey
denk ve muadil olamaz.
Çünkü Ashabı Kiramın imânları; Vahyin nüzulüne şahit
olmaları ve Resulüllahın sohbetinde bulunmalarının bereketi
sebebiyle, şuhudi imân oldu. Sahabeden sonra hiçbir kimse için,
imânın bu mertebesine ulaşmak mümkün olmadı.
Ameller; imânın fer’ileridir. Amellerin kemâlâtı, imânın
kemâlâtına göredir.
Ashab-ı Kiram arasında vuku bulan hadiseler, niza ve
anlaşmazlıklar, bir takım hikmetlere ve maslahatlara haml olunur,
öyle yorumlamak gerekir. Bu hadiseler, cehaletten, nefsani istek ve
arzulardan meydana gelmeyip ilimden ve içtihattaki ihtilaflardan
meydana geldi.
Ashab-ı Kiramdan bazıları, içtihadında hata etseler bile, hata
eden müctehid için de bir derece sevap vardır. Doğru ve selamet yolu
olan ehl-i Sünnet vel-cemaatın tercih ettiği, ifrat ve tefrit arasındaki
orta ve itidal yolu budur.
Hulâsa olarak; ilim ve amel, şeriat ilimlerini öğrenmekle elde
edilir. İlim ve amel için bir ruh mesabesinde olan ihlası elde etmek
ise sofilerin yoluna girmeye bağlıdır.
Bir salik; Seyir-ilallah ve seyir-fillah mesafelerini kat’
etmedikçe, ihlasın hakikatinden uzak olup havas mertebesindeki
ihlas ehlinin kemâlât ve olgunluğundan mahrum olur.
Evet; tekellüf ile ve amellerinde dikkat ederek, avam
mü’minler için, azda olsa, bazı amellerde ihlas tahakkuk edebilir.
Ancak bizim anlatmaya çalıştığımız ihlas, hiç zorlanmadan,

24

tekellüfsüz olarak bütün hareketlerde, sözlerde ve işlerde ihlasın
mevcut olmasıdır.
Bu manâdaki ihlasın mevcut olması; âfakî ve enfüsî ilahları,
insanın içindeki ve dışındaki bir takım batıl ilahları yok etmeye
muhtaçtır. Fenâ ve beka mertebelerine ulaşmak ve velayet-i hassa
makamına ermekte bu batıl ilahları yok etmeye bağlıdır.
Tekellüf ve zorlanmaya muhtaç olan ihlas için devamlılık
olmaz. Amellerde, Hakkelyakîn mertebesi olan ihlasın, devamlı
olması için, tekellüfün ortadan kalkması lazımdır.
Allah Teâlâ’nın veli kulları, her ne yaparlarsa, Allah celle ve
âlânın rızası için yaparlar. Kendi nefsleri, haz duyduğu için ve lezzet
aldığı için yapmazlar. Çünkü onların nefsleri, Hakk celle ve âlâya
fedâ edilmiş olup ihlası elde etmek için niyetlerini düzeltmelerine
ihtiyaç yoktur. Zira onların niyetleri, fenâ-fillah ve beka-billah
mertebelerine kavuşmakla, ihlaslı ve sıhhatli hale gelmiştir.
Mesela; Bir şahıs, nefsine esir olduğunda, niyet etse de
etmese de, her ne yaparsa nefsi hoşlandığı için ve nefsi haz aldığı
için yapar. Aynı şahıs, nefsiyle alâkasını kesip nefsinin
boyunduruğundan kurtulup Hak celle veâlâ ile alâka kurduğu zaman,
hiç şüphesiz, her ne yaparsa, niyet etse de etmese de, Allah
subhanehünün rızası için yapar. Çünkü başka bir şeye ihtimal olduğu
zaman niyete ihtiyaç olur. Nefs ile alakası kalmamış olan bu şahsın
niyetinde ise rıza-i ilahiden başka bir şeye ihtimâl yoktur.
İhlas taayyün ettiği için, niyeti tayin etmeye, ihlaslı olmaya
niyetlenmeye ihtiyaç yoktur.
Bu mahza Allah subhanehünün bir fazlı ve lütfudur,
dilediği kullarına verir. Allah azîm olan fazlın ve lütfun
sahibidir. (Cuma Sûresi; 62/ 4. Ayet.)
Daimî ihlasın sahiplerine, -muhlesin-dendir denilir. Daimi
olmayan, zorlamak suretiyle ihlaslı olmaya çalışanlara, -muhlisin-
dendir denilir. İkisinin arasında çok fark vardır.
İlim ve amel yönünden, sofilerin yolunda elde edilen faideler,
şunlardır.
Delile dayanan kelam ve itikat ile alâkalı ilimlerin, keşif yolu
ile de elde edilmesi, amelleri edâ ederken tam bir kolaylığın hâsıl
olması, nefs ve şeytandan neşet eden tembelliğin gitmesidir.

25
İşte saadet ve mutluluk budur.
Bu saadete, nasibi olanlar kavuşur.
1.CİLT
91. MEKTUP

Şeyh Kebir’e;
Akaidi tashih etmek,
Sâlih amelleri yerine getirmek,
Her ikisinin de kutsi âleme uçmak ve yükselmek için iki kanat
mesabesinde olduğunu, Şeriatın amellerinden ve hakikat hallerinden
esas maksadın, nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye etmek, olduğunu beyan
hakkında yazılmıştır.
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allahu Teâlâ, bize ve size
aleyhissalatu vesselam efendimizin sünneti seniyyesine tâbî olma
istikametini nasip etsin.
İyi bil ki;
Evvela; olmazsa olmaz şekilde, kesinlikle lazım olan şey,
fırka-i naciye olan Ehl-i Sünnet âlimlerinin görüşlerine muvafık
şekilde sahîh ve doğru bir itikat ve inanç sahibi olmaktır.
Sonra fıkhın hükümlerine uygun şekilde amel etmektir.
Şu; iki kanat mesabesindeki itikat ve amel oluşunca kutsî
âleme, yüce mertebelere uçmak ve yükselmek mümkün olur. İşin
esası budur. Gerisi boştur.
Şeriatın amellerinden, tarikat ve hakikatin hallerinden maksat,
nefsi emmâreyi ahlâkı zemimeden, her türlü çirkin huylardan
temizlemek ve kalbi masivâllahtan, Allah düşüncesinden başka her
şeyden boşaltmaktır.
Nefs ahlâkı zemimeden temizlenmedikçe, kalbin selâmeti
düşünülemez. Aynı zamanda kurtuluş kendisine bağlı olan hakiki
imân da oluşmaz.
Kalbin selâmeti, kalbin üzerinden, faraza bin sene dahi geçse,
Allah Teâlâ’dan başka bir şeyin hatıra gelmemesiyle olur. Çünkü
böyle bir durumda, ancak kalb için tamamen masivâyı unutma hâsıl
olur. Böyle bir kalbe, zorla masivâ hatırlatılmak için çaba sarf edilse
yine de hatırlamaz.

26

İşte bu hal ve durum; Fenâ makamı diye anlatılan makamdır
ki hakikat yolunda ilk adımdır.
1. CİLT
94. MEKTUP
İskender Hızır Han Lodî’ye;
İnsanın kurtuluşunun, olmazsa olmazı olan, sahîh itikat ve
sâlih amelleri beyan hakkında yazılmıştır.
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allahu Teâlâ şeriatın
sahibi olan aleyhissalatu vesselam efendimizin yolunda istikamet
üzere olmanızı nasip etsin.
İnsanın kurtuluşu için, kesinlikle yapılması lazım olan şey,
evvela fırka-i naciye olan Ehl-i Sünnet vel-cemaatın görüşlerine
uygun şekilde itikadı düzeltmektir.
İkinci olarakta ahkâmı fıkhiyye mucibince, sâlih amelleri
yerine getirmektir.
Şayet; Farzların, Sünnetlerin, Vaciplerin, müstahapların,
helâl, haram ve şüpheli hususların hükümlerini öğrendikten sonra,
itikat ve amel yönleri de oluşup Tevfik-i ilahî müyesser olursa,
hakikat âlemine yükselmek mümkün olur. Aksi takdirde, itikat ve
amel ikisi birden oluşmazsa hakikate ulaşmakta muhal olur.
Şiir;
Tâbî olmaksızın Mustafa’ya,
Muhaldir yürümek sefa yollarında.
Subhan olan Allahu Teâlâ bizi ve sizi aleyhissalatu vesselama
tâbî olmakta sabit kılsın.

1. CİLT
112. MEKTUP

Şeyh Abdül Celil’e;
Ehl-i sünnet vel-cemaat, itikadı üzere olmanın zaruretini beyan
hakkında yazılmıştır.
Subhan olan Allah Teâlâ bizi ve bizim gibi müflisleri, hak
ehli, Ehl-i sünnet vel-cemaat itikat ve inancının hakikatine erdirsin.

27

Cenab-ı Hakkın razı olacağı amelleri yapmaya muvaffak
kılsın ve bu amellerin semeresi olarak, tamamıyla ve kemâliyle kendi
kutsî cenabına cezbeden halleri, bize in’am ve ihsan etsin.
En önemli iş budur. Gerisi boştur.
Fırka-i naciye olan Ehl-i Sünnet vel-cemaat itikadı tahakkuk
etmeksizin, meydana gelen manevi halleri ve vecdleri istidracdan
başka bir şey saymam, Onları mahrumiyet ve perişanlıktan başka bir
şey sanmam.
Fırka-i naciye olan Ehl-i Sünnet itikatlarıyla beraber, eğer
bize bir şey verilirse memnun oluruz ve şükrünü eda etmek için
gayret ederiz.
Şayet ki bize sadece Ehl-i Sünnete tâbî olma nimeti verilir
manevi vecd ve haller verilmezse buna razı olup mahzun ve
mağmum olmayız.
Evla ve daha güzel olan budur deriz.
Bazı meşayihden (Kaddesallahu esrarahum) sekr halinde
iken, manevî sarhoşluk esnasında ehl-i Hakkın görüşlerine muhalif
ve zıt olarak ortaya çıkan ilimler ve marifetler, keşif yoluyla ortaya
çıkmış ise onlar bu hususta mazurdurlar.
Kıyamet gününde onların bu hususta muaheze
olunmayacaklarını, sorumlu olmayacaklarını ümit ederiz. Bilakis
onlar için, hata eden müçtehidin hükmü olup bir ecir ve sevap olur.
Hak ve doğru ise ehli hak olan Ehl-i Sünnet vel-cemaat
tarafındadır. Allah sübhanehü onların çalışmalarını kabul etsin.
Ehl-i Sünnet âlimlerinin ilimleri, kat’i ve kesin vahiy ile
müeyyed, aleyhissalatu vesselam efendimizin nübüvvet kandilinden
iktibas edilmiştir, alınmıştır.
Sofilerin maarif ve ilimleri ise hata ihtimali olan keşif ve
ilhama istinat etmektedir, dayanmaktadır.
Keşif ve ilhamın doğruluğunun alameti; Ehl-i Sünnet
âlimlerinin ilimlerine mutabık ve uygun olmasıdır. Eğer bir tüy kadar
dahi onların görüşlerine muhalefet olursa o görüş, savab dairesinden
hariçtir. Doğru olmaktan uzaktır.
İşte sahîh ilim ve apaçık doğru yol budur. Haktan ötesi dalalet
ve sapıklıktır.

28

Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah Teâlâ, bizi ve sizi
bütün peygamberlerin seyyidine, hem zâhiren hem bâtınen ve hem de
itikat yönüyle tâbî olmayı nasip etsin. Salavatın ekmeli ve selamların
efdalı seyydülmürselin olan efendimize ve onun aline olsun.
Allah Teâlâ’nın selamı size ve hidayete tâbî olanların üzerine
olsun.

1. CİLT
177. MEKTUP
Cemalettin Hüseyin Bedahşî’ye;
Ehl-i Sünnet vel-cemaatin isabetli görüşlerine göre, itikadı
tashih etmeye teşvik hakkında yazılmıştır..
Hâce Cemalettin Hüseyin gençlik zamanını ganimet bilip
mümkün oldukça, Hakk sübhanehü ve Teâlâ’nın razı olacağı yerlerde
geçirsin.
Yani evvela itikadını Ehl-i Sünnet vel-cemaatın görüşlerine
uygun şekilde tashih etmeye, ikinci olarak da şeriatın fıkhî
hükümlerine uygun amel etmeye, üçüncü olarak da saf ve temiz
sofilere mensup tarikatı aliyyeye, devam etsin.
Kim bu hususları yerine getirmeye muvaffak olursa büyük bir
kurtuluşa ermiş olur. Kim bunlardan yüz çevirirse çok açık bir
felakete düşmüş olur.
Aynı zamanda Hâce Cemalettin, Hâce Muhammed Sâlih’in
evladına hizmet etmeyi de büyük bir saadet saysın. Çünkü bu hizmet
gerçekten makbul zatlardan olan Hâce Muhammed Sâlih’e, bir imdat
ve yardımdır.
Ben meram hazinesinden bir alamet ve işaret açıkladım.
Vesselam.

1. CİLT
193. MEKTUP

Seyit Ferid’e;
Akaidi, Ehl-i Sünnet vel-cemaatın görüşlerine göre tashih
etmek,

29
fıkhi hükümleri öğrenmek,
İslâm’ın garip kalmasından şikâyet,
İslâm’ı revaçta tutmaya teşvik ve İslâm’ı teyit hakkında
yazılmıştır.
Size ayıp ve leke getirecek olan her şeyden, arınmanız için
Allah Teâlâ muininiz ve yardımcınız olsun.
Bil ki; Din-i Celil-i İslâm’ın, emir ve yasaklarıyla mükellef
olan kimselere, evvela vacip ve zaruri olan, Ehl-i Sünnet vel-cemaat
âlimlerinin görüşlerine uygun ve muvafık şekilde sahîh itikada sahip
olmaktır. Cenab-ı Hak onların gayretlerini meşkür etsin.
Çünkü uhrevi ve ebedi kurtuluş o büyüklerin görüşlerine tabi
olmaya bağlıdır.
Onlar ve tabileri firka-i nâciyedir. Çünkü onlar Resulü Ekrem
Efendimizin ve Ashab-ı Kiram’ın yolu üzerindedirler. (salavatullahi
aleyhi ve aleyhim acmein.)
Kitap ve sünnetten istifade edilen ilimlerde muteber olan, o
büyüklerin, Ehl-i Sünnet âlimlerinin kitap ve sünnetten çıkardıkları
ve aldıkları manâ ve hükümlerdir.
Çünkü her bidatçı ve sapık da, kendi bozuk zannı ve
anlayışıyla bozuk ve fasit itikatlarını kitap ve sünnetten almaktadır.
Dolayısıyla kitap ve sünnetten çıkarılan ve anlaşılan her manâ
muteber olmaz.
Büyük İmam Tûrpüşti’nin risalesi, akaidi tashih için cidden
münasip ve uygundur. Anlaşılması da kolaydır. Lakin mevzuubahis
olan risale delilleri de uzunca anlattığından malumatı ondan almak
zorlaşmaktadır. Şayet sadece meseleleri içeren başka bir risale olursa
daha uygun ve münasip olur.
Bu esnada bu babda, anlaşılması kolay Ehl-i Sünnet akaidini
anlatan bir risale yazmak hatırıma geldi. Eğer mümkün ve müyesser
olursa yazdıktan sonra hadimlere göndeririz.
Akaidi tashih ettikten sonra, Helâl, Haram, Farz, Vacip,
Sünnet, Mendûp, Mekruh ve fıkıh ilminin tekeffül ettiği diğer
ilimleri de öğrenmek elbette lazımdır.
Aynı zamanda bu ilimlerin icabına göre amel etmekte zaruri
olup bazı talebeye Mecmû’at-ül Hânî, Umdetü’l İslâm gibi farsça
fıkıh kitaplarını okumalarını emir etmek icap eder.

30

Şayet itikattaki zaruri bir meselede, bir halel bir bozukluk
olursa, kesinlikle uhrevi kurtuluştan mahrumiyet tahakkuk eder.
Kurtuluş mümkün olmaz. Amel ve ibadetler böyle olmayıp onlarda
bir gevşeklik vukû bulsa, muaheze olunsa bile tövbe etmese de af
olunması ümit edilir. İşin sonunda kurtuluş tahakkuk eder.
Şu halde işin umdesi ve aslı, akaidi tashih etmek ve
düzetmektir.
Hâce Ubeydullah Ahrâr kuddise sirruhudan şöyle nakil edildi;
şayet bize, içimiz Ehl-i Sünnet vel-cemaat akaidiyle süslenmemişken
vecd, aşırı sevgi, aşk, şevk, heyecan ve hallerin tamamı verilse biz bu
hallere perişanlıktan başka bir gözle bakmayız. Onlara değer
vermeyiz.
Bizde birçok kusur ve noksanlar toplansa, bununla beraber
içimiz ve hakikatimiz Ehl-i Sünnet akaidi üzere müstakim olsa,
bunda bir beis görmeyiz. Allah Teâlâ sizi ve bizi Seyyidülbeşer
aleyhi ve âlâ alihissalatü vesselam hürmetine Cenab-ı Hakk’ın razı
olduğu, doğru yolda sabit kılsın.
Ey seyyid; cidden şu zamanda İslâm gariptir. İslâm’ın garip
olduğu şu zamanda İslâm’a sahip çıkmak, İslâm’ı takviye etmek,
kuvvetlendirmek için, bir pul dahi harcamak, binlerce altın ve gümüş
harcamaya denk ve müsavi olur. Bu büyük nimet ve devlet ile
müşerref olan kimseye ne büyük saadet vardır.
Dini terviç etmek, revaçta tutmak, yaymak ve şeriata hizmet
etmek, her kesten ve her zaman güzeldir ve rağbet olunur. Ancak
İslâm’ın garip olduğu şu zamanda mürüvvet, himmet, fütüvvet sahibi
ve Ehl-i Beyti nübüvvetten olan sizin gibilerden bu hizmetin sadır
olması daha da güzeldir. Çünkü bu devlet, sizin yüce taifenizden
yayılmıştır. Dolayısıyla bu hizmet sizde zatidir. Diğerlerinde arızîdir.
Veraseti nebeviyyenin hakikati de bu kadri büyük hizmeti
yapmaktır.
Nebi sallallahü aleyhi vesellem, Ashab-ı Kiram’a şöyle
buyurdu; “Siz öyle bir zamanda bulunuyorsunuz ki; kim emir
olunduğunuz şeylerden onda birini terk ederse helâk olur. Sonra bir
zaman gelecek kim emir olunduğu şeylerden onda biriyle amel
ederse kurtulur.” (Tirmizi) İşte o vakit bu vakittir. O toplulukta bu
topluluktur.

31

Şiir;
Ey kahramanlar ganimetler tarafına geliniz
Onlardan sizi alıkoyacak hiçbir engel yoktur.
Şu vakitte Kobendual isimli mel’un kâfirin öldürülmesi
gerçekten güzel oldu. Hangi niyetle öldürülmüş olursa olsun, hangi
maksatla yok edilmiş olursa olsun, Merdüd Hindularda büyük bir
kırılmaya sebep olmuştur.
Çünkü küffarın zelîl olması Ehli İslâm’ın vaktinin bir nakdi
ve kazancıdır. Ehl-i şirkin reisinin başı kırılmıştır. Doğrusu şudur ki
o kâfir, ehl-i şirkin reisi, ehl-i küfrün imamı ve önderi idi. Sübhan
olan Allah Teâlâ onları rüsvay ve perişan kılsın.
Nebi aleyhissalatu vesselam efendimiz ehl-i şirke, bazı
dualarında şu ibareler ile dua etmiştir;
-Allah’ım onların topluluklarını perişan et.
-Cemaatlerini dağıt.
-Binalarını tahrip et.
-Muktedir olan izzetinle onları tut.
İslâm’ın ve ehl-i İslâm’ın izzeti ancak küfrün ve ehli küfrün
zelîl olmasına bağlıdır. Onlardan cizye vergisinin alınmasından
maksat, küffarı zelîl kılmak, aşağılamak ve onların onurunu
kırmaktır. Ehli küfür ne kadar izzet ve itibar kazanırsa, ehli İslâm o
kadar zelil olur.
Şu halde, bu hususu iyi idrak etmek lazımdır. İnsanların
ekserisi bunu idrak edemeyip fenalığı ve kötülüğü sebebiyle dinini
tahrip, perişan ve heba etmiştir.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor;
Ey nebiyyi Zişan; Kâfirler ve münafıklar ile cihat et.
Onlara karşı galiz ol, onlara sert davran. Onların varacakları
yer cehennemdir. Orası ne kötü varılacak yer.(Tevbe Sûresi 9/73
Ayet)
Şu halde kâfirler ile cihat etmek ve onlara sert davranmak,
dini celili İslam’ın, zaruriyyatındandır.
Geçen asırda, küfrün merasimlerinden, tahribat ve
yıkımlarından kalıntılar, Müslümanların kalblerine ciddi şekilde ağır
gelmektedir. Şu zamanda, zamanın sultanının, ehli küfre bir
teveccühü kalmamıştır. Müslümanlardan gücü yetenlerin yapmaları

32

lazım olan, şer ehlinin bu merasimlerinin, tahribat ve yıkımlarının
çirkinliğini sultana bildirmek, bunları önlemek ve gidermek için
gayret etmektir.
Çünkü bunların hala devam etmesi, ihtimal ki; bu
çirkinlikleri, sultanın bilmemesinden kaynaklanmaktadır.
Hulâsa olarak, müsait ve uygun bir vakit bulunduğu zaman,
bazı İslâm âlimlerinin sultana gitmeleri, ehli küfrün tahribat ve
yıkımlarının şenaatini sultana bildirmeleri icap eder. Çünkü ahkâmı
şer’iyyeyi tebliğ etmek için, olağan üstü haller ve kerametler izhar
etmeye ihtiyaç yoktur. Kıyamet gününde tasarruf sahibi
olmadığından dolayı oturup ahkâmı şer’iyyeyi tebliğ etmediği için
özür beyan etmek, dinlenmeyecektir. Mevcudatın en faziletlisi olan
Enbiya-i İzam aleyhimüsselam ahkâm-ı şer’iyyeyi tebliğ etmişlerdir.
İnsanlar onlardan ayet ve mucize istedikleri zaman ayet ve mucizeler
ancak Allah Teâlâ’nın yanındadır. Biz sadece açık bir şekilde tebliğ
ederiz demişlerdir.
Umulur ki Allah Teâlâ o esnada, tebliğ anında hükmünü
ortaya çıkarır, hakikatin zuhuruna sebep olur. Her halde ve durumda
şer’i meselelerin hakikatine vâkıf olmak zaruridir. Şayet bu hususta
bir ihmal vuku bulursa, mes’uliyet âlimlere ve sultanın
yakınlarınadır. Bu tebliğ söylemlerinde, bazı kimseler için bir eziyet
ve sıkıntı meydana gelirse, bu durumu büyük bir saadet saymak icap
eder. Görmüyor musun? Enbiya aleyhimüsselam ne eziyetler
gördüler. Ne kadar mihnet ve meşakkatlere tahammül ettiler? Hatta
öyleki onların en faziletlisi olan aleyhissalatu vesselam efendimiz,
hiçbir peygamber benim gibi eziyet olunmadı buyurdu.
Şiir;
Ömrüm geçti fakat aşk ve şevkimin sözü daha bitmedi.
Gece uzadı sabah yaklaştı, şimdilik bununla kanaat edip yetin.

1. CİLT
266. MEKTUP

Mahdumeyni Mükerremeyn Hâce Abdullah ve Ubeydullah’a;
-Zan ve evham ile olmayıp keşf ve ilham yoluyla ortaya çıkan,
Ehlisünnet velcemaatın görüşlerine uygun ve muvafık bazı itikadi
meselelerin beyanı,

33

-Felsefecilere ve onlara tâbî olup filozofluk taslayan zındıklara
ve kendilerini sofilere benzeten mülhit ve inkârcılara reddiye,
-Namazla alakalı bazı meselelerin beyanı,
-Tarikatı Nakşibendiyyenin methi,
-Raks, sema, sallanarak, dönerek, oynar gibi müzik eşliğinde
zikir yapma meclislerinde hazır olmayı, makam ve name ile okunan
dini metinleri, ilahi ve dini mûsikîleri dinlemeyi yasaklayan ve bunlara
benzer meseleleri beyan hakkında yazılmıştır.
Allah Teâlâ’ya hamdüsenâ, Resul-ü Ekrem’e salatuselamdan
ve duaları tebliğ ettikten sonra, kıymetli mahdumlar bilsinler ki; akıl
sahiplerine evvela farz olan, ehl-i sünnet vel-cemaatın görüşlerine
göre itikatlarını düzeltmektir.
Allah Teâlâ onların gayretlerini meşkür ve makbul etsin.
Çünkü onlar, firka-i naciyedir.
Bir nev’i kapalılık bulunan, izaha muhtaç, itikadi meselelerin
bazılarını anlatacağız.
Kesinlikle bilinmelidir ki; Allah Teâlâ mukaddes zatıyla
mevcuttur. Her şey Allah Teâlâ’nın var etmesiyle mevcuttur.
Allah Teâlâ zatında, sıfatlarında ve ef’alinde bir olup mevcut
olmakta ve başka işlerde, asla hiç bir kimse için, Allah Teâlâ ile
beraberlik ve bir ortaklık yoktur. İsim ve lafızlardaki, kelimelerdeki,
ortak benzerlikler, bahis edilen konunun dışındadır.
Allah Teâlâ’nın ef’ali ve sıfatlarıda, zatı gibi herhangi bir
şeye benzerlikten ve keyfiyetten, münezzehtir.
Allah Teâlâ’nın ef’al ve sıfatlarıyla, mümkünat ve
mevcudatın ef’al ve sıfatları arasında bir münasebet yoktur.
Mesela; Allah Teâlâ’nın ilim sıfatı kadîm olan, yok olmayan
bir sıfattır. İlim sıfatı için, taallukat ve alakaların taaddüdü itibarı ile
olsa dahi, asla taaddüt etmez ve çoğalmaz. Çünkü o esnada bir
inkişaf olup malumatı ezeliyye ve ebediyye onunla açılır.
Mesela; Allah Teâlâ, bir anda Zeyd isimli bir şahsın, mevcut
ve madum, cenin ve sabi, genç ve ihtiyar, diri ve ölü, ayakta duran ve
oturan, bir yere dayanan ve yatan, gülen ve ağlayan, tat alan ve acı
duyan bir halde olduğunu, izzetli ve zelîl, berzah ve kabir âleminde,
Mahşerde, Cennette, lezzet alırken, gibi ahvalini bilecek bir şekilde,
bir anda bütün eşyayı, mütenasip ve bir birine zıt halleriyle, külliyatı

34

ve cüziyyatıyla, bunların hepsine mahsus, vakitleriyle beraber bilir.
Böyle bir durumda taallukun ve alakanın, taaddüdü ve çoğalması
olmaz. Çünkü taallukun taaddüdü, alakanın çoğalması, an ve
zamanların taaddüdünü ve zamanların çoğalmasını gerektirir.
Bu makamda ancak ezelden ebede kadar bir an vardır ki asla
bunda taaddüt ve çoğalma yoktur. Çünkü Allah Teâlâ hakkında
zaman geçerli değildir. Takaddüm ve teehhür, Allah Teâlâ’dan önce
ve sonra, diye bir şey olmaz.
Cenabı Hakk’ın ilminin malumata taallukunu ispat ettiğimiz
zaman, bu bir taalluk olup malumatın tamamıyla alakalı olur. Bu
taalluk ve alakanın keyfiyeti bizce meçhuldür. Allah Teâlâ’nın ilim
sıfatı gibi, bu taallukta keyfiyetten, misal ve benzerlikten
münezzehtir.
Bunun anlaşılmasını kolaylaştırmak için bir misal verip derim
ki; bir şahsın bir an ve zaman içerisinde bir kelimeyi bir birine zıt
kısımlarıyla, bir birine ters halleriyle bilmesi mümkündür.
Mesela; bir şahıs bir vakit ve zaman içinde, bir kelimenin
isim, fiil, harf, üç harfli, dört harfli, murep, mebni, tenvinli, tenvinsiz,
munsarıf, gayri munsarıf, marife, nekre, mazi müstakbel, emir, nehiy
olduğunu bilir. O şahsın, bir an ve zamanda bütün tafsilat ve detayı
ile kelimenin mertebelerinde, bu aksam ve itibarları görüyorum
demesi caiz ve mümkün olur.
Mümkünatın ve mahlûk olan insanın ilminde, zıtları bir araya
getirmek mümkün ve mutasavver olduğuna göre, vacibülvücüt olan
Allah Teâlâ nın ilminde bunun böyle olması nasıl uzak görüle bilir?
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor; İlk önce yaratan sonra onu
tekrar eden odur. Bu ona daha kolaydır. Göklerde ve yerde en
üstün sıfatlar onundur. O güçlüdür hikmet sahibidir. (Rum
Sûresi 30/27. Ayet)
Burada şunun iyi bilinmesi lazımdır. Her ne kadar ilk bakışta
bir birine zıt olan şeyler, bir araya gelmiş gibi görünse de hakikatte
zıddiyet yoktur.
Çünkü Allah Teâlâ’nın bir an ve zamanda, Zeyd isimli şahsın
mevcut ve yok olduğu gibi zıt hallerini bilmesi şöyle anlatılabilir.
Mesela; Zeyd isimli şahsın mevcut olması, dünyaya gelmesi,
hicretten bin sene sonra, geçmiş yokluğu ise o muayyen seneden

35

önce olup, dünyaya geldikten sonraki yokluğu da faraza hicretten bin
yüz sene sonradır.
Durum böyle olunca, zaman değiştiği için gerçekte ve
hakikatte aralarında bir tezat yoktur. Diğer hallerde böyledir. Bunu
böyle anla.
Bu tahkikattan anlaşıldı ki, değişen cüziyyat ile alakalanması
sebebiyle, Allah Teâlâ’nın ilminde değişme şaibesine yol olmaz.
Felsefecilerin zannettiği gibi, Allah Teâlâ’nın ilminde hudüs,
sonradan meydana gelme, tevehhüm edilmez, düşünülemez. Çünkü
değişiklik, Allah Teâlâ’nın ilminin bir şeyden sonra bir şeye taalluk
etmesi üzerine tasavvur olunabilir. Hal bu ise Allah Teâlâ’nın ilmi
bir anda külliyen taalluk ettiğinden, onun ilminde değişme ve hudüs,
sonradan olma düşünülmez. Dolayısıyla müteaddit taallukatı ispat
etmeye de ihtiyaç yoktur.
Allah Teâlâ’nın kelam sıfatı da böyledir. Kelam sıfatı da, bir
olup taaddüt etmez. Allah Teâlâ bir olan kelam sıfatı ile ezelden
ebede kadar mütekellimdir. O kelam sıfatıyla konuşur. Allah Teâlâ,
emir ederse kelam sıfatından emir eder, nehiy ederse yine o nehiy,
kelam sıfatından neşet eder. Bir hususu bildirmek ve sormak ta yine
kelam sıfatıyladır.
Temenni ve terecci, istek ve arzu da yine kelam sıfatıyladır.
İndirilmiş kitapların ve gönderilmiş sahifelerin tamamı da
Allah Teâlâ’nın kelam sıfatından bir varaka ve sahifedir.
Tevrat da, o kelam sıfatından istinsah edilmiş ve yazılmıştır.
İncil de, lafızların suretini, ondan almıştır.
Zebur da, ondan yazılmıştır.
Kur’an’ı Kerim de, kelam sıfatından indirilmiştir.
Şiir;
Hak olarak bil ki, Mevla’mızın kelamı birdir.
Lakin indirilmesinde taaddüt vardır.
Allah Teâlâ’nın fiili sıfatı, tekvin, sıfatı da birdir. Taaddüt
etmez çoğalmaz. Masnuat ve mahlûkatın tamamı bu tekvin sıfatı ile
var olmuştur.
Allah Teâlâ nın; Bizim emrimiz, buyruğumuz, bir göz
kırpış gibi ancak bir sözden ibarettir. (Kamer Sûresi, 54/ 50.
Ayeti) bu manaya işaret etmektedir.

36

İhya ve imate, diriltme ve öldürme sıfatları da buna bağlıdır.
Yine in’am ve iylam, nimetlendirme ve elem verme de bu
tekvin sıfatına bağlıdır.
Aynı şekilde icat ve i’dam, var etme ve yok etme sıfatları da
bu tekvin sıfatından neş’et etmektedir.
Allah Teâlâ’nın fi’linde de taallukatın taaddüdü ve çoğalması
sabit olmaz. Bilakis geçmiş mahlûkat ve gelecekte yaratılacak
olanlar, bir taallukun mevcut olmasıyla, mahsus vakitlerinde var
olmuş olur.
İlim ve kelam sıfatlarında olduğu gibi, tekvin sıfatının
taallukunun keyfiyeti de bizce meçhuldür. Nefsi fi’lisi gibi, misli ve
benzeri yoktur. Çünkü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah
Teâlâ’yı bir keyfiyet ile anlatmaya bir yol yoktur.
Bir darbı meselde; Onun atiyyeleri ve hediyeleri, ancak onun
bineklerine yüklenir. Onun hediyelerini, ancak onun binekleri taşıya
bilir, denmiştir.
İmam-ı Eş’ari bile Allah Teâlâ’nın fi’ linin hakikatine muttali
olamayıp ef’ali ilahinin ve tekvin sıfatının hadis olduğuna, sonradan
olduğuna kail olmuş, bu hadisatın, Allah Teâlâ’nın ezeli olan fi’ linin
eseri olduğunu, ef’ali nin kendisi olmadığını, anlayamamıştır.
Allah Teâlâ’nın fi’li, misal ve keyfiyetten münezzeh olup
Allah Teâlâ’nın zatıyla kaim olan, kadîm bir sıfattır ki, ona tekvin
sıfatı denir. Muhdesat ve mahlûkatın görüşleri onu ihata edemez,
anlayamaz.
Şiir;
Bir sultan dilenci kulübesine nasıl sığar?
Dar ve küçük bir kap, bu kadar manayı nasıl alır?
Bu fakire göre, zat-ı ilahinin tecellisi olmadan ef’ali ilahi ve
sıfat-ı ilahinin tecellisi düşünülemez. Çünkü ef’ali ilahi ve sıfat-ı
ilahi zat-ı ilahiden ayrılmaz ki, zatı ilahinin tecellisi olmadan sıfat-ı
ilahinin tecellisi düşünülsün. Şu halde zat-ı ilahiden ayrılan şey, ef’al
ve sıfatın zılli, gölgesi, yansıması olup, ef’al ve sıfatın tecellisi
değildir. Ancak bu kemâlâtı herkesin anlayışı idrak edemez.
Bu Allah Teâlâ’nın bir fazlı ve lütfu olup dilediği kullarına
verir. Allah Teâlâ’nın fazlı ve lütfu çok büyüktür. (Cuma Sûresi
62/ 4. Ayet.)

37
Burada biz asıl mevzumuza dönelim.
Biz deriz ki; Allah Teâlâ, hiçbir şeye hulûl etmez. Hiçbir şey
de Allah Teâlâ’ya hulûl etmez. Lakin Allah Teâlâ eşyanın tamamını
ihata eder, kapsar. Allah Teâlâ’nın her şeye yakınlığı, maiyeti ve
beraberliği vardır. Bu maiyyet ve beraberlik bizim kısa ve kusurlu
anlayışımızla idrak ettiğimiz şekilde değildir. Zira bu kusurlu anlayış
mukaddes olan Cenab-ı Hakk’a layık olmaz.
Keşif (gizli bilgilerin açılması) ve Şuhut (gözle görerek
anlamak) ile idrak olunan, zatı ilahi ve sıfatı ilahiye layık olmayan,
her şeyden Allah Teâlâ münezzehtir. Çünkü mümkün olan şeylerin,
cehil ve hayretten başka, Cenabı Hakk’ın zatının, sıfatının, ef’alinin
hakikatinden, bir nasibi yoktur.
Öyle ise gaybe imân edip, cenabı hakkın zat ve sıfatlarına
layık olmayan, keşif ve şuhut yoluyla idrak edilen şeyleri, -la- hayır,
öyle değil diyerek nefiy etmek lazımdır.
Şiir;
Bir kimsenin Anka kuşunu avlaması çok uzak, öyle ise
Sen bu hevesten vaz geç, peşini bırak ta, nezaketli ol.
Şeyhimizin mesnevisindeki, bir beyitte, bu manaya uygundur.
Şiir;
Zengin sarayı çok yüksektir,
Oraya kavuşmayı ummaktan uzak dur.
Biz imân ederiz ki; Allah Teâlâ mevcudatın ve eşyanın
hepsini ihata eder. Onlara yakın olup onlarla beraberdir. Lakin biz
ihatanın, kurbiyetin ve maiyyetin manasını, nasıl ihata ettiğini, nasıl
yakın olduğunu ve nasıl beraber olduğunu bilmeyiz.
İhata ve maiyyet müteşabih te’vilattan olup biz bunların
te’vili ve manası hakkında konuşmayız. Allah Teâlâ kesinlikle ve
asla bir şey ile ittihat etmez ve birleşmez. Hiç bir şeyde Allah Teâlâ
ile ittihat etmez. İttihadın manasından bazı sofilerin ibarelerinden
anlaşılan şey, onların murad ettikleri mananın hilafınadır.
Mesela; Sofilerin, fakirlik tamam olunca o Allah’tır. Gibi
sözlerden asıl kast edilen mana, fakir hali tamam olup sırf izmihlal
ve perişanlık ve mahza yokluk hâsıl olduğu zaman, bütün ümitler
kesilir. Sığınılacak ve yardım istenecek sadece ve yalnız Allah Teâlâ

38

kalır demektir. Yoksa o fakir Allah Teâlâ ile ittihat eder birleşir ve
ilah olur, demek değildir. Böyle bir düşünce küfürdür ve zındıklıktır.
Allah Teâlâ zalimlerin düşündükleri her türlü noksan
sıfatlardan münezzehtir, yücedir, büyüktür. (İsra Sûresi,17/43.
Ayet.)
Allah Teâlâ bütün kemal sıfatlar ile muttasıftır.
Bizim şeyhimiz, üstadımız kuddise sirruhu şöyle söyledi;
enel-hak sözünün manası “ben Hak’kım” demek değildir. Ben
yokum, mevcut olan ancak Hakk sübhanehüdür, demektir. Allah
Teâlâ’nın zatı, sıfatı ve ef’ali için tebeddül ve tagayyüre, değişikliğe
bir yol yoktur.
Mükevvenatın, hadis ve sonradan var olmasıyla zatiyle,
sıfatlarıyla ve ef’aliyle değişmeyen, Allah Teâlâ her türlü eksik ve
noksan sıfatlardan, münezzehtir.
Allah Teâlâ; hiçbir işte hiçbir şekilde, zatında, sıfatlarında ve
ef’alinde asla hiçbir şeye muhtaç olmaz. O ganiyyi mutlaktır.
Allah Teâlâ mevcut ve var olmakta muhtaç olmadığı gibi,
zâhir olmakta ve bilinmekte de hiçbir şeye muhtaç olmaz.
Bazı sofilerin; Cenab-ı Hakk’ın esma ve sıfatlarının
kemâlâtının zâhir olması için bize muhtaçtır. Gibi sözleri bana ağır
geliyor. Bu sözler doğru değildir.
Bu hususta benim itikadım şöyledir; Mahlûkatın
yaratılmasından ve mevcudatın var edilmesinden maksat, mahlûkat
ve mevcudat için, Allah sübhanehüyü tanımaları –marifetullah-
sebebiyle, onlar için kemâlâtın hâsıl olmasıdır. Yoksa mahlûkat ve
mevcudat sebebiyle, Cenab-ı Hakk’a yönelik, Cenab-ı Hakk için bir
kemâlâtın hâsıl olması değildir.
Ben insanları ve cinnileri ancak beni tanısınlar için
yarattım. (Zariyat Sûresi, 51/56.) Ayeti bu manayı teyit etmektedir.
İnsanların ve cinnîlerin yaratılmasındaki maksat, kendileri için bir
kemâlât olan, marifetullahın hâsıl olmasıdır. Yoksa sübhan olan
Allah Teâlâ için, mahlûkat sebebiyle olacak bir kemâlât için değildir.
“Ben tanınmak için mahlûkatı yarattım.” mealindeki hadis-i
kutsîde, ifade edilen manâ da budur. Mahlûkatın Allah Teâlâ’yı
tanımasıdır. Yoksa Allah Teâlâ’nın mahlûkat tarafından maruf
olması ve bilinmesi sebebiyle Allah Teâlâ için bir kemâlâtın hâsıl

39

olması değildir. Allah Teâlâ bu gibi noksan sıfatlardan münezzehtir.
Yücedir ve büyüktür. Allah Teâlâ; her türlü noksan ve eksik
sıfatlardan ve mahlûkata ait hallerden münezzeh ve beridir.
Allah Teâlâ; cisim değildir, cismanî, mekanî ve zamanî de
değildir. Maddeyle, zamanla ve mekânla alakası yoktur. Allah
Teâlâ’nın, hepsi kâmil sekiz tane sıfatları vardır. Şunlardır;
-Hayat, (diri olması)
-İlim, ( bilmesi)
-Kudret, (gücü yetmesi)
-İrade, (Murad etmesi, dilemesi)
-Basar, (görmesi)
-Sem’i, (işitmesi)
-Kelâm, (konuşucu olması)
-Tekvin, (yaratıcı olması)
Bu sıfatlar sadece ilmen değil, haricen de mevcuttur.
Allah Teâlâ kadîmdir ve ezelidir. Kendisinden önce yokluk
geçmemiştir ve sonra da yokluk olmayacaktır. Allah Teâlâ’dan başka
hiçbir varlık kadîm ve ezelî değildir. Bu hususta icmaa vardır.
Allah Teâlâ’dan başkasının kadîm ve ezelî olduğunu söyleyen
kesinlikle kâfir olur. Bu sebepten dolayı İmam-ı Gazâlî
rahimehûllah; İbn-i Sina, Farabi ve onların yolunda olanları tekfir
etmiştir. Çünkü onlar akılların, nefslerin, heyûla ve suretlerin, aynı
şekilde semavât ve içindekilerin kadîm olduğuna, onlardan önce bir
yokluğun geçmediğine kaildirler. Öyle inanıyorlar.
Bizim şeyhimiz (kuddise sirruhu); kâmil ruhların kadîm
olduğuna kail olan Muhyiddin İbn-i Arabi’nin sözlerinin, Ehl-i
Sünnet âlimlerinin icmaına, muhalif olmasın diye, tevil edilmesini
söylemiştir.
Allah Teâlâ ıztırar ve icap’tan, yapmaya mecbur olma,
şaibesinden beri ve münezzeh olarak;
-Kaadir-i muhtardır.
-İrade sahibidir.
-Dilediğini yapmaya kaadirdir.
Ahmak felsefeciler, kemâlâtın icapta olduğunu, Allah
Teâlâ’nın yaratmaya, yapmaya mecbur olduğunu zannederek, Allah
Teâlâ’dan ihtiyarı, iradeyi, seçme ve istediğini yapma vasfını nefy

40

ederek, Allah Teâlâ’ya -icab’ı- yapmaya mecbur olma vasfını nisbet
ettiler. Yapmaya mecburdur dediler. O sefih grup, vacip Teâlâ’yı,
hiçbir şey yapmayan ve hadiselere karışmayan, muattal ve mühmel
olarak anladılar. Sonradan var olan muhdesatın mevcudiyetini,
sadece kendi vehimlerinde var olan, başkalarının yanında sabit
olmayan, bir aklı faale nisbet ettiler. Onlar fasit ve bozuk zanlarında
ve düşüncelerinde muhdesatın ve mahlûkatın, asla Hakk sübhanehü
ile alakası olmadığına, Hakk subhanehünün muhdesat ve mahlûkat
ile meşgul olmadığına inandılar. Bu durumda onlara, ıztırar anında,
zor zamanlarında, o batıl akl-ı faale iltica etmeleri, asla Hakk
sübhanehüye rücu ve müracaat etmemeleri lazım gelir. Çünkü
onların, batıl ve fasit inançlarına göre; hadiselerin meydana
gelmesinde Allah Teâlâ’nın bir dahl-ü tesiri yoktur.
Onlara göre hadiseleri meydana getiren ve icat eden akl-ı
faaldir. Hatta onların, sıkıntılı anlarında akl-ı faale de müracaat
etmemeleri lazım gelir. Çünkü kendi batıl itikatlarına göre belâları
def etmekte akl-ı faalinde bir ihtiyarı, seçme gücü olmaması lazım
gelir. Bu şekilde düşünen o şakîler, ahmaklık ve akılsızlıkta firak-ı
dallenin (sapık fırkaların) hepsinden ilerde ve öndedirler. Çünkü
kâfirler dahi zor duruma düştüklerinde Allah Teâlâ’ya iltica
ediyorlar. Belâlardan kurtulmayı Allah Teâlâ’dan istiyorlar.
Bu akılsızlar ise, belâlardan kurtulmayı, aklı faalden
istiyorlar. Hatta öyle ki bu sefih ve beyinsizlerde, sapık fırkalarda
olmayan, fazladan iki şey daha vardır.
Birincisi; münzel olan Allah Teâlâ tarafından gönderilmiş,
ahkâm-ı ilahiyi inkâr edip, inat etmeleri ve gönderilmiş ilahi
haberlere düşman olmaları,
İkincisi de; fasit ve bozuk bir takım fikirler öne sürüp boş ve
faydasız maksatlarını ispat etmek için şimdiye kadar asla hiç
kimseden sadır olmayan delillerin doğrusu ile batılını
karıştırmalarıdır. Öyle ki her şeyi göklerin ve yıldızların
hareketlerine, konumlarına bağlayıp hadiseleri yıldızların yaptığına
inanıyorlar.
Gözlerini gökleri yaratan, durmadan dönen ve giden yıldızları
var eden ve hareket ettiren, mahlûkatın bütün işlerini, akıbet ve
soncunu bilerek idare eden Allah Teâlâ’ya kapatmışlardır.

41

Bunlar hadiselerin bizzat Allah Teâlâ’ya dayandığını uzak
görüp ondan yüz çevirdiler.
Bunlar akıldan ne kadar yoksunlar.
Bunlar ne kadar zavallı ve perişan insanlar.
Bunlar saadet ve hidayetten ne kadar mahrumdurlar.
Bunlardan daha sefih, akılsız ve beyinsiz olanlar ise bu
zavallıları zeki ve akıllı zannedenlerdir.
Bunlar, ilmi tıp, ilmi nücum ve tehzibi ahlâk gibi kendilerine
malettikleri en şerefli ve kıymetli ilimlerinin hepsini, geçmiş
peygamberlerin aleyhimüsselam kitaplarından alıp çaldılar. Bunların
yanında da kendi batıl fikirlerini yaydılar. Bu hususu İmamı Gazâlî
Hazretleri (El-münkızu mined-dalal) isimli eserinde açıkça
anlatmıştır.
Ehl-i İslam’ın ve enbiya aleyhimüsselama tâbî olanların,
davalarını ispat için getirdikleri burhan ve delillerinde hataya
düşmeleri zarar vermez. Çünkü onların gaye ve istekleri enbiya
aleyhimüsselama tâbî olmaktır. Onlar burhan ve delillerini kendi
istekleriyle ulvi gayelerini ispat için ortaya koyuyorlar. Delil ortaya
koymadan da enbiyayı taklit etseler onlara kâfidir.
Bu şakîler ise taklit dairesinden çıkıp fasit deliller ile batıl
yollarını ispata çalışıyorlar. Hem kendileri sapıtıyor hem de
başkalarını sapıtıyorlar.
Ölüleri dirilten, körleri ve alaca hastalıkları iyileştiren, İsa âlâ
nebiyyina ve aleyhissalatu vesselamın daveti, bu sefih, sapık ve
perişanların başı olan, Eflatuna ulaştığında; Biz doğru yolda olan
insanlarız. Bizi doğru yola iletecek kimseye ihtiyacımız yoktur
demişti. Bu ne büyük beyinsizlik ve ne büyük şekavettir.
Hal bu ise İsa aleyhisselamda görülen bu mucizelerin hepsi,
onların hikmetlerinden hariç hikmetlerdi. Buna rağmen görmeden
böyle cevap verdi. Onun ahvalini siretini, yolunu düşün ki;
Bu cevap; Onun tam kâmil bir inat, tam bir sefih ve tam bir
akılsız olmasındandır.
Şiir;
Felsefenin ekserisi akılsızlıktır.
Hatta tamamı, çünkü ekser için hükmü kül vardır.

42

Allah sübhanehü bizleri felsefecilerin kötü inançlarından
korusun.
Oğlum Muhammed Masum, bu günlerde (Şerh-ul
Mevâkıftan) cevahir bahsini okuyup tamamladı. Ders esnasında bu
süfehanın kabahat ve çirkinlikleri açıldı. Bunun üzerine birçok
faideler terettüp etti.
Bize hidayet ettiği için Allah Teâlâ’ya hamd olsun. Bize
hidayet etmese idi biz doğru yolu bulamazdık. Rabbimizin
resulleri hakkı ve doğruyu getirdiler. (Araf Sûresi 7/43. Ayet)
Muhyiddin bin Arabî kuddise sirruhunun ibareleri ve sözleri
de yukarda geçtiği gibi –icaba- yönelik olup kudret manâsında, sanki
felsefecilerin dediklerine uyuyor, öyle ki Kadir-i Muhtar için terkin
sıhhatini caiz görmüyor. Bilakis fiil canibinin lüzumuna itikat ediyor.
Hayret ve taaccüp edilecek şey şudur ki; şeyh İbn-i Arabî ilk
bakışta keşif hususunda makbul kimselerdendir. Ehl-i sünnete
muhalif olan, birçok ilimleri, hatalı olarak ortaya çıkıyor.
Müctehidlerin, ictihadi hatalarında olduğu gibi, hatalı keşiflerinde
mazur olması umulur, üzerinden levm ve kötülenme kalkar.
Bu düşünce; Şeyh İbn-i Arabî hakkında, bu fakire mahsus bir
itikattır. Ben onun Ehl-i sünnete muhalif ilimlerini, hatalı ve zararlı
görüyorum.
Bu taifeden, tasavvuf ehlinden bir gurup ise, İbn-i Arabî’ye
taan edip onu suçluyorlar. Bütün ilimlerinde onu hatalı buluyorlar.
Bu taifeden, tasavvuf ehlinden diğer bir cemaat ise şeyh İbn-i
Arabî’yi taklit etmeyi tercih edip bütün ilimlerde isabet ettiğine
inanıyorlar. O ilimlerin doğruluğunu delillerle ve şahitlerle ispat
etmeye çalışıyorlar.
Şüphe yok ki; bu iki grubun her ikisi de onun hakkında ifrat
ve tefrit yolunu seçtiler. Orta yolu bırakıp uzaklaştılar.
Makbul evliyadan olan şeyh ibn-i Arabi, hatalı keşfi sebebiyle
nasıl olur da reddedilir?
Ehl-i sünnete muhalif olan, doğrudan uzak ilimleri ve
görüşleri, mahza taklit sebebiyle nasıl kabul edilir?
Doğru olan ise lütfu, ihsanı ve keremiyle Allah Teâlâ’nın beni
muvaffak kılmış olduğu orta ve mutedil yoldur.

43

Evet; bu taifeden, ehl-i tasavvuftan bir grup vahdet-i vücûd
meselesinde, her ne kadar bu meselede İbn-i Arabî’ye mahsus bir
tarz olsa da, şeyh İbn-i Arabî’ye ortak oluyorlar. Sözün aslında ona
iştirak ediyorlar.
Bu mesele, yukarda da geçtiği gibi her ne kadar Ehl-i sünnet
itikadına muhalif olsa da, te’vil edilmesi mümkün olup Ehl-i sünnet
itikadıyla birleştirmeye sâlih ve uygun olur.
Allah Teâlâ’nın inayetiyle bu fakir; Şeyhimiz hazretlerinin
rubaiyyatını şerh ederken, bu meseleyi Ehl-i sünnet itikadına
uyarlamış, ikisinin arasını cem edip birleştirmiş, iki grup arasındaki
nizaın ve ihtilafın sadece söz ve kelimelerden ibaret olduğunu
anlatmıştır.
Böylece iki tarafında şüphe ve tereddütlerini, bu hususta
düşünenlere gizli olmayacağı gibi, asla hiç bir şüpheye mahal
kalmayacak bir şekilde hal etmiştir.
Bilinmesi lazımdır ki; cevherleri, arazları, cisimleri, akılları,
nefsleri, felekleri ve unsurlarıyla, bu mümkünat ve mevcudat; bunları
yokluktan varlık arsasına ve varlık meydanına çıkaran, kadir-i
muhtar olan Allah Teâlâ’nın var etmesine ve yaratmasına
dayanmaktadır.
Bu kâinat, meydana gelmekte Allah Teâlâ’ya muhtaç olduğu
gibi, varlığını devam ettirmekte de Allah Teâlâ’ya muhtaçtır. Allah
sübhanehü sebepleri ve vasıtaları var etmeyi, kendi fiilinin perdesi ve
örtüsü yaptı. Hikmeti de kudretine bir kubbe, çadır ve örtü yaptı.
Hayır, öyle değil; Bilakis, sebepleri fiilinin sübûtuna delil,
hikmeti de, kudretinin varlığına vesile kıldı.
Gözleri, Enbiya aleyhimussalatü vesselama tabi olmakla
aydınlanan fetanet erbabı kimseler; varlıkları ve mevcudiyetleri
Allah Teâlâ’ya muhtaç olan, sebeplerin ve vesilelerin, Allah Teâlâ
tarafından sabit ve kaim olduğunu kesinlikle bilirler.
Bunlar mahza camit ve cansız iken, nasıl olur da kendileri
gibi cansız olan bir şeye tesir edebilir? Nasıl olur da onları var
edebilir ve icat edebilir? Kesinlikle onların ötesinde bunları icat eden
ve yapan ve bunlara lâyık oldukları kemâlâtı veren bir kadiri muhtar
vardır. İradesiyle onları yaratan bir güç ve kudret vardır.
Görmüyor musun?

44

Akıllı ve zeki insanlar; mesela, sırf camit ve cansız olan bir
şeyden bir iş ve hareket gördüklerinde, zihinleri o hareketin failine
yönelir. Çünkü onlar, kesin olarak bilirler ki, o fiil ve hareket
kendiliğinden olmayıp katiyetle onun arkasında o fiili ve hareketi icat
eden ve yapan bir fail vardır.
Dolayısıyla aklı başında olan kimseler yanında, o camit ve
cansız olan şeyin fiili ve hareketi, fail-i hakikisi için bir perde
değildir. Bilakis o hareketin sadır olduğu şeyin camit ve cansız
olması nedeniyle o hareket bir fail-i hakikinin mevcudiyetine delil
olur.
Evet, cemad ve cansız olan o şeyden sadır olan fiil, ebleh ve
anlayışı kıt kimsenin gözünde fail-i hakiki için bir perde ve örtüdür.
Öyleki o ebleh ve anlayışı kıt kişi, kemal-i gabavetinden dolayı, o
hareket ve fiil ondan sadır olduğu için o cemadı ve cansızı, kudret
sahibi zanneder ve esas fail-i hakikiyi inkâr eder.
Allah Teâlâ bununla birçoklarını sapıtır. Birçoklarını da
hidayete erdirir. (Bakara Sûresi, 2/26. Ayet.)
İşte bu marifet, nübüvvet kandilinden iktibas edilmiş ve
alınmıştır. Her kesin anlayışı bunu idrak edemez. Bu sebepten dolayı
ehli tasavvuftan bir taife, kemâlâtın, sebeplerin kaldırılmasında
olduğuna itikat ediyorlar. Sebepleri vasıta yapmadan, ilk başta her
şeyi Allah Teâlâ’ya nisbet ediyorlar. Onlar bilmiyorlar ki, sebeplerin
kaldırılması, altında sayılmayacak kadar fayda ve maslahatın olduğu
hikmeti, ortadan kaldırır.
Rabbimiz sen bunu boş yere yaratmadın. Sen her türlü
noksanlıktan münezzehsin. Bizi cehennem ateşinden koru. (Ali
İmran Sûresi 3/191. Ayet)
Bu nasıl olur?
Enbiya aleyhimüsselam, sebeplere riayet ediyorlardı.
Sebeplere riayet etmekle beraber işlerini de hak sübhanehüye
bırakıyorlardı.
Evladına göz değmesi mülahaza ve endişesiyle, Yakup, âlâ
nebiyyina aleyhissalatu vesselam şöyle demişti; Oğullarım, şehre
bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin, gerçi Allah’tan
gelecek bir şeyi sizden uzaklaştıramam, hüküm ancak
Allahın’dır. (Yusuf Sûresi, 12/67. Ayet)

45

Sebeplere riayet etmekle beraber, Allah’tan gelecek bir şeyi
sizden uzaklaştıramam, hüküm ancak, Allah’ındır.
Ben ona tevekkül ettim dayandım, tevekkül edenler de
ona dayansınlar. (Yusuf Sûresi, 12/67. Ayet) Diyerek işi Allah
Teâlâ’ya bırakmıştır.
Allah Teâlâ Yakup aleyhisselamdan bu marifeti tasvip edip
doğru ve güzel gördüğündendir ki, bundan sonra kendi nefsine nisbet
ederek şöyle buyurdu; “Şehre babalarının emir ettiği şekilde
girdiklerinde, bu Allah’tan gelecek bir şeyi savmış olmuyordu;
Ancak Yakup, içindeki arzusunu açığa vurmuş oldu. Çünkü o
bizim öğrettiklerimizle büyük bir ilim sahibi idi, fakat insanların
çoğu bilmezler.” (Yusuf Sûresi, 12/68. Ayet)
Hak sübhanehü nebimiz (sallallahü aleyhi veselleme) hitap
ettiği Kur’anı mecitte, sebeplerin vasıta yapılmasına işaret ederek
şöyle buyurdu; Ey nebiyyi Zişan, sana Allah c.c. ve müminlerden
sana tâbî olanlar yeter. (Enfal Sûresi 8/64. Ayet)
Sebeplerin tesiri hakkındaki söze gelince; bazı vakitlerde
Allah Teâlâ’nın, bazı sebeplerde tesir yaratması mümkün olur ve
sebep, müessir olur. Bazı vakitlerde de Allah Teâlâ, sebebin tesirini
yaratmaz, bizzarure o sebep tesir etmez.
Biz bu manayı müşahede ediyoruz. Bazı sebepler üzerinde
sebebin tesiri görülürken bazı vakit ve zamanlarda asla bir tesiri ve
eseri görülmez.
Sebeplerin tesirini inkâr etmek, büyüklenmektir.
Dolayısıyla sebeplerin tesir ettiğini söylemek icap eder.
Allah Teâlâ’nın yaratmasıyla, sebebin tesir ettiğine, sebebin
kendisinin mevcudiyetine inandığı gibi, inanmak lazım gelir.
Bu meselede bu fakirin görüşü böyledir. Doğrusunu Allah
sübhanehü daha iyi bilir.
Bu açıklamadan şöyle bir netice çıktı; sebeplere yapışmak;
İlim ve marifette eksik ve noksan olanların zannettiği gibi
kesinlikle tevekküle mani değildir. Bilakis sebeplere yapışmak, tam
ve kâmil tevekküldür. Kâmil tevekkül sebeplere yapışmaktır.
Zira Yakup aleyhisselam; Ben ancak ona tevekkül ettim,
tevekkül edenler de ancak ona güvensinler. (Yusuf Sûresi, 12/ 67.
Ayet) Diyerek, işlerini Allah Teâlâ’ya bırakmakla beraber, sebeplere

46

de riayet etmiş, sebeplere yapışmayı bırakmayıp tevekkülü sebeplere
yapışarak yapmıştır.
Allah Teâlâ hayrı ve şerri de murad edicidir. Her ikisini de,
hayrı da, şerri de iyiyi de kötüyü de yaratan Allah Teâlâ’dır. Ancak
hayrın yapılmasına razı olup şerrin işlenmesine razı değildir.
Rıza ile irade arasında ince bir fark olup Allah sübhanehü,
Ehl-i sünnet vel-cemaatı bu farkı anlamaya muvaffak kılmıştır. Ehl-i
sünnetin dışındaki diğer fırkalar ise bu inceliğe nail olmadıklarından
dalalette ve itikadi sapıklıkta kalmışlardır.
Bu makamda fırak-ı dalleden (sapık fırkalardan) olan
mutezile, kul kendi fiilinin, kendi işinin halikı ve yaratıcısıdır. Deyip
küfür ve isyanları yaratma işini kulun kendisine nisbet etmişlerdir.
Şeyh Muhyiddin bin Arabî ve tâbîlerinin, İmân ve sâlih
ameller, Cenab-ı Hakk’ın hâdî isminin, küfür ve masiyetlerde mudil
isminin rızası ve beğenmesi iledir. Sözleri de Ehl-i sünnetin
görüşlerine muhaliftir. Güneş aydınlatmaya mecburdur, Güneşe
aydınlatmak lazımdır. Sözü gibi, rızayı inşa ettiği için Allah c.c.yü,
yarattığı işleri yapmaya mecbur görmek manasına gelen, -icab-’a bir
meyildir.
Sübhan olan Hakk Teâlâ, kullarına kudret ve irade vermiştir.
Bu kudret ve irade ile kendi istekleri ve seçimleriyle her türlü işlerini
yaparlar. Allah Teâlâ kulların yaptığı işleri de yaratır. Yaratma, Allah
Teâlâ’ya nisbet edilir.
Kullar, onu kazanırlar. Kazanım kullara nisbet edilir.
Allah Teâlâ halik, kullar kasipdır.
Allah Teâlâ’nın âdeti şöyledir; bir kul bir işi yapmayı murad
edip o işi yapmak için sebeplerine teşebbüs ettiğinde, kulun o işine,
Allah subhanehünün yaratma fiili taalluk eder. O fiil, kuldan kendi
istek ve arzusuyla sadır olunca, o kul bizzarure övülmeye ve
kötülenmeye sevap ve cezaya müstahak olur.
Kulun ihtiyarı ve iradesi zayıftır, diyenlerin sözüne gelince;
eğer bundan murad ve maksat, kulun ihtiyarı ve iradesi, Allah
Teâlâ’nın iradesine nisbetle zayıftır. Demek ise bu doğrudur. Bu
kabul edilir. Eğer kul, emrolunduğu hususları yerine getirmekte
yeterli değildir. Manası murad ediliyorsa bu doğru değildir.

47

Çünkü Allah Teâlâ kulunu, gücünün yetmeyeceği bir şeyle
mükellef ve sorumlu tutmaz. Bilakis kuluna kolaylık murad eder.
Zorluk murad etmez.
Muvakkat bir işten dolayı ebedi cezanın tahakkuk
etmesindeki hikmet, Hakk Teâlâ’nın takdirine ve ilmine bırakılmıştır.
Muvakkat küfürden dolayı ebedi cezanın tahakkuku hakkında, Allah
Teâlâ, Yaptıklarına muvafık ve uygun bir ceza, çünkü onlar,
hesaba çekileceklerini ummuyorlardı. (Nebe’ Sûresi, 78/26-27.
Ayetler) Buyuruyor.
Aynı şekilde muvakkat imân sebebiyle de daimi ve ebedi
lezzet ve nimetler ihsan ediyor. Bu da aziz ve âlim olan Allah
Teâlâ’nın takdiridir. Lakin biz Allah Teâlâ’nın muvaffak kılmasıyla
biliriz ki; yerleri ve gökleri yaratan, bütün zâhirî ve bâtınî nimetlerin
sahibi, her azamet ve kemâl kendisine ait olan Allah Teâlâ’nın
yerine, küfrü seçmenin cezası, cezanın en şiddetlisi olan cehennem
azabında ebedi kalmaktır.
Aynı şekilde, birçok engellere, nefs ve şeytanın verdiği
zahmetlere rağmen, her türlü nimeti veren, şanı büyük Allah Teâlâ’yı
tasdîk etmek ve gaybe imân etmenin mükâfatının, mükâfatların en
üstünü olan bir mükâfat olması icap eder. O da ebedi olarak
cennetlerde, nimetler ve lezzetler içerisinde olmaktır.
Bazı meşayih, cennete girmek, esasında Hakk subhanehünün
fazlı ve lütfu iledir. Amellerin mükâfatının leziz olmasından dolayı,
Cennete girmek imâna bağlanmıştır, dediler.
Bu fakire göre, aslında Cennete girmek imâna bağlıdır. Ancak
imân, ihsan sahibi olan Allah Teâlâ’nın bir lütfu ve hediyesidir.
Cehenneme girmek de küfre bağlıdır. Küfür nefsin hevâ ve
azgınlığından meydana gelir.
Sana isabet eden her hangi bir güzellik Allah Teâlâ
tarafındandır. Sana isabet eden her hangi bir kötülükte kendi
nefsindendir.
Seni insanlara peygamber gönderdik şahit olarak Allah
yeter. (Nisa Sûresi, 4/79. Ayet)
Bunun şöyle bilinmesi lazımdır. Cennete girmenin hakikatte
imâna bağlanması, hem imâna hem de bu kadar büyük ecir ve
mükâfat kendisine terettüp eden mümine bir tazimdir.

48

Cehenneme girmenin küfre bağlanmasında, hem küfrü tahkir
etmek, aşağılamak, hem de küfür kendisine nisbet edilen kâfiri
aşağılamak, onu eksik ve noksan görmek vardır. Bu sebeple daimi
ceza onun üzerine terettüp etti.
Bazı meşayihin söyledikleri, buna muhalif ve ters olan
görüşleri bu incelikten hali ve uzaktır.
Cehenneme girmek gerçekten küfre bağlıdır. Şu doğruyu
ilham eden, Allah sübhanehüdür. Müminler ahirette, Cennette
cihetsiz, keyfiyetsiz, şibih ve misalsiz olarak, Hakk sübhanehüyü
görecekler.
Hak yol Ehl-i sünnet vel-cemaat hariç, sapık fırkaların
tamamı, rü’yetullahı, Cemal-i İlâhî ile müşerref olmayı inkâr
ediyorlar. O batıl fırkalar, cihetsiz ve keyfiyetsiz olarak, Cennette
Allah Teâlâ’nın görüleceğini caiz ve mümkün görmüyorlar.
Hatta Muhyiddin bin Arabî dahi, ahirette ki rü’yetullahı, sûrî
tecelliye indirmiş, Allah Teâlâ ahirette bir suret ile tecelli edecek
diyerek, tecellinin haricinde, rü’yetullahı caiz görmemiştir.
Bir gün şeyhimiz, kuddise sirruhu hazretleri şeyh İbn-i
Arabî’den naklen şöyle demişti; Mutezile şayet rü’yetullahı tenzih
mertebesi ile kayıtlamayıp teşbih suretiyle görülecek deselerdi ve
rü’yetullahı şu tecellinin aynısı olarak tasavvur etselerdi, rü’yetullahı
inkâr etmiş olmazlardı ve muhal olarak görmezlerdi.
Yani onların rü’yetullahı inkâr etmeleri tenzih mertebesine
mahsus olması nedeniyledir. Keyfiyetsiz ve cihetsiz olması
haysiyetindendir.
Sûrî tecelli ise bunun hilafınadır. Çünkü sûrî tecellide cihet ve
keyfiyet düşünülür. Ahiretteki rü’yetullahı, sûrî tecelliye indirmek
hakikatte rü’yetullahı inkâr etmek demektir.
Çünkü ahirette cenabı hakkı bir surette görmek her ne kadar
dünyadaki sûrî tecellilere zıt olsa bile bu hak Teâlâ’yı görmek
değildir.
Çünkü Allah Teâlâ hiçbir şeye benzemez. Hiç bir şeyde Allah
Teâlâ’ya benzemez.
Bir nazım;
Cennette, müminler;
Hak sübhanehüyü, şekilsiz olarak görecekler.

49
İdrakte edemeyecekler.
Gördükten sonra bir misal ile de anlatamayacaklar.
Peygamberlerin; aleyhimussalatü vesselam, gönderilmeleri
âlemler için, büyük bir rahmettir. Şayet o büyükler bize vasıta
olmasalar idi, Cenab-ı Hakk’ın zatını ve sıfatlarını öğrenmek için,
bize kim yol gösterebilirdi?
Hak (celle celalühü)nün razı olduğu ve olmadığı hususları
bize kim anlatabilirdi? Zira onların davet nuru olmadan, bizim
noksan akıllarımız, bunları ayıramazdı. Bizim kısır anlayışlarımız o
büyükleri taklit etmeden bu muamelelerde, perişan olurdu.
Evet;
Akıl her ne kadar delil olsa bile yeterli değildir.
Ulaşılması lazım olan yere ulaşamaz.
Esas ve asıl huccet Enbiya aleyhimüsselamın gönderilmesidir.
Uhrevi sevap ve ceza peygamberlerin gönderilmesine bağlıdır.
Uhrevî ve daimi azap enbiya aleyhimüsselamın
gönderilmesine bağlı olduğuna göre, Enbiyanın gönderilmesi nasıl
oluyor da âlemler için rahmet oluyor denilirse, ben şöyle cevap
veririm; Enbiya aleyhimüsselamın gönderilmesi, aynen rahmettir.
Çünkü Enbiya aleyhimüsselamın gönderilmesi, Vacib-ül vücûd olan
Allah Teâlâ’nın zatının ve mukaddes sıfatlarının öğrenilmesine
sebeptir. Bunların öğrenilmesiyle de dünya ve ahiret saadeti elde
edilir.
Enbiya aleyhimüsselamın gönderilme devlet ve nimetiyle,
Hakk sübhanehüye layık olan sıfatlar, layık olmayan sıfatlardan
ayrıldı. Bizim, imkân ve hudüs alametiyle damgalı olan, kör ve topal
akıllarımız, kadîm olması lazım gelen esma ve sıfatlardan, Vacib-ül
vücûd olan Allah Teâlâ’ya münasip olanları nasıl bilip idrak ede
bilir?
Münasip olmayanları nasıl bilip idrak edebilir? Taki münasip
olanları Allah Teâlâ’ya ıtlak ve nisbet etsin, münasip olmayanlardan
içtinap etsin sakınsın. Aksi takdirde, akıl noksanlığından dolayı
kâmil olanı noksan, noksan olanı da kâmil zanneder.
Bu fakire göre bu şekilde ayırmak zâhirî ve bâtınî nimetlerin
tamamının fevkindedir ve üstündedir. Saadetten en çok mahrum olan
kimse; Noksan sıfatlardan münezzeh ve mukaddes olan Allah

50

Teâlâ’ya, layık olmayan şeyleri ve münasip olmayan işleri nisbet
etmektir.
Hakkı batıldan ayıran, Enbiya aleyhimüsselamın
gönderilmesidir.
İbadete müstahak olan ile olmayanı ayıran Enbiya
aleyhimüsselamın gönderilmesidir.
Enbiya aleyhimüsselam vasıtasıyla insanlar Hakk Teâlâ’nın
yoluna davet ediliyor.
İnsanlar; Enbiya aleyhimüsselamın gönderilmesi vasıtasıyla,
Cenab-ı Hakka kurbiyyet ve yakınlık, saadetine kavuşuyorlar.
Onların gönderilmesi sebebiyle yukarıda anlatıldığı gibi,
insanlar cenabı hakkın razı olacağı hususlara vâkıf oluyorlar.
Enbiya aleyhimüsselamın gönderilmesi sebebiyle Cenab-ı
Hakkın mülkünde caiz olan tasarruf, caiz olmayandan ayrılıyor.
Enbiya aleyhimüsselamın gönderilmesinde bu gibi faildeler çoktur.
Şu yukarıda anlatılanlardan anlaşıldı ki; Enbiya
aleyhimüsselamın gönderilmesi büyük bir rahmettir. Kim nefsine
bağlı olup mel’un şeytanın hükmüne tabi olarak, Enbiya
aleyhimüsselamın bi’setini inkâr eder ve bi’setin icap ettiği ahkâm ile
amel etmezse onda bi’setin ne günahı olur? Perişanlığı neticesinde,
tâbî olduğu takdirde, Enbiya aleyhimüsselamın bi’seti ona nasıl
rahmet olmaz?
Ahkâmı ilahiyyeyi bilmek hakkında, haddi zatında aklın
noksan ve tam olmadığını kabul ediyoruz. Lakin akıl, tasfiye ve
tezkiye edildikten, arınıp temizlendikten sonra, keyfiyetsiz bir
şekilde, Vacib-ül vücûd mertebesine ittisal ve münasebetin hâsıl
olması sebebiyle ahkâmı diniyyeyi Vacib-ül vücüddan almak, akıl
için, niçin caiz ve mümkün olmaz?
Böyle bir durumda da, melek vasıtası ile Enbiya
aleyhimüsselamın gönderilmesine ihtiyaç da olmazdı. Denilirse;
cevap olarak derim ki;
-Akıl için o münasebet ve ittisal oluşsa bile tamamen heyûlani
cisim ile alakası kesilmez. Onun için tam bir arınma oluşmaz.
-Aklın peşinden kuvve-i vehmiyye, evham kuvveti devam
eder,
-Kuvve-i mütahayyile aklın peşini bırakmaz,

51

-Akıl her zaman kuvve-i gadabiyye ve kuvve-i şeheviyye ile
beraber olur.
-Akıl her daim hırs rezaletiyle beraber olur.
-İnsanın levazımından olan şehvet ve nisyan akıldan
ayrılmaz.
-Ebedi olarak cinsinin özelliğinden olan hata ve yanlış
akıldan ayrılmaz.
Dolayısıyla bu durumda akıl güvenilecek hakiki bir hürriyete
sahip olmaz. Akıl vasıtasıyla, elde edilecek hükümler;
-Hayal, tasarrufundan,
-Vehim, tasallutundan,
-Nisyan ve hata şaibesinden korunamaz.
Melek ise böyle değildir. Melekler bu düşük hallerden berî
olup, bu vasıflardan uzaktır. Dolayısıyla itimat ve güvene layık olur.
Melek vasıtasıyla alınan hükümler, vehim ve hayal şaibesinden, hata
ve unutma düşüncesinden korunmuş olur.
Bazı vakitlerde, ruhanilerin mülakatı ve onlardan alınan
marifet ve bilgiler, tebliğ esnasında kendi ihtiyarı olmaksızın, vehim
ve hayal gibi yollardan meydana gelen, doğru olmayan, bir takım
müsellem, mukaddimeler, kuvvetler ve hisler ile hissedilip bu
hükümlere eklenebilir.
Bu vakitte o mukaddimeleri şer’i hükümlerden ayırmak
mümkün olmaz.
-Çoğu kere böyle bir şey olmaz da böylelikle bu
mukaddimelerin karışması sebebiyle o ilimlere, yalan durumu ârız
olabilir. Bu nedenle güvenilir olmaktan çıkar denilirse, Biz deriz ki;
-Aklın tasfiye ve tezkiyesi, hak subhanehünün razı olacağı
sâlih amelleri yerine getirmeye bağlıdır.
-Bu sâlih amelleri bilmek de, yukarıda anlatıldığı gibi Enbiya
aleyhimüsselamın gönderilmesine bağlıdır. Dolayısıyla Enbiya
aleyhimüsselam olmazsa aklın gerçek tasfiyesi ve tezkiyesi kolay ve
mümkün olmaz.
-Kâfirler ve fâsıklar için olan tasfiye, kalbin tasfiyesi değildir,
nefsin tasfiyesidir.
-Nefsin tasfiyesi dalaletten, sapıtmaktan başka bir şey
getirmez.

52

-Nefsin tasfiyesinden, perişanlıktan başka bir şey elde
edilmez.
Nefslerini tasfiye esnasında kâfirler ve fâsıklar için hâsıl olan
bazı gaybî işlerin açılması, onlar için istidrac olup, istidrac
vasıtasıyla onların helâk ve perişan olmaları istenir.
Allah sübhanehü, Mürsel’in aleyhimüsselamın Seyyidi ve
Efendisi hürmetine bizi bu belâdan korusun.
Bu tahkikattan anlaşıldı ki; Enbiya aleyhimüsselamın
gönderilmesi yoluyla sabit olan şer’i mükellefiyetler, mahza
rahmettir. İnkârcıların ve zındıkların zannettiği gibi makul olmayan,
bir külfet değildir.
Hatta o inkârcı zındıklar, insanları meşakkatli bir takım
emirlerle mükellef tutmakta nasıl bir şefkat olabilir?
Sonra da kim bu meşakkatli ameller ile amel ederse cennete
girecek, hilâfına hareket edenlerde cehenneme girecek deniliyor,
Mükellef tutulmasalar da kendi hallerine bırakılsalar kafalarına göre,
kendi istek ve arzularına göre, yiyip içseler gezip uyusalar, diyorlar.
O nasipsiz habisler bilmiyorlar mı?
Nimet veren Allah Teâlâ’ya teşekkür etmek aklen vaciptir.
Bu şer’i mükellefiyetler, şükrü edâ etmeninin yolunu anlatır.
Şu halde bu mükellefiyetler aklen de vacip olur.
Aynı zamanda bu âlemin nizamı ve işlerin intizamı bu şer’i
mükellefiyetlere bağlıdır.
-Çünkü her insan kendi tavrı, istek ve arzusuna bırakılırsa şer
ve fesattan ve bozgunculuktan başka bir şey ortaya çıkmaz.
-Her heveskâr başkalarının hakkına ve malına saldırır,
-Fesat ve pislik ile galip ve üstün olmaya çalışır,
-Şer’i engeller olmazsa hem kendisini hem de başkasını zâyi’
eder.
Böyle kötü akıbetten Allah Teâlâ ya sığınırız.
Allah Teâlâ; Ey akıl sahipleri kısasta sizin için hayat
vardır. Umulur ki korunursunuz.(Bakara Sûresi,2/179.Ayet)
Buyuruyor.
Şiir;
Gazabından korkulan bir emir olmasa idi,
Kendini bilmez zenci haremin ortasına kusardı.

53

Yine deriz ki; muhakkak Allah Teâlâ kayıtsız, şartsız, mutlak
olarak maliktir. İnsanların hepsi sübhan olan Allah Teâlâ’nın
kullarıdır.
Kulların üzerine cereyan eden her hüküm ve tasarruf mahza
hayırdır. Kulların iyiliğinedir. Allah sübhanehü bu hususta haksızlık
yapmaktan, zulüm ve fesattan beri ve münezzehtir.
Yaptığı işlerden, hiçbir kimseye karşı sorumlu değildir.
Şiir;
Razı olmaktan başka onun işlerinde,
Kim konuşabilir ki.
Bütün insanları cehenneme koyup ebedî azap ile cezalandırsa,
bu da itiraz mahalli yapılmaz. Zira başkasının mülkü değil ki bunda
zulüm şaibesi olsun.
Bizim Kendi mülklerimizde tasarruflarımız böyle değildir,
çünkü onların hepsi aslında Allah Teâlâ’nın mülküdür. Bizim kendi
Mülklerimizdeki, şeriata uymayan bütün tasarruflarımız, aynen
zulümdür.
Çünkü şeriatın sahibi olan Allah sübhanehü, bazı maslahat ve
faideler için bu mülkleri bizlere verdi. Aslında onlar Hakk Teâlâ’nın
mülkleridir.
O mülklerde bizim tasarrufumuzun caiz olması, mutlak
manada, mülkün sahibi olan Hakk Teâlâ’nın bizim için caiz ve
mübah gördüğü miktardadır.
Bu büyüklerin, yani Enbiya aleyhimussalatü vesselamın,
Hakk celle ve âlâyı bildirmekle alakalı verdikleri haberlerin tamamı
ve açıkladıkları hükümlerin hepsi sadıktır ve doğrudur.
Âlimler onların ictihadi hükümlerinde hata ihtimalini caiz
görseler bile, hata üzerinde kalmalarını ve sabit olmalarını caiz
görmediler. Bilakis Âlimler, Enbiya aleyhimüsselamın hatalarından
dolayı hemen uyarılacaklarını, hatayı doğrusu ile değiştireceklerini
söylediler.
Böyle bir hatanın da önemi olmaz.
KABİR AZABI; Kâfirlerin ve mü’müminlerin bazılarının
asileri için kabir azabı haktır, doğrudur. Bunun hak ve gerçek
olduğunu Muhbiri Sadık Resulü Ekrem aleyhissalatu vesselam haber

54

vermiştir. Aynı şekilde kabirde mü’minler ve kâfirler için Münker ve
Nekir isimli meleklerin sualleri de hak ve geçektir.
Kabir, dünya ve ahiret arasında bir berzahtır. Kıyamete kadar
ruhların kalacağı bir yerdir.
Kabir azabı bir yönüyle dünya azabına, bir yönden de ahiret
azabına münasiptir. Belki, gerçekten ahiret azabındandır.
Onlar sabah akşam ateşe sunulacaklar. Kıyamet koptuğu
günde, Firavun’un adamlarını azabın en şiddetlisine sokun
denilecektir. (Mü’min Sûresi, 40/46. Ayeti) kabir azabı hakkında
inmiştir.
Kabirdeki rahatın iki ciheti ve iki yönü vardır.
Said ve iyi kimse; Cenab-ı Hakk’ın sonsuz rahmeti ve kemâli
keremiyle, günahları ve isyanları af ve mağfiret olunan, bunlar ile
muaheze olunmayan ve sorumlu tutulmayan kimsedir.
Eğer sorumlu tutulursa da Cenab-ı Hakk’ın kemali
keremiminden, dünya elem ve meşakkatleri günahlarına kefaret
kılınan ve bu vesile ile af olunan kimsedir.
Bunlardan sonra şayet günahlardan bir şey kalırsa da onu
kabrin sıkıştırması, kabirde onun için hazırlanan azap ve meşakkat
sebebiyle günahlardan temizlenip mahşerde, arınmış ve temizlenmiş
olarak diriltilen kimsedir.
Bir kimseye bu muameleler yapılmaz da hesabı ahirete
bırakılırsa, bu da aynen adalettir. Lakin asilere ve hatalılara çok
yazık!
Amma; Ehl-i İslâm’dan olup Cenab-ı Hakk’ın rahmetine nail
olmak ve ebedi azaptan kurtulmak çok büyük bir nimettir.
Seyyidülmürselin aleyhissalatu vesselam hürmetine,
Rabbimiz, bizim nurumuzu tamamla, bizi bağışla, zira sen her
şeye kadirsin. (Tahrim Sûresi 66/8. Ayetin sonu.)
Kıyamet günü haktır.
Gökler, yıldızlar, yerler, dağlar, hayvanlar, bitkiler, madenler,
yok olup dağılacaklardır. O gün gökler yarılacak, yıldızlar
dökülecek, yerler ve dağlar savrulan toz zerreleri olacaklardır. İşte bu
yok olma, İsrafil aleyhisselamın birinci defa sura üflemesi ile
alakalıdır. İsrafil aleyhisselamın ikinci kere sura üflemesi ile bütün
mahlûkat, kabirlerinden kalkıp mahşere gideceklerdir.

55

Felsefeciler; göklerin ve yıldızların yok olmalarını ve
bozulmalarını, caiz ve mümkün görmüyorlar. Bunların ebedî ve ezelî
olduklarını, son bulmayacaklarını söylüyorlar. Bununla beraber,
sonraki felsefeciler; kendilerini Ehl-i İslâm’dan sayıyorlar, bazı
İslâmî hükümleri yerine getiriyorlar, o hükümlerle amel ediyorlar.
Taaccüp edilecek şey şudur; Ehl-i İslâm’dan bazılarının, hiç
çekinmeden böyle düşünen felsefecilerin, Müslüman olduğuna
inanmalarıdır. Felsefecilerin, bu düşüncelerini nasıl tasdik ediyorlar?
Bunların Müslüman olduğuna nasıl inanıyorlar?
Bundan daha acayibi ise; bazı Müslümanların, bu şekilde
düşünen felsefecileri, kâmil ve tam Müslüman zannetmeleri, onlara,
taan ve itiraz etmeyi, onları kınamayı, onların bu şenaat, kabahat ve
yanlışlarını söylemeyi, kötü görmeleridir. Hal bu ise o felsefeciler
kat’i delilleri ve bütün peygamberlerin icma’ını da inkâr ediyorlar.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor;
-Güneş dürüldüğü zaman,
-Yıldızlar döküldüğü zaman,
-Dağlar yürütüldüğü zaman, (Tekvir Sûresi 81/1-2-3-4.
Ayetler.)
Yine Allah Teâlâ şöyle buyurdu;
-Gök yarılıp ayrıldığı zaman,
-Rabbini dinleyip boyun eğecek duruma getirildiği zaman,
-Yer uzatılıp dümdüz olduğu zaman. (İnşikak Sûresi 84/1-
2-3. Ayetler.)
Bu manada Kur’an-ı Kerim’de ayetler çoktur.
Onlar İslâm’da Kelime-i şahadeti sadece dil ile söylemenin
yeterli olmadığını bilmiyorlar mı? Bilakis dinden geldiği bilinen her
şeyi tastik etmek bizzarure lazımdır. Aynı şekilde küfür ve küfrü icap
eden her şeyden sakınmakta kesinlikle lazımdır ki, İslâm tasavvur
olunsun. Aksi takdirde İslâm düşünülemez.
SIRAT;
-Sırat haktır,
-Mizan haktır,
-Hesap haktır.

56

Bunların hepsini, Muhbiri Sadık aleyhissalatu vesselam haber
vermiştir. Bazı cahillerin, mevcudiyetini nübüvvet bilgisi ile
bildiğimiz bu hususları, uzak görmesine itibar edilmez.
Çünkü Nübüvvet hali, aklın ötesindedir.
Enbiya aleyhimüsselamın sadık haberlerinin tamamını aklın
nazarına ve görüşüne tatbik etmek ve ikisinin arasını tevfik edip
birleştirmek, hakikatte nübüvvet halini inkâr etmektir. Burada
muamele, ancak taklit ile olur. Onlar bilmezler mi ki? Nübüvvet hal
ve tarzı, aklın hal ve tarzına muhaliftir. Enbiya aleyhimüsselamı
taklit etmeden, akıl bu yüksek isteklere ulaşmaya muktedir olamaz.
Dolaysıyla bunların mevcudiyetine muhalefet, idrak olmadan
yapılmış bir muhalefet olur. Çünkü muhalefet ancak idrakten sonra
tasavvur olunur.
CENNET ve CEHENNEM;
Cennet ve Cehennem mevcutturlar.
Kıyamet gününde muhasebeden sonra bir taife Cennete, bir
taife de Cehenneme gireceklerdir. Cennet ehlinin sevabı ve
Cehennem ehlinin cezası ebedidir, nihayet bulup kesilmeyecektir.
Kat’i deliller buna delalet etmektedir.
Fusus-ul-Hikem sahibi İbn-i Arabî şöyle söyledi;
Bunların hepsinin mercii rahmettir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle
buyuruyor; Benim rahmetim her şeye vâsidir, her şeyi
kuşatmıştır. (Araf Sûresi 156. Ayet) Kâfirler için azap, uzun üç
dönem olup sonra Halilurrahman İbrahim aleyhisselam için ateş,
selamet olup yakmadığı gibi onlar hakkında da selamet olacaktır.
Hakk subhanehünün Cehennem vaadinden dönmesi caizdir. Erbabı
kulüpten, gönül ehli kimselerden, hiçbir kimse, kâfirlerin
Cehennemde ebedi kalacaklarını söylemedi diyor. Yukarıda, bazı
meselelerde hak ve doğrudan uzaklaştığı anlatıldığı gibi, Fusus-ul-
Hikem sahibi İbn-i Arabî bu meselede de doğrudan uzaklaşmıştır.
Allah-u Teâla’nın rahmetinin genişliğinin, mü’minler hakkında
olduğunu, kâfirler hakkındaki rahmetin, dünyaya mahsus olduğunu
bilmemiştir. Ahirette ise kâfirlere, Allah Teâlâ’nın rahmetinin
kokusu dahi ulaşmayacaktır.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor; Allahın rahmetinden ancak
kâfirler ümitlerini kesecekler. (Yusuf Sûresi 12/87. Ayet)in sonu.

57

Yine Allah Teâlâ; Benim rahmetim her şeyi kuşatmıştır.
Ayetinden sonra şöyle buyuruyor; Bu geniş rahmetimi Allah’tan
korkanlara, Zekât verenlere ve ayetlerimize imân edenlere
yazacağım. Araf Sûresi (7/156. ayet.)
Sanki şeyh İbn-i Arabî, ayetin evvelini okuyup devamını ve
sonunu bıraktı.
Allah Teâlâ için vaadinden dönmek yoktur. Çünkü Allah
Teâlâ şöyle buyuruyor; O halde sakın Allah’ın peygambere
verdiği vaadinden, verdiği sözünden vaz geçeceğini sanma,
şüphesiz Allah güçlüdür. Cezayı hak edene, cezasını verir.
(İbrahim Sûresi,14/ 47. Ayet)
İşte bu ayet husûsiyle Allah Teâlâ’nın vaadinden dönmesinin
caiz olmadığına delalet eder. Bu ayeti burada, sadece vaadinden
dönmeyeceğine tahsis etmek de caiz olmaz. Çünkü buradaki vaatten
ve sözden murat, hem Peygamberlerin tasarruflarına, Onları kâfirlere
musallat kılmasına, Peygamberleri kâfirlere galip kılmasına verilen
bir vaad ve sözdür.
Bu vaad ve söz hem Cennet ve hem de Cehennem vaadinin
hepsini içerir.
Allah Teâlâ peygamberlere de, kâfirlere de, va’d etti. Bu
ayeti kerime, vaad ve vaidden, Cennetten ve hem de Cehennem
azabından vaz geçilmeyeceğine delalet eder. Dolayısıyla bu ayeti
kerime, İbn-i Arabî’nin söylediklerinin, lehine değil aleyhine şahit ve
delildir.
Aynı zamanda Cehennem azabı vaadinden ve sözünden
dönmek, Cennet vaadinden ve sözünden de dönmeyi icap eder ki, bu
yalan olur ve Allah sübhanehüye yakışmaz.
Çünkü bu sözün hakikati şudur; Allah Teâlâ, ilm-i ezelisiyle
kâfirlerin Cehennemde ebedi kalmayacaklarını biliyordu, buna
rağmen, bir maslahat ve faide için ilminin hilafına olarak ben o
kâfirleri ebedi olarak cezalandıracağım dedi. Böyle bir manayı
düşünmek ve caiz görmek tam bir şenaat, kabahat ve çirkinliktir.
Allah sübhanehü şöyle buyuruyor; Senin şeref ve kudret
sahibi Rabbin, Allah sübhanehü, onların yakıştırmalarından
münezzehtir. Bütün Peygamberlere selam olsun. (Saffat Sûresi,
37/ 180-181. Ayetler)

58

Erbabı kulübün, halden hale değişen gönül ehli kimselerin;
Kâfirlerin ebedi cehennemde kalmayacaklarına dair icmaaları, şeyh
İbn-i Arabî’nin keşiflerinden olup keşifte hata ortamı ve ihtimali
çoktur. Bu hatalı keşiflerin, Müslümanların icmaına muhalif olduğu
için bir kıymet ve değeri yoktur.
MELEKLER; Melekler Allah subhanehünün kullarıdır,
isyandan, günah işlemekten, hata ve nisyandan ve unutmaktan
korunurlar.
-Allah Teâlâ’nın emir ettiği şeylere isyan etmezler.
-Allah Teâlâ neyi emir ettiyse onu yerine getirirler,
-Yiyip, içmezler,
-Erkeklik ve dişilik ile vasıflanmazlar.
-Onlar erkeklik ve dişilikten beri ve münezzehtirler.
Kur’an-ı Kerimdeki meleklere raci zamirlerin müzekker
olarak gelmesi, erkek sınıfının dişi sınıfına nisbetle daha şerefli
olması itibariyledir. Kur’an-ı Kerimde Allah Teâlâ kendisine raci
zamirleri de müzekker olarak getirmiştir.
Hak sübhanehü insanların bazısını, Risalet için müşerref
kıldığı gibi, bazı melekleride Risalet için seçmiştir.
Allah meleklerden ve insanlardan resuller, peygamberler
seçer, Allah her şeyi işitir ve görür. (Hac Sûresi, 75. Ayet)
Ehl-i Sünnet vel-cemaat mezhebinin bütün âlimlerine göre,
beşerin resulleri meleklerin resullerinden daha üstündür. İmam-ı
Gazâlî, İmam-ı Haremeyn ve Fütuhat-ı Mekkiye sahibine göre
meleklerin resulleri beşerin resullerinden daha üstündür.
Bu fakire (İmam-ı Rabbanî’ye) göre durum şöyledir;
Meleklerin velayeti Enbiya aleyhimüsselamın velayetinden üstündür.
Ancak nübüvvet ve Risalet’te öyle bir derece vardır ki, hiçbir melek
o dereceye ulaşamaz. Bu derece, türabi unsur olmaktan meydana
gelir. Bu türabi unsurda, beşere mahsustur.
Yine bu fakire göre; Nübüvvetin kemâlâtına nisbetle,
velayetin kemâlâtının bir kıymeti yoktur. Keşke bahri muhite nisbetle
bir damla kadar hükmü ve kıymeti olsaydı.
Nübüvvet yoluyla meydana gelen meziyet, velayet yoluyla
meydana gelen meziyetten kat kat fazladır.

59

Enbiya aleyhimüsselam için mutlak ve genel üstünlük sabittir.
Melekler için ise cüz’i üstünlük vardır.
Doğru görüş cumhurun, Ehl-i sünnet âlimlerinin
söyledikleridir.
Allah Teâlâ kıyamet gününde, onların sa’yu gayretlerini
makbul kılsın.
Şu tahkikattan anlaşıldı ki; kesinlikle hiçbir velî Enbiya
aleyhimüsselamdan, Peygamberlerden hiç birisinin derecesine
ulaşamaz. Kesinlikle her zaman velinin başı nebinin ayağının
altındadır.
Şu kesin olarak bilinmelidir ki; Âlimler ile sofiler bir
meselede ihtilaf ettiklerinde iyice düşünüldüğü zaman hak ve doğru
âlimler tarafında olur. Bunun sırrı şudur; Enbiya aleyhimüsselama
tabi olmaları vasıtasıyla, âlimlerin nazar ve düşünceleri, nübüvvetin
kemâlâtına ve ilimlerine nüfuz eder. Sofilerin nazar ve düşünceleri
ise velayet, kemâlât ve marifetleri ile sınırlıdır.
Hiç şüphe yoktur ki; Nübüvvet kandilinden alınan ilim,
Velayet mertebesinden alınan ilimden daha doğru ve daha isabetlidir.
Bu bilgilerin bir kısmının tahkiki, oğlumun ismiyle yazılı
mektupta münderiç ve mevcuttur. Burada anlaşılmayan, gizli kalan
bir husus varsa o mektuba müracaat edilsin.
İMÂN; İman, bizzarure tevatür yoluyla, dinden bize ulaşan
hususları, kalb ile tasdik etmekten ibarettir.
Can tehlikesi durumunda, sukuta ihtimali olmakla beraber,
lisan ile ikrar etmekte imandan bir rükündür.
Bu tasdikin alameti; küfürden beri olmak, küfrü icap eden ve
küfre mahsus olan şeylerden sakınmaktır. Tasdik ettiğini iddia
etmekle beraber, zünnar bağlamak ve benzerleri gibi, kâfirlerin
fiillerinden olan, küfür alamet ve işaretlerinden, beri ve uzak
olmazsa, dinden ayrılma, dinden dönme alametiyle alamettenmiş ve
damgalanmış olur.
Hakikatte böyle birisinin hükmü, münafığın hükmü gibidir.
Ne müminlerden ne kâfirlerden, ikisinin arasında kalmış bir münafık.
Şu halde imânın tahakkuk etmesi için küfürden beri ve uzak
durmak, şarttır ve lazımdır.

60

Küfürden beri olmanın ve uzak durmanın ednası ve en azı,
küfre ve kâfirlere kalb ile düşman olmaktır. Küfürden beri ve uzak
olmanın âlâsı ve en üst düzeyi ise hem kalb hem de kalıp yönüyle
düşmanlık yapmaktır.
Küfürden beri olmak demek; Hak celle ve âlânın
düşmanlarına, onlardan gelecek zarardan korktuğu zaman yalnız kalb
ile, böyle bir zarar söz konusu olmadığında hem kalb hem de kalıp
ile düşmanlık yapmak demektir. (Tahrim Sûresi 9. Ayeti) bu manayı
teyit etmektedir.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor; Ey Nebiyyi Zişan kâfir ve
münafıklar ile cihat et, onlara galiz ve sert muamele yap, onların
varacağı yer Cehennemdir. Orası ne kötü dönüş yeri! (Tahrim
Sûresi, 9. Ayet.)
Zira Allah ve Resulünün düşmanlarına düşmanlık yapmadan,
Allah ve Resulüllah muhabbeti ve sevgisi düşünülemez.
Şiir;
Düşmanlarımı seven beni sevmiş olamaz.
Ehl-i Beyt sevgisinde, Şia’nın bu hükmü icra etmeye
kalkması, bu sebeple üç halifeden ve diğer sahabeden teberri edip
onlardan uzak durması, onlara düşmanlık etmesi ve bunu Ehl-i Beyte
dostluğun şartı haline getirmesi münasip ve uygun değildir.
Çünkü ahbabuyaranın dostluğunun şartından olan teberri ve
uzak durmak, onların düşmanlarından uzak durmaktır, düşmanlara
dost olmamaktır. Yoksa düşmanların haricindeki herkesten, uzak
durmak demek değildir. Hiç bir insaflı ve akıllı bir kimse, Nebi
aleyhisselamın ashabının Ehl-i Beyte düşman olduğunu caiz ve
mümkün görmez.
Çünkü o büyükler mallarını ve canlarını Nebi aleyhisselamın
muhabbeti uğrunda harcadılar. Onlar makam ve riyaseti terk ettiler.
Nasıl olur da Onlara Ehl-i Beyt düşmanlığı nisbet edilebilinir?
Nebi aleyhisselamın Ehl-i Beytine muhabbetin lüzumu, kat’i
delil ile sabittir. Ehl-i beyte muhabbet, davanın ücreti ve mükâfatıdır.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor; Allah’ın imân edip sâlih
ameller yapanları müjdelediği şey işte budur, Habibim de ki;
Ben buna karşılık olarak, akrabalık sevgisinden başka ücret
istemiyorum. Kim bir iyilik yaparsa onun iyiliğini arttırırız

61

şüphesiz Allah bağışlayan ve şükrün karşılığını verendir. ( Şura
Sûresi, 42/23. Ayet)
İbrahim Halilurrahman âlâ nebiyyina ve aleyhissalatu
vesselam, nail olduğu o büyük dereceye ve nübüvvet ağacının aslı
olmaya, Allah Teâlâ’nın düşmanlarından uzak durmasıyla nail
olmuştur.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor; Gerçekten İbrahim’de ve
onunla beraber olanlarda, sizin için güzel bir örnek vardır.
Onlar kavimlerine şöyle demişlerdi, şüphesiz biz, sizden ve
Allah’ı bırakıp da taptığınız şeylerden uzağız. Sizi tanımıyoruz.
Ve siz tek olan Allah’a imân edinceye kadar, sizinle bizim
aramızda ebedi bir düşmanlık ve nefret başlamıştır. (Mümtehine
Sûresi 60/ 4. Ayet)
Şu fakirin nazarında; Hak celle ve âlânın rızasını elde etmek
için, Allah ve Resulüllahın düşmanlarından teberri edip, uzak
durmaktan ve onlara düşman olmaktan, daha faziletli ve üstün bir
amel yoktur.
Hak subhanehünün küfür ve kâfirlere, zatî bir adaveti ve
düşmanlığı vardır. Lat ve Uzza gibi afâki, bir takım batıl ilâhlar ve
onlara tapınanlar, bizzat Hakk subhanehünün, düşmanlarıdır.
Cehennemde ebedi kalmak bu şeni ve çirkin amelin cezasıdır.
Cehennemde ebedi kalma hali, enfüsî batıl ilâhlarda ve diğer çirkin
amellerde yoktur.
Çünkü bunlardaki adavet ve düşmanlık ve gadap şu
anlatılanlara nisbetle zatî değildir. Onlarda da gadap olsa bile
sıfatlara raci ve yöneliktir. Onlarda ceza, itap ve azarlama olsa da
onlar fiillere raci ve yöneliktir.
Bu sebepten dolayı bu kötülüklerin cezası Cehennemde ebedi
kalmak değildir. Bilakis Hakk sübhanehü onları af edip bağışlamayı
kendi meşietine ve dilemesine bağlamıştır.
Şunun bilinmesi lazımdır ki; küfür ve kâfirler hakkında, zati
adavet ve düşmanlık tahakkuk edince, ahirette kâfirlere Cemal
sıfatından olan Rahmet ve Re’fetin şamil olması mümtenii olur,
mümkün olmaz.
Ve Rahmet sıfatı, zatî adavet ve düşmanlıklardan kalkar.
Çünkü zata taalluk eden şeyler sıfatlara taalluk eden şeylerden daha

62

yüksek ve daha kuvvetlidir. Sıfatların iktiza ve icap ettiği şeyler,
zatın iktiza ve icap ettiği şeyleri değiştiremez.
Rahmetim gazabımı aştı, mealindeki Sahîh-i Müslim ve
Sahîh-i Buhari’deki Ebu Hüreyre radıyallahü anhın rivayet ettiği
hadisi kutsideki gazaptan murat, müminlerin asilerine mahsus olan
sıfat ile alakalı gadap olması lazım ve uygundur. Yoksa hadis-i
kutsideki gazaptan murat, müşriklere mahsus olan gadap değildir.
Eğer, senin de yukarıda tahkik edip anlattığın gibi kâfirler
için de dünyada rahmet vardır. Denilirse; ben şöyle cevap veririm;
Dünyada kâfirler için olan rahmet, zâhiri ve sûrî itibarladır. Gerçekte
ise kâfirlere verilen rahmet, onlar hakkında bir istidrac, onları yavaş
yavaş tehlikeye götüren bir hiledir.
Şu ayetler bu manaya şahit ve delildir.
Onlar zan ediyorlar mı ki, kendilerine verdiğimiz mal ve
oğullarla, onların iyiliklerine koşuyoruz. Hayır, onlar hiç
anlamıyorlar. Farkında değiller. (Müminun Sûresi 23/55-56.
Ayetler.)
Ayetlerimizi yalanlayanları da, hiç bilmeyecekleri yerden
yavaş yavaş helâke götüreceğiz. Onlara bir zaman ve müddet
tanıyacağım. Çünkü onlara vereceğim cezam çok kuvvetli ve
şiddetlidir. (Araf suresi 182-183. Ayetler.)
Bu böyle anlaşılsın.
Büyük bir faide; kesinlikle ebedî azap küfrün cezasıdır.
Bu gün Hint Müslümanlarının, müptela oldukları gibi, imân
sahibi olan bir şahıs, küfür merasimlerini icra edip ehl-i küfrün
merasimlerine tazim ve hürmet eder, Âlimler de onun küfrüne
hüküm verirlerse, yaptığı işten dolayı onu mürtet sayarlarsa, böyle
bir şahsın, âlimlerin fetvalarının icabı olarak ebedi azapla
azaplandırılması lazım gelir.
Hâlbuki sahîh hadiste, “Kimin kalbinde zerre kadar imân
bulunursa, Cehennemden çıkar, orada ebedi olarak kalmaz.”
buyuruluyor.
Sana göre bu meselenin tahkiki nedir? Denilirse, ben derim
ki; eğer o şahıs, mahza kâfir ise Allah sübhanehü muhafaza eylesin
onun nasibi ebedî azaptır. Eğer, zerre kadar bir imân sahibi olmakla
beraber, küfür merasimlerini yerine getiriyorsa, Cehennemde azap

63

görür. Lakin zerre kadar imânın bereketiyle Cehennemde ebedî
kalmaktan kurtulması ümit edilir.
Ben bir seferinde ölüm döşeğinde olan bir hastayı ziyarete
gitmiştim, her ne zaman onun haline teveccüh edip yönelsem, onun
kalbini şiddetli zulmet ve karanlıklar içerisinde gördüm, Her ne
kadar o zulmetlerin kalkması için teveccüh etti isem de o zulmetler
ondan kalkmadı, birçok kereler teveccüh ettikten sonra zulmetlerin
onda gizli olarak var olan küfür sıfatından meydana geldiği anlaşıldı.
Bu bulanıklıkların ve zulmetlerin nedeni ve menşei o kişinin
ehl-i küfre dostluk yapmasındandır.
Benim için o küfür zulmetlerinin kalkması için teveccüh
etmememin icap ettiği ortaya çıktı, çünkü o zulmetlerin
temizlenmesi, küfrün cezası olan Cehennem azabına bağlıdır.
Bununla beraber, o şahısta zerre kadar bir imânın olduğu ve
imândan var olan o zerre miktarının bereketiyle, Cehennem azabında
ebedî kalmaktan kurtulacağı anlaşıldı.
O şahısta bu hali görünce, manevî bir teveccühte bulunduktan
sonra hatırıma, bu şahsın üzerine cenaze namazının kılınması caiz
olur mu, olmaz mı? Düşüncesi doğdu.
Manevi bir teveccühten sonra o şahsın üzerine cenaze namazı
kılınması gerektiği ortaya çıktı. Kendilerinde imân olmakla beraber,
ehl-i küfrün merasimlerini icra eden ve ehl-i küfrün bayram gibi
günlerine tazim eden Müslümanlar öldüklerinde, cenazelerini kılmak
gerekir.
Bu gün yapıldığı gibi, onları kâfirlere ilhak etmek uygun
olmaz. Ve işin sonunda onlarında ebedî azaptan kurtulmalarını ümit
etmek lazım gelir.
Şu yukardan beri anlattığımızdan anlaşıldı ve bilindi ki; ehl-i
küfür için af ve mağfiret yoktur. Çünkü Allah sübhanehü; kesinlikle
Allah kendisine şirk ve ortak koşulmasını af etmez. Bunların
haricinde dilediklerini af eder buyuruyor. (Nisa Sûresi 4/48. Ayet.)
Eğer sırf kâfir ise onun küfrünün cezası ebedî azabdır. Eğer
fısku fücûruna rağmen kendisinde zerre kadar imân varsa, onun
cezası muvakkat bir azabdır. Diğer büyük günahları, Allah Teâlâ
dilerse af eder, dilerse azap eder.

64

Bu fakire göre; azap ister muvakkat olsun isterse müebbet ve
daimî olsun, Cehennem azabı küfre ve küfrün sıfatlarına mahsustur.
Bu mesele ile alakalı tahkikat gelecek.
Tövbe etmeye muvaffak olamayan, şefaate de nail olamayan,
Dünyanın elem ve sıkıntılarıyla da günahlarından kurtulamayan,
Sekerât-ı mevt halindeki şiddetli acı ve ızdırap sebebiyle de,
günahlarından kurtulamayanlardan bir taifenin, kabir azabıyla
azaplandırılması ile yetinilmesi, ümit edilir.
Bunlardan bazıları da kabir azabıyla beraber, günahlardan
temizleninceye ve Cehennem azabına muhtaç olmayıncaya kadar,
kıyamet gününün korku ve dehşetiyle azablandırılır.
Şu ayeti kerime bu manayı teyit etmektedir; Güven ve
emniyette olmak, imân edipte imânlarına bir zulüm ve haksızlık
karıştırmayanların hakkıdır, doğru yolu bulanlarda onlardır.
(Enam Sûresi 6/82. Ayet.)
Bu ayetteki zulümden maksat ve murat şirktir.
Her şeyin en doğrusunu Allah sübhanehü daha iyi bilir.
Eğer denilirse ki; Küfrün haricindeki bazı günahların da
cezası ebedi cehennemdir.
Mesela Allah sübhanehü şöyle buyuruyor; Kim bir mü’mini
kasten öldürürse, onun cezası, içinde ebedî kalacağı
Cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve ona
büyük bir azap hazırlamıştır. (Nisa Sûresi 4/93. Ayet)
Rivayet edilen bir haberde de Resulü Ekrem aleyhissalatu
vesselam şöyle buyurdu; kim bilerek bir vakit namazını kazaya
bırakırsa seksen bin sene cehennemde kalır.
Bu delillerden anlaşıldığına göre, Cehennem azabı sadece
kâfirlere mahsus değildir.
Akla gelen bu soru ve itirazlara ben şöyle cevap veririm;
katilin ebedî olarak Cehennemde kalması ile alâkalı ayet, adam
öldürmeyi helâl görenler hakkındadır. Zira müfessirlerin beyanına
göre haksız yere adam öldürmeyi helâl görmek küfürdür.
Küfrün haricindeki günahları işleyenlerin cehennem azabı ile
korkutulmasına dair Hadis-i şerif ise; o günâhı hafife almak, günâhı
küçük görmek, ibadeti yerine getirmeyi önemsememek, Şer’i emir ve
yasakları hakir görmek gibi, küfür şaibesi olmasındandır.

65

Hadis-i Şerifte şöyle anlatıldı; “Benim şefaatim, ümmetimden
büyük günâh sahipleri içindir.” Tirmizi ve Ebu Davut, ibni Mace.
Diğer bir Hadis-i Şerifte de şöyle buyuruldu; benim ümmetim
ümmet-i merhumedir, rahmete nail olmuş bir ümmettir. Ahirette
onlara azap olmayacaktır.
Allah subhanehünün şu ayeti de bu manâyı teyit etmektedir;
Güvende olmak, imân edipte imânlarına bir zulüm ve haksızlık
bulaştırmayanların hakkıdır. (Enam Sûresi 6/82. Ayet)
Müşriklerin çocuklarının, dağ başlarında yaşayanların, fetret
devrinde yaşayıp haber kendilerine ulaşmadan ölmüş olan insanların
halleri hakkında hüküm, oğlum Muhammed Said’e yazdığım
mektupta bütün tafsilatı ile yazılıdır. Oraya müracaat et.
İmânın ziyadeleşmesi ve eksilip noksanlaşması ve yok olması
hakkında, âlimler arasında ihtilaf ve farklı görüşler olmuştur.
-İmam-ı Azam Ebu Hanife radıyallahü anhü; imân artmaz ve
eksilmez, buyurmuştur.
-İmam-ı Şafii radıyallahü anhü; iman artar ve eksilir,
buyurmuştur.
Şüphesiz, imân kalble tasdik ve kesin olarak inanmaktan
ibarettir. Dolayısıyla imânda ziyadelik ve noksanlık düşünülmez.
İmân, ziyadelik ve noksanlığı kabul eder diyen kimse açık olarak
bilineceği gibi, zan dairesine girmiş olup yakîn ile hareket etmiş
olmaz. Sâlih amelleri yerine getirmek, yakinî imânın cilasına ve safi
olmasına sebep olur. Cenab-ı Hakkın razı olmadığı amelleri
yapmakta yakinî imânın ziyasını karartır ve bulanık hale getirir.
İmânda ziyadelik ve noksanlık, sâlih amelleri ve zıddı olan kötü
amelleri yapmak hasebiyle, yakinî imânın cilasına raci ve yönelik
olup yakinî imânın kendisine yönelik olmaz.
Bir taife ve bir grup yakinî imânlarında bir cila ve safilik
bulunca, bu cila ve safilik bulunmayan hallerine nisbetle imânın
ziyadeleştiğini söylediler.
Sanki onlar; cila ve safilik bulunmayan imânı yakîn olarak
görmediler. Yakînî imân deyince, sadece kendisinde cila ve safilik
olan imânı anladılar. Öyle itikat ettiler.
Bu sebepten dolayı cila ve safilik olmayan imâna nakıs imân
dediler.

66

Amma keskin görüşlü ve keskin zekâ sahipleri ziyadelik ve
noksanlığın yakinî imânın vasfına yönelik olup yakinî imânın
kendisine yönelik olmadığını gördüler. Ve bizzarure yakinî imânın
ziyadeleşeceğini ve noksanlaşacağını söylemediler.
Bu şuna bezer; büyüklük ve küçüklükte birbirine eşit olan,
fakat cilası yönünden farklı olan iki aynayı bir adam görüp cilası
daha çok olan ayna için, bu ayna cilası çok olmayan diğer aynadan
daha büyüktür dese, diğer bir adam da bu iki ayna müsavi ve eşittir.
Birisinin diğeri üzerine bir ziyadeliği ve noksanlığı yoktur.
Aralarındaki fark, her ikisi de aynanın vasfı olan, cilasında ve
göstermesindedir dese, ikinci şahsın görüşü daha isabetli olup işin
hakikatine nüfuz etmiş olur.
Birinci şahsın görüşü; işin hakikatine vâkıf olmadan sadece
dış görünüşüne göre olmuş olup sıfattan zata geçmemiş olur.
Allah sübhanehü şöyle buyuruyor; Allah aranızdan imân
edenleri ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltir.
Allah yaptıklarınızdan haberdardır. (Mücadele Sûresi 58/11.
Ayet)
Şu fakirin açığa çıkarmaya muvaffak olduğu bu tahkikat ile
imânın ziyadeleşmemesi ve noksanlaşmaması ile alakalı görüşe
muhalif olanların itirazları boşa çıkmış oldu. Mü’minlerin
umumisinin, imânlarının, bütün yönleriyle Enbiya aleyhimüsselamın
imânlarına mümasil ve müsavi olması da lazım gelmez.
Çünkü Enbiya aleyhimüsselamın imânları için tam bir cila,
parlaklık ve nurani yet olup, onlar için; muhtelif derecelerine göre,
kendilerinde, bulanıklık ve zulmet bulunan, umum mü’minlerin,
imânları üzerinde kat kat fazla neticeler ve semereler vardır.
Aynı şekilde, Ebu Bekir radıyallahü anhın imânının, bu
ümmetin imanları üzerine ağır ve ziyade olması, ziyadeliği kâmil
sıfata yönelterek, imânının cilası, parlaklığı ve nuraniyeti itibarı
iledir.
-Görmüyor musun? Enbiya aleyhimüsselam ve bütün
insanlar, nefsi insaniyette eşittirler.
-Hepsi zat ve hakikatte birdirler.
-Aralarındaki fazilet ve üstünlük, sıfatı kâmileleri itibarı
iledir.

67

Kendisi için sıfatı kâmilesi olmayan, sanki insan nev’inden
hariçtir, insanlık faziletlerinden mahrumdur. Bu farklılık olmakla
beraber, nefsi insaniyete ziyadelik ve noksanlık yolu açılmaz. Ve
insan fertlerindeki insaniyet, ziyadelik ve noksanlığı kabul eder
demek doğru olmaz.
Doğruyu ilham eden Allah sübhanehüdür.
Aynı şekilde; bazılarına göre tasdik-i imânî, zan ve yakine de
şamil olan, mantıki tasdiktir dediler. Bu takdirde, imânın kendisinde
ziyade ve noksan mümkün olur. Lakin sahîh ve doğru olan şudur;
buradaki tasdikten murat ve maksat, yakin, kesin ve şüphesiz imân
ve kalbi iz’andır. Zan ve vehme şamil olan, umumi manası değildir.
İmam-ı Azam; ben hakikaten ve geçekten mü’minim dedi.
İmam-ı şafi; ben inşallah,( Allah dilerse) mü’minim dedi.
Bu iki imâmın ihtilafı, hakikatte lafız ile alakalıdır. Birinci
imâmın mezhebi, zaman ve hal itibariyledir. İkinci imâmın mezhebi,
son nefes ve akıbet itibarı iledir.
Ancak istisna suretlerinden, yani Allah dilerse ben mü’minim
gibi sözlerden kaçınmak ve uzak durmak, insaflı kimselere kapalı
olmadığı gibi, daha evla ve daha ihtiyatlıdır.
KERÂMETLER; Allah subhanehünün velî kullarının
kerâmeti haktır. Onlardan harikulade birçok şeyin vuku bulması
nedeniyle bu manâ onlar için devam eden bir âdet olup kerâmeti
inkâr eden, ilm-i adiyi (âdet haline gelen ilmi) ve ilm-i zaruriyi
(zarurî ilimleri) inkâr etmiş olur.
Peygamberin mucizesi ile kerâmet arasında bir karışıklık
yoktur. Zira peygamberin mucizesi peygamberlik davasını ispat
içindir. Velînin kerâmeti bu manâda değildir. Bilakis, velîden sadır
olan kerâmet, Nebisine tâbi olduğunu itiraf ve ikrar etmesiyledir.
Durum böyle olunca, inkârcıların sandığı gibi, kerâmet ile
Nebinin mucizesi arasında karışıklık nerede? Hulefa-i Raşidin
arasındaki üstünlük, hilafet sırasına göredir. Ancak şeyhayn diye
anılan Ebu Bekir ve Ömer radıyallahü anhümanın üstünlükleri
sahabe ve tâbiinin icmaıyla sabittir.
İmam-ı Şafii radıyallahü anhü, başta olmak üzere, din
büyüklerinden ve din imamlarından böyle nakil olunmuştur.

68

İmam Ebulhasen-il-Eş’ari Hazretleri de; ümmetin diğerleri
üzerine, Ebu Bekir radıyallahü anhın, sonra da Ömer radıyallahü
anhın üstünlüğü kat’idir, kesindir, dedi.
İmam-ı Zehebi de; tevatüren nakil olunduğuna göre Hilafeti
döneminde taraftarları arasında iken, Hazreti Ali radıyallahü anhü;
Ebu Bekir ve Ömer radıyallahü anhüma bu ümmetin en üstünleridir
buyurmuştur.
İmam-ı Ali radıyallahü anhın bu sözünü seksen küsur kişi
rivayet etmiştir deyip, İmam-ı Zehebi, rivayet edenlerden bir cemaati
de saydıktan sonra, buna rağmen hakkı kabul etmedikleri için, Allah
Teâlâ, Rafızilerin yüzlerini çirkin etsin, diye dua etmiştir.
İmam-ı Buhari de; İmam-ı Ali’den yaptığı bir rivayette şöyle
söyledi; Nebi aleyhissalatu vesselamdan sonra insanların en hayırlısı
Ebu Bekir ve Ömer radıyallahü ahumadır, onlardan sonra en hayırlısı
başka bir adamdır, buyurunca, Hazret-i Ali’nin oğlu Muhammed bin
Hanefiyye onlardan sonra insanların en hayırlısı sensin dedi. Hazret-i
Ali radıyallahü anhü, ben ancak Müslümanlardan bir adamım
buyurdu.
Bu rivayeti İmam-ı Zehebi ve başkaları Hazret-i Ali’den
rivayet etmişlerdir.
Rivayet edildiğine göre, hazreti Ali radıyallahü anhü şöyle
söylemiştir; “Duyduğuma göre bazı insanlar beni Ebu Bekir ve Ömer
radıyallahü anhümadan üstün görüyorlar, böyle diyenleri bulur ve
görürsem ona iftira cezası uygularım.”
Ashab-ı Kiramdan bu ve buna benzer mütevatir rivayetler
vardır. Onları inkâr etmeye kimsenin mecali yoktur.
Şia’nın büyüklerinden olan Abdürrezzak dahi şöyle
söylemiştir; Hazreti Ali radıyallahü anhü, kendi nefsine üstün
gördüğü için bende, Ebu Bekir ve Ömer radıyallahü anhümayı,
İmam-ı Ali’den üstün tutuyorum. Aksi takdirde üstün görmezdim,
İmam-ı Ali’yi sevdiğimi söyleyip sonra da ona muhalefet etmek,
günah olarak bana yeter demiştir.
Bunların hepsi, - Es-savâik - isimli kitaptan alınmıştır.
Hazret-i Osman’ın Hazret-i Ali radıyallahü Teâlâ anhüma
üzerine üstün kılınması hususunda, Ehlisünnet âlimlerinin ekserisi,
şeyhayn diye bilinen Ebu Bekir ve Ömer radıyallahü anhümadan

69

sonra, fazilet ve üstünlük Osman radıyallahü anhüdedir, sonra da
Hazret-i Ali radıyallahü anhdadır demişlerdir.
Dört mezhebin müçtehit imamlarına göre de durum böyledir.
Hazret-i Osman’ın Hazret-i Ali üzerine üstünlüğü hakkında
İmam-ı Malik’ten naklolunan tevakkuf ve tereddüt ile alakâlı
hususta, Kadı İyaz, İmam-ı Malik’in bu görüşünden döndüğünü
söylemiştir. İmam-ı Kurtubî de en doğru olan, görüş, inşallah budur
demiştir.
İmam-ı Azam’ın, Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Ömer
radıyallahü anhümayı, diğer sahabeden üstün görmek ve Resulü
Ekrem sallallahü aleyhi vesellemin iki torunlarını sevmek, Ehl-i
sünnetin alametindendir demesi ve böyle bir ibareyi tercih etmesi, bu
fakire göre başka sebeptendir. O da şudur; Hateneyni Resulullahın,
Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin radıyallahü anhümanın
hilafetleri zamanında, insanlar arasında karışıklıklar, fitneler ve bu
yönden bunalımlar çokça ortaya çıkınca, İmam-ı Azam, bunu
düşünerek onlar hakkında muhabbetin olmasını anlatan ibareler
seçmiştir. Ve tereddüt şaibesi düşünmeksizin, Peygamber torunlarına
muhabbeti, Ehl-i sünnetin alameti saymıştır. Başka türlüsü
düşünülemez. Çünkü Hanefi fıkıh kitaplarının hepsinde Ashab-ı
Kiramın üstünlükleri, hilafet tertip ve sırasına göredir diye, dolu dolu
yazılıdır.
Netice ve özet olarak durum şöyledir; Hazret-i Ebu Bekir ve
Hazret-i Ömer radıyallahü anhümanın üstünlükleri, kat’i ve kesindir.
Onlardan sonra Hazret-i Osman’ın üstünlüğüne gelince; ihtiyatlı
davranıp Hazret-i Osman’ın, üstünlüğünü inkâr eden kimseyi tekfir
etmemelidir. Hatta Ebu Bekir ve Ömer radıyallahü anhümanın
üstünlüklerini inkâr edeni de tekfir etmemelidir. Kâfir dememelidir.
Biz onları tekfir etmeyip onlar hakkında –mübtedi- bid’atçı, bid’at
ehli ve sapıtmış deriz. Çünkü böyle düşünenlerin tekfir edilmesinde,
kâfir kabul edilmesi husussunda, âlimler ihtilaf etmişlerdir. Bu
icmaın kat’i ve kesin olması hususunda birçok sözler söylenmiştir.
Ehl-i sünnetin bu görüşünü inkâr eden kimsenin helâk ve
perişanlığının artması yakındır. Bunlara lânet edilmesi hususunda,
âlimler ihtiyaten tevakkuf edip tereddüt etmişlerdir. Hulefa-i Raşidin
radıyallahü anhüm ecmaine, eziyet ve hakaret etmek sebebiyle, Nebi

70

sallallahü aleyhi veselleme isabet eden eziyet, torunları cihetinden
Resulü Ekrem sallallahü aleyhi veselleme isabet eden eziyet gibidir.
Resulüllah sallallahü aleyhi vesellem şöyle buyurdu;
-Ashabım hakkında Allah Teâlâ’dan korkunuz.
-Benden sonra onları hedef haline getirmeyiniz.
-Kim onları severse, şüphesiz, beni sevmesi sebebiyle
onlarıda sever.
-Kim onlara buğz ederse, kesinlikle bana buğz etmesi
sebebiyle onlara buğz etmiş olur.
-Kim onlara eziyet ederse bana eziyet etmiş olur.
-Kim bana eziyet ederse kesinlikle Allah sübhanehüye eziyet
etmiş olur.
-Kim Allah ve Resulüllaha eziyet ederse, ona azap edilmesi
yaklaşır.
Allah azze vecelle bir ayetinde şöyle buyuruyor; Şüphesiz
Allah ve Resulünü incitenlere, dünya ve ahirette, Allah onlara
lânet etmiş ve onlar için aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır.
(Ahzab Sûresi, 37/57. Ayet)
Nesefî akaidini şerh ederken Mevlana Saadeddin
Taftazanî’nin, üstünlük meselesinde, insaf olarak anlattığı şeyler
insaftan uzaktır. Kitapta anlattığı ve lafı ileri geri tekrar edip
anlaşılmaz hale getirmesinin bir neticesi yoktur. Çünkü âlimler
arasında kararlaşmış olan görüş, buradaki fazilet ve üstünlüğün,
Allah celle ve âlâ yanında çok menkıbelerden ve faziletlerden
meydana gelen, sevap itibariyle değildir. Aklı başında olan kimseler
yanında bunların bir değer ve itibarı yoktur. Çünkü sahabeden ve
tâbiinden, selef âlimleri, Hazret-i Ali radıyallahü anhtan, hiçbir
sahabi ve bir başkasından nakil ve rivayet olunmayan birçok
menkıbe ve faziletler anlatmışlardır. Hatta İmam-ı Ahmed bin
Hanbel; Hazret-i Ali için anlatılan faziletler, sahabeden hiç birisi
için, anlatılmamıştır, buyurdu. Bununla beraber, Ahmed bin Hanbel
de üç halifenin Hazret-i Ali’den üstün olduğuna hüküm vermiştir. Şu
yukarıda anlatılanlardan anlaşıldı ve bilindi ki; üstünlük yönü, bu
fazilet ve menkıbeler yönünden ayrı ve farklı bir şeydir. Buna vâkıf
olmak, vahiy zamanını idrak edenler ve ona bizzat şahit olanlar için,
mümkün ve kolay olur. Ancak o zaman, açık bir şekilde veya

71

karineler ile bunları bilmiş olur. Onlar da ancak Nebi aleyhisselamın,
ashabıdır, Akaidi Nesefî’nin şarihi Saadeddin Taftazanî’nin söylediği
gibi, buradaki üstünlükten murad ve maksat menkıbeler ve sevaplar
olsaydı, itibardan sakıt bir cihet ve yön üzerinde durulmuş olurdu.
Çünkü şeriat sahibinden açık veya delalet yoluyla üstünlük
bilinmese, üzerinde durmak için bir mecal ve sebep olurdu. Ve bu
haysiyetle bilinirdi. Üzerinde durulan şey bilinmese, üstün olduğuna
hüküm verilemez. Hepsini müsavi ve eşit görüp birisini diğerleri
üzerine üstün görmeyi fuzûlî olarak görmek, fuzûlî olup Ehl-i
sünnetin icma’ını fuzûlî görmek ve zannetmek olur.
Fütuhat-ı Mekkiye sahibi İbn-i Arabî’nin, söylediği; onların
hilafetlerinin tertip sebebi ömürlerine bağlıdır. Bunda fazilet ve
üstünlükte müsavi ve eşit olmalarına bir delalet yoktur, çünkü hilafet
işi fazilet ve üstünlükten ayrı bir şeydir. Demesi; her ne kadar kabul
edilse de, bunlar ve benzer görüşleri, tutulması layık ve uygun
olmayan ölçüsüz sözlerdir. İbn-i Arabî’nin Ehl-i sünnetin görüşlerine
ve ilimlerine muhalif olan keşiflerinin ekserisi, hak ve doğrudan
uzaktır. İbn-i Arabî’ye aklı başında kimse tabi olmaz. Ona ancak
kalbi hasta olanlar ve sırf mukallit olanlar tabi olurlar. Ashab-ı Kiram
arasında vuku bulan münazaaları ve kavgaları iyi yorumlamak,
ictihadi bir hata olarak değerlendirmek vaciptir. Onları hevâ ve
taassuptan, bağnazlıktan beri ve uzak tutmak lazımdır. Saadeddin
Taftazanî; Hazret-i Ali kerremellahü veçhehüye karşı, aşırı
muhabbetine rağmen; onlar arasında vâki olan ihtilaflar ve
muharebeler, hilafet meselesindeki bir niza ve anlaşmazlıktan
olmayıp içtihattaki bir hatadan dolayı oldu demiştir. Yine, Taftazanî,
Hayalî isimli kitaba yaptığı haşiyede; Hazret-i Muaviye ve
taraftarları; Hazret-i Ali’nin, zamanın en faziletlisi olduğunu ve
imamete, Hazret-i Ali’nin, kendisinden daha layık olduğunu bilip
itiraf etmekle beraber, Hazret-i Osman’ın katillerinden kısası terk
ettiği şüphesiyle Hazret-i Ali’ye karşı geldiler, diye yazdı. Kara
Kemal’in haşiyesinde de; Hazret-i Muaviye ve taraftarı için, Hazret-i
Ali’nin şöyle söylediği rivayet olundu;
-Onlar bizim kardeşlerimizdir.
-Bize karşı geldiler,

72

Yorum ve içtihat farkı olduğundan, onlar kâfir de değildirler,
fasık ta değildirler.
Şüphe yok ki, ictihadî hata, levm ve kötülenmekten uzaktır.
Hatalı içtihat sahibinden ayıplanma, kınanma ve çirkin görme
kaldırılmıştır.
Hayrulbeşer aleyhi ve âlâ alihissalatü vesselamın sohbet
hukukuna riayet için, Ashab-ı Kiramın hepsini hayır ile yâd etmek ve
onları, Nebi aleyhisselamı sevmeleri sebebiyle sevmek lazımdır.
Aleyhissalatu vesselam şöyle buyurdu; “Kim onları severse
beni sevmeleri sebebiyle onları sevmiş olur. Kim onlara buğz ederse,
bana buğz etmesi sebebiyle onlara buğz etmiş olur.”
Yani ashabıma yapılan muhabbet ve sevgi, bana olan
muhabbet ve sevginin aynısıdır. Aynı şekilde onlara yapılan buğz
bana yapılmış gibidir. Hazret-i Ali ile harp edenlere karşı, bizim
muhabbet beslememizde, bizim için asla başka bir garaz, maksat ve
hedef yoktur. Bilakis bizim onlardan incinmemiz, gerekir.
Ancak;
-Onların Nebi aleyhisselamın ashabı olmaları,
-Onlara muhabbetle memur olmamız,
-Onlara buğz etmekten ve eziyet etmekten men edilmiş
olmamız ve Nebi aleyhisselamı sevmemiz sebebiyle biz onların
hepsini severiz.
-Onlara buğz ve eziyet etmekten sakınırız.
-Çünkü onlara yapılan hem muhabbet ve sevgi hem de buğz
ve adavet her ikisi de Nebi aleyhisselama varır, dayanır. Ancak biz
hak kendi tarafında olana haklı deriz. Batıl yolda olana da yanlış ve
hatalı deriz. Hazret-i Ali, hak üzere idi, haklı idi. Deriz. Muhalifleri
yani Hazret-i Muaviye ve taraftarı hatalı idi. Deriz. Bunun üzerine
bir şey ziyade etmek fuzûlîdir, gereksizdir. Bu bahsin tahkiki, Hâce
Muhammed Eşref’e yazdığım mektupta tafsilatıyla yazılıdır. Burada
bir kapalılık kalmışsa o mektuba müracaat et.(*)
Sahîh itikada sahip olduktan sonra, elbette fıkhî hükümleri
öğrenmek lazımdır.
-Farz, vacip, helâl, haram, sünnet, mendüp, şüpheli, mekruh,
gibi ilimleri öğrenmekte bir müsamaha ve genişlik yoktur.
(*)Mektup-251

73

Kesinlikle öğrenmelidir. Fıkıh ilminin icabıyla amel etmek zaruridir.
Fıkıh kitaplarını mütalaa etmeyi zaruriyattan, olmazsa
olmazlardan saymak ve sâlih amelleri yerine getirmek için, son
derece saa’yu gayret etmek ve çalışmak lazımdır.
Biz burada namazın faziletleri ve rükünleri hakkında bir
nebze anlatacağız. Zira namaz dinin direğidir. Bunu iyi dinlemek
lazımdır.
-Evvela abdesti güzel almak,
-Sünnete riayet etmek için her uzvu, tam ve kâmil şekilde,
üçer kere yıkamak,
-Başa mesh ederken kaplama mesh yapmak,
-Kulaklara ve boyna yapılan meshte ihtiyatlı ve tedbirli olmak
lazımdır.
-Ayak parmaklarını sol elinin serçe parmağıyla alttan
hilallemek hususunda varit olan Hadis-i şerife binaen, buna da riayet
etmek lazımdır. İbni Mace. (Bu müstahabbı terk ederek kıldığı için,
İmam-ı Azam’ın 20 senelik namazını kaza ettiği rivayet olunur.)
-Abdestte müstehapları yerine getirmekte, gevşeklik
yapmamalıdır, çünkü müstehaplar, Hakk subhanehünün sevdiği ve
razı olduğu şeylerdir.
Eğer dünyanın tamamında Hakk celle sultanuhünün, sevdiği
ve razı olacağı bir şey bilinirse, onu yerine getirmeyi bir ganimet
bilmek lazımdır. Bunun hükmü ve misali; Nefis ve çok güzel
cevherleri birkaç tuğla parçasıyla satın alan bir şahıs gibidir.
Tam bir temizlik ve güzel bir abdestten sonra,
-Mü‘minin miracı olan namaza niyet etmeli,
-Farzları cemaatle edâ etmeye ehemmiyet göstermeli,
-İftitah tekbirini imamla almalı,
-Namazı müstehap vakit içerisinde edâ etmeli,
-Kıraatte sünnet olan miktara riayet etmeli,
-Rükû ve secdelerde itminana, sükûnete ve ta’dili erkâna,
riayet etmelidir. Çünkü muhtar ve tercih edilen kavle ve fetvaya
göre, namazda tadili erkân ya farz, ya da vaciptir.
-Kavmede, her uzuv yerli yerine gelecek ve oturacak şekilde,
tam manası ile dim dik bir şekilde ayağa dikilmelidir.

74

-Ayağa katlıktan sonra da yine itminan, sükûnet ve ta’dili
erkân lazımdır. Çünkü burada da ta’dili erkân, ya farz, ya vacip, yâ
da sünnettir.
-İki secde arasında da, durum böyledir. Kavmede olduğu gibi,
burada da tam manasıyla oturduktan sonra, itminana, sükûnet ve
ta’dili erkâna riayet etmek lazımdır.
-Rükû ve secdelerdeki tesbihlerin en azı üçtür. En çoğuda, ya
yedi, yâda on bire kadardır.
-İmamın tesbihleri, cemaatin durumuna göre olmalıdır.
-Tek başına kıldığı namazlarda insanın, rükû ve secdelerdeki
tesbihatını, vaktinin durumuna göre, en az miktarda okumaktan, hayâ
etmelidir. Ya beş yâda yedi kere okumalıdır.
-Secde yapacağı zaman, yere en yakın olan uzvundan
başlayarak evvela dizlerini, sonra ellerini, sonra burnunu, sonra
alnını yere koyar.
-Ellerini ve dizlerini yere koyarken, sağ taraflardan
başlayarak yere koymalıdır.
-Secdeden başını kaldırırken, semaya, yukarıya, en yakın olan
uzvundan başlayarak, evvela, alnını yerden kaldırır.
-Namazda ayakta iken, secde mahalline bakılması,
-Ruküde iken, ayaklarının üzerine bakılması,
-Secde esnasında burnunun yan taraflarına bakılması,
-Ka’dede iken ellerinin üzerine bakılması, lazımdır.
-Namaz esnasında, şu anlatılan yerlere, dikkatle bakılırsa,
zihin ve düşüncesini dağıtmadan, derli toplu, bir şekilde namazı
kılmak mümkün ve müyesser olup Nebi sallallahü aleyhi
vesellemden rivayet olunduğu gibi namazda huşû’ hâsıl olur.
-Aynı şekilde rükûda iken parmakları açmak,
-Secdede iken, parmakları birleştirmek de sünnettir.
Bu anlatılanlara riayet etmelidir. Rükude parmakları açmak,
secdede parmakları kapatmak faidesiz değildir. Bilakis bunlarda çok
büyük faideler olduğundan, bu faideleri düşünerek, şeriatın sahibi,
bunların yerine getirilmesini emir etmiştir. Bizim için, asla, şeriatın
sahibi aleyhissalatu vesselama uymaya, müsavi ve denk olabilecek,
hiç bir faide yoktur. Bu hükümlerin hepsi, açık bir şekilde tüm
tafsilatıyla, fıkıh kitaplarında yazılıdır. Bu fıkhî hükümlerini burada

75

anlatmaktan maksat, amelleri fıkıh ilmine uygun bir şekilde yapmaya
teşvik içindir. Allah sübhanehü, bizi ve sizi; akaidimizi kesin olarak
tashih etmeye ve düzeltmeye muvaffak kıldıktan sonra, Mürsel’inin
seyyidi, aleyhissalatu vesselam hürmetine, şer’i ilimlere muvafık ve
uygun, sâlih ameller yapmaya muvaffak kılsın. Eğer içinizde,
namazın faziletine dair bir istek ve arzu bulursanız ve namaza ait ve
mahsus olan kemâlâta vâkıf olmak isterseniz, namazın fazilet ve
kemâlâtına dair peş peşe yazılmış, üç mektubu mütalaa etmelisiniz.
-Birinci mektup oğlum Muhammed Sadık’ın ismiyle,
-İkinci mektup Mir Muhammed Numan’ın ismiyle,
-Üçüncü mektupta Şeyh Taceddin’in ismiyle
yazılmıştır.(Mektup263)
İtikat ve amel yönlerini tahsil ettikten sonra; Hak
subhanehünün Tevfik ve inayeti, refik, öncü ve beraber olursa,
sofiyyei aliyye yoluna girmelidir. Fakat bundan maksat, itikat ve
amelin ötesinde, bir şey elde etmek ve bunlardan başka yeni bir şeye
sahip olmak için olmamalıdır. Çünkü böyle bir maksat, ayağın
kaymasına vesile olan, hataya düşmeye götüren, tûl-i emelden, ardı
arkası kesilmeyen istek ve arzulardan ileri gelir. Sofiyye-i Aliyyenin
yoluna girmekten maksat; hiç bir şüphecininin şüphelendirmesiyle,
yok olmayacak, bir şüphe oluşturmak isteyenin şüphelendirmesiyle
bozulmayacak şekilde, itikadî hususlarda, yakin ve itminanın,
şüphesiz ve tereddütsüz bir imânın hâsıl olması ve elde edilmesidir.
Çünkü balçıktan yapılmış bir çömlek gibi, delil göstermenin, sebât ve
kararı ve sağlamlığı yoktur. Delil ile ispat edilen şey için, bir temkin
ve zihne yerleşme, pekişme yoktur.
Allah sübhanehü şöyle buyuruyor; Kalbler ancak Allah’ı
zikir etmekle mutmain olur. (Ra’d Sûresi,13/ 28. Ayet)
Sofiyye-i Aliyye yoluna girmekten maksat;
Amelleri yerine getirirken sühûlet ve kolaylığı elde etmek,
nefs-i emmâreden meydana gelen inadı ve tembelliği, zahmet
ve meşakkati gidermektir.
Aynı şekilde, Sofiyye-i Aliyye yoluna girmekten maksat;
Bir takım suretleri, gaybi şekilleri müşahede etmek,
keyfiyetsiz ve şekilsiz bir takım nurları ve renkleri görmek değildir.
Çünkü bunlar bir nev’i oyun ve eğlenceden ibarettir.

76

His ile idrâk edilen suret ve nurlarda ne noksanlık ve eksiklik
var ki? Bir şahıs bunları bırakıp ta bir takım riyazetler ve
mücahedeler irtikâp ederek, gaybî bir takım suret ve nurları temenni
etsin ve arzulasın. Bu gaybî suretler ve nurlar ve diğer his ile idrâk
edilen suret ve nurlar, hepsi Hakk celle ve âlânın mahlûkları ve onun
varlığına delâlet eden ayetleridir.
Diğer sofi tarikatlar arasında, Nakşibendi’ye tarikatını seçmek
daha evlâ ve daha münasiptir. Çünkü Nakşibendi tarikatının
büyükleri, Sünnet-i seniyyeye tâbî olmayı ve çirkin bid’atlardan
sakınmayı zaruri ve zorunlu gördüler.
Bu sebepten dolayı, kendilerinde keşif, kerâmet, gaybî bir
takım suret ve nurları müşahede etmek gibi hallerden bir şey olmasa
bile, onları, memnun, mutlu ve sevinçli görürsün.
Keşif, kerâmet, gaybî bir takım suret ve nurları müşahede
etmek gibi hallerin mevcudiyeti ile beraber, Sünnet-i seniyyeye tâbî
olmakta bir gevşeklik hissettiklerinde ise o manevî halleri kabul
etmezler, onlara önem ve ehemmiyet vermezler.
Aynı zamanda onlar; mûsikîyi ve zikir esnasında raks etmeyi,
dönmeyi, titremeyi ve sallanmayı ve bu mûsikî ve rakstan meydana
gelen halleride, caiz görmezler. Bu hususta, Nakşibendi büyükleri
icmaa’ ve ittifak halindedir. Hatta o Nakşibendi büyükleri; cehri ve
sesli yapılan zikri, bid’at kabul edip kendilerine tabi olanları sesli
zikirden men ettiler. Sesli zikir neticesinde elde edilen, manevi
hallere de iltifat etmediler.
Bir gün şeyhim ile beraber, bir yemek sofrasında bulunurken,
şeyhimin samimi dostlarından olan Şeyh Kemal, yemeğe başlarken,
cehri ve sesli olarak besmele okuyunca, Şeyhim bu hali münasip
görmeyip, Şeyh Kemal’i bu hareketinden, men etmişti.
Şeyhimiz hazretlerinden şöyle dinledim: Hâce Nakşibendi
kuddise sirruhu, Buhara âlimlerini toplayıp, sesli zikirden men etmek
için, Şeyh Emir Külal’in dergâhına gittiler, Âlimler Şeyh Emir
Külal’e, sesli zikir bid’attır. Bunu yapmayın dediklerinde, Şeyh Emir
Külal, bir daha yapmayacağım demiştir. Bu yolun büyüklerinden
sesli zikirden men hakkında, bu derece sözler sadır olduğuna göre,
biz; mûsikî, raks, vecd, tevacüd gibi gayri meşru sebepler üzerine

77

terettüp eden şeyler hakkında ne diyelim? Bu fakire göre bunlar, bir
nev’i istidrac kabilindendir.
Çünkü bazı manevî haller ve zevkler, istidrac ehli içinde,
hâsıl olabilir. Onlar içinde, Âlemin suretleri, Tevhid keşfi, mükaşefe,
muayene, zâhir olabilir. Yunan felsefecileri, Hint sihircileri ve
brahmenleri, bu işlerde hepsi eşittir. Bu manevî hallerin doğruluğu,
haram ve şüpheli şeylerden kaçınmakla beraber, şer’i ilimlere
muvafık ve uygun olmasına bağlıdır.
İyi bil ki; raks, zikir esnasında, sallanmak, titremek, dönmek
ve mûsikî eşliğinde güzel sesler ile ritimli zikir yapmak, hakikatte
oyun ve eğlenceye dâhildir.
Ayet; İnsanlardan öyleleri var ki, bir bilgisi olmadığı
halde Allah yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için,
hakikati, sözün oyalayanı ve meşgul edeni ile değiştirirler. İşte
onlar için aşağılayıcı bir azap vardır. (Lokman Sûresi, 31/ 6. Ayet)
Bu Ayet mûsikî, şarkı türkü, gibi lehviyatı dinlemeyi yasaklamak
hakkında nazil olmuştur.
İbn-i Abbas’ın talebelerinden ve tabiinin büyüklerinden,
Mücahit, Medarik isimli kitabında, bu ayetteki, -lehvel hadis-
sözünden murat, şarkı, türkü ve mûsikî olduğunu söyledi. İbn-i
Abbas ve ibn-i Mes’ud radıyallahü anhümâ da, bunun şarkı türkü ve
mûsikî olduğuna yemin ettiler.
Mücahit, Furkan Sûresi 72. Ayette geçen, onlar, -züre- şahit
olmazlar, beyanından murat, şarkı, türkü ve mûsikî söylenen yerlerde
hazır olmazlar demektir. Diye tefsir etmiştir.
Ayet; Onlar, yalan yere şahitlik etmezler, boş şeylere
rastladıkları zaman, vakar içinde geçip giderler. (Furkan
Sûresi,25/ 72. Ayet)
İmamul hüda Ebu Mansur Maturidi’nin şöyle dediği rivayet
olundu; kim günümüzdeki, okuyuculara, (teganni ile) okurken çok
güzel okudun derse, kâfir olur, hanımı kendisinden boşanmış olur, o
zamana kadar yaptığı bütün ibadetleri ve hasenâtı yok olur.
Kadı Zâhirüddin el-Hârezmi’den naklen Ebu Nasrıd-
Debûsî’den, şöyle rivayet olundu. Kim şarkıcı ve türkücüden ve
başkasından bir şarkı ve türkü dinlerse veya haram bir iş görüp de
inanarak veya inanmadan, onu hoş görürse, Şeriatın hükmünü iptal

78

ettiği için ve yok saydığı için o anda mürted olur. Kim şeriatın
hükmünü iptal eder, yok sayarsa, hiçbir müçtehidin yanında mü’min
sayılmaz.
-Allah Teâlâ onun ibadet ve taatını kabul etmez,
-Allah Teâlâ onun bütün ibadet ve hasenâtını yok eder.
-Allah sübhanehü bizleri bu tehlikelerden korusun.
Mûsikî, şarkı ve türkünün haram olduğuna dair ayetler,
hadisler ve fıkhî rivayetler, burada sayılmayacak kadar çoktur.
Bunların hepsi ile beraber, bir şahıs mûsikînin mubah olduğuna dair,
hükmü kaldırılmış bir hadis veya şaz bir rivayet ortaya koyarsa ona
itibar etmemelidir. Çünkü hiçbir devirde her hangi bir müftü,
gınanın, tegannînin, şarkı ve türkünün mübâh olduğuna dair fetva
vermiş değildir. Ve raksı, zikir esnasında dans eder mahiyette
dönmeyi, hareket etmeyi, ayaklar ile tempo tutmayı da caiz görmüş
değildir. Haram ve helâl hususlarında sofilerin amelleri senet ve delil
değildir. Bu hususta muteber olan; İmam Ebu Hanife, İmam Ebu
Yusuf, İmamı Muhammed rahimehümullahın sözleridir. Yoksa
İmam-ı Şibli’nin ve Ebu Hüseyni Nuri’nin amelleri değildir. Bu gün
her yönüyle kusurlu olan sofilerin bazıları, mûsikîyi, kulağa hoş
gelen sesler ile zikir yapmayı ve zikir esnasında dans eder gibi
dönmeyi şeyhlerinin yaptıklarına dayanarak, dinleri ve inançları
haline getirdiler. Onları ibadet ve taat edindiler.
Allah sübhanehü şöyle buyuruyor; Dinlerini oyun ve eğlence
edinen ve dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak, Kur’an ile
öğüt ver ki, hiçbir kimse kazandığı şey sebebiyle helâke
düşmesin. Allah’tan başka ona ne bir dost ne de bir şefaatçi
vardır. Bütün varını fidye olarak verse de fidyesi kabul edilmez.
Onlar kazandıkları şey sebebiyle helâke sürüklenmiş
kimselerdir. Onlar için inkârlarından dolayı kaynar sudan ibaret
bir içecek ve elem verici bir azap vardır. (Enam Sûresi,6/70. Ayet)
Şu yukarıda anlatılan rivayetlerden kesin olarak bilindi ki;
Kim haram bir işi hoş ve güzel görürse, İslâm toplumundan çıkar ve
mürtet olur. Şu halde, sesli zikir esnasında oynayanların ve mûsikî,
şarkı türkü söyleyenlerin meclislerine tazim edenlerin ve bunları taat
ve ibadet edinenlerin, kötülüğü nasıl olur?
İyi düşünmek lazımdır.

79

Allah sübhanehüye hamd, senâ ve minnet olsunki, bizim
meşayihimiz, bu belâlar ile müptela olmadılar. Bizim ve emsalimiz
gibi mukallitleri bu yanlış şeyleri taklit etmekten korudular.
Mahdumların, böyle meclislere meyil edip cum’a gecelerinde
kasideler okuyarak mûsikî meclisleri oluşturduklarını ve ekseri
ashabımızın da onlara uyduklarını işitiyoruz.
Bundan, binlerce kere daha taaccüp edilecek olan şeyde,
başka silsilelerin müritlerinin, hakikatte bu işte doğru olmasalar da,
bu işi meşayihlerinin amellerine dayandırarak irtikâp etmeleri, şer’an
haram olan şeyi, haram olmaktan çıkarmaya çalışmalarıdır.
Bizim ashabımızın ve arkadaşlarımızın, bu işi irtikâp
etmelerindeki mazeretleri nedir?
Bunda bir taraftan şer ’an haram olan bir şeyi irtikâp etmek
vardır. Diğer taraftan da şeyhlerinin yoluna muhalefeti irtikâp etmek
vardır.
Ne ehli şeriat bu işten razıdır. Ne de ehli tarikat bu işten
razıdır. Şayet şer’an haram olan bir şeyi irtikâp etmiş olmasa bile,
sırf tarikatte olmayan bir şeyi ihdas etmek ve yapmak, şen’î ve
çirkin bir şey olur. Bunun çirkinliğine bir de şeriatın haram kıldığını
irtikâp etmek, eklenirse durum nasıl olur? Bir düşün.
Kesin olan şudur ki; Mirza Cîve cenapları bu işe razı değil,
lakin size karşı nezaketinden dolayı açıkça sizi men etmedi, ashabına
da bu toplantıları yasaklamadı.
Bu fakir; gelmekte gecikeceğimi his edince, şu fıkraları, yazıp
size gönderdim. Bunları Mirza Cîve’nin yanında baştan sonuna
kadar, okumalısın.
Vesselam.

1. CİLT
178. MEKTUP

Mirza Muzaffer’e;
-Her insanın, sahîh itikada sahip olması,
-Şeriatın hükümlerine uygun sâlih amelleri yerine getirmesi,
-Kalb selametini elde etmek,
-Nakşibendi tarikatını övmek,
-Mevtalara yardım etmek ve benzer şeyler, hakkında
yazılmıştır.

80

Cenab-ı Hakka hamd olsun, Seçtiği kullarına da selam olsan,
Kardeşimizin mektubu bana ulaştı. Sevinmemize vesile oldu.
Arkadaşlara yapmaya devam ettiğim ve ömrümün sonuna
kadar da yapmaya devam edeceğim nasihat; evvela Ehl-i sünnet vel-
cemaat mezhebine mahsus, kelâm kitaplarında anlatılan hususlara
muvafık ve uygun olarak sahîh bir itikada sahip olmak, sonra da,
farz, vacip, sünnet, mendüp, helâl, haram, mekruh, şüpheli gibi
şeylerden yapılması gerekli olanları yaparak, bırakılması gerekli
olanları da bırakarak, fıkhi hükümleri de yerine getirmektir.
Sonra da, Hakk sübhanehüden başka her şeyden kalbî alâkayı
keserek, kalb selametini elde etmektir. Kalb selameti ancak, farzı
muhal olarak, bir insan için bin senelik ömür olsa, Hakk
sübhanehüden başka hiçbir şey, kalbte hatıra gelmeyecek olursa,
nasip ve müyesser olur.
Bu mana, kalbde hiçbir şey hatıra gelmeyecek demek
değildir. Lakin kalbte hatıra gelen her şeyin, Cenab-ı Hakk’ın
ünvânıyla ve kudretiyle olduğunu bilmek manasınadır. Bu tevhid
murakabesinin başındadır. Hatta öyle ki kalbte asla başka bir şey
hatıra gelmez.
Bunun sebebi, kalbin Hakk sübhanehüden başka her şeyi
unutmasıdır. Öyle ki, diğer şeyler zorla hatırlatılsa, hatırlayamaz. İşte
bu hale (fena-i kalbî) denilir ki, bu yoldaki ilk adım budur.
Velayetin diğer kemâlâtı, bu manevi devlet ve nimet üzerine
dallanıp şekillenir. Şiir;
Kim Mevla’sının sevgisinde yok olmazsa,
Onun büyüklüğünde onun için bir nasip olmaz.
Bu büyük manevî devlete ulaşmak için, en kolay yol Tarikat-ı
Nakşibendiye-i Aliyyedir. (kadesallahü esrarehüm.)
Çünkü onlar, âlemi emirden başlamayı tercih ettiler. Kalbten
Mukallib'ül - kulub olan Allah Teâlâ’ya bir yol istediler. Onlar
diğerlerinin, riyazet ve mücahedelerine karşılık, kendilerine, sünneti
seniyyeye sarılmayı ve bidatlerden kaçınmayı lüzumlu gördüler.
Hâce Bahaeddin Nakşibend kuddise sirruhu; bizim yolumuz,
yolların en kolayı ve en yakın olanıdır. Buyurdu. Ancak, sünnete
sarılmak cidden müşkil ve zor bir iştir.
Onlara uyanlara ve onları vesile kılanlara ne mutlu… .

81

İkinci maruzat; Kadı Muhammed Şerif’in fakir ve dervişleri
sevdiğini haber veren mektubu bize ulaştı. Sevinmemize vesile oldu.
Ona bu fakirin duasını tebliğ edin.
Üçüncü maruzat; Kardeşimiz Şeyh Habîbullah’ın babasının
vefat ettiğini yazan mektubu ulaştı. İnna lillahi ve inna ileyhi Raciun.
Bu fakir tarafından yapılan duayı ulaştırmanızı, taziye merasimini
edâ etmenizi rica ediyorum.
-Babasına dua ederek, -Fatiha okuyarak, -Sadaka vererek, -
İstiğfar ederek, yardım elini uzatsın. Çünkü ölmüş kimse suda
boğulmakta olan kimseye benzer. Kendisine,-evladından- veya
babasından- veya kardeşinden- veya arkadaş ve dostundan ulaşacak,
bir dua bekler.
Dördüncü maruzat; Şeyh Ahmed, büyüklerin yolunu seçti ve
bundan faidelendi. Hakk sübhanehü istikamet üzere olmayı nasip
etsin. O müşarün ileyh zat, yeni Müslüman oldu. Ona Farsça
kitaplarda yazılı, itikadî hususları ve aynı şekilde fıkhî meseleleri
öğretmelidir ki, -Farz, vacip, sünnet, mendüp, helâl, haram, mekruh
ve şüpheli şeyleri bilsin, icabına göre amel etsin.
Bostan Gülistan gibi kitapları öğrenmek ve öğretmek,
mâlâyanî sınıfına girer. Onlar faydasız ve gereksizdir.

1. CİLT
286. MEKTUP
Mevlana Emânullâh Fakîh’e;
Sahîh ve doğru itikadı, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitap ve
sünnetten aldığını, Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimlerinin görüşlerine
muhalif olarak kitap ve sünnetten çıkarıldığı söylenen görüşlerin yanlış
olduğunu beyan hakkında yazılmıştır.
Bismillahirrahmanirrahim.
Allah sübhanehü seni irşad etsin, sana doğru yolu ilham etsin.
Sen bil ki; salik ve ahiret yolcusu için bu yolun olmazsa
olmaz zaruriyyatından olan önemli husus; Ehl-i sünnet vel-cemaat
âlimlerinin kitap ve sünnetten ve Selef-i Sâlihinin eserlerinden içtihat
yoluyla çıkardıkları sahîh itikada sahip olmaktır.
Aynı şekilde, kitap ve sünneti, ehl-i hak olan Ehl-i sünnet vel-
cemaat âlimlerinin anladığı manalara hamletmekte zaruridir.

82

Şayet keşif ve ilham yoluyla Ehl-i sünnet âlimlerinin anladığı
manâlara muhalif bir şey ortaya çıkarsa, onu nazarı itibara almamak
ve ondan Allah sübhanehüye sığınmak lazımdır.
Mesela; bazı âlimler bazı ayet ve hadislerin zâhirî
manalarından, Tevhid-i Vücûdî, Allah subhanehünün zatıyla her şeyi
ihata ettiği, eşyaya sirayet ettiği, -kurbiyyet ve maiyeti zatiye-
Cenab-ı Hakk’ın zatına yakın olma ve zatıyla beraber olma
manâlarını anladılar.
Ehl-i sünnet âlimleri ise o ayetlerden ve hadislerden bu
manâları anlamadılar. Bir salik için; seyrusülük esnasında, bir
mevcuttan başkasını görmediği veya Allah Teâlâ’nın zatıyla her şeyi
ihata ettiği veya Allah Teâlâ’nın zatıyla yakın olduğu, kendisine
keşif yoluyla açılırsa, salik her ne kadar manevî halin galebesi ve o
anki manevi sarhoşluk sebebiyle bu hususta mazur olsa bile, bu
yanlış anlamalardan dolayı, daima Allah sübhanehüye iltica
etmelidir.
Bu tehlikeden kurtarması, keşiflerinin Ehl-i sünnet âlimlerinin
görüşlerine uygun olması ve tüy kadar dahi Ehl-i sünnet âlimlerinin
görüşlerine muhalif bir şeyin zâhir olmaması için, Allah
sübhanehüye yalvarıp tazarruda bulunması lazımdır.
Hulasa olarak; Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıkları manâları,
keşfin ölçüsü kılmak ve Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıkları
manâlardan başkasını, ilham için bir mihenk ve ölçü kılmamak
lazımdır.
Çünkü Ehl-i sünnet âlimlerinin anladığı manâlara muhalif
olan manâlara itibar edilmez. Zira her sapık bid’atçı, sapık itikatlarını
kitap ve sünnetten aldığını zanneder.
Çünkü bid’atçı, bulanık anlayışı hasebiyle kitap ve sünnetten
doğru ve uygun olmayan manalar anlıyor.
Bu manalar ile birçokları sapıtıyor bir çokları da hidayete
eriyor. (Bakara Suresi,2/26)
Ben; bu manâlar içerisinde muteber olan Ehl-i sünnet
âlimlerinin anladığı manâlardır. Ehl-i sünnet âlimlerinin anladığı
manâlara muhalif olan diğer manâlar muteber değildir dedim.
Çünkü Ehl-i sünnet âlimleri, o manâları Ashab-ı Kiram ve
Selef-i Sâlihin rıdvanullahi Teâlâ aleyhim ecmain hazretlerinin

83

eserlerini araştırarak elde ettiler. Onların hidayet nurlarından iktibas
ettiler. Bu sebepten dolayı, ebedi necat onlara mahsus oldu. Ebedi
felah ve kurtuluş onların nasibi oldu.
Onları sana işaret ederim ki onlar Allah’ın askerleridir.
Allah’ın askerleri kurtuluşa erenlerdir. (Mücadele Suresi,58/22)
Bazı âlimlerin itikatları, hak ve doğru olmakla beraber,
teferruat sayılan hususlarda ve muamelelerde bazı kusurları irtikâp
etmeleri sebebiyle, genel olarak onları inkâr ve red edip hepsini
suçlamamalıdır. Bu mahza insafsızlık olur. Böyle hareket etmek
büyüklenmektir. Hatta dinin zaruri olan ekseri kısmını inkâr etmek
olur.
Çünkü dinin zaruri kısımlarını nakledenler o âlimlerdir.
Doğruyu yanlıştan ayıranlar o âlimlerdir. Onların hidayet nurları
olmasaydı, biz doğru yolu bulamazdık. Onlar, doğruyu yanlıştan
ayırmasaydılar, biz sapıtırdık. Onlar, bütün gayretlerini hak dini
yüceltmek için harcadılar. Onlar, birçok insanı sıratı müstakime sevk
ettiler. Kim onlara tabi olursa necat bulup kurtulur. Kim onlara
muhalefet ederse doğru yoldan hem kendisi sapıtır, hem de
başkalarını saptırır.
İyi bilinmesi lazımdır ki; seyrusülük makamlarını
tamamladıktan, velayet derecelerinin en sonuna vardıktan sonra,
sofilerin itikatları, ayniyle Ehl-i sünnet âlimlerinin itikatları gibi olup
bir fark olmaz. Çünkü bu itikadı, Ehl-i sünnet âlimleri nakil ve
istidlal ile elde ederler.
Sofilerde keşif ve ilham ile elde ederler. Seyrusülük
esnasında, bazı sofiler için manevi hal ve sarhoşluğun galip olması
sebebiyle, Ehl-i sünnet âlimlerinin görüşlerine muhalif bir durum
olsa bile O makamları geçip işin nihayetine ulaştığı zaman, O
muhalefet hebâ olup ortadan kalkar, muhalefet ortadan kalkmasa
bile, onların bu muhalefetten dolayı mes’ül olmamaları umulur.
Çünkü bu durumda onların hali hata eden müçtehidin haline benzer.
Müçtehit hüküm çıkarmakta hatalı olabilir, Sofi de keşif etmekte
hatalı olabilir.
Vahdeti vücûd, ihata, kurbiyyeti zatiye, maiyeti zatiye, yedi
veya sekiz tane sıfat-ı İlahinin Hak subhanehünün zatı üzerine zait
olarak mevcut olmasıyla, hariçte mevcut olmasını inkâr etmeleri gibi

84

hususlar, Sofilerin Ehl-i sünnet âlimlerine muhalif oldukları hususlar
cümlesindendir. Ehl-i sünnet âlimleri bu sıfatların, Cenab-ı Hakk’ın
zatının mevcudiyeti üzerine zait olarak mevcut olmasıyla, hariçte
mevcut olduğunu söylüyorlar.
Sofilerin bunu inkâr etmelerinin menşei şudur; Sofilerin o
vakitte müşahede ettikleri, sıfat aynasındaki zattır. Bilinen bir şeydir
ki; bakan kimsenin nazarında ayna gizlenir görünmez olur. Durum
böyle olunca bu gizlenme vasıtasıyla sıfatların hariçte olmadığına
hükmettiler. Şayet o sıfatlar hariçte olsa idiler, müşahede olunurdu
diye düşündüler. Müşahede olunmuyorsa mevcutta değidir dediler.
Sıfatların hariçte mevcut olduğuna hükmetmeleri sebebiyle Ehl-i
sünnet âlimlerini suçladılar. Hatta onların kâfir olup putperest
olduklarına bile hükmettiler.
Allah sübhanehü bizi bu kadar cür’etle suçlamaktan korusun.
Şayet böyle düşünen o sofiler için, bulundukları bu makamdan bir üst
makama terakki etmeleri mümkün olup müşahedeleri bu perdeden
çıkarsa, bulundukları mertebelerin hükmü yok olursa, sıfatların
zattan ayrı olduklarını görürler, görünce de inkâr etmezler ve işi Ehl-i
sünnet âlimlerini suçlamaya kadar götürmezler.
Sofilerin Ehl-i sünnet âlimlerine muhalif oldukları
hususlardan birisi de; Sofilerin bazı işleri Allah subhanehünün
yapmaya mecbur olduğuna hükmetmeleridir. Onlar her ne kadar bu
mecburiyeti umumen söylemeyip Allah sübhanehüye irade sıfatını
ispat etseler bile, hakikâtte irade sıfatını yok sayıyorlar. Bu hükümde
âlimlerin hepsine muhalefet ediyorlar. Sofilerin Ehl-i sünnet
âlimlerine muhalif oldukları bir husus da; dilerse yapar dilerse
yapmaz manasına, Allah Teâlâ bir kudret ile kadirdir. Diye hüküm
etmeleridir. Birinci şartın doğruluğu vacip, ikinci şartın doğruluğu
mümkün değildir diyorlar.
İşte bu, Allah subhanehünün bazı şeyleri yapmaya mecbur
olduğunu söylemektir. Hatta Ehl-i sünnet âlimleri yanında kesin
olarak sabit olan kudreti inkâr etmek manasınadır. Çünkü âlimler
yanında kudret, fiilin ve terkin sıhhati manasınadır. Sofilerin
söyledikleri ise Allah subhanehünün yapmaya mecbur olması, terk
etmesinin mümkün olmamasıdır. Bu ikisinin manâları arasında fark

85

vardır. Bu meselede sofilerin mezhebi aynen felsefecilerin
mezhebidir.
Birinci şartın vacip olduğunu tasdik, ikinci şartın mümtenii
olduğunu, mümkün olmadığını söylemekle beraber, irade sıfatını
ispat etmek, ancak Allah sübhanehüye irade sıfatını ispat etmekle
felsefecilerden ayrılmak, bir faide vermez.
Çünkü irade demek, iki müsaviden birisini tahsis etmektir.
Öyleki iki müsavi yok ise irade de yoktur. Burada ise vücup ve
imtina için müsavat yoktur. Gerisini sen anla.
Sofilerin ehl-i sünnet âlimlerine muhalif oldukları
hususlardan birisi de; onların kaza ve kader meselesinde -icabı- ispat
eden tarzdaki beyanlarıdır.
Bu husustaki sözleri şöyledir; Hâkim mahkûmdur. Mahkûm
hâkimdir.
Bu sözlerinden anlaşıldığı üzere hak sübhanehüyü bir
kimsenin mahkûmu kılıyorlar. Allah subhanehünün bazı şeyleri
yapmaya mecbur olduğunu kesin olarak söylemekle beraber, Hakk
sübhanehü üzerine bir hâkim ispat ediyorlar ki cidden bu çok
çirkindir. Onlar gerçekten kötü bir şey söylüyorlar. Ve yalan
söylüyorlar.
Bunlara benzer, Ehl-i sünnete muhalif birçok şeyleri vardır.
Mesela; Hakk sübhanehü ancak sûrî bir tecelli ile görülebilir
diyorlar. Bu söz, Hakk subhanehünün görülmesini inkâr etmeyi icap
eder. Sofilerin sûrî tecelli ile caiz gördükleri rü’yet, hakikatte Hakk
sübhanehüyü görmek demek değildir. Belki haşa Hakk
subhanehünün bir mislini ve benzerini görmek manasına gelir.
Nazım;
Mü’minler, ahirette keyfiyetsiz, idraksiz,
Darbımeselsiz Hakk sübhanehüyü görecekler.
Yine sofiler, kâmil ruhların kadim ve ezeli olduğunu
söylüyorlar. Aynı şekilde bu sözde, Ehl-i Sünnet âlimlerinin
görüşlerine muhaliftir.
Çünkü Ehl-i sünnet âlimlerine göre âlem bütün cüzleriyle
muhdes olup sonradan yaratılmıştır. Ruhlar da bu âlemdendir. Zira
âlem kelimesi, Allah sübhanehüden başka her şeyin ismidir. Durum
böyle olunca, ne demek istediğimi sen anla. Seyrusülük sahibi olan

86

kimsenin, işin künhüne ve hakikatine ulaşmadan önce, keşif ve
ilhamına muhalif de olsa Ehl-i sünnet âlimlerini taklit etmeyi
kendisine lüzumlu görmelidir.
Ehl-i sünnet âlimlerinin haklı olduklarına, kendisinin hatalı
olduğuna itikat etmelidir. Çünkü ehlisünnet âlimleri; kat’i olan vahiy
ile teyit edilmiş, hata ve yanlış yapmaktan korunmuş olan Enbiya
aleyhimüsselamı taklit ediyorlar. Ehl-i sünnet âlimleri yanında sabit
olan hükümlere muhalif olduğu takdirde, sofilerin keşif ve ilhamları
hatalı ve yanlıştır. Sofilerin keşfini, âlimlerin sözlerine takdim ve
tercih etmek, hakikâtte münzel olan kat’i hükümler üzerine takdim
ve tercih etmektir ki, bu aynen dalâlet ve sapıklıktır. Mahza zarar ve
ziyandır. Kitap ve sünnetin icabına göre itikat zaruri olduğu gibi,
müçtehitlerin kitap ve sünnetten çıkardıkları, farz, vacip, sünnet,
müstehap, mekruh, şüpheli gibi hükümler ile amel etmekte zaruridir.
Aynı şekilde, bu hükümleri bilmekte zaruridir. Mukallit olan kimse
için, müçtehidin hilafına kitap ve sünnetten hüküm çıkarmak ve
onunla amel etmek caiz değildir. Mukallit olan kimsenin, taklit ettiği
müçtehidin mezhebinde muhtar olan fetva ile amel etmeyi tercih
etmesi, bid’atten sakınarak azimet ile amel etmesi, lazımdır.
Aynı zamanda, bütün müçtehitlerin ittifakı ile amel etmiş
olmak için, mümkün olduğu kadar, müçtehitlerin hükümlerini cem
etmeye çalışmalıdır. Mesela; İmam-ı Şafii abdestte niyet edilmesini
şart kıldı, şu halde niyetsiz abdest almamalıdır. Aynı şekilde uzuvları
yıkarken tertibe riayet edilmesinin farz olduğunu söyledi, Şu halde
tertibe riayet etmelidir. İmam-ı Malik de uzuvları yıkarken ovmayı
farz kabul etti. Öyle ise aptes alırken elbette uzuvları ovmalıdır.
Keza, kadına ve avret mahalline dokunduğu zaman abdestin
bozulacağını söylediler, Şayet böyle bir şey olduysa aptesi
tazelemelidir. Mezhepler arasındaki diğer farklı meselerde de buna
kıyasla amel etmelidir.
İtikat ve amel yönleri elde edildiği zaman, Allah sübhanehüye
yakınlaşma derecelerine yükselmeye yönelmelidir. Zulmanî
makamları ve nuranî yolları kat edip aşmaya talip olmalıdır.
Lakin bilinmesi lazımdır ki; bu uruc ve yükselme, makamları
kat edip aşmak, kâmil ve mükemmil, yolu bilen ve gören ve yola
ulaştıran bir şeyhin teveccühüne bağlıdır. Onun nazarı kalb

87

hastalıklarına şifadır. Onun teveccühü istenmeyen kötü huyları def
eder. Öyle ise evvela bu manâda bir şeyh aranmalıdır. Eğer Hakk
subhanehünün fazlı ve lütfu ile böyle birisi bulunursa, büyük bir
nimet olduğuna inanarak ona tabi olmaya devam edilmelidir. Bütün
tasarruflarında külliyyen ona bağlanılmalıdır.
Şeyh-ul İslâm el-Heravî şöyle söyledi; Allah’ım veli kullarını
öyle yaptın ki, onları tanıyan seni buluyor. Seni bulamayan onları
tanıyamıyor.
Şeyhini bulduğu zaman kendi tercihlerini tamamen şeyhinin
tercihlerinde fânî kılar. Nefsini bütün isteklerden boşaltır. Himmet
kemerini şeyhine hizmet etmek için bağlar. Şeyhinin emir ettiği her
vazifeyi, saadetinin esası ve başı olduğuna inanarak, yerine getirmek
için çok gayret eder. Kendisine uyulan şeyh; müridin istidadına,
zikrin daha uygun ve münasip olduğunu görürse, ona zikr ile meşgul
olmasını emir eder. Eğer müride münasip olan, teveccüh ve
murakabe ise onları yapmasını söyler. Sadece sohbetin kifayet
edeceğini bilirse sohbet dinlemesini emreder.
Hulasa olarak; şeyhin sohbeti mevcut olmakla beraber, zikir
yapmak asla bu yolun şartlarından bir şart değildir. Bilakis şeyh; talip
ve müridin hal ve durumuna münasip ve uygun gördüğünü emreder.
Şayet manevi yolculuk esnasında, yolun bazı şartlarında bir kusur
vaki olursa, şeyhin sohbetleriyle o taksiratı telafi eder.
Şeyhinin ona teveccühü onun noksanlarını tamir eder. Bu
manâdaki bir şeyhin sohbetiyle müşerref olmayan bir kimse, eğer
murad ehlinden birisi ise Hakk sübhanehü onu kendisine cezb edip
seçer. Mahza sonsuz inayetiyle onun işlerine kifayet eder.
Ona lazım olan her şart ve edebi ona öğretir. Seyrusülük
makamlarını kat edip aşması için bazı büyüklerin ruhaniyetlerini
onun yolunun vesilesi ve delil kılar.
Şayet seyrusülük makamlarını kat edip aşmakta meşayihin
ruhaniyetleri tavassut ederse, Allah subhanehünün âdetinin cereyan
ettiği şekilde yola devam eder. Eğer o kişi müritlerden ise; tabi
olduğu bir şeyhin tavassutu olmazsa, onun işi müşkil ve zordur. Bu
durumda, tabi olacağı kâmil bir şeyh buluncaya kadar, devamlı Allah
sübhanehüye iltica etmesi lazımdır.

88

Aynı zamanda, mürit yolun şartlarına riayet etmeyi de lazım
ve gerekli saymalıdır. Bu şartlar meşayihin kitaplarında tafsilatıyla
açıklandı. O kitaplara müracaat edilmeli, içindekileri mülahaza edip
gözden geçirdikten sonra onlara riayet etmelidir. Bu yolun en büyük
şartı, nefse muhalefet etmektir. Nefse muhalefet etmek; haramlara
nihayet ve son vermek olan, vera’ ve takva makamına riayet etmeye
bağlıdır.
Haramlara son vermek ise ancak mubahların fazlasından
sakındıktan sonra elde edilir. Çünkü mubahları işlemekte dizgini
gevşetmek; işi şüphelileri işlemeye kadar götürür. Şüpheli şeyler ise
harama yakındır. Şüpheli şeylerde, harama düşmek daha kuvvetlidir.
Koruluğun etrafında dolaşan kişi, harama düşmeye yaklaşır. Şu halde
haramlardan sakınmak, mubahların fazlasından sakınmaya bağlıdır.
Öyle ise vera’ ve takvanın tahakkukunda, mubahların fazlasından
sakınmak elbette lazımdır. Manevi terakki ve yükselmek için; vera’
ve takvanın tahakkuk etmesi elbette lazım ve zaruridir.
Manevi terakki ve yükselme haramlardan kaçınıp takva
olmaya bağlıdır. Bunun açıklaması şöyledir; Amellerin iki cüz’ü ve
iki yünü vardır.
-Emirlere imtisal etmek,
-Haramlardan sakınmak.
Emirlere imtisal etmekte, melekler de ortaktır. Emirlere
imtisal ile manevi terakki ve yükselme elde edilseydi melekler için
de terakki olması lazım gelirdi. Günahlardan sakınmak insanlara
mahsustur. Günahlardan sakınmak meleklerde yoktur. Çünkü onlar
bizzat masum olup günah işlemekten korunurlar. Onlarda muhalefet
etme mecali yok ki, ondan nehiy olunsunlar. Durum böyle olunca
manevi terakkinin, haramlardan sakınmaya bağlı olması lazım oldu.
Haramlardan sakınmak, aynen nefse muhalefettir. Şeriat ancak,
nefsin arzularını kaldırmak ve zulmanî adet ve resmiyetleri def etmek
için gelmiştir. Zira nefsin tabiat ve cibilliyetinin iktizası; ya
haramları işlemek veya sonunda işi haramları işlemeye kadar götüren
fuzûlî şeyleri işlemektir. Şu halde fuzûlî şeylerden sakınmak aynen
nefse muhalefet etmektir.
Eğer emirlere imtisal etmekte de nefse muhalefet vardır. Zira
nefs ibadetle meşgul olmayı istemez. Dolayısıyla emirlere imtisal

89

etmekte manevi terakkiyi icap eder. Meleklerde ise emirlere imtisal
etmeye muhalefetleri olmayınca bu durum onların terakki etmeleri
için sebep olmadı.
Burada -kıyas meal Faruk- vardır, denilirse ben cevap olarak
derim ki; nefsin ibadet etmeyi murat etmemesi ve ibadet etmeye razı
olmaması onun boş kalmayı istemesindendir. Öyle ki nefs bir şeye
bağlı olmak istemez. Kayıtlı bir şeyle meşgul olmak istemez. İşte
nefsin boş kalmayı istemesi ve bir şeyle meşgul olmayı istememesi
haram veya fuzuli şeylere dâhildir.
Durum böyle olunca, emirlere imtisal etmekte, nefse
muhalefet etmek, haramlardan ve fuzûlî şeylerden sakınma yoluyla
olup sadece emirleri edâ etmek yoluyla olmadığı ortaya çıkmış olur.
Hatta bu durum, meleklerde de mevcut olup kıyas sahîh bir
kıyastır. Hangi tarikatta nefse muhalefet daha çok ise o yol Allah
sübhanehüye giden yolların en yakınıdır.
Şüphesiz, Nakşibendi tarikatında nefse muhalefete riayet
etmek, diğer tarikatlardan daha çoktur. Çünkü bu yolun büyükleri
azimet ile amel etmeyi, ruhsatlardan dahi sakınmayı tercih ettiler.
Bilinen bir husustur ki; haramlardan ve fuzûlî şeylerden sakınmak,
azimetle amel etmekle olur. Bu hususlara, azimet ile amel ederek
riayet olunur. Ruhsat böyle değildir. Ruhsatla amel etmekte, sadece
haramlardan sakınmak vardır.
Şayet, diğer tarikatlerde de azimetin tercih edilmesi, azimetle
amel edilmesi mümkündür, denilirse, ben cevap olarak derim ki;
diğer tarikatların birçoğunda, sema’ ve raks vardır. Onlar nağmelerle
dans eder gibi mûsikî refakatinde dönerek bir tempoyla zikir
yapıyorlar. Sünnette olmayan bu iş, birçok hileden sonra ancak
ruhsat hududuna ulaşıyor. Ondan sonra azimet nerede kaldı? Zikri
cehri de böyledir. Aşikâre zikir yapmak ruhsatın ötesinde
düşünülemez. Diğer tarikatların meşayihi, bazı iyi niyetlerle kendi
tarikatlarında, kitap ve sünnette olmayan muhdes kabilinden birtakım
işler ihdas ettiler. Bu hususlarda doğruluğunu ispat için en son
dedikleri şey, ruhsat olduğuna dair hüküm vermeleridir.
Bu silsile-i aliyyenin büyükleri, diğer tarikatlar gibi
değildirler. Onlar bir tüy kadar dahi sünnete muhalif bir şeyi caiz
görmezler. Şu halde bu Nakşibendi yolunda nefse muhalefet, daha

90

tamamdır. Öyle ise bu yol, Allah Teâlâ’ya giden en yakın ve en
kolay yoldur. Öyle ise her talip için bu yolu tercih etmek daha evla
ve daha münasiptir. Çünkü yol yakınlıkta nihayettedir. İstenen
yüksekliktedir. Kâmildir ve tamdır. Bunların son halifelerinden bir
cemaat, bu büyüklerin koydukları usulleri kaldırıp bu yolda olmayan
bazı işler ihdas ettiler. Sema ve raksı ve açıktan zikir yapmayı tercih
ettiler. Bunların sebebi ve menşei; onların bu yolun büyüklerinin
niyetlerine ulaşamamış olmalarıdır. Onlar yaptıkları işlerde, sünnette
olmayan bu bid’atler ile bu yolu ikmâl edip tamamlayacaklarını
zannediyorlar.
Hal buysa bu yolu tahrip etmek için çalıştıklarını, bu yolu
zayî etmek için gayret ettiklerini bilmiyorlar.
Allah sübhanehü hakkı ihkak eder, doğru yola ulaştıran odur.

2. CİLT
67. MEKTUP

Hanı Cihan’a;
-Ehl-i sünnet vel-cemaatın akaidini,
-İslâmın beş erkânını,
-Vaktin sultanına hakkı duyurmayı, teşvik etmeyi beyan
hakkında yazılmıştır.
Bismillahirrahmanirrahim.
Allah sübhanehüye hamd olsun. Seçtiği kullarına selâm olsun.
Kerem ve iltifat olarak, dervişlerin ismiyle gönderilen mektup ulaştı.
Şüphe ve karışıklıklarla dolu şu zamanda, saadet sahibi zenginlerin,
ellerinde bir şey olmayan dervişlere tevazu ve iltifat
göstermelerinden, dervişlerde olan güzel haller sebebiyle bu taifeye
itimat edip güvenmelerinden dolayı, Allah sübhanehüye hamd olsun.
Bu ne büyük bir nimettir. Öyleki birçok değişik alâlakaların
olması, bu nimetin elde edilmesine mani ve engel olmadı. Birçok
dağınık teveccühler, bu taifeye muhabbetten alı koymadı.
Aleyhissalatu vesselamın, kişi sevdiği ile beraberdir. Hadisi
şerifinde ifade edilen beraberliği ümit ederek, bu büyük nimetin
şükrünü eda etmek lazımdır.
Ey Said ve necip kardeşim; her insanın uhrevî felâh ve ebedî
kurtuluşa nail ve mazhar olması için, evvela Fırka-i Nâciye olan

91

Ehl-i sünnet vel-cemaatın görüşlerine uygun olarak akaidini tashih
edip düzeltmesi lazımdır. Çünkü Ehl-i sünnet doğru yolda büyük bir
çoğunluktur. Hakk yolundan büyük bir kalabalıktır. Rıdvanullahi
Teâlâ aleyhim ecmain.
Ehl-i sünnet itikadına muhalif olan kötü itikatlar; ebedî ölüme
ve ebedî azaba ulaştıran öldürücü bir zehirdir. Amelde müdahene ve
gevşekliğin affedilmesi ümit edilir, ancak itikattaki müdahene ve
gevşekliğin af edilmesi için bir çare yoktur. Zira Allah Teâlâ şöyle
buyuruyor; Allah sübhanehü kesinlikle kendisine şirk koşanı
affetmez. Dilediği kimseler için şirkin haricindeki günahları af
eder. (Nisa suresi,4/48)
Kısa ve veciz bir dil ile Ehl-i sünnet itikadını anlatacağız.
İtikadı Ehl-i sünnet itikadına göre yapmalıdır. Yalvarıp yakararak
Allah sübhanehüden bu nimet üzere istikameti istemelidir. Sen
bilesin ki; Allah sübhanehü kadîm olarak zatıyla mevcuttur. Diğer
şeyler Allah subhanehünün var etmesiyle mevcuttur. Hepsi Allah
subhanehünün yaratmasıyla, yokluktan varlık âlemine çıkmıştır.
Allah sübhanehü kadîm ve ezelîdir. Eşyanın tamamı, her şey yok idi,
sonradan var oldu. Her ne ki kadîm ve ezelî olup kendisinden önce
bir yokluk safhası geçmemiş ise o bâki ve ebedîdir. Her ne ki hadis
olup sonradan olmuşsa, kendisinden önce yokluk safhası geçmiş ise
o fânî olup yok olacaktır. Sübhan olan Allah Teâlâ birdir. Onun
hiçbir işte hiçbir hususta, hiçbir ortağı yoktur. Vâcib-ül vücût
olmaktada ortağı yoktur, ibadet olunmakta da ortağı yoktur. Vâcib-
ül-vücût ismi, ancak Allah sübhanehü için kullanılır. Vâcib-ül-vücût
ismi Allah Teâlâ’dan başkasına layık olmaz. Allah sübhanehüden
başkası, ibadet olunmaya layık ve müstahak olmaz. Allah
subhanehünün birçok kâmil sıfatları vardır. Hayat, İlim, Kudret,
İrade, Semi, Basar, Kelam, Tekvin.
Bunlar sıfatlardan bazılarıdır. Bu sıfatların hepsi de kadîm ve
ezelî olup Allah Teâlâ ve tekaddes hazretlerinin zatıyla kaimdir. Bu
sıfatların hadisat ile alâkalı olmaları, sıfatların kadîm olmasına bir
halel getirmez. Bu sıfatların hadisat ile alâkalı olmaları sıfatların
ezelî olmalarına mani olmaz. Felsefecilerin akılları noksan olduğu
için, Mutezile fırkası da kör olup sapıttıkları için, alâkalanılan şeyler
hadis olunca hadisat ile alakalı olan sıfatlarında hadis olduğunu

92

söyleyip delil getirmeye çalıştılar. Böylelikle bu kâmil sıfatları
nefyedip bu sıfatların olmadığını söylediler. Aynı zamanda
felsefeciler ve mutezile fırkası; hudûs alameti olan değişikliği icap
ediyor deyip Allah sübhanehü cüz’i şeyleri bilmez dediler. Allah
subhanehünün sıfatlarının ezeli olup sıfatların taalluk ettiği şeylerin
hadis olduğunu bilemediler.
Allah sübhanehü noksan sıfatların hepsinden münezzehtir.
Allah sübhanehü; cevher, cisim, araz ve levâzımı olan sıfatlardan
münezzehtir.
Allah subhanehünün; Zaman, mekân, cihet ve yön ile bir
alâkası yoktur. Bunların hepsi Allah subhanehünün mahlûklarıdır.
İşin hakikatinden haberdâr olmayan bir cemaat, Allah subhanehünün,
arşın üzerinde olduğunu zannetti, böylece Allah sübhanehüye bir
fevkiyet, yukarıda olma ciheti ispat ettiler. Hal bu ise arş ve arşın
ihtiva ettiği her şey hadistir, sonradan olmadır. Hepsi Allah
subhanehünün mahlûkudur. Nasıl olur da mahlûk ve hadis olan bir
şey, hâlik ve kadim olan Allah sübhanehüye mekân ve karar kılacağı
bir yer olabilir?
Ancak arş, Allah subhanehünün mahlûkatının en şereflisidir.
Arştaki nuraniyet ve safilik, mahlûkatın diğerlerinden çok daha
fazladır. Şüphesiz arşın, hâlik olan Allah subhanehünün azametini ve
büyüklüğünü tam ve açık olarak izhar etmesi için, ayna olma özelliği
vardır. Bu münasebetle ona arşullah denilir. Aksi takdirde arş ve
diğer mahlûkat, Allah sübhanehüye nisbetle müsavi olup hepsi Allah
subhanehünün mahlûkudur. Lâkin arşta gösterme kabiliyyeti vardır.
Bu kabiliyet diğer mahlûkatta yoktur. Görmüyor musun? İnsanın
suretini gösteren ayna için, insan o aynanın içindedir denilmez. Hatta
o insanın aynaya nisbeti ile diğer eşyaya nisbeti aynıdır. Lâkin
farklılık, kabiliyetin olması ve olmaması yönüyledir. Öyle ki aynada
sureti yansıtma kabiliyeti vardır. Diğer eşyada ise yansıtma kabiliyeti
yoktur.
Allah sübhanehü; cisim ve cismani değildir. Cevher değildir,
araz değildir, mahdut değildir, mütenahi değildir, uzun boylu
değildir, enli ve geniş değildir, kısa boylu değildir, dar olan bir şey
de değildir, bilakis geniştir ancak bu genişlik bizim anlayışımıza göre
olan genişlik manasında değildir. Allah sübhanehü muhit ve

93

kuşatıcıdır. Lâkin bu ihâta bizim anladığımız kuşatma manasında
değildir, Allah sübhanehü yakındır, lâkin bu yakınlık bizim
akıllarımızın düşündüğü manâda yakınlık değildir. Allah sübhanehü
bizim ile beraberdir, lâkin bu beraberlik bizim anladığımız manâdaki,
beraberlik değildir. Biz Allah subhanehünün vasi, geniş, muhit ihâta
ve kapsayıcı, yakın ve bizimle beraber olduğuna imân eder, inanırız.
Lâkin bu sıfatların keyfiyetini, mahiyetinin nasıl olduğunu bilemeyiz.
Bu sıfatların keyfiyetleri hakkında bir şey bildiğini söylemek
mücessime mezhebine bir adım atmak demektir.
Allah Teâlâ asla hiçbir şey ile ittihat etmez ve birleşmez.
Hiçbir şey de onunla ittihat etmez ve birleşmez. Allah Teâlâya hiç bir
şey hulûl ve sirayet etmez. Allah Teâlâ’da kat’iyyen hiçbir şeye hulûl
ve sirayet etmez.
Tecezzi ve parçalara ayrılmak, bir şeyin bazısı olmak Allah
sübhanehü hakkında muhaldir. Cüzlerden ve parçalardan toplanmak,
çözülmek ve dağılmak gibi şeyler hazreti Allah’tan memnudur ve
uzaktır. Allah sübhanehü için bir küfüv ve denk yoktur. Onun bir
misli yoktur, Onun eşi yoktur. Onun oğlu yoktur. Allah Teâlâ,
zatında ve sıfatlarında, keyfiyetten, şibih ve benzerlikten ve misalden
münezzehtir. Bu hususta bizim ilmimizin ulaşabildiği şey şöyledir.
Allah sübhanehü zatıyla mevcuttur. İsimleri ve kendisini vasıfladığı
ve senâ’ ettiği kâmil sıfatlar ile mevsuftur. Lâkin yukarda da
anlatıldığı gibi, o sıfatlardan bizim anlayışlarımız ve idrakimiz ile
idrâk edilen, akıllarımız ile tasavvur olunan şeylerden, Allah
sübhanehü yüce ve münezzehtir.
Allah sübhanehüyü, gözler idrak edemez. Ancak o gözleri
ve sahiplerini idrak eder.(En’am Suresi, 6/103)
Bilinmesi lazımdır ki; Allah Teâlâ’nın isimleri tevkifî olup
Kur’an ve sünnetten, şeriatın sahibinden işitilmesi lazımdır. Şeriatta
zikredilmiş olan her isim ile Allah sübhanehüyü anmak caiz olur.
Şeriatta işitilmemiş isimlerin manâları güzel olup o isimlerde de
kâmil manâlar olsa bile O isimleri Allah sübhanehüye yakıştırmak,
Allah sübhanehüye isim uydurmak asla caiz olmaz. Şeriatta varit
olduğu için, Allah sübhanehüye -cevvad- deriz. Ancak cömert
manasına gelmesine rağmen Allah sübhanehüye -sahiy- demeyiz.

94
KUR’AN’I KERİM:
Kur’an’ı kerim Allah kelâmı olup harf ve ses elbisesini
giymiş olarak Nebi aleyhisselama indirilirmiştir. Allah Teâlâ Kur’an-
ı Kerim ile kullarına emirler vermiştir. Onları menhiyattan nehiy
etmiştir.
Biz kendi sözlerimize harf ve ses elbisesi giydirip ağız ve dil
yardımıyla gizli maksatlarımızı zuhur meydanında açıkladığımız
gibi, Hakk sübhanehüde ağız ve dil vasıtası olmadan, kâmil
kudretiyle ses ve harf elbisesi içerisinde kulları için, kelâm-ı nefsisini
izhar etti. Gizli olan emir ve nehiylerini harf ve ses zımnında zuhur
meydanına çıkardı. Lafzî ve nefsî olan kelâmın her iki kısmı da Hakk
subhanehünün kelâmıdır. Kendi nefsî ve lafzî kelamımıza hakikat
yolu ile kelâm dediğimiz gibi, Kelâm ismini, bu iki kısma itlak
etmek, her iki kısımda Kelâmullahtır demek, hakikât yoluyladır.
Birinci kısım olan, kelâmı nefsî hakikâttir, ikinci kısım olan lafzî
kelâm mecaz yoluyla hakikâttir manasında değildir. Zira mecazı
nefyetmek caizdir. Ancak lafzî kelâmı nefyetmek ve onun
Kelâmullah olduğunu inkâr etmek küfürdür. Önceki Enbiya
aleyhimüsselama indirilmiş olan diğer kitaplar ve sahifelerde aynıdır.
Hepsi Allah subhanehünün kelâmıdır. Kur’an-ı Kerim de, o
kitaplarda ve sahifelerde, derc edilip yazılmış olan her şey, Allah
Teâlâ’nın hükümleridir. Zamanlara ve vakitlere muvafık şekilde
Allah Teâlâ kullarını o hükümler ile mükellef kılmıştır.
RÜ’YETULLAH:
Mü’minlerin Cennette, Hakk sübhanehüyü, her hangi bir
cihet, yön ve önden olmaksızın, keyfiyetsiz ve ihatasız olarak
görmeleri haktır. Biz uhrevî ru’yete imân ederiz, keyfiyeti ile meşgul
olmayız. Zira Allah subhanehünün görülmesi için bir keyfiyet olmaz.
Keyfiyet ve misal erbabına bu dünyada onun hakikatinden bir şey
zâhir olmaz. Rü’yetullaha imân etmekten başka insanlar için bu
dünyada bir nasip olmaz. Felsefecilere, mutezile mezhebine ve diğer
bid’at fırkalarına ne büyük hüsran ve yıkım vardır!
Öyle ki onlar, hakikâti göremeyen körlükten ve
mahrumiyetten dolayı, Rü’yetullahı inkâr ediyorlar. Gaybî olan
şeyleri, görünen şeylere kıyas ediyorlar. Ahirette Cennette Allah
Teâlâ’nın görüleceğine imân etmiyorlar.

95
KULLARIN İŞLERİ:
Allah Teâlâ kullarını yarattığı gibi, aynı şekilde ister hayır
olsun ister şer ve kötü olsun, kulların fiil ve işlerini de yaratır.
Kulların yaptıkları işlerin hepsi, Allah Teâlâ’nın takdiri iledir.
Ancak her ikisi de, Allah subhanehünün iradesi ve dilemesi
ile olsa da Allah Teâlâ hayırlı işlerden razıdır. Kötü ve şerli işlerden
razı değildir. Şu kadar var ki, edebe riayeten, şer ve kötü işleri Allah
sübhanehüye nisbet ememelidir. Edebe riayeten Allah sübhanehüye
şerri yaratan dememelidir, Hayrı ve şerri yaratan demek daha
uygundur. Âlimler şöyle dediler; Her şeyi yaratan Allah Teâlâ’dır
demelidir. Allah sübhanehüye hürmeten ve edebe riayeten pislikleri,
domuzları yaratan demek uygun ve münasip değildir. Mutezile
mezhebi ile hayır ve şerri yaratan olmak üzere ilah ikidir diyen bazı
felsefeciler, insanların yaptıkları işlerini, insanların kendilerinin
yarattığını zannediyorlar. Hayır ve şer işleri, insanlara nisbet
ediyorlar. Şeriat ve akıl ise onları tekzip edip yalanlıyor.
Evet; Ehl-i sünnet âlimleri, kulun kudret ve gücünün yaptığı
işte dahli olduğunu, kulun kasip olduğunu söylediler. Zira titreyen
kimsenin hareketi ile istediğini yapabilme tercihine sahip olan
kimsenin hareketi arasındaki fark açıktır. Titreyen kimsenin,
hareketinde, kudret ve kesbin bir dahli yoktur. Hareketlerinde tercih
yapabilen kimsenin hareketlerinde ise kudret ve kesbin dahli vardır.
Bu kadarlık fark, muahezeye sebep olup sevap ve cezayı ispat etmiş
olur. İnsanların ekserisi, kulda kudret, kesp ve ihtiyarın gücün ve
çalışmanın, mevcut olması hususunda tereddüt içindedirler. Kulun
mecbur ve aciz olduğunu zannediyorlar. Onlar, âlimlerin ne demek
istediklerini anlayamadılar. Zira kulda kudret ve tercih etme yetkisini
ispat etmek, kul her istediğini yapar, istemediği her şeyi yapmaz
manâsına değidir. Çünkü böyle söylemek kulluktan ve ubudiyetten
uzaktır. Bilakis kul emrolunduğu şeylerin tamamının uhdesinden
çıkmaya kadirdir manasınadır.
Mesela; kul beş vakit namazı edâ etmeye, kırkta bir zekâtını
vermeye, oniki ayda bir ay oruç tutmaya, yol, azık ve masraf
yönünden gücü yettiği takdirde ömründe bir sefer hacca gitmeye

96

muktedir olup bunları yapmaya gücü yeter mânasına gelir. Diğer
şer’i hükümlerde buna kıyas iledir.
Hak sübhanehü, kul zayıf olup güç ve kuvveti de az olduğu
için, çok merhametli olduğundan dolayı kullarına karşı suhulet ve
kolaylığa riayet etmiştir.
Allah Teâlâ; Allah size kolaylık murad ediyor size zorluk
murad etmez. (Bakara Suresi,2/185) Buyuruyor.
Yine Allah sübhanehü; Allah sizden hafifletmeyi murad
ediyor, insan zayıf yaratılmıştır. (Nisa Suresi,4/28) Buyuruyor.
Yani Allah sübhanehü, meşakkat ve zor gelen
mükellefiyetlerin ağırlığını sizden hafifletti. Çünkü insan zayıf olup
istek ve arzularına sabredemez. Meşakkat veren sorumluluklara
tahammül edemez.
Enbiya aleyhimüsselam; Hak subhanehünün, insanları
kendisine davet etmek, dalâlet ve sapıklıktan hidayete ve doğru yola
iletmek için, insanlara gönderdiği Resulleri ve Elçileridir. Enbiya
aleyhimüsselam, davetlerini kabul eden herkesi, Cennetle
müjdelediler. Davetlerini inkâr eden herkesi de cehennem azabıyla
tehdit ettiler. Enbiya aleyhimüsselamın Hakk Teâlâ tarafından tebliğ
ettikleri ve bildirdikleri şeylerin hepsi haktır ve doğrudur. Onlarda
bir yalan şaibesi yoktur. Enbiya aleyhimüsselamın sonuncusu
Muhammed (sallallahü aleyhi vesellem) dir. Muhammed sallallahü
aleyhi vesellemin getirdiği İslâm dini, geçmiş dinlerin hepsini nesh
edip hükmünü kaldırmıştır. Onun getirdiği Kur’an-ı Kerim, geçmiş
kitapların hepsinden çok daha faziletlidir. Onun şeriatını nesh edip
hükmünü kaldıracak başka bir şeriat ve din olmayacaktır. Onun
şeriatı kıyamet kopuncaya kadar kaim olup devam edecektir.
Kıyamet kopmadan önce, İsa âlâ nebiyyina ve aleyhissalatu vesselam
gökten inip peygamberimiz Muhammed aleyhissalatu vesselamın
şeriatıyla amel edecek ve Muhammed aleyhissalatu vesselamın
ümmetinden olacaktır.
KIYAMET:
Ahiretin ahvalinden, Nebi sallallahü aleyhi vesellemin haber
verdiği her şey haktır. Kabir azabı haktır, Lahdin sıkıntısı haktır,
Kabirde Münker ve Nekirin suali haktır, âlemin yok olması haktır,
göklerin yarılması haktır, yıldızların dökülmesi haktır, yerin ve

97

dağların yarılması ve yok olması haktır, haşir ve neşir, diriltilmek
mahşerde toplanmak haktır, ruhların cesede iade edilmeleri haktır,
kıyamet zelzelesi haktır, kıyamet dehşet ve korkuları haktır,
amellerin muhasebesi haktır, uzuvların yapılan işlere şahitlik
yapmaları haktır, hasenât ve seyyiât, amel defterlerinin sağ ve sol
tarafa verilmesi haktır, hasenât ve seyyiâtın, günah ve sevapların
tartılması ve noksanların ve ziyadenin bilinmesi için mizanın
konulması haktır, eğer hasenât kefesi ağır gelirse bu kurtuluş
alâmetidir, eğer hasenât kefesi hafif gelirse bu da şekâvet, yıkılış ve
hüsran alâmetidir, bu mizânın ağır ve hafif olması dünyadaki
terazilerin aksinedir, ahirette yukarıda olan kefe ağır olan kefedir,
aşağıda kalan kefe ise hafif olan kefedir.
ŞEFAAT:
Enbiya aleyhimüsselamın ve sâlihlerin, mâliki yevmiddin
olan Allah subhanehünün izniyle, evvela günahkâr mü’minlere
şefaatleri sabittir.
Aleyhissalatu vesselam; Benim şefaatim ümmetimden büyük
günah sahipleri içindir buyurdu.
Sırat köprüsü cehennemin üzerine konulacak mü’minler geçip
Cennete gideceklerdir. Kâfirlerin ayakları kayıp cehennemin içine
düşeceklerdir. Cennet, mü’minlerin nimetlenmesi için hazırlandı.
Cehennem de kâfirlerin azaplandırılması için hazırlandı. Hem Cennet
hem de Cehennem şu an mahlûk ve mevcuttur. Cennet ve Cehennem
Ebedülabad, sonsuza kadar bâki olacaklardır. Her ikisi de yok
olmayacaklardır. Hesap görüldükten sonra mü’minler Cennete
girdikleri zaman, orada devam edeceklerdir. Bir daha oradan
çıkmayacaklardır. Aynı şekilde; kâfirler de Cehenneme girdikleri
zaman orada devam edip Ebedülabad sonsuza kadar azâb
olunacaklardır. Kâfirlerin azâblarının hafiflemesi caiz değildir. Zira
Allah Teâlâ; Onlardan azâb hafifletilmeyecek, onlara merhamet
nazarıyla da bakılmayacak. (Bakara Suresi,2/162) Buyuruyor.
Kalbinde zerre-i miskal imân bulunan kimse günâhlarda
aşırıya gitmesi sebebiyle Cehenneme girse de isyan ve günâhı
miktarı kadar, Cehennemde azâb olunup en sonunda Cehennemden
çıkarılacaktır.

98

Kâfirlerin yüzleri karardığı gibi, asi mü’minlerin yüzleri
kararmayacaktır. Sahip oldukları zerre-i miskal imân hürmetine
kâfirler gibi, onlara zincirler ve bukağılar vurulmayacaktır.
MELAİKE:
Melekler Allah subhanehünün ikrâmda bulunduğu kullarıdır.
Allah sübhanehü neyi emrederse onu yaparlar. Melekler erkeklik ve
dişilikten beridirler. Meleklerde doğurmak ve tenasül yoluyla
çoğalmak yoktur. Allah sübhanehü onlardan bazısını, Risalet için
seçip vahyi tebliğ etmekle şereflendirdi. Onlar kitapları ve suhufları,
Enbiya aleyhimussalatü vesselama tebliğ ettiler. Melekler hata
yapmaktan ve vazifelerini karıştırmaktan mahfuz olup
korunmuşlardır. Onlar düşmanların tuzaklarından ve hilelerinden
korunmuşlardır. Hakk sübhanehü tarafından tebliğ ettiklerinin hepsi
sadık ve doğrudur. Onlarda hata yapma ve vazifelerini karıştırma
ihtimali ve şaibesi yoktur. O büyükler, Hakk subhanehünün
azametinden korkarlar. Onlar için Allah Teâlâ’nın emrine imtisal
etmekten başka bir meşguliyet yoktur.
İMÂN:
İmân icmali ve tafsili olarak tevatür ve zaruret ile dinden bize
tebliğ edilen hususları, kalb ile tasdik edip dil ile ikrar etmektir.
Uzuvlar ile yapılan ameller, imânın kendisinden hariçtir, lâkin
ameller imânda kemâli ziyadeleştirir ve imânda güzellik oluşturur.
İmam-ı Azam el Kûfî aleyhirrahmetü; İmân ziyadelik ve noksanlık
kabul etmez buyurdu. Çünkü kalbi tasdik, kalbin yakînen ve kesin
olarak inanmasından ve kanaat getirmesinden ibarettir. Dolayısıyla
ziyadelik ve noksanlık cihetinden değişikliğe bir sebep olmaz.
Değişikliği kabul eden şey zan ve vehim dairesine dâhildir.
İmânın kemâle ermesi ve kemâlinin noksanlaşması, taat ve
hasenât itibarı iledir. Taat ziyadeleştikçe imânın kemâli de
ziyadeleşir. Avâmın imânı Enbiya aleyhimüsselamın imânı gibi
olmaz. Zira Enbiya aleyhissalatu vesselamın imânları taat ve
ibadetler ile kemâlin zirvesine, en üst mertebesine ulaştı. Avâmın
imânları ise kemâlin mertebelerinden merhale merhale uzaktır.
Zirvesine çıkmak onlar için nerede? Her ne kadar imân edilecek
hususlarda her birerlerinin imânları müşterek olsa da Enbiya
aleyhimüsselamın taata takat getirmeleri sebebiyle, onların

99

imânlarına bir hakikât arız oldu. Sanki avâmın imânları, o imândan
bir fert olmadı. Dolayısıyla ikisinin arasında müşareket ve benzerlik
yok oldu. Görmüyor musun? Avâm insanlar, insaniyet noktasında
her ne kadar Enbiya aleyhimüsselam ile ortak iseler de lâkin Enbiya
aleyhimüsselamın sahip olduğu başka bir kemâlât, onları yüksek
derecelere ulaştırdı. O kemâlât Enbiya aleyhimüsselama başka
hakikâtler ispat etti. Sanki avâm insanlar müşterek hakikatten hariç
kaldılar. Belki asıl insan onlardır. Avâm ise -nesnas- hükmünde olup
insan suretinde bir mahlûktur. Dağ adamıdır.
İmam-ı Azam aleyhirrahmetü; ben hakikaten mü’minim dedi.
İmam-ı Şafii; ben inşaalah, Allah Teâlâ dilerse mü’minim dedi. Her
birisi için bir tevil yönü vardır. Şu anki duruma göre ben hakikâten
mü’minim demek caiz olur, son durumu nazarı itibara alarak,
inşaalah ben, mü’minim demekte sahîh ve doğru olur. Ancak her
halde istisna suretinden sakınmak daha faziletlidir. Büyük günâh dahi
olsa, bir Mü’min, günâhları irtikâp etmekle imândan çıkıp küfür
dairesine girmez. İmam-ı Azam rahimehullahtan şöyle rivayet
olundu; bir âlimler topluluğunda otururken, bir şahıs gelip faraza
haksız yere babasını öldürmüş, kafasını kesip kafatasının içinde şarap
içmiş, sonra da anasıyla zina etmiş bir şahıs hakkında ne dersin?
Böyle birisi mü’min midir? Kâfir midir? Diye sordu. Âlimlerden her
biri doğru olmayan sözler söylediler, hataya düştüler. O esnada
İmam-ı Azam rahimehüllah o mü’mindir. Bu günâhları irtikâp
etmekle imândan çıkmamıştır, diye cevap verince İmam-ı Azam’ın
bu sözü âlimlere ağır gelip İmam’a dil uzattılar. Onu çok kötü
suçladılar. Ancak İmam-ı Azam’ın sözü doğru olunca sonunda kabul
ettiler. Onun sözünün hak olduğunu itiraf ettiler.
Şayet âsî ve günâhkâr mü’min, can boğaza gelmeden önce,
tövbe etmeye muvaffak olursa, tövbesinin kabul olunacağı vaad
olunduğu için onun büyük bir kurtuluşa nail olacağını ümit ederiz.
Eğer dönüş yapmak ve tövbe etmekle müşerref olmazsa, onun işi
Allah sübhanehüye kalmış olup dilerse affeder Cennetine koyar,
dilerse günâhı miktarınca ateş ile veya ateşsiz azâbeder, fakat
sonunda kurtulup Cennete gider. Zira ahirette Allah subhanehünün
rahmetinden mahrumiyet sadece ehl-i küfre mahsustur. Amma zerre
kadar kendisinde bir imân bulunan kimse rahmet ve mağfirete

100

müstahak olur. Her ne kadar masiyet illeti sebebiyle ilk başta
kendisine rahmet ulaşmasa da sonunda Allah subhanehünün
inayetiyle ona da rahmet şamil olur.
Rabbimiz hidayete erdikten sonra kalblerimizi caydırma,
Senin yüce tarafından bize rahmet bağışla, zira sen her şeyi
karşılıksız verensin. (Âl-i İmran Suresi,3/8)
İMÂMET BAHSİ:
İmâmet ve hilafet bahsi her ne kadar Ehl-i sünnet yanında
dinin aslından olmayıp, itikat ile alâkalı değil ise de, Şia taifesi bu
hususta çok azıtıp işi ifrat ve tefrite, aşırıya götürünce, Ehl-i sünnet
radıyallahü anhüm de bizzarure bu bahsi, ilm-i kelâma ekleyip
durumun hakikatini beyân ettiler. Hatemürrüsül aleyhissalatu
vesselamdan sonra mutlak olarak hak imâm ve halife, Ebu
Bekrinissıddiktır. Sonra Ömer-ül Faruktur. Sonra Osman
zinnureyndir. Daha sonrada Ali bin Ebu Taliptir. (Rıdvanullahi Teâlâ
aleyhim ecmain.) Üstünlükleri de bu hilafet tertibi üzeredir.
Şeyhayn, Ebubekir ve Ömer radıyallahü anhümanın fazilet ve
üstünlükleri, sahabe-i kiram ve tabiinin icmaıyla sabittir. Bu
ümmetin büyüklerinden böyle nakil olundu. Onlardan birisi de
İmam-ı Şafii’dir.
Rahmetullahi aleyh Ehl-i sünnetin reisi Şeyh Ebul Hasan
el’Eş’ari şöyle buyurdu; Şeyhayn, Ebubekir ve Ömer radıyallahü
anhümanın ümmetin diğerleri üzerine fazilet ve üstünlükleri kat’i
olup bunu ancak cahil ve mutaassıp inkâr edebilir.
Hazret-i Ali kerremellahü vechehü; kim beni Ebubekir ve
Ömer’den, -radıyallahü anhüma- üstün görürse o müfteridir, ona
iftira edenlere uygulanan cezayı uygularım buyurdu. Şeyh
Abdülkadir-i Geylânî kuddise sirruhu -Gunye- isimli kitabında
Resulüllah sallallahü aleyhi vesellemden naklen şöyle buyurdu;
Mirâçta semaya çıkarıldığımda, Allah sübhanehüden benden sonra
Ali bin Ebu Talib’i halife yapmasını isteyecektim, Melekler; ya
Muhammed (sallallahü aleyhi vesellem) Allah sübhanehü senden
sonra Ebu Bekrin halife olmasını diliyor, Allah sübhanehü neyi
dilerse öyle olur dediler. Abdülkadir Geylani hazretleri kitabında
devamla, Hazret-i Ali’nin; Resulüllah sallallahü aleyhi vesellem,
benden sonra halife Ebu Bekir’dir. Sonra Ömer’dir. Sonra

101

Osman’dır. Sonra da sensin sözünü almadan dünyadan ayrılmadı.
Dediğini yazdı.( Radıyallahü Teâlâ anhüm ecmain.)
İmam-ı Hasan radıyallahü anhü, İmam-ı Hüseyin radıyallahü
anhtan üstündür. Ehl-i sünnet âlimleri Aişe radıyallahü anhayı ilim
ve içtihatta Fatıma radıyallahü anhadan üstün kılıyorlar. Şeyh
Abdülkadir kuddise sirruhüde -Gunye- isimli kitabında Hazret-i
Aişe’yi Hazret-i Fatıma üzerine takdim ediyor. Bu fakirin itikadına
göre de Hazret-i Aişe ilim ve içtihatta öndedir. Hazret-i Fatıma züht
ve inkıta’da daha öndedir. Bu sebepten dolayı Hazret-i Fatıma’ya
dünyevi istek ve arzulardan çok uzak manâsına mübalağa siygası
olan -Betül- ismi verilmiştir. Hazret-i Aişe, Ashabı Kiram
rıdvanullahi aleyhim ecmain hazretlerinin fetva mercii idi. Nebi
sallallahü aleyhi vesellemin ashabı üzerine ilmi hususta vaki olan
müşkülleri Hazret-i Aişe hallederdi.
Cemel ve Sıffin muharebeleri gibi Ashab-ı Kiram arasında
vuku bulan muharebeleri ve anlaşmazlıkları iyiye ve doğruya
hamletmek lazımdır. Onları dünyevî istek ve arzulardan ve
taassuptan uzak tutmak uygundur. Zira onların nefsleri, Hayrulbeşer
aleyhissalatu vesselamın sohbetlerinde hevâi hevesten kin ve hırstan
temizlenmiştir. Onlar arasında bir musalaha ve anlaşma olursa hak
içindir. Onların arasında bir anlaşmazlık ve çatışma olursa aynı
şekilde bu da hak içindir.
Onlardan her grup içtihadına uygun amel edip nefslerinden,
hevâ ve taassup şaibesi olmaksızın muhalefeti defettiler. İçtihadında
isabet eden için sevaptan iki ecir ve mükâfat vardır. Diğer bir
rivayette de on mükâfat vardır. İçtihadında hata eden kimse için
sevaptan bir derece vardır. İçtihadında hata eden de, isabet eden gibi
kötülenmekten uzak tutulur. Hatta onun için dahi sevap
derecelerinden bir derece umulur. Âlimler; bu muharebelerde
haklılık, Ali (kerremellahü vechehü) tarafında idi, muhalifler de
doğrunun bir tarafında idi dediler. Bununla beraber suçlanacak
durumda değillerdi, kötülenmelerine bile bir sebep ve yol yoktur.
Dolayısıyla o muhalifler küfür ile ve fasıklık ile itham olunmazlar.
Hazret-i Ali (radıyallahü anhü), onlar hakkında onlar bizim
kardeşlerimizdir, bize karşı geldiler, onlar kâfir değildirler, fasıkta
değildirler, onlar için kendilerinden küfrü ve fıskı men edecek te’vil

102

ve içtihatları vardır buyurdu. Nebi sallallahü aleyhi vesellem;
Ashabımın arasında cereyan eden işlerden sakınınız. Buyurdu. Şu
halde Nebi aleyhisselamın ashabının tamamına tazim ve saygı
göstermek lazımdır. Ashab-ı Kiramın hepsini hayır ile yâd etmelidir.
Onlardan hiç birisi hakkında sui zan etmemelidir. Onların
aralarındaki münazaa ve anlaşmazlıkları başkalarının
musalahasından daha üstün ve faziletli görmelidir.
Necat, felâh ve kurtuş yolu budur. Zira onları sevmek Nebi
aleyhisselamı sevme sebebiyledir. Onlara buğz edip kızmak işi nebi
aleyhisselama buğz etmeye kadar götürür. Büyüklerden birisi; Nebi
aleyhisselamın ashabına tazim ve hürmet etmeyen kimse Resulüllah
sallallahü aleyhi veselleme imân etmiş sayılmaz buyurdu.
Kıyamet alametleri: Muhbiri sadık Nebi aleyhisselamın haber
verdiği, kıyamet alametlerinin hepsi haktır. Onların hiç birisinde
yanlış ve yalana ihtimal yoktur. Her zamanki âdetinin hilafına olarak,
güneşin batıdan doğması, Mehdi aleyhirrıdvanın ortaya çıkması,
Ruhullah İsa âla nebiyyina aleyhisselamın semadan inmesi,
Deccal’ın çıkması, ye’cüc ve me’cücün zâhir olup ortaya çıkması,
dabbetülarzın çıkması, insanların hepsini kuşatıp çok elim bir azâb
ile azâblandıracak olan, insanların, ıstıraptan rabbimiz bizden azabını
kaldır, biz sana imân ediyoruz diye yalvaracakları bir dumanın,
semadan zâhir olup ortaya çıkması, bu alametlerden bazılarıdır. En
son alamet ise Aden’den çıkacak bir ateştir. Cahillerden bir cemaat, o
günlerde Hindistan’da Mehdilik iddia eden şahsın geleceği vaad
olunan Mehdi olduğunu zannettiler. Onların zan ve tahminlerine göre
Mehdi gelip geçti ve öldü gitti. Onlar; Mehdinin kabrinin -Fereh-
denilen yerde olduğunu söylüyorlar. Şöhret mertebesine hatta manevî
tevatür mertebesine ulaşmış olan sahîh hadislerde -bu taife yalan
söylemez- Nebi sallallahü aleyhi vesellem Mehdinin birçok
alametlerini beyan edip açıklamıştır. Mehdilik iddiasında bulununan
ve Mehdi olarak inanılan o şahısta bu alametler yoktur.
Nebevi hadislerde şöyle rivayet olundu; başında bir bulut
parçası olduğu halde Mehdi çıkacak, bulutun içerisinde bir melek bu
şahıs Mehdidir. Ona tabi olunuz diye nida edecek.
Yine aleyhissalatu vesselam şöyle buyurdu; yeryüzünün
tamamına dört kişi malik ve melik oldu, ikisi mü’minlerdendir, ikisi

103

de kâfirlerdendir, Zulkarneyn ve Süleyman mü’minler dendir,
Nemrut ve Buhtunnasır kâfirlerdendir, yeryüzünün tamamına beşinci
olarak ehlibeytimden olan Mehdi malik olacaktır.
Yine sallallahü aleyhi vesellem şöyle buyurdu; Ehli
beytimden ismi benim ismime, bababasının ismi de benim babamın
ismine muvafık ve mutabık bir adam gönderilip yeryüzü zulüm ve
haksızlık ile doldurulduğu gibi, yeryüzünü adaletle dolduruncaya
kadar dünya devam edecektir.
Yine bir Hadis-i Şerifte; Ashab-ı Kehf Mehdî’nin
yardımcıları olacaktır buyuruldu. -ibniasakir- İsa aleyhisselam
Mehdî’nin zamanında inecek, Deccal’ı öldürmekte Mehdî, İsa
aleyhisselama muvafakat edecektir.
Mehdî’nin saltanatı ortaya çıktığı zaman, müneccimlerin
tespitlerinin ve âdetin hilâfına ve tersine olarak, Mehdî’nin saltanatı
zâhir olduğu zamandaki Ramazanı şerifin on dördünde, Güneş
tutulması, yine o ayın başlarında, Ay tutulması olacaktır. Şimdi insâf
nazarıyla bakmak lazımdır. Mehdî olduğuna inanılan o ölmüş şahısta
bu alâmetler var mıdır? Yok mudur? Ayrıca bunlardan başka
Mehdî’nin birçok alâmetleri olup, Muhbiri Sadık aleyhissalatu
vesselam haber vermiştir. Şeyh ibni Hacer de; Mehdî’nin iki yüze
ulaşan alametlerini açıklayan bir risale yazdı. Geleceği vaad olunan
ve beklenen Mehdî’nin alâmetleri açık olmakla beraber, Mehdî’nin
gelip gittiğine itikat eden o cemaatin dalalette kalması cehalatin
nihayeti ve son noktasıdır. Allah sübhanehü onları doğru yola
hidayet etsin.
Resulüllah sallallahü aleyhi vesellem şöyle buyurdu; İsrail
oğulları yetmiş iki fırkaya ayrıldılar, onların hepsi cehennemlik olup
bir fırka kurtuldu, benim ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, hepsi
cehennemlik olup bir fırka kurtulacak, Ashab-ı Kiram, Ya Resulüllah
o Fırka-i Nâciye, kurtulacak olan o fırka hangisidir? Dediler. Nebi
aleyhisselam, o Fırka-i Nâciye benim ve ashabımın yolunda
olanlardır buyurdu. İşte bu Fırka-i Nâciye Ehl-i sünnet vel-cemaat
fırkasıdır. Zira onlar Resulüllah sallallahü aleyhi veselleme ve onun
ashabına tabi olmayı lüzumlu ve gerekli görüyorlar. Allah’ım bizi
Ehl-i sünnet vel-cemaatın itikadı üzerinde sabit kıl. Bize onların
zümresinde ölmeyi nasip et. Bizi onlarla dirilt.

104

Rabbimiz, bize hidayet ettikten sonra kalblerimizi
caydırıp kaydırma, tarafından bize rahmet ihsan et. Zira sen her
şeyi çokça karşılıksız olarak meccanen verensin. (Âl-i İmran
Suresi,2/8)
İtikadı tashih edip düzelttikten sonra, amel ile alâkalı şer’i
yasaklara nihayet vermek ve şer’i emirlere imtisal edip yerine
getirmek lazımdır. Tadili erkâna riayet ederek gevşeklik göstermeden
beş vakit namazı cemaatle eda etmek lazımdır. İmân ile küfrün
arasını ayıran işte bu namazdır. Sünnetlere riayet ederek namazı edâ
etmek müyesser olduğu zaman, din de sağlam ipe yapışmış olur.
Çünkü namaz İslâmın beş esasından ikincisidir.
İslâmın birinci esası; Allah ve resulullaha imândır.
İslâmın ikinci esası; Namazdır.
İslâmın üçüncü esası; Zekât vermektir.
İslâmın dördüncü esası; Ramazan ayının orucudur.
İslâmın beşinci esası; Beytullahı hac etmektir.
İslâmın birinci esası; itikat ile alâkalıdır. İslâmın diğer dört
esası; amel ile alakalıdır.
İbadetlerin hepsini toplayıp içine alan ve en üstün olan ibadet
namaz ibadetidir. Kıyamet gününde ilk hesap namazdan olacaktır.
Namaz işi tamam olduğu zaman diğer muhasebeler Allah
subhanehünün inayet ve yardımıyla kolay geçecektir. Mümkün
olduğu kadar şer’i mahzurlardan sakınmalıdır. Allah subhanehünün
razı olmayacağı işleri helâk edici ve öldürücü zehir olarak
görmelidir. Hata ve kusurları hep göz önünde tutmalıdır. O kusurları
irtikâp ettiği için mahcup ve mustarip olmalıdır. O hata ve kusurları
işlediği için nadim ve pişman olup hasret çekmeli, keşke yapmasa
idim demelidir. İşte ubudiyet ve kulluk yolu budur. Maddî ve manevî
her işte muvaffak kılan Allah sübhanehüdür. Hiç çekinmeden ve
sakınmadan, hiç utanmadan ve izdırap çekmeden, Allah
subhanehünün yasakladığı işleri irtikâp edenler azgın kimselerdir.
Onun ısrar ve azgınlık ile yaptığı işler, nerede ise onu İslâm bağı ve
yularından çıkarıp düşmanların dairesine sokar.
Rabbimiz sen tarafından bize rahmet ihsânet, işlerimizde rüşt
ve hidayet nasip eyle. (Kehf Suresi,18/10)

105

Allah subhanehünün seni mümtaz kıldığı devlet ve nimet ki,
insanların ekserisi bu nimetten gafildirler, hatta sen bile nerede ise
onu idrak edemiyorsun. O nimet şudur. Şu anki vaktin sultanı yedinci
ceddinden itibaren Müslim bir zattır. Aynı zamanda Ehl-i sünnettir.
Aynı zamanda Hanefiyyülmezhebtir. Kıyametin yaklaştığı, Nübüvvet
zamanının uzaklaştığı şu zamanlarda, senelerden beri bâtın ve
içlerinin pis ve bozuk olmasından ve dünyevi birtakım menfaatler,
umduklarından dolayı, bazı âlimler, sultanlara ve ümeraya
sokululdular. Dalkavukluk ve yağcılık yaparak din-i mübîn-i
İslâmda, şekler ve şüpheler oluşturup bir takım anlayışsız insanları
hak yoldan sapıttılar. Ancak şu andaki şanı büyük olan sultan, sizin
sözünüzü dinleyip dediklerinizi kabul eder durumda olunca, bunu
büyük bir nimet ve devlet olarak kabul etmek lazımdır. Dolayısıyla
Ehl-i sünnet itikadına muvafık olan İslâmî hakikatleri, işareten veya
saraheten ona tebliğ etmek lazımdır. İmkân nisbetinde Ehl-i sünnet
hakikatlerini ona arz etmelidir. Hatta Ehl-i sünnet itikadını anlatmak
için fırsat kollamalıdır ki, İslâmî hakikatler ortaya çıksın, küfrün ve
kötülüklerinin bâtıl olduğu açığa çıksın. Küfrün bâtıl ve yanlış
olduğu aşikârdır. Aklı başında olan hiçbir kimse asla küfrü güzel
görmez. Hiç çekinmeden küfrün bâtıl ve yanlış olduğunu açıklamak
lazımdır. Aynı şekilde hiç beklemeden onların bâtıl ilahlarını
nefyedip hiçbir tereddüt göstermeden, yerleri ve gökleri yaratan
Hakk sübhanehüyü ispat etmek için çalışmak lazımdır. Onların bâtıl
ilahlarının hepsi toplansa dahi bir sinek yarattıkları duyulmuş
mudur? Hatta sinek onları ısırıp eziyet etse kendilerini koruyamazlar
ki başkalarını koruyabilsinler. Sanki Kâfirler bu işin şenaat ve
kötülüğünü bildikleri için, Bunlar Allah’ın yanında bizim
şefaatçilerimizdir dediler. (Yunus Suresi,10/18) Bunlara bizi
Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz dediler. (Zümer
Suresi, 39/3)
Bu deliler bilmediler ki, bu cemadatın şefaat etme mecalleri
yoktur. Aynı zamanda Hakk sübhanehü hakikatte kendisine düşman
olan şürekâ ve müşriklerin şefaatini kabul etmez. O kâfirlerin bu hali;
akılsız ve anlayışsız bir cemaat, sultana karşı gelmiş bir bostan
bekçisine gelip dar ve sıkıntılı anlarında sultanın yanında kendilerine
yardım ve şefaat edebileceğini zannederek, sultana karşı gelmiş o

106

bostan bekçisini vesile yapmalarına benzer, bu ne büyük ahmaklıktır.
Bostan bekçisine hizmet edip onun şefaatiyle sultandan af diliyorlar,
bekçi ile sultanın yanına gidiyorlar. Onlar böyle yapmak yerine niçin
sultanın kendisine hizmet etmiyorlar?
Böyle yapsalar sultana yakın olurlar, eman ve emniyet
içerisinde olurlar. Bu deliler, kendi elleriyle taşları yontup senelerce
o taşlara ibadet ediyorlar, taşlardan bir takım vukuatlar umuyorlar.
Hulâsa olarak; küfrün bâtıl ve yanlış olduğu zâhir ve açıktır.
Müslümanlardan hak yoldan ve sıratı müstakimden uzaklaşanlar,
bid’at ve hevâ ehlidirler. Dosdoğru yol Nebi aleyhisselamın ve
Hulefâ-i Râşidîn ( rıdvanullahi aleyhim ecmainin) yoludur.
Şeyh Abdülkadir Geylanî kuddise sirruhu -Gunye –isimli
kitabında, ehl-i bid’at ın dinlerinin asılları dokuz taifedir buyuruyor.
Havaric, Şia, mutezile, mürcie, müşebbihe, cehmiye, dırariye,
neccariye, Kilabiye. Bunların hiç birisi Nebi aleyhisselam ve
Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali (rıdvanullahi Teâlâ aleyhim ecmain)
zamanlarında yok idi. Bu grupların ihtilafları ve ayrılıkları, Sahabe-i
Kiram, tabiin ve fukaha-i seb’a (radıyallahü anhüm ecmainin)
vefatlarından senelerce sonra hadis olup, ortaya çıktılar. Nebi
sallallahü aleyhi vesellem şöyle buyurdu; Dikkat ediniz ki benden
sonra kim yaşarsa birçok ihtilaflar görecektir. Öyle bir zamanda siz
benim ve benden sonra gelecek olan Hulefâ-i Râşidîn’in sünneti ile
amel ediniz. Sünnete sımsıkı yapışınız. Sünnetlere adeta azı
dişleriniz ile ısırırcasına sıkı tutununuz. Resulullah sallallahü aleyhi
vesellem ve Hulefâ-i Râşidîn zamanlarında olmayıp sonradan dine
sokulmuş bid’atlerden sakınınız, çünkü sonradan uydurulan şeyler
bid’attır. Her bid’atte dalalettir. Benden sonra dinde uydurulmuş olan
şeylerin tamamı merdüdtür, makbul değildir. Nebi sallallahü aleyhi
vesellemden ve Hulefâ-i Râşidîn rıdvanullahi aleyhim ecmainden
sonra, onların yoluna muhalif olarak ortaya çıkan her yol ve
mezhebin hiçbir değer ve itibarı yoktur. Hakk subhanehünün ihsân
ettiği büyük nimetin şükrünü edâ etmek lazımdır. Öyle ki, lütfu
keremiyle bizi, Fırkâ-i Nâciye olan Ehl-i sünnet vel-cemaat fırkasına
dâhil etti. Ehl-i hevâ olan bid’at fırkalarından kılmadı. Bizleri onların
bâtıl ve fasit itikatlarıyla müptela kılmadı. Kullar kendi fiillerinin

107

halîkı ve yaratıcısıdır deyip kulları, Allah sübhanehüye ortak ederek
şirk koşanlardan yapmadı.
Bizleri dünya ve ahiret saadetinin sermayesi olan, ahirette
Cemal-i İlahî ile müşerref olma nimet ve saadetini inkâr edenlerden
kılmadı. Bizleri Allah Teâlâ’nın kâmil sıfatlarını inkâr edenlerden
yapmadı. Yine bizleri Hayrulbeşer aleyhissalatu vesselamın ashabına
buğz edenlerden, din büyüklerine suizan edenlerden, o büyüklerin bir
birlerine düşmanlık yaptıklarını zannedenlerden, onları birbirlerine
karşı gizli kin ve düşmanlık ile itham edenlerden kılmadı.
Hal bu ise Allah sübhanehü onlar hakkında şöyle buyuruyor;
Onlar kendi aralarında çok merhametlidirler. (Fetih
Suresi,48/29)
İşte Ashab-ı Kiram hakkında böyle düşünenler Hakk
subhanehünün bu kelâmını inkâr edip aralarında düşmanlık, buğz ve
kin ispat ediyorlar. Allah sübhanehü onlara Sırat-ı Müstakimi
göstersin. Onları hidayete muvaffak kılsın. Bizi de Allah
sübhanehüye cihet ve mekân ispat edenlerden, Allah subhanehünün
cisim ve cismanî olduğunu zannedenlerden, Vacip Celle Şanühüye
hudûs emmâreleri ve imkân ispat edenlerden eylemesin.
Biz esas konumuza dönelim. Diyelim ki; malumunuz olsun
ki, sultan bir ruh mesabesindedir. Diğer insanlar ruh için bir ceset ve
kalıp gibidir. Eğer ruh sâlih ve sağlıklı olursa bedende sâlih olur.
Eğer ruh fasit ve bozuk olursa bedende fasit olur. Şu halde, ruh
mesabesindeki sultanı islah etmek için, bütün gücünle sayu gayret
göstermek, benî âdemin tamamını islah etmek için çalışmak
demektir. Sultanı islah etmek ise vakit hangi tarza uygun ve müsait
ise sultana İslâmî hakikatleri açıklamakla olur. İslâmî hakikatleri
izhar edip açıkladıktan sonra, bazı zamanlarda sultanın kulağına
Ehlisünnet velcemaatın itikatlarını ulaştırmak lazımdır. Aynı
zamanda Ehlisünnete muhalif olan mezhepleri red etmek lazımdır.
Şayet bu manevî nimet ve manevî devlet müyesser olursa, Enbiya
aleyhimussalatü vesselamın büyük veraseti elde edilmiş olur. İşte bu
manevî devlet sizin için meccanen hâsıl olmuştur. Öyle ise bu büyük
manevî devlet ve nimetin kadrini ve kıymetini iyi bilmek lazımdır.
Mübalağa güzel de olsa bundan daha fazla olarak ne
yazayım? Her hususta muvaffak kılan ancak Allah sübhanehüdür.

108
2. CİLT
68. MEKTUP
Hâce Şerafeddin Hüseyin’e;
Kıyamet alâmetlerini, kıyamet saatinin şartlarını beyan
hakkında yazılmıştır.
Bismillahirrahmanirrahim.
Bize hidayet eden Allah sübhanehüye hamd olsun, şayet bize
hidayet etmese idi, biz doğru yolu bulamazdık.
Rabbimizin Resulleri bize hakkı getirdiler. (Araf
Suresi,7/43) (Aleyhimussalatü vesselam).
Aziz evladımın, Mevlana Ebulhasan’ın sohbetiyle gönderdiği
mektubun ulaşması bizleri sevindirdi. Maşrık tarafında doğan nuranî
sütunun izah ve tefsirini tekrar istediniz. Sen bil ki; haberde geleceği
vaad olunan Mehdî aleyhirrıdvanın zuhur etmesinin
mukaddimelerinde, Abbasî meliki Horasan’a ulaştığı zaman, Maşrık
tarafında iki dişli, boynuz şeklinde nuranî bir sütun doğar diye
rivayet olundu. Kitabın kenarında, anlatılan nuranî sütunun iki başı
olur diye yazılmıştır. Anlatılan suretteki o nuranî sütun, ilk defa Nuh
âlâ nebiyyina ve aleyhissalatu vesselamın kavminin helâk olacağı
zamanda doğdu. Aynı şekilde İbrahim âlâ nebiyyina ve aleyhissalâtu
vesselam ateşe atıldığı zaman doğdu. Yine Firavun ve kavmi helâk
olacağı zaman doğdu. Bir de Yahya âlâ nebiyyina ve aleyhissalâtu
vesselam şehit edileceği zaman doğdu. Her kim onu görürse
fitnelerin şerrinden Allah sübhanehüye sığınsın. Maşrık tarafında
ortaya çıkan o beyazlık evvela nuranî bir sütun suretinde idi, sonra
ona bir eğrilik ve boynuza benzeme arız oldu. Ona iki başlı denmesi,
her iki tarafının dişe benzer şekilde ince oluşundan olması
mümkündür. Mızrağın iki tarafı ince olduğu zaman iki başlı olarak
itibar edildiği gibi, bu sütunda iki başlı olarak itibar olundu.
Kardeşim Şeyh Muhammed Tahir el-Bedahşî, Confor’dan
geldi. Görünen o sütunun üst tarafında da iki dişe benzeyen iki baş
olduğunu, ikisinin arasında az bir fasıla ve ayrılık olduğunu, bu
manânın sahrada teşhis edildiğini anlatıyor. Başka birçokları da
bunlara benzer haberler anlatıyorlar. Görünen bu sütunlar, Mehdî’nin
zuhuru esnasında meydana gelecek hadiselerden başkadır. Zira

109

Mehdî’nin zuhuru yüz senenin başında olacaktır. Hal bu ise şu an,
yüz senenin başından yirmi sekiz sene geçti. Yine geleceği vaad
olunan Mehdî’nin alâmetleri hakkında şöyle anlatıldı; maşrık
tarafında kuyruklu bir yıldız doğacak, aydınlık ve ziya verecek. Bu
yıldız doğdu fakat bu yıldız o yıldız mıdır? Yoksa bir benzeri midir?
Bu yıldıza kuyruklu denmesinin sebebi şundan olabilir;
sabitlerin seyri mağripten maşrika doğru olur, bu yıldızın yüzü, seyir
hasebiyle maşrık tarafındadır. Sırtı ise mağrip tarafındadır. Uzun
beyazlık onun arka tarafındadır. Bu sebepten dolayı ona kuyruklu
denmesi münasip ve uygun oldu. Onun yükselmesi her gün
maşrıktan mağribe doğrudur. Yıldızın seyri kendisine mahsus
haliyle, felek-i azamın seyrine bağlıdır. Her şeyin hakiki halini Allah
sübhanehü daha iyi bilir. Hulasa olarak; geleceği vaad olunan
Mehdî’nin zuhur vakti yakındır. Onun zuhur anları olan yüz senenin
başına kadar Mehdî gelmeden onun zeminini oluşturacak daha nice
mukaddimeler ortaya çıkar. Mehdî aleyhirrıdvanın zuhurundan önce
meydana gelecek hadiseler, Nebi sallallahü aleyhi ve sellemin
nübüvveti zuhur etmeden önce, peygamber olacağına delalet eden
harikulade halleri gibidir. Mesela; Muhammed Resulüllah sallallahü
aleyhi vesellemin sureti olan, Abdullah’ın -nutfe-si Amine’nin
rahminde karar kılınca, yeryüzündeki bütün putlar yüz üstü yere
düştüler. Şeytanların tamamı meşguliyetlerini bıraktılar. Melekler,
İblis’in tahtını sırt üstü çevirdiler, denize attılar, ona kırk gün azap
ettiler. Aleyhissalatu vesselamın veladet gecesi, Kisra’nın sarayı
sarsıldı, Kisra’nın on dört şerefesi yıkılıp düştü. Mecusilerin bin
senedir hiç sönmeden yanan ateşleri söndü. Öyle ki; geleceği vaad
olunan Mehdî, azim ve büyük olacak, onun sebebiyle İslâm ve
Müslümanlar için azim ve büyük bir kuvvet olacak.
Zâhirde ve bâtında onun velayetinin büyük tasarrufu olacak.
Onun birçok kerâmetleri olacak. O olağanüstü, harikulade birçok
hallerin sahibi olacak. Onun zamanında acayip durumlar, olaylar,
hadiseler, icat ve keşifler ortaya çıkacak. Dolayısıyla Nebi
aleyhisselamın nübüvveti zâhir olmadan önce onun nübüvvetine
delalet eden birçok harikulade hadiseler ortaya çıktığı gibi,
Mehdî’nin zuhurundan önce de birçok harikulade hadiselerin zuhur
etmesi caiz olur.

110

Dolayısıyla zuhur eden bu hadiseler, Hadis-i Şeriflerden
anlaşıldığı gibi Mehdî’nin zuhur etmesinin başlangıcı olur. Sen bil
ki; haberde şöyle rivayet olundu; Küfür her tarafı istila edip küfrün
ahkâmı yeryüzünde uygulanmadıkça Mehdî zuhur etmez. Öyle ise şu
zamanda, Mehdî’nin gelmesi için beklenen şey, küfrün her tarafı
istila etmesi, Küfrün kuvvetlenmesi, İslâm ve Müslümanların
zayıflamasıdır. O vakit şu vakittir ki; Nebi sallallahü aleyhi vesellem
Ehl-i İslâmın garipleri hakkında, Onlara müjdeler olsun buyurup
onları tebşir ettiği vakittir.
Nebi aleyhisselam; fitne zamanında ibadet etmek, bana hicret
yapılmış gibidir buyurdu. Sizin malumunuzdur ki; fitne ve fesat her
tarafı istila ettiği zaman askerlerden sadır olan azıcık bir hareket,
cür’et ve cesaret ile birçok itibar elde ederler. Fitnenin ve karışıklığın
olmadığı sükûnet zamanında birçok başarılı hareketleri olsa da
onların o kadar değeri ve itibarı olmaz. Amel vakti ve onun kabul
edilme zamanı fitnelerin olduğu zamanlardır. Şu halde Allah Teâlâ
yanında makbul ve muteber kimseler ile beraber haşir olunmayı
istiyorsanız, nefsi tamamıyla Allah subhanehünün razı olacağı
hususlara bezl edip, yönlendirmelidir. Sünneti seniyyeye tabi
olmaktan başka bir şeyi tercih etmemelidir. Sünnetin sahibine Salatü
selam olsun. Sen görmiyormusun? Ashab-ı Kehf sadece bir hicret ile
yüksek derecelere kavuştular. Siz Muhammedîlerdensiniz.
Ümmetlerin en hayırlısı olan Ümmet-i Muhammed’e dâhilsiniz. Öyle
ise vakitlerinizi oyun ve eğlence ile zâyi’ etmeyiniz. Çocuklar gibi
ceviz meviz ile oyalanmayınız. Şiir;
Ben sana meram hazinesinden bir şey açıkladım,
Umulur ki ona ulaşır da tadına varırsın
Şu kuyruklu yıldız, zuhur etmeden önce doğan nuranî sütunda
bir zulmet ve bulanıklık görülmedi. İlk nazarda hayırdan başka bir
şey görülmedi. Ancak kuyruklu yıldızda bir keder ve bulanıklık
şaibesi var. Fakat fayda veren ve zarar veren ancak Allah
sübhanehüdür. Birisinin ölmesinde, doğmasında ve hayatına
yıldızların bir dahli yoktur. Kur’an-ı Mecidden anlaşıldığına göre
yıldızlar ile alakalı üç maksat ve faide vardır.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor; Onlar yıldızlar ile kara ve
deniz yollarını bulurlar. (Nahl Suresi, 16/16)

111

Yine Allah Teâlâ şöyle buyuruyor; Biz semayı yıldızlar ile
süsledik onları şeytanları kovmak için kıldık. (Mülk Suresi, 67/5)
Üçüncü maksat ise dinleyerek bir takım bilgileri elde
etmemeleri için şeytanları taşlamaktır. Bu üç maksattan başka
söylenen şeyler sabit değildir. Hatta onlar evham ve hayaldir.
Kesinlikle zan haktan alıkoyamaz. Hatta biz, zannın bazısının günah
olduğunu söyleriz. Tekrar tekrar evladıma yazıyorum ki, artık tövbe
ve inabe vakti geldi. Dünyevî, malayanî ve masivâdan alâkayı kesme
vakti ve zamanı geldi. Zira bu zaman fitnelerin çoğaldığı bir
zamandır. Nerede ise fitneler Nisan yağmurları gibi dökülüyor.
Bütün âlemi kaplıyor.
Sadık ve masduk olan seyyidimiz, nebimiz aleyhissalatu
vesselam şöyle buyurdu; Kıyametin hemen önünde ve başlarında
kıyamet öncesi, karanlık gece kıt’aları gibi birçok fitneler zuhur
edecek, o fitnelerde bir adam Mü’min olarak sabahlayacak fakat
kâfir olarak akşama girecek, Mü’min olarak akşamlayacak fakat
sabaha kâfir olarak çıkacak, Fitnelerin olduğu böyle bir zamanda
fitneye bulaşmadan, evinde oturan ayakta durandan, yürüyen kimse
koşarak giden kimseden, çok daha hayırlıdır. Böyle bir zamanda
bulunursanız, -yaylarınızı kırınız,oklarınızı parçalayınız, kılıçlarınızı
taşlara çalınız. Sizden biriniz böyle bir zamanda bulunursanız, benî
Âdemin en hayırlısı gibi olunuz. Ashab-ı Kiram aleyhimürrıdvan
sordular, böyle bir durumda bize neyi emir edersin ya rasulallah?
Nebi aleyhisselam; evinizde oturunuz, diğer bir rivayette evinizin
içinde oturmaya bağlı kalınız, evinize kapanınız buyurdu.
Malumunuz olmalıdır (Nekregut) nahiyelerinde dar-ı harp
kâfirleri bu günlerde Müslümanlara ne eziyetler ne işkenceler
yapıyorlar. İslâm beldelerinde neler yaptılar. Onlara neler isabet etti.
Allah sübhanehü bunları yapan kâfirleri rüsvay ve perişan kılsın.
Ahir zamanın iktizası olarak bunlar gibi kötü kokulu güller çok
olacaktır.
Allah sübhanehü bizi ve sizi ve bütün mü’minleri
Seyydülmürselin aleyhissalatu vesselama tabi olmakta sabit kılsın.
Ona onun alinin tamamına, melaikei mukarrebine salatü selam olsun.

112
3. CİLT
17. MEKTUP
Müritlerinden Sâliha bir hanıma;
Dini akaidi ve inancı beyan, şer’i ibadetlere teşvik, hakkında
yazılmıştır.
Bizlere nimet veren, bizlere İslâmı nasip eden, bizleri bütün
mahlûkatın efendisi Muhammed aleyhissalatu vesselamın
ümmetinden kılan, Allah sübhanehüye hamd olsun.
Bilinmesi lazımdır ki; Allah sübhanehü mutlak surette nimet
vericidir. Şayet Allah subhanehünün verdiği nimet mevcut
nimetlerden ise o mahza Allah Teâlâ’nın karşılıksız hibesi ve
bağışıdır. Eğer o nimet bâki ve kalıcı bir nimet ise Hakk celle ve
âlânın bir ihsanıdır. Şayet o nimet kâmil sıfatlardan ise Allah
subhanehünün şümullü rahmetindendir. Hayat, ilim, kudret, basar,
semi, nutuk sıfatları Allah sübhanehüden istifade yoluyla
gelmektedir. Bütün nimet çeşitleri, sayılamayacak ve tarifi
yapılamayacak kadar çok olup kerem, lütuf, ihsan ve cömertlik
sınıflarının hepsi Hakk sübhanehü tarafından ihsan edilip
akıtılmaktadır.
Allah sübhanehü zorluk ve şiddeti giderir. O duaları kabul
eder. O belaları def eder. O Rezzak’tır çokça rızık verir, O çok
merhametli olduğu için, günahları sebebiyle kullarının rızıklarını
men etmez ve kesmez. O settardır günahları örter. Affetmesi ve
bağışlaması çok olduğu için, günahları irtikâp etmeleri sebebiyle,
kullarından mahremiyet perdelerini açmaz. O ayıpları sebebiyle
kullarını rüsvay etmez. O halimdir kullarını muaheze etmekte ve
cezalandırmakta acele etmez. O Kerimdir çok cömerttir. Umuma
şamil cömertliğini dostlarından ve düşmanlarından esirgemez. Bu
nimetlerin en büyüğü, en azâmetlisi, en kıymetlisi, en güzeli, hiçbir
ayırım yapmadan bütün kullarını İslâma, dar-ı selam olan Cennete,
davet etmesidir. Bütün kullarının Kâinatın Efendisi aleyhissalatu
vesselama tabi olmasını istemiştir. Zira ebedi hayat ve devamlı nimet
buna bağlıdır. Allah subhanehünün rızası buna bağlıdır. Hulasa
olarak, Allah subhanehünün nimetleri ve ihsanı Güneşten daha zâhir,

113

Aydan daha parlak, dünden daha açıktır. Allah Teâlâ’dan
başkasından, insanlardan gelen nimetlerde, yine Allah subhanehünün
onlara kudret ve imkân vermesiyle olup onlar dahi Allah
Teâlâ’dandır. Allah sübhanehüden başkasından bir iyilik istemek,
emanetçiden emanet istemek, fakirden dilenmek gibidir. Bir cahil
bile, âlim bir kimse gibi bu manâyı ikrar ve idrâk eder. Bir akılsız
dahi zekî bir adam gibi bu işi itiraf eder. Şiir;
Vücûdumun tüy biten her yerinde şükür eden dil olsa
Yine de bunun şükrünü eda etmekte kusur ederim.
Şüphesiz akıl, nimeti verene, şükrün yapılmasının vacip ve
gerekli olduğuna, ona tazim ve hürmet etmenin lüzumuna açıkça
hükmeder. Bu durumdan açıkça anlaşıldı ki; Mün’im-i Hakiki olan,
gerçekten nimeti veren Hakk sübhanehüye şükür etmek, aklen vacip
olur. Allah sübhanehüye tazim, tekrim, hürmet ve saygı göstermek
lazım gelir.
Öyle ki Hakk sübhanehü kemâl derecede her türlü noksan
sıfatlardan münezzeh ve mukaddestir. Kullar ise günah kirleriyle
gayet mülevves ve kirlidir. Münasebetin hiç olmayışı sebebiyle,
Allah Teâlâ’ya tazim ve tekrimin, hangi şeyde, nerede ve nasıl
yapılacağını bilmek ve bulmak, insanlar için mümkün olmadı. Zira
kullar, bilemedikleri için çoğu kere bazı işleri, Allah sübhanehüye
isnat etmeyi güzel görürler. Fakat hakikatte Allah Teâlâ yanında o
müstehcen ve çirkin olur. İnsanlar, bazı şeyleri Allah sübhanehüye
tazim olarak düşünürler, fakat o hakikatte Allah sübhanehüyü küçük
düşürmek olur. İnsanlar, Bazı şeyleri güzel ve kerem zannederler
fakat o tahkir etmek olur. Durum böyle olunca, Allah Teâlâ’ya
yapılacak olan tazim ve tekrim, Onun mukaddes tarafından istifade
edilmemiş ise onunla şükrü edâ etmek layık olmaz. Onunla Allah
sübhanehüye ibadet yapılmaz. Çünkü insanlardan sadır olan hamd ve
övgü çoğu kere yerme ve lekeleme olur. Onların medihleri ve
övmeleri ayıplama ve kötüleme olur. Allah sübhanehüden istifade
edilen tazim, hürmet ve tekrim aynen bizim şeriatımızdır. Onun
sahibine Salatü selam olsun. Eğer bu tazim kalb ile yapılacak bir
tazim ise şeriatte açıklanmıştır. Şayet lisan ve dil ile yapılacak bir
senâ ise oda şeriatte açıklandı. Aynı şekilde şeriatın sahibi beden ve
uzuvlar ile yapılacak amelleri ve işleri, bütün tafsilatıyla açıkladı.

114

Allah Teâlâ’nın şükrünü edâ etmek; -kalb, -kalıp, -itikat, -amel,
bakımından şeriatın hükümlerini yerine getirmeye bağlıdır.
Şeriatın ötesinde, Allah sübhanehüye yapılan her türlü tazim
ve ibadet, itimada şayan olmaz. Hatta çoğu kere onlarla ibadete zıt
olan şeyler hâsıl olur. Güzel ve iyi olarak düşünülen şeyler hakikatte
kötü olur. Şu yukarıda anlatılan şeyleri düşünme neticesinde anlaşıldı
ki; Şeriat ile amel etmek aklen de vaciptir. Şeriatın hükümlerini
yerine getirmeden, bütün nimetleri veren, Allah sübhanehüye olan
şükür borcunu edâ etmek mümkün değildir.
Şeriatın iki cüz’ü vardır. İtikat ile alâkalı yönü, amel ve
ibadetle alâkalı yönü, itikat ile alâkalı kısmı, dinin aslındandır. Amel
ve ibadetle alâkalı kısmı, dinin füruundandır. İtikadı olmayan, necat
ve kurtuluş ehlinden değildir. İtikadı olmayan hakkında, Ahiret
azabından kurtuluş düşünülemez. Ameli ve ibadeti olmayanın işi
Allah subhanehünün dilemesine bırakılmıştır. Allah sübhanehü,
dilerse onu affeder, dilerse günâhı kadar azâb eder. Cehennemde
ebedî kalmak, itikadı ve inancı olmayanlara mahsustur. Cehennemde
ebedî kalmak; sadece zaruratı diniyyeyi, inanılması zaruri olan dinî
hususları inkâr edenlere mahsustur. İnanılması zaruri ve mecburi
olan dini hususlara inanmakla beraber, amel ve ibadeti olmayan
kimse, her ne kadar azâb olunsa da, onun hakkında Cehennemde
ebedi kalmak yoktur. İtikadî hususlar, dinin aslından ve İslâmın
zaruriyyatından olunca, bizzarure onları açıklamak lazım oldu. Amel
ve ibadetler ile alâkalı hususların, birçok fer’i meseleleri de olduğu
için, onların beyan ve izahını fıkıh kitaplarına bıraktık. Ancak burada
zaruri olan bazı amellere teşvik için, bir nebze izah ettik.
İTİKADİYAT
İtikat ile alakalı hususlar: Allah sübhanehü mukaddes zatıyla
mevcuttur. Allah subhanehünün mevcudiyeti binefsihi olup
başkasının var etmesiyle değildir. Allah sübhanehü mevcut olduğu
gibi mevcut olması da daimî oldu ve daimî olacaktır. Daha önce yok
olması ve daha sonra yok olması için bir yol ve imkân yoktur. Zira
-vacibülvücut- mevcudiyetinin vacip olması tabiri o mukaddes
cenabın hizmetçilerinin en hakiridir. Yokluğun ondan selb ve
nefyedilmesi o muhterem makamın en zelil temizlikçisidir. Allah
Teâlâ birdir. -Vacibülvücut- olmakta onun şeriki ve ortağı yoktur.

115

Üluhiyyette de ortağı yoktur. İbadete müstahak olmakta da ortağı
yoktur. Zira Allah sübhanehü kâfi ve yeterli, müstakil ve kendi
başına hareket edebilen bir zat olmadığı takdirde ortağa ihtiyaç
duyulur
Kâfi ve müstakil olmamak ise bir noksanlıktır. Bu ulûhiyete
terstir ve zıttır. Allah sübhanehü kâfi ve müstakil olduğuna göre
ortak, atıl kalıp bir işe yaramaz olur. Bu ikisi de noksanlık alametidir,
ulûhiyete münafi ve zıttır.
Dolayısıyla Allah Teâlâ’ya ortak ispat etmek, iki ortaktan
birisinin noksan olmasını icap eder ki, bu ortaklığa zıt bir durumdur.
Öyle ise ortak ispat etmek ortaklığın nefyedilmesini icap eder ki
ortak ispat etmek muhaldir. Öyle ise Allah Teâlâ’ya ortak isnat ve
ispat etmekte muhaldir.
Allah Teâlânın kâmil sıfatları vardır. Bu sıfatlar şunlardır.
Hayat, İlim, Semi, Basar,İrade, Kudret, Kelam, Tekvin. Şu sayılan
sekiz sıfata sıfat-ı hakikiyye denilir. Bu sıfatlar, Allah subhanehünün
zatının mevcudiyetine zait bir mevcudiyetle hariçte mevcut olup
hepsi de kadimdirler. Ehl-i sünnet alimleri de böyle tespit ettiler.
Allah sübhanehü onların gayretlerini kabul etsin.
Ehl-i sünnet vel-cemaatın haricinde, muhalif olan fırkalardan
hiçbir kimse bu zait sıfatları söylemedi. Allah sübhanehü Ehl-i
sünnet âlimlerinin gayretlerini makbul etsin. Hatta Fırkâ-i Nâciyeden
olan, mütaehhirinden bazı sofilerde bu sıfatların, zatın aynısı
olduğunu söylediler. Bu hususta muhalifler ile beraber oldular.
Onlar, her ne kadar sıfatları nefyetmekten kaçınsalar da muhaliflerin
usulünde devam ettiler, onların sözlerine uydular. O muhalifler,
kemâlâtın, kâmil sıfatları nefyetmekte olduğunu zannettiler. Kendi
akıllarıyla hareket edip Kur’anî naslardan ayrıldılar. Allah sübhanehü
onları doğru yola iletsin.
Diğer sıfatlar ya itibarîdir. Yâ da selbîdir. Mesela; Kıdem,
Ezeliyyet, Ulûhiyet gibi. Mesela; Şöyle söylediler, Allah Teâlâ cisim
ve cismanî değildir, Allah Teâlâ araz değildir, Allah Teâlâ mekânî
değildir, Allah Teâlâ zamanî değildir, Allah Teâlâ bir şeye hulûl ve
sirayet etmedi, Allah Teâlâya da bir şey hulûl ve sirayet etmedi,
Allah Teâlâ mahdut değildir, Allah Teâlâ nihayeti olan bir şey
değildir, Allah Teâlâ’nın ciheti yoktur, Allah Teâlâ’nın bir nisbeti

116

yoktur, Allah Teâlâ’nın bir denginin ve mislinin olması
düşünülemez. Allah Teâlâ hakkında zıddiyet ve niddiyet(denklik)
yoktur. Allah sübhanehü ana ve babadan, eşten, evlattan münezzeh
ve beridir. Çünkü bunların hepsi hudûs ve sonradan olma alâmetleri
olup, noksanlığı muciptir. Allah sübhanehü için kemâl sıfatların
tamamı sabittir. Noksan sıfatların hepsinden münezzehtir.
Hulasa olarak; baştan aşağı şer ve noksan olan imkân ve
hudûs sıfatlarını, Allah sübhanehüden nefiy ve selb etmek lazımdır.
Allah Teâlâ külliyat ve cüz’iyatı bilir. Bizim için sır ve gizli olan her
şeye vâkıf ve muttali olur. Yerlerde ve göklerde, Allah
subhanehünün ilminin ihatasından, en küçük bir zerre dahi hariç
kalmaz. Hak sübhanehü eşyanın tamamını yarattığı gibi, yarattığı her
şeyi de bilmesi lazım gelir. Mahlûkatın da, kendisini yaratan Allah
Teâlâ’yı bilmesi lazım gelir. Saadetten mahrum olanlar, Allah
subhanehünün cüz’i şeyleri bilmediğini zannediyorlar. Noksan
akıllarıyla bunun bir kemâl sıfat olduğunu zannediyorlar. Akıllarının
yetersizliği sebebiyle -vacibülvücüt- olan Allah sübhanehüden,
yalnız bir şey sudur etti diyorlar. Sudur eden şeyin de Allah
Teâlâ’nın ihtiyarı ve tercihi olmadan sudur ettiğini söylüyorlar. Ve
bunun bir kemal sıfat olduğunu zannediyorlar. Bu ne büyük cehalet!
Öyleki onlar, cehaletin kemâl sıfatı olduğunu zannediyorlar. Iztırar
ve mecburiyeti, seçmek ve tercih etmekten üstün tutuyorlar. Onların
cehaletlerinden birisi de, diğer şeylerin Allah sübhanehüden
başkasına dayandığını zannetmeleridir. Kendi nefsleri tarafından bir -
aklı faal- yapıcı bir akıl yontuyorlar. Eşyayı ona nisbet ediyorlar.
Yerleri ve gökleri yaratan halikın muattal ve boş durduğunu
zannediyorlar. Bu fakire göre, âlemde böyle düşünenlerden daha
şiddetli bir sefih ve daha şiddetli bir akılsız, mevcut değildir. Allah
Teâlâ onların zannettikleri her türlü eksik ve noksan sıfatlardan
münezzehtir. Bu sefihler ve akılsızlar topluluğu, kendilerini -erbabı
ukul- zannettiler. Sözlerini hikmete dayandırıyorlar. Onlar yalan olan
hikmetlerinin, işin hakikatine mutabık ve uygun olduğunu
zannediyorlar, öyle olmasını umuyorlar.
Rabbimiz, bize hidayet ettikten sonra kalblerimizi
kaydırma, Tarafından bize rahmet bağışla, Zira her şeyi
karşılıksız olarak veren sensin. (Âl-i İmran suresi,3/8)

117

KELÂM SIFATI
Allah Teâlâ ezelden ebede kadar bir kelâm ile konuşur.
Onunla emir eder, onunla yasaklar, onunla haber verir. Tevrat, İncil,
Zebur, Kur’an ve Enbiya aleyhimussalatü vesselama indirilen diğer
sahifelerin hepsi, o bir olan kelâm üzerine delalet eder. O bir olan
kelâma alamettir. O bir olan kelâmı tafsil eder.
Bu genişliği ile ezel, ebed ve imtidad, bir -an- olduğuna göre,
hatta bu makamda -an- kelimesini kullanmak için dahi mecal yoktur.
Zira -an- kelimesini ancak ibare dar olduğu için, başka bir söz ve
başka bir kelime bulunamadığı için başka türlü anlatmak mümkün
olmadığı için kullanıyoruz.
Durum böyle olduğuna göre, o bir -an-da sadır olan kelâm,
bir kelime olur, hatta bir harf olur, hatta bir nokta olur. Burada -
nokta- demek, aynı şekilde -an- kelimesini zikir etmek gibi, ibarenin
dar olmasından, başka söz bulunamadığından, başka türlü ifade
edilemediğindendir. Aksi takdirde bu makamda da -nokta-kelimesini
kullanmak için bir mecal yoktur. Allah celle sultanuhünün zatında ve
sıfatlarındaki vüs’at ve genişlik için, bir keyfiyet ve kemiyet, bir adet
ve şekil yoktur. Allah sübhanehü, zatı ve sıfatları ile imkân
sıfatlarından olan genişlik ve darlıktan münezzeh ve beridir.
RÜ’YETULLAH
Mü’minler; Cennette keyfiyet ve misil unvanı(kaydı)
olmaksızın, Allah sübhanehüyü görecekler. Keyfiyetle alâkası
olmayanı görmekte, keyfiyetsiz halde olur. Ancak anlatıldığı gibi
gören kimse çok büyük bir haz ve manevi lezzete nail olur.
Bir beyt;
Melikin hediyelerini ancak,
Melikin binekleri taşıyabilir.
Allah sübhanehü muamma olan bu meseleyi bu gün
evliyasından -ehassulhavas- olanlar için hal etti. Bu anlaşılamaz gibi
görünen hususu, onlar için açık hale getirdi. Başkalarının yanında
taklidi olan bu gamız ve derin mesele o büyüklerin yanında tahkikî
oldu. Ehl-i sünnetten başka muhalif fırkalardan hiç birisi, Mü’min,
kâfir, bu meseleyi anlatmadı. Onlar cennette, Hakk subhanehünün
görülmesini muhal saydılar. Bu hususta muhaliflerin delillerinin,
fasit olması, görünmeyeni görünene kıyas etmelerindendir. Sünneti

118

seniyyeye tabi olma nuruyla münevver olmadan, bunun gibi gamız
ve derin meselelerde imanın elde edilmesi mümkün değildir. Sünneti
seniyyenin sahibine salatü selam olsun.
Taaccüp edilecek olan husus şudur; rü’yetullah meselesine
imân etmeyen bir kimse, Cemâl-i İlahiye ile müşerref olma saadetine
nasıl nail olabilir? Zira inkâr eden kimsenin nasibi mahrum olmaktır.
Cennete girme saadetine nail olan kimse nasıl olurda Cemâl-i İlahî
ile müşerref olmaz? Zira dinde ve şeriatta akla ilk gelen, Cennet
ehlinin hepsi için, Cemâl-i İlâhî ile müşerref olma nimetinin hâsıl
olmasıdır. Cennet ehlinin bazısının Cemâl-i İlâhî ile müşerref olması,
bazısının müşerref olmaması hususunda şeriatta bir haber, bir bilgi
gelmedi. Onlara verilecek cevap, Musa âlâ nebiyyina ve
aleyhissalatu vesselamın Firavun’un sorduğu soruya verdiği cevaptır.
Allah sübhanehü onlardan hikayeten şöyle buyuruyor;
Firavun geçmiş insanların hali ne olacak? Dedi. Musa
aleyhisselam, onların ilmi ve bilgisi Rabbimin yanında bir
kitaptadır. Benim Rabbim yanlış yapmaz ve unutmaz. Diye
cevap verdi. (Tâhâ Suresi,22/52)
Bilinmesi lazımdır ki; Hakk subhanehünün yanında Cennet ve
ötesi müsavidir. Zira onların hepsi Allah Teâlâ’nın mahlûkudur.
Allah sübhanehü için, onlardan her hangi bir şeyin içine -hulûl-etme
içine girme yoktur. Onlardan bir şeyi mekân edinmek yoktur. Allah
subhanehünün mahlûkatının bazısı için, Allah Teâlâ’nın nurunun
zuhuruna, nurunu yansıtmaya liyakat ve kabiliyet yoktur.
Bazı mahlûkat ise öyle değildir. Aynanın, bir sureti
göstermeye liyakati olduğu gibi, mahlûkatın bazısında da böyle bir
liyakat ve kabiliyet vardır. Sureti gösterme ve yansıtma liyakat ve
kabiliyeti, taşta ve toprakta yoktur. Aralarında müsavat nisbeti
mevcut olmakla beraber değişiklik bu taraftadır, Allah sübhanehüde
değildir. –Cemâl-i İlâhî- ile müşerref olmak bu dünyada vaki
değildir. Çünkü bu mahal ve yer, bu nimetin zuhuruna layık değildir.
Şu dünyada, rü’yetullahın vaki olduğunu, Allah Teâlâ ile
görüştüğünü söyleyen kezzaptır, çok yalancıdır ve müfteridir.
Gördüğü herhangi bir şeyi Hakk sübhanehü zannetmiştir.
Şayet böyle bir nimet bu dünyada mümkün ve müyesser olsaydı,
Musa kelimullah âlâ nebiyyina ve aleyhissalatu vesselam buna daha

119

layık idi. Nebi aleyhisselam Cemâl-i İlâhî nimet ve devletiyle
müşerref oldu. Fakat bu nimet dünyada vaki olmadı, nebi
aleyhisselam cennete girdi. Cemali ilahi ile müşerref olma nimeti
cennette vaki oldu. Cennet ise ahiret âlemindendir. Mirâçta
aleyhissalatu vesselam dünyadan çıkıp ahiret âlemine dâhil oldu.
rü’yetullah da ahiret âleminde, Cennette vaki oldu.
Allah sübhanehü, yerleri ve gökleri, dağları ve denizleri,
ağaçları ve meyveleri, madenleri ve bitkileri, yaradan haliktır. Allah
sübhanehü, semayı yarattığı yıldızlar ile süslediği gibi, yeryüzünü de,
yarattığı insanlar ile süsledi. Eğer mevcut olan şeyler basit ise
cüzlerden teşekkül etmemiş ise o, Allah Teâlâ’nın icat etmesiyle
olmuştur. Eğer mürekkep ise cüzlerde ve parçalardan teşekkül etmiş
ise o da Allah Teâlâ’nın yaratmasıyla mahlûktur. Hulâsa olarak;
Allah sübhanehü eşyanın tamamını yokluk gizliliğinden varlık
meydanına çıkardı. Onlar mevcut değildi, onları var etti. Allah
Teâlâ’dan başkası için kadim olmak layık değildir. Allah Teâlâ’dan
başka kadim olan yoktur. Bütün dinler, Allah sübhanehüden başka
her şeyin hadis ve sonradan meydana geldiği hususunda söz birliği
yapmışlardır. Hepsi Allah Teâlâ’dan başka kadim olmadığı
hususunda ittifak etmişlerdir. Allah sübhanehüden başka kadim
olduğunu söyleyen kimseleri, dalalet ve sapıklık ile itham
etmişlerdir. Hatta böyle düşünenlerin kâfir olduklarını söylediler.
İmam-ı Gazâlî Hazretleri (el-Münkızu mine’d Dalal) risalesinde
bunu açıklayıp Allah sübhanehüden başkasının kadim olduğunu
söyleyenlerin kâfir olduklarına hükmetti.
Yerlerin, yıldızların ve emsalinin kadim olduklarını
söyleyenleri Kur’an-ı Mecid tekzip ediyor. Allah Teâlâ şöyle
buyuruyor; Gökleri ve yeri onların içindekilerini altı gün ve
merhalede yaratan Allah, sonra arşı yarattı. (Secde Suresi,32/4)
Kur’an-ı Kerim ayetlerinde emsal ayetler çoktur. Noksan akıllarıyla
Kur’an-ı Kerimin nas ve delillerine muhalefet edenler, sefih ve
akılsızdırlar. Allah subhanehünün nur vermediği kimsenin nuru
olmaz. (Nur Suresi,24/40)
EF’ÂL-İ İBÂD
Kullar Allah subhanehünün, mahlûku olduğu gibi, kulların
ef’âl ve işleride Allah Teâlâ’nın mahlûkudur. Çünkü yaratmak

120

başkasına layık olmaz. Mümkünattan olan bir mahlûkun, mümkün
olan bir şeyi icat etmesi de mümkün olmaz. Çünkü o mümkünün
kudreti ve gücü, kısa ve kusurludur, eksik ve noksan bir ilim ve bilgi
ile muttasıftır, yoktan var etmeye ve yaratmaya layık olmaz.
EF’ÂLİ İHTİYARİYE
Kulun -ef’ali ihtiyariyesine-hayrı ve şerri seçme yetkisine,
dahline ve tesirine gelince; o ancak kulun kudretiyle vaki olan kulun
kesbi ve iradesi ile olup o fiili ve işi yaratan da, Allah Teâlâdır. Kesp,
kazanmak, çalışmak ise kuldandır. Kulun ihtiyarî olan işi, kulun
çalışmasının ve Hakk celle-ve-âlânın da yaratmasının neticesinde her
ikisinin de birleşmesi ile meydana gelir. Şayet kulun kesbi ve
tercihinin bir dahlü tesiri olmasa idi, onun hükmü titrek bir adamın
hükmü gibi olurdu. Aradaki fark görülüyor ve müşahede olunuyor.
Biz açık olarak biliriz ki, titrek bir kişinin işi, tercih edebilen
birisinin işinden ayrıdır ve farklıdır. Bu kadarlık bir fark kulun
çalışmasının, işlerinde, dahlü-tesirini anlatmaya kâfi gelir. Kemâl-i
rahmetinden dolayı, Hakk sübhanehü, bir fiili yaratmayı, kulun o işi
yapmaya kastetmesine tabi kıldı. Öyle ki kulun o işi yapmayı
kastetmesinden sonra Allah sübhanehü kulun o işini icat ediyor.
Durum böyle olunca kul bizzarure, övülmeye ve
kötülenmeye, cezaya ve sevaba müstahak oluyor. Hakk sübhanehü
tarafından kendisine verilen, kulun kastı ve tercihi, fiil ve terk
cihetleriyle alâkalıdır. Hakk sübhanehü; fiilin ve terkin güzelliğini,
bunların çirkinliklerini, Enbiya aleyhimüsselamın lisanlarıyla beyan
edip açıkladı. Bununla beraber bir kul, iki cihetten birisini tercih
ederse elbette kötülenmesi veya övülmesi lazım gelir. Şüphesiz Hakk
sübhanehü, şer’i emirlerin ve yasakların uhdesinden çıkmak mümkün
olacak miktarda, kuluna kudret ve tercih etme yetkisi ve imkânı
verdi. Tam bir kudret ve tam tercih imkânı vermek niçin lazım
olsun? Allah sübhanehü, kudret ve tercihten kulun muhtaç olduğu
kadarını verdi. İnkâr edenlerin inkârları açıkça çöküp yıkılmıştır.
Onlardan Kalbleri manevi hasta olanlar, şer’i hükümleri yerine
getirmekten aciz kaldılar.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor; Senin onları davet ettiğin şey
müşriklere ağır geldi. (Şura Suresi,42/13) Bu mesele akaidin ve
ilm-i kelâmın gamız ve derin meselelerindendir. Bunların son

121

açıklaması ve son beyanı bu evrakta karalanan şeylerdir. Her hususta
muvaffak kılan Allah sübhanehüdür. Ehlisünnet âlimlerinin
dediklerine, mücadele etmeden ve bahse girmeden, iman etmek
lazımdır.
ENBİYA ALEYHİMÜSSELAM
Enbiya aleyhimüsselam âlemlere rahmettirler. Allah
sübhanehü onları halkı hidayete davet etmek için gönderi.
Peygamberler vasıtasıyla insanları kendisine davet etti. Enbiya
aleyhimüsselam vasıtasıyla insanları, razı olduğu mahal olan selamet
diyarına, cennete davet etti.
Kerim olan Allah subhanehünün davetine icabet etmeyenler,
onun devletinin sofrasından, menfaatlenmeyen ve faidelenmeyenler
rezil, rüsvay ve perişan olacaklardır. Peygamberlerin Hakk
sübhanehü tarafından tebliğ ettiklerinin hepsi haktır ve doğrudur.
Onlara iman etmek lazımdır. Akıl her ne kadar hüccet olsa da delil
olmakta noksan ve yetersizdir. -Huccetibaliğe-kâfi ve yeterli hüccet
ve delil, ancak Enbiya aleyhimüsselamın gönderilmesiyle hâsıl oldu.
Enbiyanın gönderilmesi, mazeret göstermek için bir yol ve mahal
bırakmadı. Enbiyanın evveli ve ilki Âdem aleyhissalatu vesselamdır.
Sonuncusu Hatemülenbiya Muhammed Resulüllah sallallahü aleyhi
vesellemdir. (Aleyhimussalatü vesselam.)
Enbiya aleyhimüsselamın tamamına imân etmek lazımdır.
Enbiyanın tamamının, masum ve sadık olduklarına itikat etmek
lazımdır. Onlardan bir tanesine inanmamak hepsine inanmamayı icap
eder. Çünkü onların kelimeleri birdir. Tebliğ ettikleri dinlerin
asıllarıda birdir.
NÜZÜLÜ İSA ALEYHİSSELAM
İsa âlâ nebiyyina ve aleyhissalatu vesselam, semadan
inecektir. Hatemülenbiya Muhammed Mustafa aleyhissalatu
vesselamın şeriatına tabi olacaktır. Nakşibendi halifelerinin
kâmillerinden, âlim, muhaddis olan Hâce Muhammed Parisa (Fusul-
ü sitte) isimli kitabında, mutemet bir nakil ile şöyle yazdı; “İsa âlâ
nebiyyina ve aleyhissalatu vesselam semadan indikten sonra, İmam-ı
Azam Ebu Hanife radıyallahü anhünün mezhebiyle amel edecektir.
Onun mezhebinde, helâl olanları helâl kılacak, onun mezhebinde
haram olanları haram kılacaktır.”

122

MELAİKE
Melekler Allah subhanehünün ikrâm olunmuş kullarıdır.
Onlar, Risalet ve vahyi tebliğ etme devlet ve nimetiyle müşerref
oldular. Onlar, ne ile memur olmuşlar ise ona imtisal ettiler. Onlar
için, Allah sübhanehüye isyan etmek Allah Teâlâ’nın itaatından
çıkmak yoktur. Onlar, yemezler, içmezler, giyinmezler, erkeklik ve
dişilik ile vasıflanmazlar. Onlar için evlenme ve doğurma yoluyla
çoğalma yoktur. İlâhî kitapların ve sahifelerin hepsi onların
vasıtasıyla indi. O kitaplar ve sahifeler, onların emanetleri edâ
etmekteki sadakatlarıyla korunup mahfuz kaldı. Onlara imân etmek
dinin zaruriyyatındandır. Onları tasdik etmek İslâmın
vacibâtındandır. Ehl-i sünnet vel-cemaata göre; beşerin havas ve
seçkin olanları, meleklerin seçkin olanlarından faziletlidir. Zira
beşerin birçok engeli aşıp sıkıntılar ile ulaştıkları yerler, kutsilere
yakın olmak gibi birçok nimetler, Melekler için, zahmet çekmeden,
mahlûkatın engeli olmadan hâsıl oluyor. Melekler her ne kadar,
tesbih ve takdis ile meşgul olsalar bile bu manevi devlet ve nimeti
elde etmek, cihat etmek, kâmil insanların işidir.
Allah sübhanehü; Allah mallarıyla ve canlarıyla cihat
edenleri derece bakımından, oturanlar üzerine çok üstün kıldı.
(Nisa Suresi,4/95) Buyuruyor.
AHVAL-İ KÂBİR
Muhbiri Sadık aleyhissalatu vesselamın haber verdiği; Kâbir
ahvali, kıyametin korku ve tehlikeleri, tekrar diriltilmek, Mahşerde
toplanmak, Cennet, Cehennem, bunların hepsi haktır. Ahirete imân
etmek, Allah sübhanehüye imân etmek gibi, dinin zaruriyyatındandır.
Ahireti inkâr etmek, Allah sübhanehüyü inkâr etmek gibi kat’i ve
kesin olarak küfürdür. Kabir azâbı ve kâbrin sıkıştırması ve diğerleri
haktır. Kâbir azâbını inkâr eden, her ne kadar kâfir olmasa bile
meşhur hadisleri inkâr ettiği için bid’at ehlinden olup sapıtmış olur.
Kâbir âlemi, dünya ile ahiret arasında bir aradadır, kâbir azâbı bir
yönüyle dünya azâbına benzer, azâbın bitmesi ve kesilmesi
mümkündür. Bir yönden ahiret azâbına benzer, çünkü kâbir azabı,
ahiret azâbının cinsindendir. Kâbir azâbına müptela olanların
ekserisi, bevil ve idrardan sakınmayanlar, insanların arasını açmak
için nemmamlık yapıp laf taşıyanlardır.

123
MÜNKER VE NEKİR
Kâbirde Münker ve Nekir meleklerinin sualleri haktır.
Kâbirdeki bu sual, büyük bir fitne ve büyük bir imtihandır. Allah
sübhanehü bizi sabit bir söz ile kelime-i şahadet ile sabit kılsın.
KIYAMET GÜNÜ
Kıyamet günü haktır. Elbette vuku bulacaktır. O gün gökler
yarılacaktır. O gün yıldızlar dökülecektir. O gün dağlar ve yerler
parça parça olacaktır. O gün hepsi yokluğa mülhak ve mahkûm
olacaktır.
Kur’an-ı Kerimdeki naslar, bunu söylüyor. Bütün İslâmî
fırkalar bu görüş üzerinde toplanmıştır. Her ne kadar vehmi bir takım
mukaddimeler ile karartılıp akılsız kesimi idlal etselerde bunları
inkâr eden kâfirdir. O gün kabirden diriltilmek, çürümüş ve dağılmış
kemiklerin diriltilmesi, hepsi haktır. Aynı şekilde; amellerin hesap
edilmesi, Mizanın konulması, amel sahifelerinin uçuşması, ashâb-ı
yeminin sahifelerinin sağ taraftan gelmesi, ashâb-ı şimalin
sahifelerinin sol taraftan verilmesi haktır. Cehennemin üzerine Sırat
Köprüsünün konulması, Cennet ehlinin üzerinden geçip Cennete
girmeleri, Cehennemlik olanların Cehenneme düşmeleri haktır. Bu
sayılanların hepsi olması mümkün olan işlerdendir. Bunların vuku
bulacağını Muhbiri Sadık aleyhissalatu vesselam haber verdi.
Vehmî bir takım mukaddimeler ile şüpheye ve tereddüde
düşmeden hiç beklemeden bunları kabul etmek lazımdır.
Bu hususta; Resul Muhammed aleyhisselam size neyi
getirmişse kabul ediniz ayeti kat’i bir delildir. (Hadid Suresi;57/7)
ŞEFAAT
O gün gaffar olan Allah subhanehünün izniyle, asiler ve
şerliler hakkında sâlihlerin, hayırlı ve seçkin kimselerin şefaat
etmeleri de haktır.
Resulullah sallallahü aleyhi vesellem; Benim şefaatim
ümmetimden büyük günah sahipleri için olacaktır buyurdu.
Hesap görüldükten sonra, kâfirlerin, Cehennemde ebedî
kalmaları ve azâb olunmaları da haktır. Aynı şekilde mü’minlerin
Cennette ebedî olarak kalmaları ve orada nimete nail olmaları da
haktır. Fasık ve günahkâr Mü’min, her ne kadar Cehenneme girip
orada günlerce azâb olunsa da ebedi olarak Cehennemde

124

kalmayacaktır. Kalbinde zerre-i miskal kadar imân olan kimse
Cehennemde ebedî kalmayacaktır. Bilakis onun sonu rahmete nail
olmaktır. Onun en son varacağı yer Cennettir.
SON NEFES
İmân ve küfrün medarı son nefestir. Çoğu kere insan ömrü
boyunca imân veya küfürden birisiyle muttasıf olur da ömrünün
sonunda zıddı tahakkuk eder. İtibar ancak son nefesedir.
Rabbimiz bizi hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi doğru
yoldan kaydırma, Sen rahmetinden bize bağışla, Çünkü sen her
şeyi karşılıksız olarak çokça verensin. (Âli İmran suresi,3/8)
İMÂN
İmân dinde tevatür yoluyla bilinen zaruri şeyleri kalb ile
tasdik etmektir. Dil ile ikrar etmek de zaruridir. Mesela; Allah
subhanehünün mevcut ve bir olduğuna, indirilmiş olan kitaplara ve
sahifelere, Enbiyai izama, Melaikei kirama, Ahiret gününe, cesetlerin
haşir edileceğine, Cennet nimet ve sevapların ebedi olacağına,
Cehennem ve azâbının ebedi olacağına, yıldızların döküleceğine,
dağların ve yerin parçalanacağına. Beş vakit namazın farz olduğuna,
rek’atlerinin adedine, mallara zekâtın farz olduğuna, Ramazan
orucunun farz olduğuna, sağlık ve azık yönünden gücü yeterse
Beytullahı hac etmenin farz olduğuna, şarap içmenin haram
olduğuna, haksız yere adam öldürmenin haram olduğuna, anne ve
babaya eziyet etmenin haram olduğuna, zina fiilini işlemenin haram
olduğuna, yetim malı yemenin haram olduğuna, faiz yemenin haram
olduğuna ve bunlar gibi dinin zaruriyyatından olup haberi mütevatir
ile sabit olan dinin zaruriyyatından olan hususlara imân etmek
farzdır.
GÜNÂHLAR DİNDEN ÇIKARIR MI?
Büyük günâhları işlemekle Mü’min imân dairesinden çıkmaz.
Ancak Büyük günâhları helâl saymak küfürdür. Büyük günâhları
işlemek fasıklıktır. Bir Mü’min kendisinin hakikaten Mü’min
olduğuna itikat etmelidir. İmânının sabit olduğunu ve tahakkuk
ettiğini itiraf etmelidir. ‘ İnşaalah ben mü’minim’ dememelidir. Şek
ve şüphe ifade ettiği için, istisna ile söylememelidir. Bu istisnayı son
nefesi düşünerek söylese de müphem ve kapalı kaldığı için söylemesi
uygun değildir. İhtiyat ve tedbir, istisnayı terk etmekdir.

125

HALİFELER
Dört halifenin üstünlükleri de hilafet sırasına göredir. Enbiya
aleyhimussalatü vesselamdan sonra; beşerin en faziletlisinin ve
üstünün, Hazret-i Ebu Bekir (sıddık), sonra Hazret-i Ömer (faruk),
radıyallahü anhüma olduğu hususunda Ehl-i sünnetin icmaı vardır.
Bu fakirin anladığına göre bu üstünlük, faziletlerin ve menkıbelerin
çokluğu ile değildir. Bilakis onların fazilet ve üstünlükleri; -imânda
sebkat etmiş olmaları, -mallarını infak etmekte önde olmaları, -her
halde dini teyit ve Seyyid-ül-Mürselinin yolunu yaymak için,
canlarını ortaya koymalarındandır. Zira dinde sebkat edip önde olan,
sonradan gelenin üstadı olur. Sonradan gelenin nail olduğu her şey,
sabık’ın sahip olduğu manevî nimet ve devletin sofrasındandır. Şu
anlatılan kâmil sıfatların üçü birden Hazreti Sıddik radıyallahü
anhuya mahsustur. Çünkü o; imânda önde olmayı, malını infak
etmeyi, canını ortaya koymayı, hepsini üzerinde topladı. İşte bu
nimet ve devlet, bu ümmetin içerisinde Hazreti Ebu Bekir
radıyallahü anhtan başkasına nasip ve müyesser olmadı.
Resulüllah sallallahü aleyhi vesellem ölüm hastalığında;
‘Kesinlikle benim üzerime, insanlardan hiçbir kimse, malıyla ve
canıyla Ebubekir bin ebi Kuhafe’den daha emniyetli olmadı. Şayet
ben insanlardan bir dost edinecek olsaydım Ebu Bekri dost
edinirdim. Ancak İslâm kardeşliği daha üstündür. Ebu Bekrin kapısı
hariç, Mescid-i Nebeviye açılan bütün kapıları kapatınız.’ buyurdu.
Yine aleyhissalatu vesselam; ‘Allah Teâlâ beni size gönderdi.
Siz yalan söyledin dediniz, Ebu Bekir ise sen doğru söyledin dedi.
Bana malıyla ve canıyla yardım etti. Siz benim sahibimi ve
arkadaşımı bana bırakmayacakmısınız?’ Buyurdu.
Yine aleyhissalatu vesselam; ‘Şayet benden sonra bir nebî
gelecek olsaydı Ömer bin el-hattab nebî olurdu.’ buyurdu.
Emir- ulmü’minin Ali radıyallahü anhü; ‘Ebu Bekir ve Ömer
ikisi bu ümmetin faziletlisidir. Kim beni onlardan üstün kılarsa o
müfteridir. Müfteri dövüldüğü gibi onu da döverim.’ Buyurdu.
Hayrulbeşer aleyhissalatu vesselamın ashabı arasında cereyan eden
münazaa ve muharebeleri iyiye ve güzele hamletmek lazımdır.
Onları hevâ ve hevesten uzak tutmalıdır. Onları makam ve riyaset
sevgisinden uzak tutmalıdır. Onları makam ve mevki istek ve

126

arzusundan uzak tutmalıdır. Çünkü bu rezaletlerin hepsi nefs-i
emmâreden ileri gelir. O büyüklerin nefsleri ise Hayrulbeşer
aleyhissalatu vesselamın sohbetlerinde bulunmakla safileşip
temizlendi. Ancak hilafet hakkında vuku bulan, bu muharebelerde ve
kavgalarda hak, Emirulmü’minin Ali radıyallahü anhü tarafında idi.
Muhalifleri de, kötülenmeyi ve suçlanmayı icap etmeyecek, ictihadi
bir hata ile hatalı idiler. Onlara fasık dahi denilmez. Çünkü Sahabe-i
Kiramın hepsi adaletli idiler. Onların hepsinin rivayetleri makbuldür.
Doğru olmakta ve güvenilir olmakta Hazret-i Ali’nin muvafıklarının
ve muhaliflerinin rivayetleri müsavidir. Muharebeler ve çatışmalar
onların adaletlerinin yara almasına, illet ve sebep olmaz. Durum
böyle olduğuna göre onların hepsini sevmek lazımdır. Zira onları
sevmek Nebi aleyhisselamı sevmek sebebiyledir.
Nebi aleyhissalatu vesselam; ‘Kim ashabımı severse beni
sevdiği için onları da sever.’ Buyurdu. Aynı zamanda onlara buğz ve
adavet beslemekten de sakınmak lazımdır. Zira onlara buğz etmek
Nebi aleyhisselama buğz etmek sebebiyle olur.
Aleyhissalatu vesselam; ‘Kim ashabıma buğz ederse bana
buğz etmesi sebebiyle onlara buğz etmiş olur buyurdu.’ Ashab-ı
Kirama tazim ve hürmet göstermek, Hayrulbeşer aleyhissalatu
vesselama tazim ve hürmet göstermektir. Ashab-ı Kirama tazim ve
hürmet etmemek Hayrulbeşer aleyhissalatu vesselama tazim ve
hürmet etmemektir. Şeyh İmamı Şiblî; Resulullahın ashabına hürmet
ve saygı göstermeyen Resulullah sallallahü aleyhi veselleme imân
etmemiştir buyurdu.
İBÂDETLER
Akaidi tashih ettikten sonra kesinlikle amelleri yerine
getirmek lazımdır.
Nebi sallallahü aleyhi vesellem; İslâm beş şey üzerine bina
edildi buyurdu. Birincisi; Allah Teâlâ’dan başka ilâh ve mabut
olmadığına, Muhammed aleyhisselamın onun resulü olduğuna
şehadet etmektir. Bu şehadet, yukarda da anlatıldığı gibi, Resulullah
sallallahü aleyhi vesellemin tebliği ile sabit olan hususlara imân ve
itikat etmekten ibarettir. İkincisi; dinin direği olan beş vakit namazı
edâ etmektir. Üçüncüsü; malın zekâtını vermektir. Dördüncüsü;
Ramazan ayının orucunu tutmaktır. Beşincisi; Beytullahilharamı hac

127

etmektir. Allah sübhanehüye ve Resulüne imândan sonra, ibadetlerin
en faziletlisi ve en üstünü namazdır. Zira namaz imân gibi zatında
güzeldir. Diğer ibadetler böyle değildir. Onların güzelliği zatî
değildir. Şu halde şer’i kitaplarda anlatıldığı gibi, tam bir tahâret ve
temizlikten sonra güzelce düşünerek, gevşeklik göstermeden namazı
edâ etmek lazımdır. Kıraatte, Rükûde, Secdede, Kavme ve celsede,
diğer rükünlerde ihtiyat ve dikkat etmelidir ki tam ve kâmil manâda
edâ edilmiş olsun. Rükûde Secdede, Kavme ve celsede sükûnet ve
itminana, mafsalların tam manasıyla yerli yerine oturmasına dikkat
etmelidir. Tembellik ve gevşeklikten sakınmalıdır. Cahillik ve
tembellik yaparak geciktirmeden, namazı ilk vaktinde edâ etmelidir.
Makbul kul, mevlasının emrine imtisal eden kuldur. Zira emre
imtisal etmekte gecikmek, emri nazarı itibara almamaktır. Sui
edebtir. Bütün vakitlerde, (Tergib-i salât), (teysir-il ahkâm) ve emsali
gibi Farsça yazılmış fıkıh kitaplarından birisini bulundurmalıdır.
Şer’i meseleleri ondan alıp onunla amel etmelidir. Fıkıh
kitaplarının yanında Gülistan ve benzer kitaplar fuzûlîyâta dâhildir.
Hatta zaruri işlere ve dinde ihtiyaç duyulan hususlara nisbetle
mâlâyanîye dâhildir. Başka şeylere iltifat etmeden fıkıh kitaplarını
lüzumlu saymak lazımdır. Aynı şekilde teheccüd namazı da bu yolun
zaruriyyatından gibidir. Zaruret olmadıkça terk etmemeye
çalışmalıdır. İlk başta bu manâ zor gelip uyanmak mümkün ve
müyesser olmazsa, teheccüd vaktinde uyandırmaları ve uykuda
bırakmamaları için hizmetçilerden birisini tayin etmelidir.
Birkaç gün kalkmayı adet haline getirilirse zorlanmaya hacet
kalmaz. Gecenin sonunda kalkmak isteyen kimse, faidesiz şeylerle
uğraşmadan gecenin evvelinde yatsıdan sonra uyuması lazımdır.
Teheccüd vaktinde istiğfar etmeyi, tövbe etmeyi, iltica ve tazarruda
bulunmayı, masiyetleri ve günahları hatırlamayı, eksik, noksan ve
ayıpları tefekkür etmeyi, uhrevî azâbtan korkmayı, daimi elemden
dolayı şefkatli olmayı ganimet bilmelidir. Allah sübhanehüden af ve
mağfiret istemelidir. Kalbe yönelerek, yüz kere -estağfirullahal
azimellezi la ilahe illa huvelhayyulkayyumu ve etubu ileyh
sübhanehü- Bu tesbihi okumalıdır. Aynı şekilde ihmal etmeden, bu
tesbihatı abdestli veya abdestsiz olarak, ikindi namazını edâ ettikten
sonrada yüz kere okumalıdır.

128

Haberde şöyle rivayet olundu; sahifesinde çok istiğfar
bulunan kimseye müjdeler olsun. Şayet duhâ namazını edâ etmek
nasip ve müyesser olursa büyük bir nimet ve devlettir. Duhâ
namazından hiç olmazsa devamlı iki rek’at kılmaya gayret etmelidir.
Duhâ namazının en çoğu teheccüd namazında olduğu gibi on iki
rek’attır. Vaktin ve halin durumuna göre edâ olunabilen miktardır.
Her farz namazı edâ ettikten sonra ayetülkürsi okumalıdır. Haberde
şöyle rivayet olundu; her farz namazdan sonra kim ayetülkürsi
okursa onun cennete girmesine ölümden başka mani olmaz. Aynı
şekilde her farz namazdan sonra, otuzüç kere subhanallah, otuzüç
kere elhamdülillah, otuzüç kerede Allahüekber, bir kere de la ilahe
illallahü vahdehü la şerike leh lehülmülkü ve lehülhamdü yühyi ve
yümit ve hüve hayyün la yemût ve hüve alâ külli şey’in kadir okuyup
yüze tamamlamalıdır. Aynı şekilde her gün ve her gece yüz kere -
Sübhanallahi ve bihamdihi sübhanallahilazim- okumalıdır zira bunda
çok sevap vardır.
Sabah vaktinde; Allahümme ma esbaha bi min ni’metin ev
biahadin min halkike fe minke vahdeke la şerike leke fe lekel-hamdü
ve lekeşşükrü duasını okunur. Akşam vaktinde de aynı duayı okur
ancak –ma esbaha- yerine akşamları (ma emsa) diye okunur.
Hadis-i Nebevide şöyle rivayet olundu; kim bu duayı gündüz
okursa o günün şükrünü edâ etmiş olur. Kim bu duayı gece okursa o
gecenin şükrünü edâ etmiş olur. Bu duaları abdestli okumak şart ve
lazım değildir. Bütün vakitlerde okumalıdır.
MALLARIN ZEKÂTI
Malların zekâtını vermek dinin zaruriyyatındandır. Zekâtı edâ
etmelidir. Severek, rağbetle ve minnet kabul ederek zekâtı verilecek
yerlere ulaştırmalıdır. Allah sübhanehü fakirlere ve miskinlere benim
size verdiğim nimetlerimden ve ihsanlarımdan kırk hissede bir hisse
veriniz. Onun karşılığında sizlere çok büyük ecir ve çok güzel
mükâfat vereceğim buyurduğu halde, o değersiz ve kıymetsiz miktarı
edâ etmekte beklemek, son derece insafsızlıktır. Hatta emri red
etmektir, isyan ve zulümdür, su-i edebtir. Şer’i emirleri yerine
getirmekte emsal duraksamaların menşei manevî kalb hastalığıdır.
Semavî hükümlere kesin olarak inanmamaktır. Manâ ve mazmununu
kalb ile tasdik etmeden sadece Kelime-i şehadeti söylemek, kâfi ve

129

yeterli değildir. Zira münafıklar da Kelime-i şehadeti söylüyorlar.
Kalbin yakînen ve kesin olarak inandığının alameti; Şeriatın
emirlerini isteyerek ve severek yapmaktır. Zekâtı edâ etmek niyetiyle
bir pul vermek, zekât niyeti olmadan binler vermekten çok daha
faziletlidir. Çünkü o farzı edâdır. Diğeri ise nafile bir işi yerine
getirmektir. Farzları edâ etmeye nisbetle nafileyi yerine getirmenin
asla bir değeri ve itibarı yoktur. Farza nisbetle nafile için, bahri
muhite nisbetle bir damla dahi hükmü ve kıymeti olmaz.
Farzları edâ etmekten men edip nafile ibadetleri yerine
getirmeye yönlendirmek, şeytanın tesvilatındandır. Hak ile bâtılı
karıştırırıp onları farz olan zekâtı vermekten alıkoymak içindir.
RAMAZAN ORUCU
Mübarek Ramazan orucu da İslâmın farzlarından, dinin
zaruriyyatındandır. Edâsında ihtimam göstermek lazımdır. Sünnette
işitilmemiş fıkıh kitaplarında yazılmamış mazeretler ile orucu
yememelidir. Nebi aleyhissalatu vesselam; ‘Oruç Cehennem
ateşinden koruyucu bir kalkandır.’ buyurdu.
Yolculuk, hastalık gibi bazı mazeretler, Oruç tutmaya mani
ve engel olup yemeye zorlarsa, özür geçtikten hemen sonra mühlet
ve ara vermeden tembellik yaparak gecelerin ve günlerin geçmesine
fırsat vermeden kaza etmek lazım gelir. Çünkü kul için küllî olarak
seçme ve tercih etme hakkı yoktur. Bilakis onun bir mevlası vardır.
Necat ve kurtuluş elde etmek için, elbette emirlerine ve yasaklarına
riayet etmek suretiyle kulun mevlası ile iyi geçinmesi lazımdır. Şayet
kul böyle davranmazsa azgın ve asi bir kul olur cezasıda çeşit, çeşit
cezalardır.
HAC İBÂDETİ
İslâmın rükünlerinden beşincisi, Beytullahilharamı hac
etmektir. Bunun için fıkıh kitaplarında anlatılmış şartlar vardır. Bu
şartlar tahakkuk ettiği zaman edâsı farz olur.
Nebi sallallahü aleyhi vesellem; ‘Hac ibadeti hacdan önce
yapılmış günahları yok edip temizler.’ buyurdu. Şu halde şer’i helâl
ve haramlarda hüsnü ihtiyat ile güzelce dikkat etmelidir.
Şeriatın sahibi aleyhissalatu vesselamın men edip yasakladığı
şeylerden imtina edip sakınmalıdır. Şeriatın ölçülerini ve sınırlarını
muhafaza etmeli ve korumalıdır. Maksat necât ve kurtuluş ise tavşan

130

uykusu, ne zamana kadar devam edecek? Kulağında gaflet pamuğu,
ne zamana kadar kalacak? Tavşan bir gün uyanacak, pamuk bir
zaman çıkarılacak, fakat fırsat elden gitmiş olacak, nedamet, hasret,
mahcubiyet, hüsran ve yıkımdan başka sermaye olmayacaktır. Ölüm
çok yakındır. Ahiretin çeşitli azâbları hazırdır. Kim ölürse onun
kıyameti kopmuştur. Öyle ise uyandırılmadan önce uyanmalıdır.
Aksi takdirde zamanı geçtikten sonra uyanmanın bir faydası ve
menfaati olmaz. Şeriatın emirlerine ve yasaklarına uyarak amel
etmelidir. Ahiretin azâb ve cezalarını icap eden günahlardan, içtinap
edip sakınmalıdır.Allah Teâlâ; Ey iman edenler, kendinizi ve
ehlinizi yakıtı insanlar ve taşlardan ibaret olan ateşten
koruyunuz. (Tahrim Suresi,66/6) buyuruyor.
ZİKİR
İtikadı tashih edip hak olan şeriata uyarak ibadetleri ve sâlih
amelleri yerine getirdikten sonra; vakitleri zikri ilâhi ile imar ve
tamir etmek lazımdır. Allah sübhanehüyü zikretmekten asla geri
kalmamalıdır. Zâhiren halk ile meşgul olunsa da, bâtını ve kalbi
Hakk sübhanehü ile bir kılmalıdır. Allah sübhanehüyü zikretmekten
manevî tat ve lezzet almalıdır. İşte bu hal, bu nimet ve devlet,
Hacegan yolunda kâmil ve mükemmil bir şeyhin sohbetinde tarikata
yeni giren müptediler için, Allah subhanehünün inayet ve yardımıyla
ilk adımda nasip ve müyesser olur. Bu manaya inanmış olmanız,
hatta az da olsa bundan bir nasip sahibi olmanız ümit edilir. Bu nimet
elde edildiği zaman muhafaza edip devam etmeli, şükrünü edâ
etmeli, daha fazlasını elde etmeyi istemelidir. Öyleki, Hacegân
yolunda en son ulaşılabilecek makam, bidayette ilk başta elde
edilebilecek şekilde ilk adıma derç edilmiştir. Şayet az bir şey elde
edilse o çok hükmündedir. Zira salik bidayette daha yolun başında,
nihayetten ve son makamlardan haberdar olur. Ancak salik elde ettiği
manevi halleri çok da olsa, az görmelidir.
Elde edilen bu manevi nimetin ve lezzetin, şükrünü edâdan
geri kalmayıp şükrünü edâ etmelidir. Bu manevî halin daha fazlasını
da istemelidir. Zikirden esas ve aslî maksat, Hakk sübhanehüden
başka şeylerle ilgi ve alâkayı yok etmektir.
KALB HASTALIĞI

131

Manevî kalb hastalığı, kalbin hak sübhanehüden başka şeyler
ile alâkalanmasından ibarettir. Hakk sübhanehüden başka şeyler ile
ilgi ve alâka yok olmadıkça, hakiki imândan bir nasip olmaz. Şer’i
hükümleri edâ ederken de kolaylık ve rahatlıkla edâ etmek mümkün
ve müyesser olmaz. Şiir;
Dikkat ediniz mahlûkatın Rabbini zikir ediniz,
Çünkü zikir, kalblerin safası, ruhlarında gıdasıdır.
NİYET
Yemekten maksat, nefsin haz ve lezzet alması olmamalıdır.
Bilakis ibadet etmeye, güç ve kuvvet elde etmek olmalıdır. Şayet
başlangıçta bu niyet müyesser olmazsa bunu elde etmek için
zorlanmak, gayret etmek ve elde etmek için Allah sübhanehüye
tazarru ve iltica etmek lazım gelir. Aynı şekilde elbise giymekten
niyet, ibadet etmek ve namaz kılmak için süslenmek olmalıdır.
Zira kur’anı mecidde; Mescitlerde ziynetlerinizi takınınız.
buyuruluyor. (A’raf Suresi,7/31)
Süslü elbiseler giyinmekten maksat, halka gösteriş için
olmamalıdır. Zira böyle bir davranış memnu ve yasaktır. Aynı
şekilde bütün işlerde, harekât ve sekenâtta Mevla celle ve âlânın
rızasını gözetmek, onun hak olan şeriatına uygun olarak amel etmek
lazımdır. İşte böyle bir vakit ve durumda zâhir ve bâtın hepsi, Hakk
sübhanehüyü zikrederek, Hakk Teâlâ’ya yönelir. Mesela; bu
durumdaki bir kul, uyumak istediği zaman, başından sonuna kadar
gaflet olan uykuyu; ibadet esnasında tembelliği defetmek niyetiyle
uyuduğu zaman, bu niyetle olan uyku dahi aynen ibadet olur.
Uykuda olduğu müddetçe taat ve ibadet etmek niyetiyle uyuduğu
için, sanki onun uykusu ibadet ve tatta geçmiş olur.
Haberde; ‘Âlimin uykusu ibadettir.’ buyuruldu. Birçok mani
ve engeller, âdet ve resmiyetlere bağlılık, hücum edercesine mevcut
olduğu için, Şeriat resmiyetleri, âdetleri, nefs-i emmâreden neşet
eden cahiliyet duygularını, defetmek ve ortadan kaldırmak için
geldiği halde, Şeriatın zıddı olan hamiyet, tutuculuk, şiddet ve sertlik
göz önünde bulundurulduğu için, bugün sizde bu manânın elde
edilmesinin mümkün olmadığını biliyor olsam da, Allah
subhanehünün tevfiki ile kalb ile zikir yapmaya, gevşeklik
göstermeden beş vakit namazı, şartlarına riayet ederek edâ etmeye

132

devam edilip mümkün oluğu kadar şeriatın helâl ve haramlarında
ihtiyat ve dikkat müyesser olduğu zaman, bu mananın güzelliğinin
zâhir olma ve buna rağbet ve isteğin hâsıl olma ihtimali olur.
Yukarda anlatılan manevi tat ve lezzetlerin elde edilmesi
mümkün hale gelebilir. Bu ve emsal nasihatlerin yazılmasında başka
bir cihet ve maksatta şudur; bu nasihatlere uygun olarak amel etmek
hâsıl olmasa da en azından noksan ve kusurları itiraf etmek hâsıl olur
ki, Bu dahi çok büyük bir nimet ve manevi bir devlettir.
Şiir;
Maksadına nail olan gücünün üstünde bir devlete kavuşur,
Kavuşamayana devleti kaçırdığı için ona üzüntüsü yeter.
Maksadına nail olmayıp nail olmadığı için üzülmeyen, amel
etmeyen ve amel etmediği için nadim ve pişman olmayan kimsenin
halinden Allah sübhanehüye sığınırız. Böyle bir şeyi ancak, kafasını
kulluk bağından, ayağını da kulluk kaydından çıkarmış isyankâr bir
cahil yapar.Rabbimiz tarafından bize rahmet ver, işlerimizde de,
bizim için muvaffakiyet ve doğruluk ver. (Kehf Suresi,18/10)
Vakit, hal, zaman ve mekân her ne kadar bir şey yazmayı icap
etmiyor ise de, sizin istek ve arzunuzu görünce zorlanarak, bu
satırları yazıp Kemalettin Hüseyin’e teslim ettik.
Allah sübhanehü bu nasihatlere uygun amel etmeyi nasip
etsin. Hidayete tabi olanlara selam olsun.
3.CİLT
41.MEKTUP
Sâliha hanımlardan birisine;
İtikat ile alâkalı,Kadınlara zaruri nasihatler hakkında yazılmıştır.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor; Ey Nebiyyi Zişan, mümine
kadınlar sana geldikleri zaman, Allah Teâlâ’ya hiçbir şeyi ortak
koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını
öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurmamak,
maruf olanı yapmakta sana karşı gelmemek üzere onların
biatlarını kabul et. Onlar için Allah’tan mağfiret dile, Şüphesiz
Allah çok bağışlayıcıdır. (Mümtehine Sûresi, 60/ 12)
Bu ayeti kerime Mekke’nin fethedildiği gün nazil oldu.
Resulüllah sallallahü aleyhi vesellem, erkeklerden biat aldıktan sonra

133

kadınlardan biat almaya başladı. Kadınların biatı, sadece söz ile olup
Nebi sallallahü aleyhi vesellemin mübarek eli, biat eden kadınların
eline asla dokunmadı. O zaman kadınlarda çirkin ve düşük huy ve
ahlâk, erkeklerden daha çok olduğundan, kadınların biatında
erkeklerden zait olarak bir takım şartlar beyan buyurdu. Allah
Teâlâ’nın emrine imtisalen Nebi aleyhisselam, o vakitte o çirkin
huylardan kadınları men etti.
Birinci şart; Hem Vacibülvücüdun varlığında, hem de ibâdete
müstahak olmakta Allah sübhanehüye hiçbir şeyi ortak koşmamaktır.
Her kimin ameli, riya ve süm’adan, görsünler ve duysunlar istek ve
arzusundan, söz ile güzel yâd olunmayı istemekle olsa bile, Allah
Teâlâ’dan başkasından, ecir ve mükâfat bekleme şaibesinden beri ve
uzak olmazsa, böyle birisi şirk dairesinden hariç değildir. Böyle
birisi, samimi ve ihlaslı bir muvahhit değildir.
Aleyhissalatu vesselam; ‘Benim ümmetimde şirk, simsiyah
bir mermer üzerinde, zifirî karanlık bir gecede debelenen karıncanın,
debelenmesinden daha gizlidir.’ buyurdu.
Yine aleyhissalatu vesselam; ‘Çok küçük ve ufak şirkten
sakınınız.’ buyurdu. Küçük şirk nedir? Ya Resulallah dediler,
aleyhissalatu vesselam riyadır.’ buyurdu. Müşriklerin merasimlerine
katılmak ve kutlamak suretiyle tazim ve saygı göstermek, küfür
mevsimlerine katılmak ve kutlamak suretiyle tazim etmek ve saygı
göstermek, şirke sağlam bir adım atmaktır. Ehl-i şirkten olan iki dini,
Hristiyanlık ve Yahudiliği tasdik eden kimse müşriktir. İslâm ve
küfrün hüküm ve kanunlarını cem edip bir araya getirmeye teşebbüs
eden kimse müşriktir. Küfürden uzak durmak, teberri etmek ve
temizlenmek, İslâmın şartıdır. Şirk şaibesinden sakınmak tevhittir.
Ehl-i İslâmın cahilleri arasında şüyu bulduğu gibi, hastalıkları
defetmekte, putlardan ve tağutlardan yardım istemek, aynen şirktir.
Aynen dalalet ve sapıklıktır. Yontulmuş taşlardan, ihtiyaçların
karşılanmasını istemek küfrün kendisidir, vacibülvücüt olan Allah
Teâlâ ve takaddesi inkâr etmektir.
Allah tebareke ve Teâlâ, bazı dalalet sahiplerinden şikayeten;
Onlar tağuta muhakeme olmayı murat ediyorlar. Hal bu ise
onlar tağuta küfür etmekle emir olundular, Şeytan onları iyice
sapıtmayı murat ediyor. (Nisa Suresi,4/60) buyuruyor.

134

Kadınların ekserisi bu hususta çok cahil oldukları için,
memnu oldukları tağutlardan yardım istemekle müpteladırlar. Onlar,
müsemmalarından hâlî olan isimlerden belâların defedilmesini
istiyorlar. Onlar, şirk merasimlerini ve ehl-i şirkin merasimlerini -
İslâmi olmayan bir takım kutlamaları- yerine getirmeye meftun ve
isteklidirler. Bilhassa Hind kadınları arasında -stile- diye maruf olan
-cederi- denilen hastalık arız olduğu zamanda, o kadınların
hayırlısında şerlisinde, tağutlardan istimdat ve yardım istemek,
müşahede olunup görülür. Öyle ki Allah subhanehünün korudukları
hariç, nerede ise şirk adetlerinden bir şey kendisine bulaşmayan,
şirkin inceliklerinden kurtulan, onların merasimlerine gitmeyi terk
eden bir kadın bulunmaz. Hinduların tazim ve saygı gösterdikleri
günlere tazim etmek ve saygı göstermek şirk ve küfürdür.
Yahudilerin arasında bilinen örf ve adetlerini icra ettikleri günlerine
katılmak, şirki ve küfrü icap eder. Ehl-i İslâmın cahilleri, bilhassa
kadınları, kâfirlerin belli günlerinde ehl-i küfrün adetlerini yerine
getiriyorlar, o günleri kendilerine bayram yapıyorlar, Kızlarının ve
kardeşlerinin evlerine, ehl-i şirkin hediyeleri gibi hediyeler
gönderiyorlar, bu mevsimde, kâfirler gibi zarfları boyuyorlar,
zarfların içlerini kırmızı pirinç ile doldurup onları hediye olarak
gönderiyorlar, bu mevsime tam manasıyla itina ediyorlar bunların
hepsi şirktir. İslâm dinini inkâr etmektir.
Allah tebareke ve Teâlâ; Onların ekserisi imân etmedi,
Onlar ancak müşriktirler (Yusuf Suresi,12/106) buyuruyor.
Fıkıh âlimleri; şeyhler için adanmış adakları, şeyhlerin kâbir
ve türbelerinin yanında kesmeyi de şirke dâhil ettiler. Bu cahiller işi
daha da ileri götürdüler, bu adaklar cinlerin kestikleri hayvanlar
cinsindendir deyip ona ilhak ettiler. Bu da aynı şekilde şer’an memnu
olup şirk dairesine girer. Aynı şekilde bunda şirk şaibesi olduğu için
böyle bir muameleden de sakınmak lazımdır. Zira bunlardan başka
meşru birçok adak yolları vardır.
Durum böyle olduğu halde, hangi sebepten dolayı, kesilen bir
hayvan, cinlerin kestiği hayvana ilhak ediliyor ve böyle yaparak
bununla kendilerini cinlere tapanlara benzetiyorlar? Şirk şaibesi
olduğu için bunlardan sakınmalıdır. Kadınların, şeyhlerin niyetiyle
ve bir isim beyân etmeden oruç tutmaları da aynen böyledir bu da

135

şirktir. Kadınlar, ekseriyetle isimleri kendileri uyduruyorlar, O
isimlerin niyetiyle oruç tutuyorlarlar, her günün iftarı için, o güne
mahsus bir şey tayin ediyorlar, aynı şekilde oruç için, günleri tayin
edip istek, arzu ve maksatlarını o oruca bağlıyorlar, o oruç vasıtasıyla
hacetlerini şeyhlerden talep ediyorlar. İhtiyaçlarının o şeyhlerin
yardımlarıyla karşılandığını zannediyorlar. Böyle yapmaları, ibâdette
Allah Teâlâ’ya başkasını ortak etmektir. Onlara ibâdet ederek
ihtiyaçlarının yerine getirilmesini, Allah Teâlâ’dan başkasından
istemektir. Bu işin şenaat ve çirkinliğinin bilinmesi lazımdır. Zira
hadis-i kutsîde şöyle varit oldu ki; Allah sübhanehü;
‘Oruç benim içindir. Oruçla ben mükâfatlandıracağım,’
buyuruyor. Yani oruç bana mahsustur. Oruçta başkasının bana
ortaklığı olamaz. Her ne kadar bütün ibadetlerde, Allah sübhanehüye
hiçbir kimseyi ortak etmek caiz değil ise de, oruç ibâdetinin, Allah
Teâlâ’ya tahsis edilmesi oruca ihtimam ve ehemmiyet vermek ve
te’kidle başkasının ortaklığını nefyetmek içindir. Bu şeni ve kötü işi
irtikâp ederken, kadınların bazısının, biz bu orucu Allah için
tutuyoruz, ancak sevaplarını şeyhlerin ruhlarına hediye ediyoruz,
sözleri o kadınlardan bir hile ve aldatmadır. Şayet onlar bu hususta
sadık ve doğru iseler, oruç günlerini tayin etmeye, iftar için yemek
tayin etmeye, iftarda bir takım şeni ve kötü şeyleri koymaya niçin
ihtiyaç duyuyorlar? Çoğu kere de iftar vaktinde haramları irtikâp
ediyorlar, haram şeyler ile iftar ediyorlar, ihtiyaç olmayan bir şey
isteyip onunla iftar ediyorlar. İhtiyaçlarının yerine gelmesinin, bu
haramları işlemeye mahsus olduğunu zannediyorlar. İşte bunlar
aynen dalalet ve sapıklıktır. Melun şeytanın hak ile bâtılı
karıştırmasıdır. Her türlü tehlikeden koruyan ancak Allah Teâlâdır.
İkinci şart; Kadınların biatında anlatılan ikinci şart, kadınları
hırsızlıktan nehyetmek ve men etmektir. Hırsızlıkta günahı
kebairdendir. Büyük günahlardandır. Öyle ki bu çirkin huy kadınların
ekserisinde mevcuttur. Hatta nerde ise bundan kurtulan bir kadın yok
gibidir. Bu sebepten dolayı hırsızlıktan nehyetmek, onların biat
şartlarından kılındı. Kocalarının izni olmadan, kocalarının mallarında
tasarruf eden, hiç çekinmeden kocalarının mallarını harcayan
kadınlar, hırsızlar zümresine dâhildirler.

136

Bu durumun kadınların hepsinde sabit ve mevcut olduğunu
söylememiz mümkündür. Bu hıyanet; Allah subhanehünün
korudukları hariç, nerede ise kadınların bütün fertlerinde bulunur.
Keşke o kadınlar yaptıkları bu işi kötü bir iş ve hıyanet saysalardı.
Zira o kadınlarda bu kötü işi helâl kabul etmeleri korkusu ve endişesi
galiptir. Kadınların, haram olan bu işi, helâl kabul etmeleri sebebiyle,
kâfir olmalarından ziyadesiyle korkulup endişe edilmiştir.
Mutlak hâkim olan Allah sübhanehü; kadınların hırsızlığı
helâl saymalarının şüyu bulması sebebiyle, onları küfre götüren bir
adım olduğu için, kadınları şirkten nehyettikten sonra, çirkin bir iş
olan hırsızlıktan da nehyetti. Kadınlar hakkında hırsızlık, diğer
büyük günahlardan daha kötüdür. İzinsiz olarak, tekrar tekrar
kocalarının mallarını almakla, hıyanet etme alışkanlığı hâsıl olduğu
zaman, böyle yapan kadınların nazarında, başkalarının mallarında
tasarruf etmeyi çirkin olarak görmek düşüncesi yok olur. Dolayısıyla
kocalarının haricindeki insanların mallarında da tasarruf etmeleri,
başkalarının mallarını çalmaları, hiç çekinmeden hıyanet etmeleri,
uzak bir ihtimal olmaz. Nerede ise bu mana azıcık düşünme ile açık
ve anlaşılır hale gelir. Bu tahkikattan anlaşıldı ki; kadınları,
hırsızlıktan nehyetmek, İslâmın en mühim işlerindendir. Kadınlara
nisbetle, şirkin çirkinliğinden sonra, hırsızlığın çirkinliği, taayyün
etmiştir.
EK
NAMAZDA HIRSIZLIK
Nebi sallallahü aleyi vesellem bir gün Ashab-ı Kirama; ‘En
çirkin hırsızlık hangisidir? Biliyormusunuz?’ Buyurdu, Ashab-ı
Kiram, Allah ve Resulü daha iyi bilir dediler. Nebi aleyhisselam; ‘En
çirkin ve en kötü hırsızlık namazından çalandır.’ buyurdu. Yani
namazın rükünlerini tam yapmayan, namazını tam manasıyla edâ
etmeyendir. Aynı şekilde namaz hırsızlığından da sakınmak lazımdır.
Namaza, kalb huzuruyla niyet etmelidir. Zira niyet olmadan amel
sahîh olmaz. Kıraati sahîh ve doğru yapmalıdır. Rükû, secde, kavme
ve celseyi itminan ile edâ etmelidir. Yani rüküden sonra tam
kalkmalıdır. Kavme halinde bir tesbih okuyacak kadar durmalıdır.
Yine iki secde arasındada bir tesbih okuyacak kadar durmalıdır ki,

137

kavme ve celsede itminan hâsıl olsun. Kim böyle yapmaz ise
hırsızlar zümresine dâhil olup ceza ve azâba müstahak olur.
Üçüncü şart; kadınlarda şart kılınanlardan üçüncüsü zinadan
nehyetmektir. Bu şartın kadınlara tahsis edilmesi, ekseriyetle bu işin
kadınların rızalarıyla vuku bulması ve kadınların kendilerini
erkeklere arz etmeleri sebebiyledir. Dolayısıyla bu hususta kadınlar
erkeklerden önde oluyorlar. Zina fiilinin olmasında onların rızaları
muteber olup zinadan nehyetmek, kadınlar hakkında daha kuvvetli
oluyor. Zina fiilinde erkekler kadınlara tabidirler.
Bu hususta Hakk sübhanehü kitabı mecidinde, zina eden
kadınları zina eden erkeklerden önce zikretti şöyle buyurdu; Zina
eden kadınların ve zina eden erkeklerin her birine yüzer ‘celde’
değnek vurunuz. (Nur Suresi,24/2)
Bu çirkin iş, dünya ve ahiretin hüsranını ve yıkılmasını icap
eder. Bu çirkin iş, bütün dinlerde çirkin ve kötü görülmüştür. Ebu
Huzeyfe radıyallahü anhü Nebi sallallahü aleyi vesellemden şöyle
rivayet etti; ‘Ey insanlar; zinadan sakınınız. Zira zinada altı haslet
vardır. Üç tanesi dünyadadır. Üç tanesi ahirettedir. Dünyadaki
zararlarına gelince; birincisi; zina kesinlikle, mü’minin bahasını,
değerini, nuraniyyetini ve safasını giderir. İkincisi; zina fakirlik
getirir. Üçüncüsü; zina ömrü noksanlaştırır.Ahiretteki zararlarına
gelince; birincisi; zina eden kimseye Allah sübhanehü gadap eder.
İkincisi; zina eden kimsenin hesabı kötü olur. Üçüncüsü; zina eden
kimse Cehennemde azap görür.’
Sen bil ki; Nebi aleyhisselam şöyle buyurdu; ‘Gözün zinası
yabancılara bakmaktır. Ellerin zinası yabancılara dokunmaktır.
Ayakların zinası yabancılara gitmektir.’
Allah sübhanehü şöyle buyurdu; Habibim; Mü’min
erkeklere söyle gözlerini harama bakmaktan kapatsınlar,
namuslarını korusunlar, böyle olmaları onlar için daha güzel bir
temizliktir. Allah sizin yaptıklarınızdan haberdardır. Habibim;
Mü‘mine kadınlara da söyle onlarda gözlerini harama
bakmaktan kapatsınlar, namuslarını muhafaza etsinler. (Nur
Suresi,24/31)
Şunun da bilinmesi lazımdır; kalb göze tabidir. Göz harama
bakmaya kapatılmazsa kalbi muhafaza etmek zor ve müşkildir. Kalb

138

böyle şeyler ile meşgul iken, namusu muhafaza etmek çok zordur. Şu
halde iffet ve namusu koruyabilmek için, gözleri haramlara
bakmaktan korumak zaruridir. Kur’an-ı Mecid, kadınları yabancı
erkekler ile konuşurken, kalblerinde şehvet hastalığı olan erkeklerde
bir ümit oluşmasın, kötü şeyler düşünmesinler için, facire ve kötü
kadınlar gibi karşı tarafa ümit veren yumuşak ve cilveli sözler ile
konuşmayı yasakladı. Bilakis böyle şeyler düşündüren ve umduran
sözlerden uzak, maruf ve âdetlere uygun sözler söylemelerini
emretti. Aynı şekilde; erkekler de, bir ihtiyaç ve gereklilik ortaya
çıkmasın için, kadınların, ziynetlerini erkeklerin yanında açmaları da
yasaklandı. Aynı şekilde; halhal ve emsali gibi ziynet ve süs
eşyalarından gizledikleri şeyler, bilinip ortaya çıkacağı için,
yürürlerken, kadınların ayaklarını yere sert vurmalarıda yasaklandı.
Çünkü yere sert bastıkça, o ziynetler hareket edip şıngırtı yapar, bu
da erkeklerin kadınlara meyil etmelerine sebep olur.
HULASA OLARAK
Fıska ve günaha götüren her şey çirkindir ve yasaktır.
Haramların başlangıcını irtikâp etmemek ve haramlardan selamet
bulmak ve kurtulmak mümkün olsun için, günah işlemeye sebep
olacak ve günah işlemeye götürecek şeylerden sakınmak lazımdır.
Maddî ve manevî bütün tehlikelerden koruyan, Allah sübhanehüdür.
Benim muvaffakiyetim ancak Allah Teâlâ’ya aittir. Ben ancak ona
güvendim ancak ona yönelirim.
Şu husus gizli kalmamalıdır; Müslüman bir kadın için, ecnebi
bir kadın, bakmak ve şehvetle dokunmak hususunda yabancı bir
erkek gibidir. İster kadın olsun ister erkek olsun bir kadının
kocasından başkası için süslenmesi caiz olmaz.
Aynı şekilde erkeklerin, tüysüz çocuklara ve delikanlılara
şehvetle bakmaları ve dokunmalarıda haramdır. Kadınların, kadınlara
şehvetle bakmaları ve dokunmalarıda haramdır. Bu inceliklere tam
manasıyla riayet etmek lazımdır. Zira bunlar dünya ve ahiretin harap
olmasına giden geniş bir yoldur. İki sınıf arasındaki zıtlıktan ve
birçok engellerden dolayı, erkeğin kadına ulaşmasında çok zorluklar
vardır. Kadının kadına ulaşması öyle değildir. Aynı cinsten oldukları
için kadının kadına ulaşmasında gayet kolaylıklar vardır. Burada
anlatıldığından daha fazla, bu hususlara dikkat ile riayet etmek

139

lazımdır. Kadının kadına, erkeğin erkeğe, erkeğin kadına, kadının
erkeklere bakmaları, ap açık bir şekilde şiddetle yasaklanmalıdır.
Dördüncü şart; kadınlardan alınan biatte anlatılan dördüncü
şart, onları, çocuklarını öldürmekten menetmektir. Zira cahiliye
kadınları, fakirlik korkusundan dolayı kız çocuklarını öldürüyorlardı.
Bu şeni ve çirkin iş, bir nefsi bir canı öldürmeyi tazammun ettiği
gibi, Rahmi ve nesli kesmeyi ve kurutmayı da tazammun edip içine
alıyor, dolayısıyla bu da büyük günahlardandır.
Beşincisi; kadınlardan alınan biatte anlatılan beşinci şart,
kadınlara bühtan ve iftira etmeyi yasaklamaktır. Bu çirkin ahlak,
kadınlarda daha çok olduğu için, yasak edilmesi onlara mahsus
kılındı. Bu sıfatta, çirkinlik bakımından diğer kötü sıfatlardan daha
şiddetlidir. Çirkin ahlakın en rezilidir. Zira bühtan ve iftira bütün
dinlerde haram olan, yalanı da tazammun ediyor. Aynı zamanda
bühtan ve iftira etmek, şu sebepten dolayıda çirkindir. Çünkü iftira
etmek, mü’mine eziyet etmeyi tazammun ediyor ki, bu da haramdır.
Çünkü yeryüzünde fesat çıkmasına sebep oluyor ki, bu da
mahzurludur ve memnudur. İftira etmenin kötü ve çirkin bir fiil
olduğu, Kur’an-ı Kerimin ayetleriyle sabittir.
Altıncı şart; Kadınlardan alınan biatte anlatılan şartlardan
altıncısı, Nebi sallallahü aleyhi vesellemin emrettiği her maruf işte
Nebi aleyhisselama muhalefet etmekten ve ona isyan etmekten onları
nehyetmektir. Bu şart bütün emirlere imtisal etmeyi ve bütün şer’i
yasaklara nihayet vermeyi tazammun edip içine alıyor.
Mesela; Allah sübhanehüye ve ondan bize gelen her şeye
bizzarure imân ettikten sonra, İslâm kendisi üzerine bina edilen,
Namaz, Oruç, Zekât ve Haccı içine alıyor ki, tembellik ve gevşeklik
yapmadan ciddiyet ve gayretle beş vakit namazları edâ etmek
lazımdır. Aynı şekilde, zekâtı minnet kabul ederek, sarfedilecek
yerlere edâ etmelidir. Aynı şekilde, bir senenin günâhlarına kefaret
olan orucu tutmak lazımdır. Yine aynı şekilde Nebi aleyhisselamın
hakkında hac ibadeti kendisinden önceki günahları temizler
buyurduğu hac vazifesinide edâ etmelidir ki İslâm tam kaim olsun.
Yine aynı şekilde vera’ ve takva sahibi olmak lazımdır.
Nebi sallallahü aleyhi vesellem; sizin dininizin temeli, direği
ve aslı, vera’dır buyurdu. Vera’ ve takva; Şeriatın yasakladığı

140

günâhları terk etmekten ibarettir. Öyle ise her türlü müskiratı, sarhoş
edici vasfı olan her şeyi kullanmaktan sakınmalıdır. Sarhoş edici
maddelerin hepsini, şarap içmek gibi haram ve kötü saymalıdır.
Çalgılı müzikleri dinlemekten de sakınmak zaruridir. Çünkü bunlar,
haram olan oyun ve eğlenceye dâhildir. Çalgı, zinanın büyüsü ve
efsunudur diye rivayet olundu. Aynı şekilde, gıybet etmekten,
nemmamlık yapmaktan da sakınmak lazımdır. Zira bu ikisi de
memnu ve yasaktır. Aynı şekilde, alay ve istihza etmekten, bir
mü’mine eziyet etmekten de sakınmak zaruridir. Çünkü hangi şekilde
olursa olsun, haksız yere, bir mü’mine eziyet etmek ve onunla alay
etmek memnu ve yasaktır. Bir şeyin uğursuz veya uğurlu olduğuna
ve onun tesir ettiğine itibar etmemelidir. Yine aynı şekilde, bir
hastalığın bir şahıstan başka bir şahsa geçtiğine de itikat etmemelidir.
Zira Nebi aleyhissalatu vesselam; ‘Uğursuzluk ve bulaşıcılık
yoktur.’ buyurdu. Kâhinlerin, falcıların müneccimlerin, yıldızlara
bakanların sözlerine itibar etmemelidir. Onlara gaipten ve gayb
işlerinden bir şey sormamak lazımdır. Onların gayb işlerini
bildiklerine inanmamak lazımdır. Zira bu hususlar şiddetle men
edilip yasaklanmıştır. Sihir ve büyü yapmaktan ve yaptırmaktan da
sakınmak lazımdır. Zira sihir yapmak ve yaptırmak, kat’i olarak
haramdır. Sihir yapmak ve yaptırmak, küfre bir adım atmak
demektir. Sihir ve büyü kullanmak kadar küfre daha yakın bir büyük
günah yoktur. Sihrin inceliklerinden bir şeyin sadır olmaması için bu
hususta ihtiyatlı ve dikkatli olmalıdır.
Zira şöyle rivayet olundu; Mü’min ve Müslüman, Mü’min
olarak kaldığı müddetçe ondan sihir sadır olmaz. Öyle ise -Allah
muhafaza etsin- Müslümandan ancak imân yok olduğu zaman sihir
sadır oluyor. İmân ile sihir her ikisi bir birinin zıttıdır. Sihir vuku
bulduğu zaman imân kalmaz. Bu işin kötülüğü ve uğursuzluğu
sebebiyle imâna bir hâlel gelmemesi ve imânın elden çıkmaması için
bu inceliğe de dikkat etmek lazımdır.
Hulasa olarak; Muhbiri Sadık aleyhissalatu vesselamın haber
verdiği ve şer’i kitaplarda âlimlerin beyân edip açıkladıkları her şeye
tam manasıyla büyük bir gayretle imtisal etmek lazımdır. Hilafının
ve tersinin de, ebedi ölüme götüren ve ebedi azâba sürükleyen,
öldürücü bir zehir olduğuna inanmak lazımdır. Biat eden kadınlar, bu

141

şartların tamamını kabul edince, Nebi aleyhissalatu vesselam,
mücerred söz ile kadınlardan biat aldı. Allah celle ve âlânın emriyle
onlar için istiğfar etti. Bir cemaat ve topluluk hakkında Resulullah
sallallahü aleyhi vesellemin yaptığı istiğfarın müstecap olması ve o
cemaatin affedilmesi tam olarak ümit edilir. Ebu Sufyan radıyallahü
anhın eşi olan Hind de biat eden kadınların arasında idi. Hatta o biat
eden kadınların reisi idi, Kadınların sözcüsü olarak konuştu. Bu biat
ve istiğfarda, onun hakkında çok büyük bir ümit vardır. Her hangi bir
kadın bu şartları itiraf edip icabıyla amel ederse, onlar da bu biate
hükmen dâhil olurlar. Onlarında bu istiğfarın bereketinden istifade
etmeleri ümit edilir.
Allah sübhanehü; Eğer imân edip şükür ederseniz Allah ne
diye size azâb etsin buyuruyor. (Nisa Suresi,4/147)
Şükür; Şer’i hükümleri kabul edip onlarla amel etmekten
ibarettir. Necât ve kurtuluş yolu; itikat ve amelde şeriatın sahibi
aleyhissalatu vesselama tabi olmaktır. Üstad, şeyh bunlar ancak
şeriatın yolunu göstermek içindir. Onların sohbetlerinin bereketiyle
itikadiyat ve amellerde kolaylığın elde edilmesi içindir. Yoksa
müritler ne yaparlarsa yapsınlar, ne isterlerse yesinler, sonunda nasıl
olsa şeyh onları kurtarır, Cehennemde onlara perde olur, onlardan
azâbı engeller demek değildir. Böyle düşünmek, sadece bir,
temennidir. Allah subhanehünün izni olmadan, orada hiç bir kimse
şefaat edemez. Allah Teâlâ’nın razı olmadığı hiçbir kimse şefaat
edemez. Ancak Şeriat ile amel edildiği zaman, Allah Teâlâ razı olur.
Bu takdirde ondan bir zelle ve hata sadır olursa, o zaman o zelle ve
hatanın tedariki ve telafisi şefaat ile mümkün olur.
Eğer günahkâr olan kimseden, nasıl razı olunacak denilirse;
ben cevap olarak derim ki, Allah sübhanehü, bir şahsı af etmeyi
murat ettiği zaman, onu affetmek için bir vesile ortaya koyar, o şahıs
günahkâr da olsa, işte bu hakikatte bir rızadır.
Her şeye muvaffak kılan Allah sübhanehüdür. Rabbimiz sen
tarafından bize rahmet ihsan et, bizim işlerimizde kolaylık
göster. (Kehf Suresi,8/10)
Vesselam.

3.CİLT
38.MEKTUP

142

Molla İbrahim’e;
Yetmiş üç fırkadan yetmiş ikisinin, inkâr etmedikleri takdirde
Cehennemde ebedi kalmayacaklarını beyan hakkında yazılmıştır.
Bilinmesi lazımdır ki; Resulullah sallallahü aleyhi
vesellemin; ‘Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka hariç
hepsi Cehennemde olacaklar.’ Hadis-i Şerifindeki vaki olan -hepsi
cehennemde olacak- cümlesinden murat onların Cehenneme girip bir
müddet Cehennemde kalmalarıdır. Yoksa onların Cehennemde ebedi
kalmaları ve ebedi azâb görmeleri değildir. Çünkü bu imâna zıt bir
durumdur. Zira Cehennemde ebedi kalmak kâfirlere mahsustur. Bu
açıktır. Ancak onların cehenneme girmelerindeki sebep kötü
itikatlarından dolayı olup kötü itikada sahip olanların hepsi bizzarure
Cehenneme girecekler itikatlarının kötülüğü nisbetinde azâb
göreceklerdir.İstisna edilen bir fırka ise bunun hilafınadır. Çünkü
onların itikatları cehennemden kurtulmayı mucip olup felâh
bulmaları için sebeptir. Ancak onlardan da bazıları kötü ameller
irtikâp ettikleri zaman, tövbe etmekle veya şefaat olunmakla
günahları affedilmezse günâhları miktarınca azâb olunmaları caizdir
ve mümkündür. Onların hakkında da ateşe girmek tahakkuk eder.
Diğer fırkaların ateşe girmeleri, ebedî olarak kalmayacak olsalar da
bütün fertlerine şamildir. Fırka-i Nâciye’de ise ateşe girmek,
masiyeti irtikâp edenlerin bazılarına mahsustur. Gizli kalmayacağı
gibi -Küllühüm-kelimesinde bu manaya işaret vardır. Öyle ki; bid’at
ehli olan fırkalar, ehli kıbledendir. Zaruriyat-ı diniyyeyi ve haber-i
mütevatir ile sabit olan şer’i hükümleri inkâr etmedikleri ve bizzarure
dinden gelen şeyleri kabul ettikleri müddetçe, onları tekfir etmeye
cür’et ve cesaret etmemelidir. Onlar hakkında kâfir dememelidir.
Âlimler; bir meselede tekfiri icap eden doksan dokuz vecih bulunsa
bir tane de tekfir etmeyi nefyeden bir yön bulunsa, tekfir etmemeyi
doğru bulmak ve küfür ile hüküm vermemek lazımdır dediler. En
doğrusunu Allah sübhanehü bilir. En muhkem kelime Onun
kelimesidir. Yine aynı şekilde bilinmelidir ki; bu ümmetin
fakirlerinin, zenginlerden yarım gün önce Cennete girecekleri o
müddet, dünya senesiyle beş yüz senedir. Çünkü Allah sübhanehü
yanında bir gün bin senedir.Rabbinin yanında bir gün sizin
saydığınız bin sene gibidir. (Hac Suresi,22/47) Ayeti bu mananın
şahididir. Bu müddetin takdir keyfiyeti, bilinen bir gece, gündüz,

143

sene ve ay olmaksızın Allah subhanehünün ilmine bırakılmıştır.
Buradaki fakirden murat da şer’i hükümleri yerine getiren, şer’i
yasaklardan sakınan, sabırlı fakirdir. Fakirler içinde birbirinden üstün
dereceler ve mertebeler vardır. En yüksek derecesi, Hakk
sübhanehüden başka her şeyin dağılıp gittiği ve unutulduğu -fenâ-
makamıdır. Fakirliğin bütün mertebelerini üzerinde toplayan fakir,
kendisinde bazı mertebeler tahakkuk edip bazıları tahakkuk etmeyen
fakirden daha faziletlidir. (fenâ) makamına ermekle beraber zâhirî
fakirlik kendisinde bulunan fakir, zâhiren fakir olmayıp -fenâ-
makamına sahip olan fakirden daha üstündür. Gerisini sen anla.

3. CİLT
59. MEKTUP
Hâce Şerafeddin Hüseyin’e;
Günlük hadiselerin Allah Teâlâ’nın iradesine râcî’ olduğunu
beyan hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehü Mustafa aleyhissalatu vesselamın yolunda
istikamet üzere olmayı nasip etsin. Bizi temamiyle Cenab-ı
Kutsisiyle meşgul etsin. Ey temyiz kabiliyetine sahip aziz evlat;
Günlük cereyan eden hadiseler, Allah subhanehünün iradesiyle ve
dilmesiyle olunca, kulun da iradesini Allah Teâlâ’nın iradesine tabi
kılması lazımdır. Günlük hadiselerin Allah Teâlâ’nın iradesinin
aynısı olduğuna itikat etmek lazımdır. Ve o hadiselerden lezzet
almak lazımdır. Şayet maksat ubudiyet ve kulluk ise bu nisbeti elde
edip kazanmak lazımdır. Aksi takdirde ubudiyeti inkâr edip Allah
sübhanehüye muarız olmuş olur.
Hadis-i Kutsîde Allah sübhanehü; “Her kim benim kazâ’ ve
hükmüme razı olmazsa, verdiğim belâya sabırlı olmazsa, benden
başka bir Rab arasın, benim gök kubbemden dışarı çıksın.”
buyuruyor. Evet; fakirler, miskinler ve sizinle alâkalı olanlar, sizin
korumanız ve himayeniz ile müsterih ve müreffehtirler. Öyle ki
onların bir sahibi olup onlara kâfi geliyor. Sizin senânız ve güzel yâd
edilmeniz bâkidir, Allah sübhanehü dünya ve ahiretin mükâfatıyla
mükâfatlandırsın.
Vesselam.

144

ASHABI KİRAM HAKKINDA

MEKTUPLAR
1. CİLT
32. MEKTUP
Mirza Hüsamettin Ahmed’e;
Ashab-ı Kirama mahsus halleri,
Evliyadan çok azının, o haller ile şereflendiğini beyân hakkında
yazılmıştır.
Göndermiş olduğunuz iltifat içeren mektubunuz bana ulaştı.
Terk edilmiş olanlar, unutulanlardan kılınmayıp bilakis söz arasında
da olsa hatırlananlar ile anıldıklarından dolayı Allah sübhanehüye
hamd ve şükür olsun. Şiir;
Bizleri bırakın da kalblerimizi,
Umutlarımız ile teselli edelim.
Mektubunuzda,Hazret-i Şeyhimiz aleyirrahmet-ülhasse’ye
olan nisbetin ve bağlılığın yokluğundan ve o nisbetin
bulunmayışından şikâyet edip bunun sebebinin izahı soruluyor.Ey
mahdum; Bu ve benzerleri olan kelimelerin, yazarak hatta anlatarak
izahı ve şerhi uygun ve münasip değildir. Çünkü izah neticesinde,
insanın anlayışında ne hâsıl olur,bundan ne anlaşılır ve ne alınır?
Bilinmez. Asıl lazım olan, hüsnü zan ve hangi yol ile olursa olsun
uzun sohbet şartı ile huzurda bulunmaktır. Bunlar olmazsa, faidesiz
olup keven dikeni sıyırmak gibidir.
Şiir;
Birçok hikâyeler anlatmam için,
Ay ışığı ile beraber, safi ve berrak geceler istiyorum.
Ancak her sualin bir cevabı vardır. Hükmünce, şu kadarını
açıklayacağım.
-Her makamın kendisine göre ilimleri, elde edilecek
marifetleri, farklı manevî halleri ve vecdleri vardır.
-Bir makamda, zikir ve teveccüh münasip ve uygun olur.
-Bir makamda, Kur’ân-ı Kerim tilaveti ve namaz kılmak
münasip ve uygun olur.
-Bir makamda, cezbeye mahsus ve münasip olur.

145

-Bir makamda, seyri sülüke münasip olur.
-Bir makamda, her iki devleti, hem cezbeyi, hem de
seyrusülükü birleştirir.
-Bir makamda, cezbe ve seyri sülük cihetlerinden hali ve
uzaktır. Öyle ki hem cezbe hem de seyri sülük ile alâka ve temas
yoktur. İşte bu makam gerçekten ulvî bir makamdır. Nebi
aleyhisselamın ashabı, bu makam ile imtiyaz ettiler. Ashab-ı Kiram
aleyhimürrıdvan bütün mahlûkat arasından, bu büyük manevi devlet
ve nimet ile müşerref oldular.
Bu makamın sahibi için, diğer makam sahiplerinden, tam bir
imtiyaz ve üstünlük vardır. Bu makamın sahipleri arasında benzerlik
azdır. Diğer makamlar böyle değildir. Bir yönden olup bir yönden
olmasa da onların bazısının bazısına benzerliği vardır. Sahabe
rıdvanullahi aleyhim ecmainden sonra, inşallahü Teâlâ, bu nisbet ve
bağlılık tam manasıyla Mehdî aleyhisselam devrinde ortaya çıkar.
Meşayihin tabakalarından az kimseler, bu makamdan haber verdiler.
Bu makamın ilimlerinden ve marifetlerinden nasıl haber versinler?
Şu açıktır ki; Bu Allah Teâlâ’nın bir lütfu ve fazlıdır.Allah
sübhanehü bunu dileyen kullarına verir. (Cuma Suresi,62/4)
Bu çok kıymetli olan nisbet ve bağlılık, sahabede ilk adımda
zâhir olup ortaya çıkıyordu. Sonra zamanın geçmesiyle kemâl
mertebesine ulaşıyorlardı.
Sahabenin haricindekilerde ise eğer bu manevî devlet ile
şereflenmeleri murat edilmiş ve sahabenin nisbetinin izinde olmaları
istenmiş ise, ancak cezbe ve seyri sülük makamlarını geçtikten ve bu
iki makamın ilimlerini dürüp öğrendikten sonra bu saadete nail
olurlar. İlk başta bu şerefli nisbetin ve bağlılığın zâhir olması,
Seyyidülbeşer(aleyhi ve alâ alihissalatü vettehiyyat vetteslimat)
efendimizin sohbetinin bereketine mahsustur. Lakin aleyhissalatu
vesselamın bazı tabilerinin bu bereketle şereflenmeleri mümkündür.
Aynı şekilde; ilk başta, yani cezbe ve sülük makamlarını kat
edip aşmadan ve geçmeden önce, manevî halin başlangıcında, bu ulvî
ve yüksek nisbetin zuhuru için sohbet sebeptir.
İsa aleyhisselamın gayrısı için, Ruhulkudsün feyzinden bir
medet ve yardım olsaydı, O da onun yaptığı gibi yapardı. Şu
zamanda, bu nisbet ve bağlılıkta, cezbenin seyri sülük üzerine

146

takaddümü suretinde tahakkuk ettiği gibi, bidayette, nihayetin
dürülmesi, sonun ilk başta oluşması, tahakkuk eder. Bundan daha
fazlasını anlatmaya müsaade yok. Şiir;
Bundan sonra ince hususları gizlemek,
Bana göre daha güzel ve daha tatlıdır.
Bundan sonra karşılaşmak vaki olur da güzel dinleyenler
olursa, görüşme esnasında inşallahü Teâlâ bu makamdan bir nebze
anlatılacaktır. Muvaffak kılan Allah sübhanehüdür.
Bazı arkadaşlar hakkında bir takım kelimeler ve sözler
yazdınız. Bu fakir; onların bilmeden yaptıkları hatalarını affettim.
Allah sübhanehü onları af ve mağfiret etsin. O erhamurrahimindir.
Ancak huzur ve gaybet durumlarında ezâ makamında olmasınlar,
durumları ve konumları değişmesin için, arkadaşlara nasihat etmek
lazımdır.
Zira Allah Teâlâ şöyle buyuruyor; Herkes için önünde ve
arkasında, Allah’ın emriyle onu koruyan takipçi melekler vardır.
Şu bir gerçek ki, bir toplum kendi benliklerindeki iyi hali
bozmadıkça Allah onların durumunu değiştirmez. Allah bir
topluma kötülük dilerse, artık o engellenemez. Onların Allah’tan
başka yardımcıları da olmaz. (Ra’d Sûresi 11. Ayet)
Şeyh el Haddad hakkında da hususiyle yazdınız. Bu fakir
hakkında, asla bir daralma ve sıkıntı yok, lâkin durumunun değişmesi
için müşarün ileyh o zata, nedamet ve pişmanlık lazımdır.
“Nedamet ve pişmanlık bir tövbedir.” (Buhari-ibni Mace)
Şefaat istemek de nedametin bir fer’i, bir parçası ve
neticesidir. Bu fakir her halde, kendi nefsinden ve tarafından olanları
affedip geçmek ve bağışlama makamındadır. Amma hata başka
tarafta olursa, bu durumu ve bu makamda ne lazım geleceğini o daha
iyi bilir. Aynı şekilde -Serhendi- kendi eviniz gibi düşünmeniz
lazımdır. Zira muhabbet alâkası ve tarikat kardeşliği münasebeti,
arizî sebeplerden dolayı kesilen şeylerden değildir. Bunun üzerine
daha ne ziyade edeyim? Mahdumlara ve ehl-i beyte hususi dualar
ederiz.
Bu mektubu karaladıktan sonra, ihvanın bilmeden yaptıkları
hatalar ve onların affedilmesi hakkında evvelkinden daha açık birkaç

147

kelâm yazmak hatırıma geldi. Çünkü kısa olursa kapalı kalıyor,
ondan ne anlaşılabilinir ki?
Ey mahdum sen bilesin ki; af ancak, cemaat kötü huylarını
itiraf ettiği ve yaptıklarına pişman oldukları takdirde düşünülüp
istenir. Aksi takdirde af için bir cevaz ve sebep olmaz. Yine siz
şeyhimiz hazretlerinin bu makamı, bu cemaatin şehadetiyle, Şeyh el
Haddada bıraktığını yazdınız. Bu söz bir açıklama gerektirir. Eğer
makamı bırakması, fakirlere, gelenlere, gidenlere, hizmet etmesi,
yeme içme gibi hususların haberini edinmesi manasına ise bunda
kimseye diyecek bir şey yoktur. Eğer, talep edenleri terbiye edecek,
meşihat makamına oturacak manasına ise bundan men olunur. Zira
şeyhimiz hazretleri son görüşmemizde bu fakire, Şeyh el Haddad
hakkında, şayet bazı taliplere bizim tarafımızdan bir meşguliyet
öğretse, onların bazı hallerini bize ulaştırsa, çünkü şu an onları
hazırlamaya, onları meşgul etmeye, onlara bir takım vazifeleri
öğretmeye, onların manevî hallerinden sual edip sormaya zamanım
ve gücüm yok. Ne dersin? Diye sordu.
Bu hususta bu fakir bekleyip durakladım. Lakin zaruret
olunca bu makamda, bu kadarına cevaz verdim. Şüphesiz, tebliğin bu
kısmı, sırf sefaret ve elçilik cinsindendir. Bilhassa zarurete mebni
olursa zarurette kendi miktarıyla ölçülür. Dolayısıyla bu sefaret ve
elçilik, şeyhimizin hayatta olma zamanına mahsustur.
Şeyhimiz hazretleri, irtihal ettikten sonra, taliplerin halinden
sual etmek ve onlara bir takım meşguliyetler ve vazifeler talim
etmek, hıyanete girer. Yine siz; Şeyhimiz hazretlerinin nisbeti elbette
bâki olup zamanların ve asırların geçmesi ile ziyadelik ve noksanlığı
kabul etmez diye yazdınız.
Ey mahdum; sen iyi bilesin ki, bir sanatın tekmili, ilerlemesi
ve tamamlanması, fikirlerin bir birine eklenmesiyle olur. Görmiyor
musun? İmam-ı Sibeveyh’in temelini attığı nahiv ilmine, sonradan
gelenler on mislini daha eklediler. Bir şeyin aslı ve iptidai hali
üzerine kalması aynen noksanlıktır.
Hâce Nakşibendi için olan nisbet ve bağlılık, Hâce
Abdulhalik Gucdüvani zamanında yoktu. Kadesallahü sirrehüma.
Diğer hallerde buna kıyas iledir. Hususiyle şeyhimiz hazretleri, bu
nisbeti tekmil sadedinde olup bu nisbetin tamam olduğunu

148

söylememiştir. Onun vakti, onun hayatıdır. Allah subhanehünün
dilediği yere kadar, Allah Teâlâ’nın iradesiyle o nisbete ziyade etti.
Nisbete, ziyade olmasın diye çalışmak münasip değildir. Bu fakir
nisbetin hangi şekilde kalacağını bilmiyor. Senin için başlı başına bir
nisbet ve bağlılık vardır. Başkalarının nisbetleri için ona bir yol ve
çare yoktur. Bu söz müşahhas ve muayyen olup onun huzurunda
mükerrer olarak söylendi.Miskin şeyh el Haddad, bu nisbet nedir
Nerden bilsin? Onun için bir nev’i kalb huzuru vardır. Bu halet
nedir? Bu nisbetin kıymeti nelerdir? Bu nisbetin mürebbisinin
kıymeti nedir? Bana haber versinler de ona yardımcı olayım. Rüyaya
itibar ve itimat etmemelidir. Zira onlar doğru olmayan hayallerdir.
Şeytan, kuvvetli bir düşmandır. Allah subhanehünün korudukları
hariç onun tesvilatından, bâtılı hak ile karıştırmasından emin olmak
zordur.
Yine siz; elde edilmiş olan nisbetin ve bağlılığın, yok olması
ve alınması hakkında yazdınız. Ey mahdum; sen bilesin ki, bu
nisbetin alınması huzurda da anlatıldığı gibi, ancak kendi isteği ve
tercihi ile olur. Onun selb edilip alınmasını ve yok olmasını
düşünmek, hayalî şeylerdendir. Kalbten işitilen sesin, bu hal ile bir
alakası yoktur.
Görmüyor musun? Ateşi gitmiş olan kül, soğuduktan sonra
üzerine su dökülünce, ondan bir ses çıkar. O külde ateş gizlenmiştir
denmez. Rüyalara da itibar olunmaz. Bu gün bu söz kapalı olup
anlaşılmasa da, yarın bunun doğruluğu inşallahü Teâlâ açığa
çıkacaktır.
Mektubunuz mübalağalı olunca cevabında bu sözler sadır
oldu. Yoksa bir davet ve çağrı olmadan söz söylemek kolay olmaz.

1. CİLT
66. MEKTUP

Han’ı Azam’a;
Ashab-ı Kiramın fazileti,
Nakşibendi tarikatının Ashab-ı Kiram ile münasebeti,
Tarikat-ı Nakşibendî’nin methi, hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehüye hamd olsun.
Seçtiği kullarına selam olsun.

149

Sen bil ki; Hacegan tarikatı, nihayetin bidayette, sonun başta
derç edilmesi üzerine bina edilmiştir. Hâce Bahaeddin kaddesellaü
sirrehü, biz nihayeti bidayette derç ederiz buyurdu. Bu yol aynen
Ashab-ı Kiramın yoludur. Çünkü ümmetin diğer evliyası için sonun
nihayetinde, bir nebze mümkün ve müyesser olan haller, Ashab-ı
Kiram için, Nebi aleyhisselamın ilk sohbetinde mümkün ve müyesser
oluyordu. Bu sebepten dolayı, Hamza radıyallahü anhın katili, Vahşi
radıyallahü anhü, Tabiinin en faziletlisi ve üstünü olan, Veys’el-
Karânî’den faziletli ve üstün oldu. Bunun sebebi, ilk Müslüman
olduğunda bir kere de olsa Seyyidülevvelin Vel ahirinin şerefli
sohbetiyle müşerref olmasıdır. Hayrulbeşer aleyhi ve ala alihissalatü
vesselamın ilk sohbetinde, Vahşi radıyallahü anhü için sohbet
sebebiyle hâsıl olan manevî derece, Veys’el- Karânî için en son ve
nihayette mümkün ve müyesser olmadı. Şüphe yok ki, en hayırlı
zaman ve asır, Ashab-ı Kiram rıdvanullahi aleyhim ecmaînin asrıdır.
Nebi aleyhisselamın sohbetiyle müşerref olamayanlar geride kaldı.
Böylelikle iki derece arasındaki uzaklığa işaret etti.
Abdullah bin el Mübarek hazretlerine, Muaviye mi, Ömer bin
Abdülaziz mi, Hangisi daha faziletlidir? diye soruldu;
Resulullah sallallahü aleyhi vesellem ile beraber olduğu
esnada Muaviye radıyallahü anhın, atının burnuna giren bir toz, şu
kadar kere, Ömer bin Abdülaziz’den çok daha hayırlıdır. diye cevap
verdi. Şüphesiz, şu büyüklerin silsilesi, altın silsile ve altın halkadır.
Bu ulvi yolun diğer yollar üzerine, meziyetli olması, Ashab-ı
Kiramın asrının diğer asırlar üzerine meziyeti gibidir. Bu açık bir
gerçektir. Fazilet ve kerem ile dolu o kadehten ilk tadanların
hakikatine vâkıf ve muttali olmak, diğerleri için zordur. Zira onların
bidayetleri, ulaştıkları ilk mertebe ve derece, diğerlerinin nihayetinin
fevkinde ve üstündedir.
Şiir;
Bolluk ve bereket,İlkbahardan bilinir.
Bu Allah Teâlâ’nın bir fazlı ve lütfudur. Allah sübhanehü
bunu dileyen kullarına ve dilediği kullarına verir. Allah azim
fazlın ve lütfun sahibidir. (Cuma Sûresi,62/ 4. Ayet)

150

Hâce Bahaeddin Nakşibendi kuddise sirruhu, biz üstün ve faziletli
kılındık buyurdu. Allah sübhanehü, bizleri ve sizleri, Kurayşî Nebi
aleyhi ve ala alihi minassalavati efdalüha ve minettehiyyatı ekmelüha
hürmetine, bu büyükleri sevenlerden ve onların yoluna tabi
olanlardan kılsın.

1. CİLT
207. MEKTUP
Mirza Hüsameddin Ahmed’e;
Hiçbir velinin sahabe mertebesine ulaşamayacağını,
Cismani yakınlığın ruhani yakınlığa tesir ettiğini,
Şeriata muhalif hallerin mezmüm olduğunu,
Beyan hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehüye hamd olsun.
Seçtiği kullarına selam olsun.
Uzun zamandır, tarafınızdan, mahdumlarımdan oğlum
Cemalettin Hüseynî’den, diğer azizlerden, ulvi eşiğin
hizmetçilerinden, hususiyle Şeyh el Haddat’tan, Şeyh Hidayet’ten,
selamet haberleri alamadım.
Buna sebep olarak, uzaktakileri unutmaktan başka bir sebep
olduğunu zannetmiyorum. Evet; bedenlerin yakın olmasının,
kalblerin yakın olmasında büyük tesiri vardır. Bu sebepten dolayı
hiçbir velî, kesinlikle sahabe mertebesine ulaşamaz. Hatta şanının
yüksekliğine rağmen, Veys’el- Karânî hazretleri dahi, Hayrulbeşer
aleyhi ve ala alihissalatü vesselamın sohbetine kavuşamadığı için,
sahabenin edna mertebesine, en alt mertebesine ulaşamadı. Abdullah
bin el Mübarek radıyallahü anhü ye, Muaviye radıyallahü anhü mü?
Ömer bin Abdülaziz radıyallahü anhü mü? Hangisi daha faziletlidir?
Diye soruldu. Resulüllah sallallahü aleyhi vesellem ile beraber
olduğu esnada, hazreti Muaviye’nin bindiği atının burnuna giren bir
toz, şu kadar kere Ömer bin Abdülaziz’den çok daha hayırlıdır diye
cevap verdi.
Bu tarafta olan fakirler, tabileri ve çevrelerinde olanlar ile
beraber, afiyet üzeredirler. Bundan ve nimetlerden dolayı, bilhassa
İslâm nimetinden ve bütün mahlûkatın efendisi aleyhi ve ala

151

aleyhissalatü vesselama tabi olma nimetinden dolayı, Allah
sübhanehüye hamd ve şükür olsun.
Zira işin aslı, kurtuluşun sebebi, dünyevî ve uhrevî saadete
nail olmanın yolu ve sebebi budur. Allah sübhanehü bütün
peygamberlerin efendisi aleyhi ve ala alihissalatü vesselam
hürmetine bizleri ve sizleri İslâm ve Seyyidülenam aleyhissalatu
vesselama tabi olmakta sabit kılsın.
İşin tamamı budur. Geri kalanı boş bir hevestir.
Sofilerin boş sözlerinden ne çıkar? Onların hallerinden ne
elde edilir? Şeriat terazisiyle tartılmadıkça, bu makamda vecd ve
manevî haller, yarım -tüye- dahi satın alınmaz. İlhamlar, kitap ve
sünnet ölçü ve mihengine uymadıkça, yarım arpaya denk ve müsavi
olmaz. Sofilerin yolunda gitmekten maksat; imânın hakikati olan
şer’i itikatlara, yakini imânı arttırmak ve fıkhi hükümleri edâ
ederken, kolaylık elde etmektir. Bunlardan başka bir şey elde etmek
için değildir. Uhrevi -rü’yet- Cemali İlâhî ile müşerref olmak ancak
ahirettedir. -Rü’yetullah- Elbette dünyada vuku bulmayacaktır.
Sofilerin sevindikleri, müşahedat ve tecelliyat zılaldir. Şüphe ve
misal ile karışıktır. Allah sübhanehü ötelerin ötesindedir. Bu
muamele ne kadar acayip?
Şayet onlara müşahedat ve tecelliyatın hakikati böyledir,
denilse bu yolun daha ilk başında olanlarda bir gevşekliğin
olmasından ve şevk ve isteklerinde bir kusur oluşmasından korkulur.
Bunların böyle olduğu bilinmekle beraber, bu meselelerden sükût
edilirse hakkın bâtıl ile karışmasından korkulur.
Ey hayrette kalan şaşkınları doğru yola ileten Allah’ım,
Âlemlere rahmet kıldığın aleyhi veala alissalatü vesselam hürmetine
beni doğru yola ilet. Bazı kere ahvalinizi ve durumunuzu haber
verirseniz muhabbetin artmasına sebep olur.
Selam hidayete tabi olanların ve Mustafa aleyhi ve ala alihi
efdalüsselavat ve ekmelütteslimata ve eczelüttehiyyata, tabi olmaya
devam edenlerin üzerine olsun.
1. CİLT.
251. MEKTUP

Mevlana Eşref’e;

152
-Hulefâ-i Râşidînin faziletleri,
-Bilhassa Ebu Bekir ve Ömer radıyallahü anhümanın
faziletleri,
-Ashab-ı Kirama tazim ve hürmet edilmesi hakkında
yazılmıştır.
Allah sübhanehüye hamd olsun,
Resulüne Salatü selam olsun.
Reşit kardeşim Hâce Eşref bilsin ki; -ben kıt ve kısa
anlayışım ile -bir takım garip ilimler, -acayip sırlar, -Vehbî latifeler,-
şerefli marifetler ve bilgiler yazmak istiyorum. Bunların ekserisi, -
şeyhayn Ebu Bekir ve Ömer radıyallahü anhümanın, -Osman
zinureynin, -Hasan ve Hüseyin efendilerimizin babalarının faziletleri
ve kemâlâtı ile alâkalıdır. Radıyallahü Teâlâ anhüm ecmain.
İyi dinlemek ve akıl kulağını iyi açmak lazım gelir. Sen bil ki;
her ikisinde de Ebu Bekir ve Ömer radıyallahü anhümada, kemâlât-ı
Muhammedîye mevcut olmakla ve ikisi de velayeti Mustafaviyye’nin
son dercesine kavuşmakla beraber, Hazret-i Sıddik ve Hazret-i
Ömer’in ikisinde de, velayet tarafında, geçmiş peygamberlerin
arasından İbrahim ala nebiyyina ve aleyhissalatu vesselam
efendimizle, Nübüvvet makamına münasip olan, davet tarafında da,
Musa ala nebiyyina ve aleyhissalatu vesselam efendimizle münasebet
vardır. Osman zinnureyn radıyallahü anhünün, her iki tarafta, hem
velayet hem de nübüvvet tarafında, Nuh salavatullahi veteslimatühü
aleyhi ve ala nebiyyina efendimizle münasebeti vardır. Hazret-i Ali
kerremellahü vechehü efendimizin, her iki tarafta, hem velayet hem
de nübüvvet tarafında, İsa ala nebiyyina ve aleyhissalatu vesselam ile
münasebeti vardır.
Öyle ki, İsa ruhullah ve kelimetullahın velayet tarafı nübüvvet
tarafına galiptir. Hazret-i Ali kerremellahü vechehüde de, bu
münasebetle velayet tarafı galiptir. Bu dört halifenin, icmali ve tafsili
cihetleri değişmekle beraber, taayyün başlangıcı, ilim sıfatıdır. Bu
ilim sıfatı; icmali itibarla, Muhammed aleyhisselamı terbiye eder. Bu
ilim sıfatı; tafsil itibarıyla İbrahim Halil aleyhisselamı terbiye eder.
Bu ilim sıfatı; Musa aleyhisselamı kelam sıfatı, İsa aleyhisselamı
kudret sıfatı, Âdem aleyhisselamı tekvin sıfatı terbiye ettiği gibi,

153

icmal ve tafsil arasında berzahiyet itibarıyla, Nuh aleyhissalatu
vesselamı terbiye eder.
Biz asıl sözümüze dönelim. Biz deriz ki; Hazret-i Ebu Bekir
(sıddîk) ile Ömer (Faruk) radıyallahü anhüma, mertebeleri ayrı
olmakla beraber nübüvvet ağırlığının hamilidirler. İsa aleyhisselam
ile münasebeti ve velayet tarafının galip olması sebebiyle Hazret-i
Ali radıyallahü anhü, velayeti Muhammedîye ağırlığının hamilidir.
Osman zinnureyn radıyallahü anhü, berzahiyet itibarıyla, her iki
tarafı, hem nübüvvet hem de velayet ağırlığının hamilidir. İki nur
sahibi denmesinin bir sebebi de budur denildi.
Şeyhayn, Ebu Bekir ve Ömer radıyallahü anhüma, nübüvvet
ağırlığını taşımakla, Musa aleyhisselam ile münasebetleri daha
ziyade oldu. Çünkü nübüvvet mertebesinden neş’et eden davet
makamı; Peygamberimiz aleyhi ve aleyhimussalatü vesselamdan
sonra peygamberler arasında, Musa aleyhisselamda daha mükemmel
ve daha tamamdır. Kur’ân-ı Kerimden sonra, Musa aleyhisselamın
kitabı Tevrat, münzel kitapların en faziletlisi ve üstünü oldu.
Onun için geçmiş ümmetlerin arasında; Sonra, sana,
İbrahim’in dinine uy. İbrahim, Allah’a ortak koşanlardan
değildi, diye vahiy ettik. (Nahil Sûresi,123.) Ayetine binaen, her ne
kadar İbrahim aleyhisselamın şeriatı ve milleti, diğer şeraitler ve
milletler arasında daha faziletli ve üstün olsa da, Cennete en çok
Musa aleyhisselamın ümmeti girecektir. Geleceği vaad olunan
Hazret-i Mehdî’nin de terbiyecisi ilim sıfatıdır. Hazret-i
Mehdî’ninde, Hazret-i Ali gibi, İsa aleyhisselam ile münasebeti
vardır. İsa aleyhisselamın bir ayağı Hazret-i Ali’nin, diğer ayağı da
Hazret-i Mehdî’nin başının üstündedir.
Sen bil ki; Musa aleyhisselamın velayeti, velayeti
Muhammediyyenin sağındadır. İsa aleyhisselamın velayeti, velayeti
Muhammediyyenin solundadır. Aliyyülmürteza velayet ağırlığının
hamili olunca, evliya sisilesinin ekserisi ona intisap etti. Velayet
kemâlâtına nail olan büyük velilere; Hazret-i Aliyyil Mürteza’nın
kemâlâtı, Şeyhayn Ebu Bekir ve Ömer’in kemâlâtından daha çok ve
daha ziyade bir şekilde, zâhir oldu. Şayet Ehl-i sünnet âlimlerinin,
Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Ömer’in daha faziletli ve daha üstün
olduklarına icmaaları olmamış olsaydı, evliyanın büyüklerinin

154

ekserisinin keşfi, Hazret-i Ali’nin daha faziletli ve üstün olduğuna
hükmederdi. Çünkü Şeyhayn, Ebubekir ve Ömer’in kemâlâtı, Enbiya
aleyhimussalatü vesselamın kemâlâtına benziyor. Velayet erbabının
idrak ve anlayışı ise bu kemâlâtın eteğine dahi ulaşmaktan acizdir.
Yüksek dereceleri sebebiyle keşif sahibi olan evliyanın keşifleri
yolda kaldı. Oralara ulaşamaz. Velayet kemâlâtı, nübüvvet
kemâlâtının yanında, yola atılmış gibidir. Velayet kemâlâtı ancak,
nübüvvet kemâlâtına çıkmak için bir basamak ve merdivendir.
Baştakilerin nihayet ve sondan haberleri nasıl olsun?
Yeni başlayanlar, arzuların farkına nasıl varsın? Bu sözler,
nübüvvet zamanının uzak olması sebebiyle bu gün birçoklarına ağır
olup kabul etmeleri uzak olsa da, lakin biz ne yapalım?
Şiir;
Papağanları gibi, aynanın arkasında tuttular beni.
Üstadı ezelimin, söylerim bana söylediğini.
Allah sübhanehüye hamd ve şükür olsun ki, ben bu söylenen
sözlerde Ehl-i sünnet âlimleri ile ittifak halindeyim. Allah sübhanehü
onların çalışmalarını meşkür ve makbul etsin. Benim sözümde,
onların icmaa’larına muvafıktır. Onların aklî ve naklî deliller ile ispat
ettikleri bu hususlar, bana keşif yoluyla açıldı. Onların icmali olarak
anlayıp anlattıkları bana tafsili oldu.
Bu fakir; Nebi aleyhisselama tabi olmakla, nübüvvet
makamının kemâlâtına ulaşmadıkça, bu nübüvvet kemâlâtından
kendisi için tam bir nasip oluşmadıkça, Hazret-i Ebu Bekir ve
Hazret-i Ömer’in kemâlâtına keşif yoluyla vâkıf ve muttali olamadı.
Taklitten başka bir yola da ulaşamadı.
Bu nimete bizi hidayet eden Allah sübhanehüye hamd
olsun. Bize hidayet etmese idi biz doğru yolu bulamazdık.
Rabbimizin Resulleri hep hak ile geldi. (Araf Sûresi, 7/43. Ayet)
Bir gün bir şahıs, kitaplarda Aliyyülmürteza’nın isminin,
Cennetin kapısında yazılı olduğunu söyleyince, Hazret-i Ebu Bekir
ile Hazret-i Ömer’in orada hususiyetleri nasıl olur düşüncesi hatırıma
geldi. Tam bir teveccühten sonra, bu ümmetin Cennete girmelerinin,
onların izinleriyle ve icazetleriyle olacağı zâhir olup, ortaya çıktı.
Hazret-i Ebu Bekrinissıddik, Cennetin kapısında durup insanların
cennete girmesine izin verecek. Hazret-i Ömer ül-faruk ise insanların

155

ellerinden tutup cennete koyacak. Cennetin tamamının Hazret-i Ebu
Bekir(sıddık)ın nuruyla dolu olduğuna şahid olundu. Bu fakirin
nazarında, Şeyhayn, Ebu Bekir ve Ömer radıyallahü anhümanın,
Ashab-ı Kiram arasında, başlı başına şanları ve makamları, sanki hiç
kimsenin ortak olamayacakları mümtaz ve seçkin dereceleri vardır.
Hazret-i Ebu Bekir, Nebi sallallahü aleyhisselam ile beraber bir evde
idi. Farklılık var ise de alt ve üst ulviyet ve süfliyet olması
bakımındandır. Ömer ül-faruk radıyallahü anhü de Sıddık-ı Ekber’e
tabi olması hasebiyle bu devlet ile müşerreftir. Ashab-ı Kiramın
diğerlerinin, Nebi aleyhisselam ile nisbet ve münasebeti, bir handa
veya bir beldede beraber sakin olmak gibidir.
Ümmetin diğer evliyasının nasibi nasıl olur? Siz düşünün.
Şiir;
Zilinin sesini işitsem bana yeter.
Onlar şeyhayn, Ebu Bekir ve Ömer radıyallahü anhümanın
kemâlâtından ne bulabilirler? Hazret-i Ebubekir ve Hazret-i Ömer,
azamette ve büyüklükte, mertebelerinin yüceliğinde, enbiya sırasında
sayılmışlardır. Onlar Enbiya aleyhimüsselamın faziletleriyle
donanmışlardır. Nebi sallallahü aleyhi vesellem şöyle buyurdu;
Benden sonra peygamber gelecek olsaydı Ömer peygamber olurdu.
İmam-ı Gazâlî hazretleri kitabında, Ömer ül-faruk radıyallahü anhın
vefat ettiği günlerde, sahabeden bir grubun huzurunda, Hazret-i
Abdullah radıyallahü anhü, ilmin onda dokuzu öldü, deyince,
İnsanların bir kısmının bu sözün manasını anlamadığını fark edip bu
ilimden muradım hayız nifas ilmi değildir, Allah’ı bilme ilmidir.
Allah korkusu ilmidir, dediğini anlattı. Ömer radıyallahü anhünün,
bütün hasenâtının, Hazret-i Ebu Bekrin bir hasenesi kadar olmasını
istediği Sıddık-ı Ekber hakkında ne denilebilinir? Muhbiri Sadık
Nebi aleyhisselamın haber verdiği gibi; Hazret-i Ömer’in cennetteki
derecesinin, Sıddık-ı Ekber’in derecesinden aşağıda kalması, Sıddık-ı
Ekber’in derecesinin Nebi aleyhisselamdan aşağıda kalmasından
daha ziyade ve daha çoktur. Diğerlerinin derecelerinin Sıddık-ı
Ekber’in derecesinden ne kadar aşağıda kalacaklarını buna kıyas et.
Şeyhayn radıyallahü anhüma, Nebi sallallahü aleyhi vesellemin
vefatından sonrada, Nebi aleyhisselamdan ayrılmadılar. Rivayet
olunduğuna göre, haşirleri ve dirilmeleri de Nebi aleyhisselam ile

156

beraber olacaktır. Onların üstünlükleri, Nebi aleyhisselamın onlara
yakın olması sebebiyledir. Nasibi ve manevî sermayesi az bu hakir,
onların kemâlâtı hakkında ne söyleyebilir? Onların faziletlerinden ne
anlatsın? Zerre için güneşten konuşma gücü nerede? Bir damla için
bahr-i ummandan konuşmak nerede?
Hem davet hem velayet taraflarından tam olarak nasiplenmiş,
halka davet için dönmüş olan evliya ve tabiin ve tebai tabiinden olan
müçtehit âlimler, sahîh ve doğru yapılmış keşiflerin nuruyla, sadık
bir ferasetle, peş peşe gelen haberlerle, Şeyhayn, Ebubekir ve Ömer
radıyallahü anhümanın kemâlâtını idrak edip anlayınca, bir nebze de
olsa onların faziletlerini bulunca, bizzarure onların faziletli ve üstün
olduklarına hükmettiler. Onun üzerine icmaa edip toplandılar. Bu
icmaın hilafına olarak ortaya çıkan keşiflerin sahîh ve doğru
olmadığına karar verdiler. Onlara itibar etmediler. Bunun hilafı nasıl
olabilir? İlk asırda ve ilk zamanlarda Şeyhayn, Ebu Bekir ve Ömer
radıyallahü anhümanın üstünlükleri doğrulandı. Buhari’nin ibni
Ömer radıyallahü anhtan rivayet ettiği gibi, ibni Ömer radıyallahü
anhü, şöyle söyledi. Nebi sallallahü aleyhi vesellem zamanında, biz,
Ebu Bekr’e, sonra Ömer’e, sonra Osman’a, kimseyi denk tutmazdık.
Bunlardan Sonra Nebi aleyhisselamın ashabının arasında üstünlük
yapmazdık. Radıyallahü anhüm ecmain.
Ebu Davud’un ibn-i Ömer’den yaptığı bir rivayette ibn-i
Ömer radıyallahü anhü, şöyle buyurdu; Biz Resulüllah sallallahü
aleyhi vesellem daha hayatta iken, Resulüllahtan sonra ümmetin en
faziletlisi ve en üstünü Ebu bekir’dir, sonra Ömer’dir, sonra da
Osman’dır, diye söylerdik. Radıyallahü anhüm ecmain.
Kim velayet, nübüvvetten üstündür derse manevi sarhoş
zümresindendir. Bulundukları ve yükseldikleri manevî makamdan
halkı davet ve irşad için dönen evliyanın haricindeki veliler için,
Nübüvvet makamının kemâlâtından çokça bir nasipleri yoktur.
Nebinin velayeti dahi olsa, nübüvvetin velayetten çok daha faziletli
ve üstün olduğunu bu fakir bazı risale ve mektuplarında yazıp anlattı.
Görmüş olmanız ümit edilir. Doğru olan budur. Kim bunun hilafını
söylerse, yukarıda anlatıldığı gibi nübüvvet makamının kemâlâtından
cahil olup bilmediğinden söyler.

157

Bilinen bir geçektir ki; evliya silsileleri arasında
Nakşibendi’ye silsilesi, Sıddık radıyallahü anhüya, müntesip ve
bağlıdır. Dolayısıyla sahiv ve ayık hali, uyanık ve manevî
sarhoşluktan uzak şuurlu hal ve durum onlarda daha çoktur. Bu
sebeple onların daveti daha tamamdır. Sıddık radıyallahü anhın
kemâlâtı onlarda daha çok ve daha ziyade ortaya çıkar. Onların
nisbetleri bizzarure diğer silsilelerin nisbetlerinin üstünde olur.
Onlardan başkası onların kemâlâtından ne anlayabilir? Onların
muamelelerinin hakikatinden ne his edebilirler? Ben bütün
Nakşibendi şeyhleri, bu hususta ve muamelede müsavidir demem.
Nasıl denilebilinir ki? Bu anlatılan sıfat üzere, binler arasından bir
kişi bulunsa ganimet kabul edilir.
Velayeti en kâmil manada olması vaad edilen ve geleceğine
söz verilen Mehdî’nin, bu nisbet ve tarikatı aliyye üzere olacağını, bu
silsilei aliyyeyi ikmal edeceğini ve tamamlayacağını zannediyorum.
Çünkü bütün velayetlerin nisbetleri, bu nisbeti aliyyenin altında ve
aşağısındadır. Zira nübüvvet mertebelerinin kemâlâtından diğer
velayetlerin nasipleri azdır. Yukarda anlatıldığı gibi, Sıddık-ı Ekber’e
intisabı sebebiyle, bu velayet için çok bol ve bereketli nasip vardır.
Şiir;
Ey dost bu iki yol arasında çok fark vardır.
Ey kardeş; İmam-ı Ali kerremellahü vechehü, velayet-i
Muhammedînin ağırlığının hamili ve taşıyıcısı olunca; evliyaî
uzletten olanların, velayet kemâlâtı tarafı kendilerinde galip
olanların, aktap, evtad ve Abdal makamlarının terbiyesi Hazret-i
Ali’nin imdat ve yardımına bırakılmıştır.
(Kutb-u-lmedar) denilen (kutb-ul-aktabın)ın başı ve reisi,
Hazret-i Ali’nin tahtı kademinde olup onun emri altındadır. Onun
emirlerini icra eder. Onun koruması ve himayesi ile mühim işleri
yapar. İdari işleri onunla uhdesinden çıkarır. Fatıma validemiz ve
oğulları Hasan ve Hüseyin radıyallahü anhüm, bu makamda Ali
kerremellahü vechehü ye ortaktırlar. Sen bilesin ki; Nebi aleyhi ve
aleyhimussalatü vesselamın ashabının hepsi büyük ve azametlidirler.
Onların hepsini tazim ve hürmetle anmak lazımdır.
Hatibinin Enes bin Malik’ten rivayetine göre, Resulullah
sallallahü aleyhi vesellem şöyle buyurdu; “Allah Teâlâ beni seçti.

158

Benim için ashabımı da seçti, Onlardan benim için akraba, Ensar ve
yardımcılar seçti, Onlar hakkında benim hukukuma riayet edeni
Allah muhafaza etsin. Onlar hakkında kim bana eziyet ederse, Allah
da onlara eziyet etsin.”
Taberâninin ibn-i Abbas radıyallahü anhümadan rivayetinde,
Resulullah sallallahü aleyhi vesellem şöyle buyurdu; “Kim ashabıma
söverse, Allah’ın, Meleklerin, bütün insanların laneti onun üzerine
olsun.”
İbni Adî’nin, Hazret-i Aişe radıyallahü anhümaden
rivayetinde, Resulullah sallallahü aleyhi vesellem şöyle buyurdu;
Ümmetimin en şerlileri, en kötüleri ashabıma karşı en cür’etkar
olanlarıdır. Onların arasında vuku bulan muharebeleri ve nizaları iyi
ve güzel düşüncelere hamletmek, iyiye yorumlamak lazımdır. Onları
hevâdan ve nefslerine tabi olmak gibi düşüncelerden ve taassuptan
uzak kılmak lazımdır. Zira onların arasındaki ihtilaflar, hevâdan ve
hevesten olmayıp içtihat ve te’vile, ayet ve hadisleri farklı
yorumlamaya dayanmaktadır. Ehl-i sünnet âlimleri de böyle
söylemiştir.
Lakin bilinmesi lazımdır ki; İmam-ı Ali radıyallahü anhın
muhalifleri, hata üzere idiler. Hak ve doğru Hazret-i Ali tarafındadır.
Ancak bu hata ictihadi bir hata olunca, bu ictihadi hatanın sahibi
kötülenmez. O levm edilmekten ve kötülenmekten uzak olur. O
Muaheze olunmaz. Mevakıf kitabının şarihi Âmedî’den şöyle nakil
etti. Cemel ve Sıffin vak’aları, içtihat yolu üzere vuku buldu. Temhid
kitabında şeyh Ebu Şekur es-Salimî de, Ehl-i sünnet vel-cemaat,
Muaviye sahabeden bir grup ile beraber, hata üzere oldular. Onların
hataları ictihadi bir hata idi diye açıkladı. Savaik kitabında ibni Hacer
de, Muaviye’nin Ali radıyallahü anhümaya niza ve muhalefeti içtihat
yolu üzerinedir deyip bu sözü Ehl-i sünnetin itikadından kıldı.
Mevakıf şarihinin, Ashabımızdan birçoğu bunu ictihadi bir mesele
olduğuna zahip olmadılar, sözündeki ashaptan muradı, hangi taifedir.
Zira Ehl-i sünnet yukarıda anlatıldığı gibi onun dediğinin hilafına
hüküm veriyorlar.
İmam-ı Gazâlî’nin, kadı Ebu Bekrin ve diğerlerinin açıkladığı
gibi, o topluluğun kitapları ictihadi hatalarla doludur. İmam-ı Ali’nin
muhaliflerini fasıklık ve sapıklık ile suçlamak caiz olmaz. Kadı İyaz

159

Şifa isimli kitabında, Malik radıyallahü anhın; Kim Nebi
aleyhisselamın ashabından birisine, Ebu Bekir, Ömer, Osman veya
Muaviye veya Amr bin As (radıyallahü anhüm ecmaine) söverse,
eğer bunlar dalalet, sapıklık ve küfür üzere idiler derse, öldürülür.
Bunun haricinde insanların birbirlerine sövdükleri gibi onlardan
birisine söverse, şiddetli bir şekilde azarlanır. Rafızîlerin azgınlarının
dediği gibi, Hazret-i Ali’nin muhalifleri ve muharipleri kâfir
olmazlar. Bazılarının dediği gibi fasık da olmazlar. Mevakıf
şarihinin; arkadaşların ve ashabın çoğu demekle ne demek istiyor?
Hâlbuki sahabeden Hazret-i Aişe-i Sıddıka, Talha, Zübeyir,
bunlardan Talha ve Zübeyir, on üç bin kişi ile beraber, daha Muaviye
ortaya çıkmadan Cemel vak’asında öldürüldüler. Onları sapıklık ve
dalalet ile ve fasıklık ile suçlamak hiçbir Müslümanın cür’et ve
cesaret edemeyeceği şeylerdendir. Buna ancak kalbinde manevî
hastalık olan ve içi kirli olanlar cür’et eder. Bazı fukahanın
ibarelerinde, Hazret-i Muaviye hakkında cevir ve zulüm yaptığına
dair geçen Muaviye zalim bir imamdı, ibareleri ile muratları, Hazret-i
Ali’nin halifeliği zamanında, halifeliği haketmedi demektir. Yoksa
neticesi fasıklık, dalalet ve sapıklık olan bir cevir ve zulüm değildir.
Ehl-i sünnetin görüşüne muvafık olan görüş budur. Bununla beraber,
düzgün bir istikamet sahibi olanlar, maksadın hilafını düşündüren
sözlerden, kaçınırlar. Bunun üzerine, hatayla, sözünün üzerine bir
söz ziyade etmek ve söylemek caiz olmaz. Böyle bir söz söylemek
nasıl caiz olabilir? Savaik kitabında da anlatıldığı gibi, Hazret-i
Muaviye’nin hem hukukullahta hem de Müslümanlar ile alakalı
haklarda adaletle hareket ettiği doğrulandı.
Abdurrahman Camî (kuddise sirruhu), hata kelimesi üzerine
münker kelimesini ziyade etmiştir. Yani cumhur ulemasının üzerine
bir şey eklemiştir. Ki, kim ve ne zaman hata sözü ve kelimesi üzerine
bir şey eklerse o hata olur. Camî’nin bundan sonra, eğer lanete
müstahak ise diye devam eden ibareleri de yukardaki gibi münasip
ve uygun değildir. Bunda tereddüt edecek yer neresi? Bunda
karışıklık nerede?
Bu sözü Yezit hakkında söylese idi, bunda cevaz olabilirdi.
Amma bu sözü Hazret-i Muaviye hakkında söylemek gerçekten
çirkindir. Sağlam ve güvenilir senetlerle, Nebevi hadislerde şöyle

160

anlatıldı. Nebi sallallahü aleyhi vesellem, Hazret-i Muaviye’ye,
Allah’ım ona kitabı ve hesabı öğret. Onu azâbından koru diye dua
etti. Başka bir duasında da, Allah’ım onu hem hidayette kıl hem de
hidayete çağıran kıl diye dua etti. Nebi aleyhisselamın duası ise
makbuldür. Zâhir olan durum şudur; bu sözler Mevlana Camî’den
sehiv ve nisyan ile unutarak ve hata ile sadır olmuştur. Aynı zamanda
yazdığı o beyitlerde her hangi birinin isimini de açıklamadı. Hatta
başka bir sahabi ifadesini kullandı ki bu da aynı şekilde çirkin ve
kötü bir ifadedir.
Rabbimiz unutursak veya hata edersek bizleri sorumlu
tutma. (Bakara Sûresi,2/ 286. Ayet)
İmam-ı Şa’bi’nin Hazret-i Muaviye’yi fasıklığın da üzerine
çıkararak, mübalağalı ve abartılı olarak zem ettiği söylenen o sözler,
sübut mertebesine ulaşmış değildir. İmam-ı Azam onun talebesidir.
Şayet Şa’bi böyle bir söz söylemiş olsa idi o sözü nakletmeye İmam-ı
Azam daha layıktı.
Teba-i tabiinden ve İmam-ı Şatıbî’nin muasırı olan İmam-ı
Malik hazretleri, Hazret-i Muaviye ve Amr bin As’a söven
kimselerin öldürülmesine hüküm vermiştir. Şayet sövmeye müstahak
ise söven kimsenin öldürülmesine niçin hüküm verdi? Bundan
anlaşılıyor ki Hazret-i Muaviye’ye sövmenin günahı kebairden,
büyük günahlardan olduğuna itikat ediyor. Onun için söven kimsenin
katline fetva veriyor. Aynı şekilde Hazret-i Muaviye’ye sövmeyi
Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer’e ve Hazret-i Osman’a sövmek
gibi, kabul ediyor. Şu halde Hazret-i Muaviye sövülmeye ve
kötülenmeye müstahak olmaz.
Ey kardeş; bu hususta Hazret-i Muaviye tek başına değildi.
Hatta Ashab-ı Kiramın tahminen yarısı onunla beraberdi. Şayet
Hazret-i Ali ile harp edenler, kâfir veya fasık olsalardı, onların
sebebiyle bizlere tebliğ edilen dinin yarısından itimat gitmiş olurdu.
Böyle bir şeyi ancak, maksadı dini yok etmek isteyen bir zındık caiz
görebilir.
Ey kardeş; bu fitnenin çıkması ve yayılmasındaki sebep,
Hazret-i Osman radıyallahü anhünün öldürülmesi ve katillerden kısas
istenmesidir. Evvela Talha ve Zübeyir radıyallahü anhüma kısasın
gecikmesi sebebiyle Medine’den çıktılar. Bu hususta Hazret-i Aişe-i

161

Sıddıka onlara muvafakat etti. Sahabeden onüç bin kişinin
öldürüldüğü Cemel harbi vuku buldu. Aşere-i mübeşşerden olan
Talha ve Zübeyir radıyallahü anhüma bu Cemel muharebesinde şehit
oldular. Sonra onlar ile beraber hareket eden Hazret-i Muaviye
Şam’dan çıktı, Sıffin muharebesi vuku buldu. İmam-ı Gazâlî
hazretleri bu münazaa ve harbin hilafet meselesi için olmadığını
bilakis Hazret-i Ali’nin hilafetinin başında, kısas istemek için
olduğunu açıkça anlattı. İbni Hacer, bu sözü Ehl-i sünnetin
itikatlarından saydı.
Hanefi âlimlerinin büyüklerinden olan Şeyh Ebu Şekür es-
Salimî Hazret-i Muaviye’nin Hazret-i Ali’ye karşı münazaa ve
muharebesi hilafet meselesindedir. Zira Nebi aleyhisselam Hazret-i
Muaviye’ye melik olduğun zaman insanlara rıfk ile muamele et
buyurmuştu. Bu sözden dolayı Hazret-i Muaviye hilafete tamah etti.
Lakin bu içtihadında hatalı olup, Hazret-i Ali haklı idi. Çünkü vakit
Hazret-i Alinin hilafet vakti idi demiştir.
İmam-ı Gazâlî ile Şeyh Ebu Şekür’un bu iki sözünün arasını
birleştirmek, şöyle olur. Münazaanın başlangıcının ilk başta kısasın
geciktirilmesinde olması, sonrada hilafete istekli olması mümkündür.
Her iki içtihat da yerinde ve mahallinde vuku bulmuş olup hata eden
müçtehit için sevaptan bir derece, isabet eden müçtehit için sevaptan
iki derece hatta on derece vardır.
Ey kardeş; bu hususta en salim yol, Nebi sallallahü aleyhi
vesellemin ashabı arasında geçen hadiselerde sükût etmek ve
aralarında geçen münazaaları anlatmaktan kaçınmaktır.
Nebi sallallahü aleyhi vesellem şöyle buyurdu; “Ashabımın
arasında geçen meselelerden sakının.” Yine Nebi aleyhisselam şöyle
buyurdu; “Ashabım yâd olunduğu zaman dilinizi tutunuz.” Yine
aleyhisselam şöyle buyurdu; “Ashabım hakkında Allah’tan
korkunuz. Onları hedef yapmayınız.” Yani ashabım hakkında
Allah’tan korkunuz kendinizi sakınınız. Onları kötülemek ve onları
incitmek için onları hedef yapmayınız.
İmam-ı Şafii hazretlerinin; o öyle bir kandır ki, Allah Teâlâ
bizim ellerimizi o kandan temiz tuttu. Biz de ondan dillerimizi temiz
tutalım dediğini, Ömer bin Abdülaziz nakletmiştir. Bu ibareden ve
sözden anlaşılıyor ki, onların hatalarını dillendirmek ve onları

162

hayırdan başka bir şeyle anmak uygun ve layık değildir. Fasıklar
zümresinden olup saadetten uzak olan Yezid’e lanet etmemek, Ehl-i
sünnet indinde karara varılmış, asıl meseleye binaendir. Zira Ehl-i
sünnete göre kâfir de olsa, muayyen bir şahsa lanet etmek caiz
değildir. Ancak Ebuleheb ve karısı gibi kesin olarak küfür üzere
öldüğü bilinirse lanet okunur. Bu lanete müstahak olmadığı manasına
gelmez.
Şu ayeti kerime buna delildir; Şüphesiz Allah ve Resulünü
incitenlere dünya ve ahirette, Allah lanet etmiştir. Onlar için
aşağılayıcı bir azâb hazırlamıştır. (Ahzab Sûresi,33/ 57. Ayet)
Sen bilesin ki; bu zamanda insanların ekserisi, imamet bahsi
ile meşgul oluyorlar. Hilafet meselesini ve sahabe arasındaki
münazaaları daima göz önünde tutup, Rafızilerin cahillerini ve bid’at
ehlinin mürtedlerini taklit ederek Ashab-ı Kiramı hayır ile yâd etmez
oldular. Ve Ashab-ı Kirama uygun ve münasip olmayan şeyler isnat
ediyorlar. Durum böyle olunca, bizzarure bildiğim hususlardan bir
nebze yazdım ve dostlara gönderdim.
Aleyhissalatu vesselam şöyle buyurdu; “Fitneler veya
bid’atler ortaya çıktığı ve ashabıma sövüldüğü zaman, âlim ilmini
izhar etsin. Kim bunu yapmazsa, Allah’ın, meleklerin ve bütün
insanların laneti onun üzerine olsun. Allah Teâlâ onun farzlarını da,
nafilelerini de kabul etmez.”(ibn-i Hacer El-Mekki Fis-savaik)
Lakin Allah sübhanehüye hamd ve şükür olsun ki; vaktin
sultanı kendisini Hanefiyyülmezhep ve Ehl-i sünnet vel-cematten
sayıyor. Aksi takdirde, cidden Müslümanların işleri zor olacak. Layık
olacağı şekilde bu büyük nimetin şükrünü edâ etmek lazımdır. İtikadî
meseleleri Ehl-i sünnet itikadına göre yapmalıdır. Zeyd ile Amr’ın,
şunun bunun dediklerini dinlememelidir. Yalan hurafelere
bağlanmak, ömrü zâyi’ etmektir. Necat ve kurtuş ümidinin hâsıl
olması için, Firkâ-i Nâciye’yi taklit etmek zaruridir. Firkâ-i
Naciye’ye tabi olmadan yapılan işler, keven dikenini sıyırmak gibi
boş iştir.
Selam sizlerin, hidayete tabi olanların ve Mustafa
aleyhissalatu vesselama tabi olmaya devan edenlerin üzerlerine
olsun.

163
1. CİLT
270. MEKTUP

Şeyh Nur Muhammed’e;
Bazı sohbetleri uzlete tercih etmeyi beyan hakkında yazılmıştır.
Allah Teâlâ’ya hamd olsun.
Allah subhanehünün seçtiği kullarına selam olsun.
Kardeşim Nur Muhammed bir selam ve bir kelâm ile
hatırlamayacak kadar, uzakta ayrı kalmışları unuttu. Siz uzlet ve
inzivayı, insanlardan ayrı kalmayı ve köşeye çekilmeyi istiyordunuz.
Bu sizlere müyesser ve nasip oldu. Lakin bazı sohbetler, uzlete ve
inzivaya tercih edilip üstün tutulur.
Bu hususta Veys’el-Karani hazretlerinin ölçü alınması kâfidir.
Öyle ki; o uzleti tercih etti. Hayr’ül-beşer aleyhi ve ala alissalatü
vesselamın sohbetine nail ve mazhar olamadı. Sohbetin kemâlâtından
bir nasip bulamadı. Tabiinden oldu. Hayır derecelerinin
birincisinden, Ashab-ı Kiramdan olamadı. Sahabi derecesinden,
ikinci derecede, tabîîn derecesinde kaldı. Allah subhanehünün inayet
ve yardımıyla, sohbetin her gününde başka bir tarz ve haz vardır.
Aleyhissalatu vesselam; iki günü eşit ve müsavi olan
aldanmıştır buyurdu. Selam sizlerin ve diğer hidayete tabi olanların
ve Mustafa aleyhi ve ala alissalatü vesselama tabi olmaya devam
edenlerin üzerlerine olsun.

164

SÜNNETLERİN İHYASI HAKKINDA

MEKTUPLAR
1. CİLT
255. MEKTUP

Molla Tahir Lahori’ye;
Sünnet-i seniyyeyi ihya,
Bid’atı gayrimerziyyeyi kaldırmaya teşvik hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehüye hamd olsun.
Seçtiği kullarına selam olsun.
Hafız Bahaeddin ile beraber gönderdiğiniz şerefli
mektubunuz ulaştı. Çok sevinmemize vesile oldu. Samimi ve ihlaslı
dostların bütün himmet ve gayretleriyle, Mustafa sallallahü aleyhi
vesellemin sünnetlerinden bir sünneti ihya edip hayata geçirmek ve
canlandırmak için teveccüh edip yönelmeleri, onların hep beraber,
Allah subhanehünün razı olmadığı bid’atlerden bir Bid’atı tamamıyla
kaldırmayı murat etmeleri, ne güzel bir nimettir.
Zira sünnet ile bid’at ın her biri diğerinin zıttıdır. Bunlardan
birisinin mevcudiyeti diğerinin yok olmasını icap eder. Bunlardan
birisini ihya etmek diğerini öldürür. Sünneti ihya etmek, Bid’atı
öldürmeyi icap eder. Aksi de öyledir. Bid’atı ihya etmekte sünneti
öldürür. Durum böyle olunca, sünneti kaldıran, Bid’atı nasıl olur da
hasene (güzel) diye isimlendirmek doğru olur? Ancak burada nisbî
bir güzellik murat edilirse olabilir, Bid’atte mutlak güzellik olamaz.
Çünkü bütün sünnetler, Hakk subhanehünün razı olduğu amellerdir.
Sünnetlerin zıtları olan bid’atler ise Şeytanın razı olduğu amellerdir.
Bu söz bu gün, bid’atlerin yaygınlaşması sebebiyle
birçoklarına ağır gelse de ancak yarın, biz mi yoksa onlar mı
hidayettedir, onlar göreceklerdir.
Şöyle rivayet olundu; geleceği vaad olunan Mehdî
aleyhisselam saltanatı günlerinde, dini yayıp kabul ettirmeyi, sünneti
ihya edip hayata geçirmeyi murat ettiği zaman, bid’atlerle amel
etmeyi adet edinmiş, bid’at- ı hasene ve güzel zan edip dine eklemiş
olan, Medine’nin âlimi, taaccüp ve hayretle, bu adam dinimizi
ortadan kaldırmak ve yok etmek istiyor diyecektir. Mehdî

165

aleyhisselam onun öldürülmesini emir edecek, güzel olarak inandığı
şeylerin kötü olduğunu ona göstecektir.
Bu nimet, Allah subhanehünün bir lütfu ve fazlıdır. Onu
dileyen insanlara ve dilediği insanlara verir.
Allah sübhanehü, azim ve büyük lütfun ve fazlın
sahibidir. (Cum’a Sûresi,62/ 4. Ayet)
Allah Teâlâ’nın selâmı sizlerin ve diğer hidayete tabi
olanların üzerine olsun. Bu fakire unutkanlık galip geldi. Öyle ki şu
an mektubunuzu kime havale ettiğimi bilemiyorum. Sorduklarının
cevabını yazacaktım. Müsamaha etmeniz umulur.
Şeyh Meyan Ahmed el Garmelî mühibbandandır. Civarınızda
bulunuyor. Onun hakkında iltifata ve teveccühe riayet etmeniz uygun
olur.

1. CİLT
70. MEKTUP

Hanlar hanına;
-Derli toplu olmanın Allah Teâlâ’ya yakın olmaya sebep
olduğunu,
-Dağınık olmanın da Allah Teâlâ’dan uzak olmaya sebep
olduğunu,
-Ehl-i sünnete tabi olmanın lüzumlu olduğunu beyan
hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehü, sizi şeriat-ı Mustafaviyye caddesinde sabit
ve daim kılsın, Şeriatın sahibine salatü selam olsun. Âmin diyen
kuluna da rahmet etsin.
Sen bil ki; insanın derli toplu olması, Allah sübhanehüye
yakın olmasına, mükerrem olmasına, faziletli olmasına sebeptir.
İnsanın dağınık olması da, Allah sübhanehüden uzaklaşmasına, Cahil
kalmasına, sapıtmasına sebeptir. İnsanın derli toplu olması, tam
manasıyla ayna olmasına, esma ve sıfatların hepsinin, hatta zatî
tecellilerin ortaya çıkması için kabiliyetli olmasına bağlıdır.
“Beni, arzım ve semavatım, yarattığım yerler ve gökler, ihata
edemez, lakin ben mü’min kulumun kalbine sığarım.” mealindeki,
Hadis-i Kutsi’de bu manaya işaret vardır.

166

İnsanın, Allah sübhanehüden uzaklaşmasının sebebi, âlemin
her cüz’üne muhtaç olması sebebiyledir. İnsan için, âlemde yaratılan
her şeye ihtiyaç vardır. Allah Teâlâ; Yerde her ne var ise sizin için
yarattı. Buyuruyor. (Bakara Sûresi,2/29. Ayet)
Bu ihtiyaç sebebiyle, insanın her şey ile alâkası vardır. İşte bu
alâka, insanın Allah sübhanehüden uzaklaşmasına ve sapıtmasına
sebeptir. İnsan hem mevcudatın en şereflisi ve üstünüdür. Hem de
kâinatın en şerlisi ve kötüsüdür. Çünkü âlemlerin Rabbi olan Allah
subhanehünün, Habibi Muhammed sallallahü aleyhi vesellem
insandır. Yerlerin ve göklerin Rabbi olan Allah subhanehünün,
düşmanı Ebu Cehil de bir insandır. Muhtelif alâkaların tamamından,
necat ve kurtulma nasip ve müyesser olmadıkça, her türlü noksan ve
eksikten münezzeh, olan Allah sübhanehü ila alâka oluşmadıkça,
şüphesiz bunu elde etmek cidden müşkildir. Lakin bir şeyin tamamı
idrak edilmiyor diye, tamamen de terk edilip bırakılmaz, darbı meseli
icabınca, şu kısa ömürde amelleri, muameleleri, Ehl-i sünnete
muvafık ve uygun yapmaya, hayatı ona göre yaşamaya, Şeriatın
sahibi aleyhissalatu vesselama tabi olmaya devam etmelidir. Çünkü
ahiret azâbından kurtuluş ve ebedî nimetlere kavuşmak, bu tebaiyet
saadetine bağlıdır. Öyle ise, üreyen, çoğalan ve otlayan mallardan,
hakkıyla zekâtı edâ etmek lazımdır. Zekât vermeyi dünya
mallarından kalbî alâkayı kesmeye, vesile kılmak icap eder. Lezzetli
yemekler yemekte, nefis ve güzel elbiseler giymekte, nefsin haz ve
zevk alması düşünülmemelidir. Yeme ve içmede, ibadetleri edâ
edebilmek için, güç ve kuvvet elde etmenin ötesinde, başka bir şeye
niyet etmemelidir. Güzel elbiseler giymekte de, Allah Teâlâ’nın; Her
mescide gidişinizde ve namazlarda ziynetlerinizi, güzel
elbiselerinizi giyinerek gidiniz. (Araf Sûresi,7/31. Ayet) mealindeki
Ayet-i Kerimeye uyarak, ziynetlenmeye niyet etmeli, bunlara başka
bir niyet karıştırmamalıdır.
Şayet bu niyet kolay ve mümkün olmazsa, -Siz
ağlayamıyorsanız ağlar gibi yapınız.- mealindeki Hadis-i Şerife
binaen, bu uygun ve doğru niyeti oluşturmak için zorlanmalı, zorla
oluşturmaya gayret etmelidir. Bu tekellüften kurtulmak ve hakiki
niyeti oluşturmak için, daima Allah Teâlâ’ya iltica ve tazarru
etmelidir.

167

Şiir;
Bir damladan inci yaratan Allah subhanehünün,
Damlayan gözyaşlarımı kabul etmesini umarım.
Bütün işlerde, azimeti tercih eden, ruhsattan sakınan
mütedeyyin âlimlerin fetvalarının icabına göre amel etmelidir. Bunun
ebedi kurtuluşun vesilesi olduğuna inanmalıdır.
İbadetiniz olmasa, rabbinizin yanında ne değeriniz olur?
Amma siz gerçekten yalanladınız. Bu yüzden azâb yakanıza
yapışacaktır. (Furkan Sûresi,25/ 77. Ayet)
1. CİLT
80. MEKTUP
Mirza Fehullah Hâkim’e;
Yetmiş üç fırka arasındaki Fırkâ-i Nâciye’nin Ehl-i sünnet
vel-cemaat fırkası olduğunu,
Bid’at fırkalarına meyil ve iltifat edip onlar ile ihtilat ve
muhabbet edilmemesini beyan hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehü, bize ve size şeriat-ı Mustafaviyye caddesi
üzerinde istikamet üzere olmamızı nasip etsin. Şeriatın sahibine
salatü selam ve tahiyyat olsun.
Asıl iş budur. Geri kalan boştur.
Yetmiş üç fırkadan her bir fırka, kendilerinin şeriata tabi
olduklarını iddia edip kurtuluşa ereceklerine kesin olarak inanıyorlar.
“Her hizip ve topluluk yanlarında olan şeyler ile sevinirler.”
Mealindeki (Rum Sûresi,30/ 32. Ayet), bunların halini tasdik eden
bir delilidir.
Amma; bu müteaddit fırkaların arasında, Fırkâ-i Nâciye’yi
anlatan delil; Nebi aleyhisselamın; “Onlar, benim ve ashabımın
yolunda olanlardır.” Mealindeki Hadis-i Şeriftir. Bu Hadis-i Şerifte,
Şeriatın sahibi Nebi aleyhisselamın zikir edilmesi yeterli iken,
Ashab-ı Kiramın da zikredilmesi, kesinlikle benim yolum ashabımın
yoludur. Kurtuluş yolu sadece ashabımın yoluna tabi olmaya
bağlıdır. Anlamını, ilan etmek içindir.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor; Kim o Resule itaat ederse
kesinlikle Allah’a itaat etmiş olur. (Nisa Sûresi 40/80. Ayet)

168

Dolayısıyla Resule itaat Allah Teâlâ’ya itaatin aynısıdır.
Resulüllah sallallahü aleyhi veselleme muhalefet etmekte aynen,
Allah Teâlâ’ya muhalefet ve isyan etmektir.
Allah sübhanehü; Resulüllaha itaat etmeden Allah
sübhanehüye itaat ettiklerini zanneden bir topluluğun halinden haber
vererek ve onların küfrüne hüküm ederek şöyle buyuruyor; Onlar
Allah ile Resullerinin arasını ayırmak istiyorlar. Biz bazısına
imân ederiz bazısına da küfür ederiz diyorlar. İkisinin arasında
bir yol tutmak istiyorlar. (Nisa Sûresi,4/ 150. Ayet)
Ashab-ı Kiram (rıdvanullahi aleyhim ecmain) hazretlerinin
yoluna tabi olmadan, Nebi sallallahü aleyhi vesellemin yoluna tabi
olma davası batıl bir davadır. Hatta böyle bir dava hakikatte aynen
Resulullah aleyhissalatu vesselama bir isyandır.
Böyle bir yolda kurtuluş ümit etmek için sebep nerede?
Onlar kendilerini bir şey üzerinde zannediyorlar, iyi bilin ki
onlar yalancıdırlar. Mealindeki (Mücadele Sûresi 58/18. Ayeti
kerime) onların haline uygundur.
Hiçbir şüphe yok ki; Nebi aleyhissalatu vesselamın ashabına
tabi olmayı lüzumlu gören fırka, Ehl-i sünnet vel-cemaattır. Allah
sübhanehü onların gayretlerini kabul etsin. Onlar Fırkâ-i Nâciyedir.
Ashab-ı Kirama sataşan, onları ayıplayan ve kınayan, Şia ve hariciler
gibi fırkalar, Ashab-ı Kirama tabi olmaktan mahrumdurlar. Mutezile;
Ehl-i sünnete uymayan bir yol ve mezhep olup reisleri Vasıl bin
Ata’dır. İlk zamanlar Hasan-ı Basri hazretlerinin ashabından idi.
Sonra iman ile küfür arasında bir –menzile- bir yer olduğunu söyledi
ve Hasan-ı Basri’nin meclisinden ayrıldı. Hasan-ı Basri hazretleri
onun için, bizden itizal etti ayrıldı buyurdu, ayrılanlar manasına,
adları mutezile oldu.
Diğer fırkalar da buna benzerler. Ashab-ı Kiram’ı incitmek,
kınamak, ayıplamak hakikatte Resulullah sallallahü aleyhi vesellemi
incitmek ve kınamak demektir. Ashab-ı Kirama hürmet ve tazim
etmeyen, Resulullah sallallahü aleyhi veselleme imân etmiş olmaz.
Ashab-ı kiramı kötülemek ve ayıplamak, netice olarak Resulullah
aleyhisselama varır, ona dayanır. -Bu kötü itikattan Allah Teâlâ’ya
sığınırız- Kur’ân-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler yoluyla bize ulaşan,
şer’i hükümlerin hepsi, ancak Ashab-ı Kiram vasıtasıyla ulaştı.

169

Ashab-ı Kiram aleyhimürrıdvan ayıplanıp kınanırlarsa onların
bize ulaştırdıkları Kur’ân-ı Kerim başta olmak üzere bütün haberler
ve şer’i hükümler de ayıplanmış ve kınanmış olur. Bu hükümleri
nakletmek, ashabın bazılarına mahsus değildir. Ashab-ı Kiramın
hepsi adalette, doğrulukta, tebliğde müsavidirler. Onlardan birisini,
hangisi olursa olsun, kınamak ve ayıplamak, dini kınamak ve
ayıplamak demektir. Bu gibi düşüncelerden, Allah sübhanehüye
sığınırız.
Ashab-ı Kiram’ı kınayan ve ayıplayanlar, biz onlara tabi
oluyoruz, lakin mütabaatın tahakkuk etmesi için hepsine tabi olmak
lazım gelmez. Onların görüşleri ve mezhepleri ayrı olduğundan bu
mümkün olmaz derlerse, biz onlara şöyle cevap veririz. Ashabın
bazısına tabi olmak, ancak diğerlerini inkâr söz konusu olmazsa
fayda verir. Bazılarını inkâr etmek mevcut olduğu zaman, diğerlerine
de mütabaat tahakkuk etmez, diğerlerine de tabi olmuş sayılmaz.
Ali kerremellahü veçhehu; Üç halifeye de hürmet ve tazim
ediyordu. (Rıdvanullahi aleyhim ecmain.) Ve onlara uymanın layık
olduğunu bilerek, onlara biat etti. Onları inkâr ederek, onları kötü
görerek, onlara tabi oldu demek, mahza bir iftira, sırf bir iddiadır.
Hatta onları inkâr etmek, onları kötü görmek, hakikatte Seyyidimiz
Ali kerremellahü vechehüyü inkâr etmek ve onu kötü görmektir.
Hazret-i Ali’nin açık sözlerini ve fiillerini ret etmektir. Ve son derece
akıllı ve cesur olan Allah’ın aslanı hakkında, korkma ihtimalini caiz
görmektir. Sahîh ve sağlam bir akıl; Allahın aslanı Hazret-i Ali’nin,
otuz seneye yakın bir zaman müddetince üç halifeye karşı olan
buğzunu gizleyip hilafını izhar ettiğini, nifak üzere onlarla sohbet
ettiğini asla hiçbir kimse caiz görmez. Böyle bir nifak, ehli İslâm’ın
en aşağıdaki bir ferdinden dahi düşünülmez. Şu halde, bu işin
çirkinliği hakkında iyi düşünmek lazımdır. Çünkü böyle düşünmek
Allah’ın aslanı Ali kerremellahü veçhehüye büyük bir zayıflık,
güçsüzlük ve çirkin bir hilenin nisbet edilmesini icap eder. Biz farzı
muhal, Allah’ın aslanı Hazret-i Ali’nin korktuğunu caiz görsek,
Resulüllah sallallahü aleyhi vesellemin, bidayetten nihayete kadar, üç
halifeye tazim etmesine ve saygı göstermesine ne diyecekler?
Kesinlikle bu hususta takiyye caiz değildir. Çünkü peygambere, hak

170

ve doğru ne ise onu tebliğ etmek vaciptir. Bu hususta takiyyeyi caiz
görmek, işi zındıklığa kadar götürür.
Allah sübhanehü şöyle buyurdu; Ey Nebiyyi Zişan,
Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer tebliğ etmezsen sen
Risalet vazifesini yapmamış olursun. (Maide Sûresi, 5/67. Ayet)
Kâfirler şöyle demişlerdi; Muhammed kendisine gelen
vahiyden işine geleni anlatıyor işine gelmeyeni gizliyor. Kesin olan
bir husustur ki; Peygamberin bir hata üzerinde ısrar etmesi, caiz
değildir. Çünkü böyle bir durumda şeriatına halel gelir. Peygamber
sallallahü aleyhi vesellemden, üç halifeye tazimin hilafına bir şey
sadır olmadığına göre, onlara saygının hilafına bir şey izhar
etmediğine göre, bilindi ki, Nebi aleyhisselamın üç halifeye tazim
etmesi ve saygı göstermesi, hatadan korunmuş ve zevâlden muhafaza
kılınmıştır.
Biz asıl mevzuya dönelim. Ve onların itirazlarına ve
şüphelerine cevaplarımızı anlatalım.
Biz deriz ki; Dinin -usulünde- temel meselelerinde, Ashab-ı
Kiramın hepsine tabi olmak vaciptir. Çünkü dinin -usulünde- temel
hususlarında Ashab-ı Kiram arasında ihtilaf yoktur. Onların
ihtilafları sadece furuattadır.
Ashabın bazısını kınayıp ayıplayan, hepsine tabi olmaktan
mahrum olur. Ashab-ı Kiram aleyhimürrıdvan; kendi içlerinde ittifak
halindedirler. Ancak bu din büyüklerini inkâr edip kötü görmenin,
kötülük ve uğursuzluğu, onlar ittifak halinde oldukları halde işi
ihtilaf ediyorlarmış durumuna çıkarır. Hatta söyleyen kimsenin inkâr
edilip iyi ve hoş görülmemesi, işi söylenen şeyin inkâr edilmesine,
iyi ve hoş görülmemesine kadar götürür. Aynı şekilde yukarıda da
anlatıldığı gibi, şeriatı bize tebliğ eden ve ulaştıranlar, Ashab-ı
Kiramın hepsi ve tamamıdır. Ashab-ı Kiramın hepsi adil olup her
birerlerinden bize şeriattan bir şey ulaşmıştır. Yine Aynı şekilde,
Kur’ân-ı Kerimi Ashab-ı Kiramın her birerlerinden, birer ayet ve
daha fazlasını alarak topladılar.
Durum böyle olunca, Ashab-ı Kiramın bir kısmını inkâr edip
iyi görmemek, Kur’ân-ı Kerimi tebliğ edenleri inkâr etmek ve iyi
görmemek demektir. Dolayısıyla Ashab-ı Kiramın bir kısmını red ve

171

inkâr eden kimse hakkında, şeriatın tamamı tahakkuk etmiş olmaz.
Böyle bir durumda felâh ve kurtuluş nasıl mümkün olabilir.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor; “Yoksa siz kitabın bazısına
inanıp bazısını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanların
cezası, dünya hayatında rezillikten başka bir şey değildir. Ahiret
gününde de, en şiddetli azâba çarpılacaklardır. Allah
yaptıklarınızdan habersiz değildir”. (Bakara Sûresi,2/ 85. Ayet)
Bununla beraber biz diyoruz ki; Kur’ân-ı Kerimi cem’ edip
toplayan, Osman, hatta Ebu Bekir (sıddık) ve Ömer (faruk)
radıyallahü anhüm ecmain hazretleridir. Ali radıyallahü anhü onu
toplamadı ve cem’ etmedi. O Kur’ânı toplayanların dışında idi. Bu
duruma göre, iyice düşünmek lazımdır. Ashab-ı Kiramın büyüklerini
inkâr etmek, hakikatte, Kur’ân-ı Kerimi inkâr etmeye kadar gider.
Böyle kötü bir akıbetten Allah sübhanehüye sığınırız.
Ehl-i Şianın bir müçtehidine soruldu; sizin zannınıza göre,
Kur’ânı Osman, cem’ etti. Bu Kur’ân hakkında senin itikadın nedir?
Cevabında, onu inkâr etmekte bir maslahat ve faide görmem, Çünkü
Kur’ânı inkâr etmekle, din tamamen kökünden yıkılır. Dedi.
Yine aynı şekilde, aklı başında olan bir kişi, Resulullah
sallallahü aleyhi vesellemin ashabının, Resulullah aleyhisselamın
irtihalinden sonra, bâtıl ve yanlış bir iş üzerinde toplanmalarını caiz
görmez. Üzerinde karar kılınmış kesin olan bir husustur ki;
Resulüllah sallallahü aleyhi vesellemin irtihal ettiği gün, Ashab-ı
Kiram otuz üç bin kadardı. Onların hepsi kendi istek ve tercihleri ile
Sıddiki Ekber radıyallahü anhüye biat ettiler. Resulullah sallallahü
aleyhi vesellemin ashabının, o durumda, dalalet ve yanlış üzerinde
içtima ve ittifak etmeleri muhal cümlesindendir ki, böyle bir şey
düşünülemez. Zira Resulüllah sallallahü aleyhi vesellem benim
ümmetim dalalet ve yanlış üzerinde toplanmaz buyurmuştur.
Bu esnada, ilk başta, Ali kerremellahü vechehünün biatte
gecikmesi, o esnada onu meşverete davet etmediklerindendir. Başka
bir sebepten değildir. Ali radıyallahü anhü kendisi; “Bizim
kızgınlığımız, meşveretten geri kalışımızdandır. Yoksa biz Ebu
Bekrin bizden hayırlı olduğunu biliriz.” Demiştir. O esnada Ashab-ı
Kiramın, Hazret-i Ali radıyallahü anhuyu meşverete davet
etmeyişleri, ortamın ve vaziyetin müsait olmayışı, hem de Nebi

172

aleyhisselamın irtihali gibi büyük bir musibetin ilk sadmesinde,
Ehlibeytin yanında olup onları teselli ile meşgul olması gibi bir
maslahata mebnidir.
Ashab-ı Kiram arasında vaki olan ihtilafların menşei, nefsani
istek ve arzulardan değildir. Çünkü onların nefsleri, nefsi emmâre
olmaktan kurtulup temizlenmiş ve nefsleri nefsi mutmainne
olmuştur. Onların hevâları, istek ve arzuları, şeriata tabi idi. Hatta
onlar, müçtehit oldukları için, hakkı yüceltmek üzere bulunup
onlardan hata eden kimse için dahi, Allah sübhanehü yanında bir
derece, isabet eden kimse için ise, on derece vardır. Şu halde, onlara
eziyet edip kötülemekten dilimizi korumalı, Onlardan her birerlerini,
hayır ile yâd etmelidir.
İmam-ı Şafii rahimehüllah; O, öyle bir kandır ki Allah
sübhanehü o kandan bizim ellerimizi temiz kıldı. Biz de dillerimizi
temiz tutalım, buyurdu. Yine İmam-ı Şafii rahimehüllah; Resulüllah
sallallahü aleyhi vesellemden sonra insanlar aradılar, gök kubbe
altında Ebu Bekir’den hayırlısını bulamadılar, ona biat edip itaat
ettiler buyurdu. İşte bu, Hazret-i Ali’nin -kerremellahü vechehü-
Sıddık-ı Ekber Ebu Bekirin -radıyallahü anhü- halifeliğine razı
olduğuna ve Hazret-i Ali’nin takiyye yapmadığına dair, İmam-ı
Şafi’den açık bir sözdür.
Diğer isteklere gelince; büyüklerin evladından, Şeyh Meyan
Ebulhayrın oğlu Seyyid Meyan, sizin refakatinize geldi. Onun
hakkında iltifat ve yardımlarınız ümit edilir.
Yine; Muhammed Arif, ilim talebesi olup büyüklerin
evladındandır. Babası da âlim idi. Maişet ve geçim konusunda,
yardım istemek için geldi. Ona da teveccüh etmeniz ve ilgi
göstermeniz ümit edilir.
Herkese selam ve ikram olsun.
1. CİLT
237. MEKTUP
Molla Muhammed Talib’e;
-Sünneti seniyyeye tabi olmak,
-Tarikatı aliyyei nakşibendiyeyi medih hakkında yazılmıştır.

173

Allah sübhanehü bizleri, şeriatı Mustafaviyye caddesinde
sabit kılsın. Onun sahibine al ve ashabına salatuselam olsun.
Ey yol gösteren, irşad eden kardeşim; -Nakşibendi yolunun
büyükleri; kaddesellaü esrarehüm. Kesinlikle, sünneti seniyyeye tabi
olmayı lüzumlu ve zaruri gördüler. Azimetle amel etmeyi tercih
ettiler. Sünneti seniyyeye tabi olmakla ve azimeti tercih etmekle
beraber, bir takım manevî haller ve vecdler ile müşerref olurlarsa
bunu büyük bir nimet saydılar. Fakat kendilerine bu manevî haller ve
vecdler verilip sünneti seniyyeye tabi olmakta bir gevşeklik
bulurlarsa, bu halleri kabul etmezler, vecdleri önemsemezler. Sünneti
seniyyeleri yerine getirmekte, kendilerinde gördükleri gevşekliği
perişanlık olarak görürler.
Çünkü Hint Brahmenleri ve Yunan felsefecileri de birçok sûrî
tecellilere ve emsal keşiflere sahip olurlar. Ancak, perişanlıktan,
rüsvaylıktan, dünya ve ahiret saadetinden mahrum olmaktan ve
sıkıntıdan başka, ellerine geçen bir faide ve menfaat yoktur.
Bu kardeşimiz, Allah subhanehünün lütfu ve fazlı ile bu
büyüklerin yoluna girdi. Şu halde büyüklerin kemâlâtından, istifade
edebilmesi için, kesinlikle bir tüy kadar dahi olsa onlara muhalefet
etmekten kaçınması, onlara tabi olmayı, lüzumlu ve zorunlu görmesi
lazımdır.
Evvela lazım olan; itikadı Ehl-i sünnet vel-cemaatın,
itikatlarına uygun olarak düzetmektir. Allah sübhanehü onların
adedini çoğaltsın.
İkinci olarak; Fıkıh ilminde anlatılan, farz, vacip, sünnet,
mendüp, helâl, haram, mekruh, şüpheli gibi fıkıh ilimlerini tahsil
edip bu ilimlerin icabına göre amel etmektir.
Üçüncü olarak; nöbet ve sıra tasavvuf ilimlerine ulaşır. Şu iki
cenah, şeriat ve tasavvuf kanatları sahîh ve sağlam olmadıkça, kutsî
âlemlere uçmak muhaldir. Bu iki cenah oluşmaksızın, bir takım
manevî haller ve vecdler, hâsıl olursa, senin manevî helâkinin
onlarda olduğunu bilip onlardan uzaklaşman ve onların
tehlikesinden, Allah sübhanehüye sığınman lazamdır. Esas iş budur.
Gerisi, hayaldir. Elçinin vazifesi ancak tebliğ etmektir.
Şeyh Meyan Davut oraya geldi. Onun sohbetini ganimet bilip
nasihat ettiği veya yol gösterdiği hususlarda, onu dinlemeli ve itaat

174

etmelidir. Zira onun bu yolun müritlerine sohbet etmesi onlara yol ve
siretlerini, layıkı veçh ile öğretmesi çok faidelidir. Mir Numan
vasıtası ile bu yola giren mevcut arkadaşlar da, müşarün ileyh, Şeyh
Meyan Davud’un sohbetini ganimet bilsinler. Onların, toplanıp
oturmalarında, her birerleri birbirlerinde fani olsunlar ki, cem’iyyet,
hâsıl olup işlerde manevî terakki ve yükselme oluşsun. Aynı
zamanda, Mektubat mütalaa ve müzakeresine de devam etmelidir.
Çünkü Mektubat mütalaası manevî cihetten faidelidir.
Ey kişi; ben sana, aranan hazineyi gösterdim.

2. CİLT
19. MEKTUP

Mir Muhibbullah’a;
Sünneti seniyyeye tabi olmaya teşvik,
Allah Teâlâ’nın razı olmadığı bid’aleri irtikâp etmekten
sakınmak hakkında yazılmıştır.
Allah Teâlâ’ya hamdü senâdan, Resulüllaha Salatü selamdan
ve duaları tebliğ ettikten sonra, aziz kardeşim Seyyid Muhibbullah
bilsin ki; bu taraftaki dervişlerin halleri ve konumları hamd olunacak
durumdadır. Allah sübhanehüden bizim isteğimiz, sizin selamet ve
istikamet üzere olmanızdır. Bu müddet zarfında bu taraftaki
dervişlerin hallerine vâkıf ve muttali olmadı. Çünkü mesafenin
uzaklığı mani teşkil eden hususlardandır.
Din nasihattir. Din Seyyidülmürselin aleyhissalatu vesselama
tabi olmaktır. Din sünnetleri yerine getirmektir, Din Allah Teâlâ’nın
razı olmadığı bid’atlerden sakınmaktır. Bid’atler her ne kadar sabah
aydınlığı gibi olsa da onun hakikatte onun ne nuru vardır ne de
ziyası. Bid’atlerde hasta için bir şifa, dertli için bir devâ yoktur. Nasıl
olsun ki, bid’at, ya sünneti kaldırır, ya da sünnet üzerine zait olur. O
zamanda hakikatte sünnetin hükmünü ortadan kaldırmış olur. Çünkü
nas ve delil üzerine bir şeyi ziyade etmek, şeriatta nesih ve şeriatın
hükmünü iptal sayılır. Bid’at sünneti ortadan kaldırdığına ve sünnetin
zıttı olduğuna göre, onda hayır ve güzellik yoktur.
Durum böyle iken, nasıl olur da din tamamlandıktan sonra,
kâmil dinde, bid’at olan şeylere -Bid’atı hasene- güzel bid’at diye

175

isim verdiler. Onlar bilmediler mi ki, bir şey ikmâl edilip
tamamlandıktan sonra, bir şey ihdas etmek güzellikten ayrılmaktır.
Haktan sonra ancak bâtıl vardır.
Şayet bid’atlere hasene diyenler, kâmil dinde sonradan bir
şeyleri ortaya çıkarmanın dinin kâmil olmadığı, İslâm nimetinin
tamam olmadığı manasına geleceğini bilselerdi, buna cür’et
edemezlerdi.
“Rabbimiz unutursak veya hata edersek bizi muaheze
etme.” (Bakara Suresi,2/286)
Size ve yanınızda olanlara selam olsun.
2. CİLT
23. MEKTUP
Mahdumzade Muhammed Abdullah’a;
-İşin aslının sünneti seniyyeye tabi olmak olduğunu,
-Bid’atlerden sakınmak lazım geldiğini,
-Nakşibendi tarikatının diğer tarikatlardan üstün olmasının
şeriatın sahibine tabi olmaktan ve azimetle amel etmekten ileri
geldiğini, beyan hakkında yazılmıştır.
Bismillahirrahmanirrahim.
Allah sübhanehüye hamd olsun,
Seçtiği kullarına selam olsun.
Sen bilesin ki; Aziz evladıma benim yapacağım nasihat;
Evladımın aleyhissalatu vesselamın sünneti seniyyesine tabi olması,
Allah Teâlâ’nın razı olmadığı bid’atlerden içtinap edip sakınmasıdır.
Allah sübhanehü seni ve yanındakileri size yakışmayan şeylerden
korusun. Şu içerisinde bulunduğumuz zamanlarda, İslâma gariplik ve
sahipsizlik çöktü, Müslümanlar garip ve sahipsiz kaldılar. Aynı
şekilde zaman geçtikçe yeryüzünde Allah diyen kimse kalmayıncaya
ve insanların şerlerinden dolayı kıyamet kopuncaya kadar, onların
gurbet ve yalnızlıkları artacaktır. Dünya ve ahiret saadet ve
mutluluğuna nail ve mazhar olan kimse; terk edilip unutulmuş bir
sünneti ihya edip tekrar hayata geçiren, ortaya çıkarılmış, dinde yeri
olmayan bid’atlerden bir bid’atı öldürüp yok eden kimsedir. Şu
içerisinde bulunduğumuz zaman öyle bir zamandır ki, Hayrulbeşer
aleyhissalatu vesselamın gönderilmesinin üzerinden bin sene geçti.

176

Kıyamet alametlerinden ve o vaktin şartlarından bazı emareler ortaya
çıktı. Nübüvvet zamanının uzak olması sebebiyle sünnetler örtülüp
unutuldu. Yalanların yayılması sebebiyle bid’atler büyütülüp
muteber yapıldı. Dolayısıyla sünneti ihya etmeye yardım eden,
bida’tleri yıkan bir avcıya ihtiyaç oldu. Bid’atı revaçta tutmak onu
geçerli kılmak, dini tahrip edip yıkmayı icap eder. Bid’atçıya, söz ve
icraatlarına, tazim, hürmet ve saygı göstermek, İslâmı yıkmaya
sebeptir. Senin işitmiş olman lazımdır; her kim bir bid’at sahibine
hürmet ve saygı gösterirse İslâmı yıkmaya yardım etmiş olur.
( Beyhaki; Şu’abü’l-îmân)
Şu halde maddi ve manevi bütün gücünle, himmet ve
gayretinle istek ve arzu ile sünnetlerden bir sünneti terviç edip
yaymaya onu geçerli kılmaya, bid’atlerden bir bid’atı ortadan
kaldırmaya yönelmen lazımdır. Tüm zamanlarda, bilhassa İslâmın
zayıf düştüğü şu zamanlarda, İslâmın merasimlerini ikame etmek;
Sünneti terviç edip yaymaya, bid’atı tahrip edip yok etmeye bağlıdır.
Sanki öncekiler, bid’atte bir güzellik gördüler, öyle ki bazı bidatleri
“güzel” buldular. Lakin bu fakir bu meselede onlara muvafakat
etmiyor, bid’at ın hiçbir tanesinde bir güzellik görmüyorum. Bid’atte
zulmet ve bulanıklıktan başka bir şey his etmiyorum.
Nebi sallallahü aleyhi vesellem; “Her bid’at dalalet ve
sapıklıktır.” buyurdu.
Ben; İslâmın bu gurbet ve sahipsizliğinden selametini ve
kurtuluşunu, sünnetleri yerine getirmeye bağlı buluyorum. İslâmın
helâkini ve yok olmasını da, hangi bid’at olursa olsun bida’tleri
yerine getirmekte görüyorum. Ben; bida’tleri İslâm binasını yıkan bir
balyoz gibi görüyorum. Ben; sünnetleri de dalalet ve sapıklığın zifiri
karanlığında, kendisi ile doğru yol bulunan aydınlatıcı parlak bir
yıldız gibi buluyorum. Bid’at onların nazarında sabah aydınlığı gibi
açık olsa bile bid’atın güzelliğini dillendirmedikleri için, onları
yerine getirmeye fetva da vermedikleri için, Hakk sübhanehü
zamanın âlimlerini muvaffak kılsın. Çünkü sünnetlerin ötesinde,
şeytanın hak ile bâtılı karıştırmakta büyük bir gücü vardır.
Öyle ki, geçmiş zamanlarda İslâmın kuvveti vardı, bizzarure
bid’atlerin zulmetlerine tahammül edilip taşına biliyordu. O
zamanlarda sanki bazı zulmetler İslâm nurunun şaşasında nuranî

177

zannedildi. Dolayısıyla böyle zannetmek, her ne kadar onun için bir
nuraniyet ve güzellik yok ise de bid’atın güzel olduğuna hüküm
verilmesine sebep oldu.
Şu içerisinde bulunduğumuz zaman ise öyle değidir. Çünkü
bu zamanda İslâm zayıflamıştır. Bu zamanda bid’atlere tahammül
düşünülemez. Aynı zamanda mütekaddimin ve müteahhirin
âlimlerinin bu hususta verdikleri fetvalara uymakta lazım gelmez.
Zira her zamanın kendisine mahsus ahkâmı vardır. Şu zamanda
zulmet denizi gibi, bid’atlerin ortaya çıkması çoğaldı, az ve nadir
olduğu için, zulmet denizinin içindeki meş’aleler gibi sünnetin nuru
hissediliyor. Bid’at ile amel etmek, o zulmeti ziyadeleştiriyor.
Sünnetin nurunu azaltıyor. Sünnet ile amel etmek zulmeti azaltmaya,
nurun çoğalmasına sebep oluyor. Dileyen bid’atın zulmetini
çoğaltsın, dileyen de sünnetin nurunu çoğaltsın. Dileyen şeytanın
tarafını çoğaltsın. Fakat iyi bilin ki şeytanın tarafı kesinlikle zarar ve
ziyandadır. Dileyen de Allah subhanehünün tarafını çoğaltsın. Lakin
iyi bilin ki, Allah subhanehünün tarafı kesin galip olacaklardır. Bu
zamanın sofileri insaf edip İslâmın zayıfladığını, yalanın yayıldığını
düşünselerdi, sünnetlerin haricinde sünnete uymayan hususlarda
şeyhlerini taklit etmemeleri lazım gelirdi. Onların; Şeyhlerinin ameli
mazeretiyle uydurulmuş bir takım şeyleri adetleri haline
getirmemeleri lazım gelirdi.
Sünnetlere tabi olmak elbette kurtarıcıdır. Sünnetlere tabi
olmanın neticesinde hayırlar ve bereketler vardır. Sünnetlerin
haricindekileri taklit etmekte ise büyük tehlike vardır. Elçiye ancak
tebliğ etmek düşer. Allah sübhanehü bizim meşayihimizi
mükâfatların en hayırlısı ile mükâfatlandırsın. Öyle ki bizim gibi
acizleri dinde olmayan uydurulmuş işleri yapmaya yöneltmediler.
Kendilerini taklit ederek bizi helâk edici zulmetlere atmadılar. Bize
sünnete tabi olmaktan, Şeriatın sahibi aleyhissalatu vesselama tabi
olmaktan, azimetle amel etmekten başka bir yol göstermediler.
Şüphesiz onların yolunun temeli ve direği muhkem ve sağlamdır.
Onların maneviyat sarayları yüksektir, onların kandilleri de
aydınlıktır. Onlar, tarikatlarında raks etmeyi, müzik ve nağmeler
eşliğinde coşmayı ayaklarının altına aldılar. Onlar vecd ve tevacüdu
başparmaklarıyla ikiye ayırıp kırmışlardır. Onların yanında diğer

178

tarikatların keşifleri ve şuhutları masivâya ve ağyara dâhildir.
Onların bilgileri ve hayalleri nefye müstahaktır şöhrete değil. O
büyüklerin muameleleri müşahede ve idrâkin, malumat ve hayallerin
tecelliyat ve zuhuratların, mükaşefe ve muayenatın ötesindedir.
Diğer tarikatlar ispata ehemmiyet veriyorlar. Bu büyükler ise
masivâyı nefyetmeye ehemmiyet veriyorlar. Diğerleri Nefiy ve ispat
kelimelerini ki -la ilahe illallah- kelimelerini, ispat dairesini
genişletmek ve ayniyet ve hakikat ve gayriyet unvanıyla zâhir olan
âlemin, kendilerine açılması dolayısı ile hepsini görüp Hakk ve
Teâlâ’yı bulmak için tekrar ediyorlar.
Bu büyükler ise onlar gibi değildir. Bu büyüklerin -la ilahe
illallah- kelimesini tekrar etmekten maksatları, tüm mekşufat,
meşhudat ve malumatın tamamının ‘la’ yok, kelimesinin altına
girmesidir. İspat tarafında da Allah sübhanehüden başka gözetilen ve
düşünülen hiçbir şeyin olmamasıdır. Şayet ispat tarafında, faraza bir
şey zâhir olursa tekrar nefiye döndürmek lazım gelir. İspat tarafında
müstesna kelimesi olan -illa- ile tekellümden başka asla bir nasip
olmaz.
Durum böyle olunca diğer tarikatlarda Nefiy ve ispatın zikir
edilmesi müptedilerin haline münasip olup mahza ispat kelimesi olan
zikrullah, ispat kelimesi olan -illallah- tekrarıyla, hali açılan müspit
için, istikrar ve devam hâsıl olsun için bu makamdan sonra münasip
olur.
Nakşibendi büyüklerinin yolu böyle değildir. Onların yolu
bunun aksinedir. Çünkü onların yolunda evvela ispat vardır, ikinci
olarak o ispatı nefyetmek vardır. Bu durumda ilk başta bu yolda
Allah ismi celalini zikir etmek münasip olur. Bundan sonra nefiy ve
ispat yani -la ilahe illallah- kullanılır. Bu durum karşısında aklı
ermeyen birisi bu takdirde Nakşibendi büyükleri için ispat
makamından nasipleri olmaz, onların nasipleri nefiyden başkası
olmaz derse, ben de cevap olarak derim ki; diğer tarikatların ispatı,
bu Nakşi büyüklerinin ilk halinde hâsıl olur. Lakin onlar büyük
düşünen uluvvü himmet sahibi olduklarından, buna iltifat etmezler.
Bilakis onu nefye müstahak görüp onu nefyederler ve esas matlubun
onun ötesinde olduğuna itikat ederler. Diğer tarikatların ispatı onlar
için nasip ve müyesserdir. Büyüklerin makamına münasip olan,

179

ispatı nefyetmek, aynı şekilde onlar için hâsıldır. Maneviyatta eksik
ve noksan olanların, onların meşguliyetlerinden ve manevî
hallerinden anlaması mümkün değildir. Her heveskârın onların
muamelerine ve işlerine aklı ermez. Bu anlatılanların tamamı, bu
makamda aynen hâsıl olan o büyüklerin, hâsıl ve mevcut
olmamasından bir nebzedir. Havas ile avam arasında olduğu gibi
büyüklerin arasında da büyükler vardır. Makamların nihayetine
erenler, Yeni başlayan kimselere, elifba öğretir gibi öğretmeyi tercih
ettiler.
Şiir;
Ey dostum bu sözler şaka değildir.
Ancak garip sözlerin içinden acayip sözlerdir.
Hulasa olarak; bu yolun büyüklerinin himmet nazarları
gerçekten yüksektir. Raks edenlerle bir münasebetleri yoktur. Bu
sebepten dolayı diğerlerinin son vara bildikleri makam, bunlar için
ilk başta hâsıl olur. Bunların yolundaki müptedinin hükmü, diğer
tarikatların müntehilerinin hükmü gibidir. Onların manevi seferleri
daha işin başında kararlaşmıştır. Onlar için topluluk içerisinde
yalnızlık vardır. Devamlı huzur onların sermayesidir. Onların
talebelerinin terbiyesi onların sohbetlerine bağlıdır. Noksan olanları
olgunlaştırmak onların teveccühlerine bağlıdır. Onların nazarları
manevî kalb hastalıklarına şifadır. Onların iltifatları manevi illetleri
defeder. Onların bir kere teveccüh etmeleri yüz tane erbain çıkarma
yerine geçer. Onların bir iltifatları senelerce riyazet yapmaya müsavi
olur.
Şiir;
Nakşibendilerin seyri ne güzeldir.
Bineklerde gizlice hareme yürürler.
Ey Said; Bu anlatılanlardan sakın hiçbir kimse bu vasıfların
Nakşibendi tarikatının üstadları ve talebelerinin tamamı için hâsıl ve
mevcut olduğunu düşünmesin. Bilakis bu haller, manevî derecelerin
sonunun sonuna ulaşmış bu yolun büyüklerinin de büyüklerine
mahsustur. Bu büyüklere sahîh nisbetle intisap eden, raşit müptediler,
Bu yolun edeblerine riayet ederlerse onlar içinde nihayetteki, hallerin
bidayetlerinde münderiç olması sabit olur.

180

Ancak bu yolda nakıs bir şeyhe intisaplı bir mübtedii
hakkında nihayet başta münderiç olmaz. Zira onun şeyhi nihayete
eremedi ki, mübtedii hakkında böyle bir şey nasıl düşünülebilir?
Bir beyt;
Her kap içindekini sızdırır.
Ey necât ve kurtuluş yolunun talibi;
Nakşibendi büyüklerinin yolu, Ashab-ı Kiram
aleyhimurrıdvanın yoludur. Nihayetin bidayette dürülmüş olması
meselesi Hayrulbeşer aleyhissalatu vesselamın sohbetinde Ashab-ı
Kiram için hâsıl olan bir durumdur. Ashab-ı Kiram için Nebi
sallallahü aleyhi vesellemin sohbetinde, başkaları için nihayette elde
edilmeyen manevî dereceler nasip ve müyesser oldu. İşte bu yolun
mensupları için hâsıl olan feyiz ve bereketler ilk asırda zâhir olan
feyiz ve bereketlerin aynısıdır. Her ne kadar ortaya nisbetle zâhirde
ve görünüşte ahir, evvelden uzak ise de, hakikatte iş aksinedir.
Çünkü son başa, ortadan daha yakındır. Son, baştakilerin boyası ile
boyanmıştır, ortadakiler bunu tasdik ederler veya etmezler. Hatta
sonradan gelenlerin ekserisi dahi bu muameleyi idrak edemezler.
Selam sizin, hidayete tabi olanların ve Mustafa sallallahü aleyhi
veselleme tabi olmaya devam edenlerin üzerine olsun

181

ŞERİATA TABİ OLMAK HAKKINDA

MEKTUPLAR
1. CİLT
36. MEKTUP
Hacı Meyan Muhammed Lahori’ye;
Şeriatın dinî ve dünyevî bütün saadetleri tekeffül ettiğini,
Tarikat ve hakikatin, şeriatın hizmetçileri olduğunu beyan
hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehü bizleri ve sizleri, şeriatı Mustafaviyye’nin
hakikati ile hakikatlendirsin. Şeriatın sahibine Salâtü selâm olsun.
Âmin diyen kuluna da rahmet etsin.
Bil ki; Şeriatın üç cüz’ü vardır.
-İlim,
-Amel,
-İhlas.
Bu üç cüz ’ün her biri, tahakkuk etmedikçe, şeriat tahakkuk
etmez. Şeriat tahakkuk ettiği zaman, dünyevî ve uhrevî saadetlerin
tamamının fevkinde ve üstünde olan, Hakk subhanehünün rızası,
tahakkuk eder.
Allah subhanehünün, azıcık rızası her şeyden büyüktür.
Azim ve büyük kurtuş, işte budur. (Tevbe Sûresi,9/ 72. Ayet.)
Şeriat; dünyevî ve uhrevî saadetlerin tamamını üstlenmiştir.
Şeriatın ötesinde, kendisine ihtiyaç duyulacak bir şey yoktur.
Sofilerin imtiyaz ettikleri, tarikat ve hakikat, şeriatın üçüncü cüz’ü
olan ihlası tamamlamakta, şeriatın hizmetçileridir. Tarikat ve
hakikatten her birlerini elde etmekten maksat, şeriatı tamamlamaktır.

182

Şeriatın ötesinde, başka bir şey değildir. Esas maksat ve gaye;
manevî yolculuk esnasında sofilerin elde ettikleri, manevî haller,
Aşk, Şevk, Vecdler, İlimler ve marifetler, değildir. Hatta bunlar
evham ve hayalden ibaret olup bunlarla tarikat çocukları terbiye
edilir.
Bu hallerin tamamını geçip sülük ve cezbe makamlarının
nihayeti olan, rıza makamına ulaşmak lazımdır. Çünkü tarikat ve
hakikat makam ve mertebelerini geçip gitmekten maksat; rıza
makamının oluşmasını icap eden ihlası elde etmekten başka bir şey
değildir. İhlas devletine ve rıza makamına, ariflerin müşahedelerini
ve üç tecelliyatı geçtikten sonra, binde bir kişi ulaşır. Kusurlu
olanlar, manevî halleri ve vecdleri, esas maksat sayıp müşahedeleri
ve tecellileri, arzu edilecek ve peşinden gidilecek şeylerden zan
ediyorlar. Şüphe yok ki; onlar evham ve hayal hapishanesinde kalıp
bu düşünceyle, şeriatın kemâlâtından mahrum kalıyorlar.
Kendilerini davet ettiğin şey müşriklere ağır geldi. Allah
dilediğini kendisine seçer ve kendine yöneleni de, doğru yola
iletir. (Şura Sûresi,42/ 13. Ayet)
Evet; ihlas makamını elde etmek ve rıza makamına ulaşmak,
bu manevî halleri ve vecdleri aşmaya ve bu ilimlerin ve marifetlerin
tahakkuk etmesine bağlıdır. Dolayısıyla şu anlatılan haller, arzulanan
şeylere bir hazırlık, esas maksada bir mukaddime ve basamak olur.
Bu fakir için bu mananın hakikati; Habibullahın -sallallahü
aleyhi vesellem- bereketiyle bu yolda tam on sene meşgul olduktan
sonra vuzuha kavuşup Şeriatın hakikati layıkı veçh ile açıldı. Daha
öncede manevi haller ve vecdler ile bir alâkam yoktu, Şeriatın
hakikatinin anlaşılmasından başka bir istek ve arzum da olmamıştı,
fakat tam olarak işin hakikati, on sene sonra ortaya çıktı.
Bundan dolayı hak sübhanehüye çokça ve en güzel şekilde
hamd olsun. Mağfur Şeyh Meyan Cemalin ölüm haberi, Ehl-i
İslâm’ın hepsininin üzülmesine, hatırlarının kırılmasına sebep oldu.
Merhumun evladına taziyelerimi iletmenizi, bu fakir tarafından
okunan Fatiha’yı hediye etmenizi isterim. Hepinize selam olsun.

1. CİLT
47. MEKTUP

183
Seyyid Nakip Şeyh Ferid Buhari’ye;
Ehli İslam’ın zafiyetinden ve kâfirlerin galibiyetlerinden,
şikâyet etmek,
Sultanları, dini yaymaya ve kabul ettirmeye, müslümanları
kuvvetlendirmeye, teşvik hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehü ve Teâlâ sizleri, iki cihanın efendisinin
yolunda sabit eylesin. salatuselam onun üzerine olsun.
Bil ki; Âleme nisbetle sultan, benî âdemden, bir bedene
nisbetle kalb gibidir. Kalb sâlih ve düzgün olduğunda beden nasıl
sâlih oluyorsa, kalb bozulduğu zaman beden nasıl bozuluyorsa, aynı
bunun gibi, sultan sâlih ve düzgün olduğu zaman âlemde düzelir.
Sultan bozulduğu zaman âlemde bozulur.
İslâm’ın ilk zamanlarında ve geçmiş asırlarda, Ehl-i İslâm
üzerine cereyan eden hadiseleri görmüyor musun? O devirlerde,
İslâm tam garip Ehl-i İslâm da aciz, zayıf ve çok az olmakla beraber,
bu gariplik, acziyet, zayıflık ve azlık, o Müslümanlara, kendi
dinlerinde olmaktan başka bir şey, kâfirlere de, kendi küfürleri üzere
olmaktan başka, bir şey getirmedi ve gerektirmedi. Yani; kâfirler
kuvvetli ve şevketli olmakla beraber, Müslümanların işlerinden bir
şeyi değiştirmeye, onların üzerine küfrün hüküm ve kanunlarını icra
etmeye kadir olamadılar.
Allah subhanehünün; Kâfirûn Sûresindeki, “Sizin dininiz
size, benim dinim de banadır”. Ayeti kerimesi bunu anlatıyor.
Fakat geçen asırda kâfirler, İslâm diyarında küfür ahkâmını
ve kanunlarını, galebe ve istila yoluyla, Müslümanların üzerine icra
ettiler. Hatta öyle ki, Müslümanlar, İslâm’ın ahkâmını açıklamaktan
aciz kaldılar. O dereceye geldi ki, İslâmî hükümleri açıklayanları
öldürdüler. Şu olup biten hadiseler ne kadar acı vericidir? Ne kadar
üzücüdür? Bunlar ne büyük musibettir? Rabbulaleminin mahbubu
olan Muhammed sallallahü aleyhi vesellemi tasdik edenler, zelil,
hakir ve itibarsız, Onu inkâr edenler ise son derece izzetli ve itibarlı.
Müslümanlar, yaralı kalbleriyle, İslâm’ın taziyesinde,
inkârcılar ise, alay ve istihza ederek, Müslümanların yaralı kalblerine
tuz serpiyorlar. Hidayet güneşi, dalalet ufkunun altında örtülü kalmış,
Hak nuru, bâtıl perdesine çekilmiş, şu anda; İslâm’ın zuhurunun
önündeki engeller kalktı ve yok oldu. Müslümanların sultanının,

184

saltanat tahtına oturma müjdesi, avam ve havassın kulaklarına ulaştı.
Öyle ise; Ehl-i İslâm için, sultana yardım etmeyi, ona imdat etmeyi,
boyunlarına borç bilmeleri, Sultanı Şeriatı yaymaya, din ve milleti
kuvvetlendirmeye yönlendirmeleri lazımdır.
Bu yardım ve takviyenin, söz ve lisan ile el ve beden ile
olması mümkündür. Yardımın en önde olanı dil ve söz ile olanıdır.
Bunun da en faziletlisi, şer’i meseleleri, anlatmak, icmaı ümmet,
Sünnet-i seniyye ve kitaba mutabık ve uygun olarak, akaidi
kelamiyyeyi, Ehl-i sünnet itikadını, açıklamaktır.
Çünkü sapık ve bid’atçı ortaya çıkıp yolu kapatmasın
böylelikle iş, fesat ve bozulmaya gitmesin. Sultana yardımın bu
kısmı, ahirete yönelik Ehl-i sünnet âlimlerine mahsustur. Zira
düşünce ve hedefleri, dünyanın kırıntılarını toplamak ve dünya mal
ve metaını elde etmek olan dünya âlimlerinin sohbetleri, öldürücü
zehirdir. Onların bozgunculukları bulaşıcıdır.
Şiir;
İlim sahibi nefsinin esiri olursa,
Onun zararından kim kurtulabilinir.
Geçen asırda ortaya çıkan her bela, bu cemaatin, yani
dünyaya meyilli âlimlerin uğursuzluğundan ortaya çıkmıştır. Çünkü
sultanı, hak yoldan çıkaranlar onlardır. Hatta yetmiş iki fırkadan her
fırkanın sapık yolu tercih etmekte uydukları kimseler, o kötü
âlimlerdir. Kötü âlimlerden başka, sapıklığı başkasına sirayet eden
azdır.
Şu zamanda; cahil sofilerin, kendilerini sofilere benzeten
cahillerin ekserisinin, hükmü de bu kötü âlimlerin hükmü gibidir.
Bunların da fesat ve bozgunculuğu bulaşıcıdır. Açık olan şudur;
Yardım hangi yönüyle olursa olsun gücü yetmekle beraber, Ehl-i
İslâmın işlerinde gevşeklik gösterip lakayıt davranarak, kim yardım
etmekte kusur ederse, azarlanır.
Buna binaen bu fakir, İslâm devletine yardım hususunda
kendisini meydana atmayı murat ediyor. İmkân nisbetinde, bu
hususta gayret ediyor. “Kim bir kavmin karaltısından olursa o da
onlardandır!” Hükmüne uyuyor. Güçsüz şu âcizin, o cemaatten olma
ihtimali olur. Bu hususta ben, Yusuf’u satın almak için iplikleri
pazara getirip satmaya çalışan koca karıya benziyorum. Ricam

185

inşallah en kısa zamanda huzurunuzda şereflenmektir. Sizin şerefli
tarafınızdan beklenen; gücünüz yettiği, Allah sübhanehü kolaylık
gösterdiği ve Sultan’a tam manasıyla yakın olduğunuz durumlarda,
Şeriat-ı Muhammediyeyi, yaymak hususunda gayret etmeniz,
Müslümanları üzüntüden, İslâmı da içerde ve dışarda gariplikten
çıkarmanızdır.
Bu mektubun hamili Mevlana Hamid için, ikbal sahibi
emirden kararlaştırılmış bir vazifesi olup geçen sene sizin
huzurunuzda almıştı. Bu sene de, bu rica ile geldi. Allah sübhanehü
hem hakiki hem mecâzi anlamdaki devleti size nasip ve müyesser
kılsın.

1. CİLT
48. MEKTUP
Seyyid Nakip Şeyh Ferid Buhari’ye;
Âlimlere ve şeriata hizmet eden ilim talebelerine tazim etmeye
teşvik hakkında yazılmıştır.
Enbiyanın seyyidi aleyhissalatu vetteslimat hürmetine, Allah
sübhanehü düşmanlara karşı size yardım etsin. Fakirlere iltifat
tarzında gönderilen şerefli mektubunuz ile müşerref oldum.
Mevlana Muhammed Kılıç mektupta ilim talebeleri ve sofiler
için bir miktar erzak ve para yardımı gönderildiğini yazdı. İlim
talebelerinin bu hususta sofilerden önde tutulması gerçekten güzel
oldu. -Zâhir, bâtının unvanıdır- hükmünce, ilim talebelerinin bâtında
ve hakikatde de önde tutulmasını ümit ederiz. -Her kabın içinde ne
varsa, dışına o sızar- İlim talebelerini önde tutmakta şeriatı terviç ve
yaymak vardır. Çünkü Şeriat-ı Nebeviyye’ye hizmet edecek onlardır.
Millet-i Mustafaviyye ve Din-i Celil-i İslâm onlar ile kaimdir.
Kıyamet gününde insanlar ancak Şeriattan mes’ul olacaklardır.
Tasavvuftan sorumlu olmayacaklardır. Cennete girmek ve
Cehennemden kurtulmak, bunların hepsi Şeriatı yerine getirmeye
bağlıdır. Kâinatın en üstünü olan Enbiya aleyhimussalatü vesselam,
insanları ancak Şeriata çağırdılar. Kurtuluşun sebebi olarak Şeriatı
anlattılar. Peygamberlerin gönderilmesinden maksat, Şeriatı tebliğ
etmeleridir. Şu halde, hayırların en büyüğü, Şeriatı yaymaya ve
anlatmaya çalışmaktır.

186

Şeriatın hükümlerinden bir hükmü, bilhassa İslâm şuurunun
yıkıldığı bir zamanda ihya edip hayata geçirmek o kadar faziletlidir
ki, Şayet Allah yolunda binler infak edilse, bu binleri infak etmek,
Şer’i bir meseleyi, anlatıp yaymaya müsavi olmaz. Çünkü bunda,
mahlûkatın en büyükleri olan Enbiya aleyhimussalatü vesselama
uymak vardır. Peygamberlerin yaptıkları işte onlarla müştereklik ve
ortaklık vardır. Kesin olan bir husustur ki; hasenâtın en mükemmeli
ve en güzel vazife, Enbiya aleyhimüsselama teslim olunmuştur.
Binlerce para infak etmek ise başkaları içinde mümkündür. Şeriatı
yerine getirmekte ve hükümleriyle amel etmekte nefse, muhalefet
vardır. Çünkü şeriat, nefsin isteklerinin hilafına gelmiştir. Binlerce
parayı infak etmekte ise bazen nefsin isteklerine uymak vardır.
Evet; binlerce parayı infak etmek, Şeriatı kuvvetlendirmek ve
dini yaymak için olursa, onun içinde yüksek derece vardır. Bu niyetle
yapılan infak ve yardım, bir pul bile olsa, diğer hayır yollarına
yapılan binlerce yardıma müsavi olur.
İlim talebesi nefsinin elinde esirdir. Nasıl olur da nefsinin
boyunduruğundan kurtulan sofi üzerine üstün tutulabilinir? Denilirse,
ben cevap olarak derim ki; bu sözü söyleyen sözün hakikatini
anlayamadı, asıl merama ve anlatılmak istenen şeye vâkıf olamadı.
Çünkü ilim talebesi nefsinin esiri olmakla beraber, mahlûkatın
kurtuluşuna vesile ve sebeptir. Zira Şer’i hükümleri tebliğ etmek,
kendileri menfaatlenmeseler bile, onlara bağlıdır. Sofi ise nefsinden
kurtulmakla beraber, sadece kendisini kurtardı. Onun insanlara bir
yönelmesi ve faidesi yoktur. Bir insanın ve kalabalıkların kurtulması,
kendisi ile alâkalı olan kimsenin, sadece kendisini kurtarmaya çalışan
kimseden üstün olduğu kesin olan bir durumdur.
Ancak sofi bir kimse, fenâ, beka, seyir anillah, seyir fillah
makamlarından sonra, halkı davet etmek için, âleme döner ve
yönelirse, böyle olan sofi içinde nübüvvet makamından bir nebze
nasip olur. Oda şeriatı tebliğ edenlere dâhil olur. Onun içinde, eşref
olan âlimlerin hükmü vardır.
Bu mahza Allah subhanehünün bir lütfu ve fazlı olup onu
dilediği kullarına verir. Allah sübhanehü azim olan fazlın
sahibidir. (Cuma Suresi,62/4)

187
1. CİLT
51. MEKTUP
Seyyid Nakip Şeyh Ferid Buhari’ye;
Şeriatı garra-i Ahmediyenin yayılmasına teşvik hakkında
yazılmıştır.
Şerefli ve büyük sülalenizin mevcudiyeti vesilesiyle, parlak
ve güzel şeriatın rükünlerinin takviye edilmesini, bembeyaz ve
cömert dinin hükümlerinin yayılmasını Allah sübhanehüden isteriz.
Asıl iş budur. Geri kalan boştur. Şu günlerde ve emsal zamanlarda,
dalalet ve sapıklık denizine girmekten, Ehl-i İslâm’ın gariplerinin
necat ve kurtuluşu, Risalet ma’deninin membaı olan beşerin en
hayırlısının gemisinden umulur. Ona Salatü selam olsun.
Nebi sallallahü aleyhi vesellem şöyle buyurdu;
“Benim ehlibeytim, Nuh aleyhisselamın gemisi gibidir. Kim
o gemiye binerse kurtulur, kim o gemiye binmekten geri kalırsa
helâk olur.” Öyle ise, en büyük himmeti ve gayreti bu büyük saadeti
elde etmeye sarf etmek lazımdır. Allah subhanehünün size, makam,
kuvvet, azamet, şevket ve bunların hepsini vermesi ile sizin için bu
kolaylaştı. Şu zikredilen hususlara ehlibeytten olmanız şerefi de
eklenirse, kesinlikle saadet meydanında, bütün akranınıza, üstünlük
sağlarsınız.
Hak olan Şeriatı teyit etmek, yaymak ve buna benzer sözler
anlatmak için bu fakir sizin tarafınıza yönelmişti. Dehlî’de Ramazan
ayının hilalini gördüler, bu esnada validenizin beklemem hakkında
rızası olunca, Kur’ân-ı Kerim hatmini dinlemek için bizzarure
kaldım.
Her iş Allah sübhanehüye bağlıdır. Allah Teâlâ’dan istenen,
iki cihan saadetinin hâsıl olmasıdır.

188
1.CİLT
59. MEKTUP

Seyyid Mahmud’a;
-Uhrevi kurtuluş için üç şeyin lazım olduğunu,
-Ehl-i sünnete tabi olmadan kurtuluşun düşünülemeyeceğini,
-İlim ve amelin Şeriat ile alâkalı olduğunu,
-İhlası elde etmenin sofilerin yoluna girmeye bağlı olduğunu
beyan hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehü bizlere, Mustafa Aleyhissalatu Vesselamın
Şeriatı üzerinde istikameti ve tamamen kendi kutsi tarafına
yönelmeyi nasip etsin. Faideli bilgiler içeren mektup ulaştı.
Sevinmemize sebep oldu. Dervişlere olan sevgi ve muhabbetinizi, bu
gariplere olan ihlas ve samimiyetinizi açıkladınız. Allah’ım bu
muhabbeti arttır.
Mektupta bazı faydalı hususları istediğiniz yazıldı.
Ey mahdum sen bil ki; ebedî kurtuluşun nasip ve müyesser
olması için bir insanın kesinlikle üç şeyi yapması lazımdır.
İlim, Amel, İhlas.
İlim iki kısımdır. Birinci kısım ilim ile maksat; nasıl amel
edileceğini bilmektir. Bunu anlatan ilme fıkıh ilmi denilir. İkinci
kısım ilim ile maksat; sırf itikattır. Kalbin yakinî imâna sahip
olmasıdır. İlmin bu kısmı, Fırkâ-i Nâciye olan Ehl-i sünnet vel-
cemaatın görüşlerine uygun şekilde bütün tafsilatıyla kelâm ve akaid
ilminde anlatıldı.
Ehl-i sünnet büyüklerine tabi olmadan kurtuluş için imkân ve
ümit yoktur. Ehl-i sünnet âlimlerinin görüşlerine, bir tüy kadar dahi
muhalefet vaki olursa iş büyük tehlikededir. Sahîh keşif ve sarih
ilham ile bu söz doğrulukta kesinlik derecesine ulaştı. Bunun hilafına
ihtimal dahi yoktur. Ehl-i sünnet âlimlerine tabi olmaya muvaffak
olanlara, onları taklit etmekle müşerref olanlara müjdeler olsun.

189

Onlara muhalefet edenlere, onlardan ayrılanlara, onların usulünü
bırakıp onların topluluğundan çıkanlara yazıklar olsun. Onlar hem
kendileri sapıttı, hem de başkalarını saptırdılar. Onlar şefaati inkâr
ettiler. Onlar sohbetin ve sahabenin fazilet ve üstünlüğünü
anlayamadılar. Onlar Ehlibeyt muhabbetinden, Fatımat-ül Betülün
evladının meveddetinden mahrum oldular. Onlar Ehl-i sünnetin nail
oldukları birçok hayır ve bereketlere nail olamadılar.
Sahabe-i Kiram aleyhimürrıdvan hazretleri kendi aralarında,
Hazret-i Ebu Bekrin en faziletli ve en üstün olduğunda ittifak ettiler.
Sahabenin hallerini en iyi bilen, İmam-ı Şafii radıyallahü anhü, şöyle
buyurdu; Resulullah sallallahü aleyhi vesellemden sonra gök
kubbenin altında Hazret-i Ebu Bekir’den daha faziletlisini
bulamadılar, Ona itaat etmek üzere boyun eğdiler. İmam-ı Şafi’nin
bu sözü, sahabenin Hazret-i Ebu Bekrin üstünlüğü hususunda ittifak
ettiklerine dair açık bir ifadedir. Durum böyle olunca ilk asırda
Hazret-i Ebu Bekrin fazileti hakkında icma’ olup inkârı caiz olmayan
kesin bir delil olmuş olur. Ehli beytin misali, Nuh aleyhisselamın
gemisi gibidir. Kim gemiye binerse kurtulur. Gemiye binmekten yüz
çeviren helâk olur.
Bazı arifler şöyle dediler; Resulullah sallallahü aleyhi
vesellem, ashabını yıldızlara benzetti. Yıldızlar ile doğru yol bulunur.
Ehli beytini de Nuh aleyhisselamın gemisine benzetti. Gemiye binen
kimsenin helâk olmaktan kurtulması için yıldızlara riayet etmesi
lazımdır. Yıldız mesabesindeki Ashab-ı Kirama riayet etmeden
kurtulmak mümkün değildir.
Bilinmesi lazım olan bir husus ta şudur; Ashab-ı Kiramın bir
kısmını red ve inkâr etmek hepsini red ve inkâr etmek manasına
gelir. Çünkü onlar Hayrulbeşer olan Resulullahın sohbetinde
müşterek idiler. Sohbetin fazilet ve üstünlüğü bütün faziletlerin ve
kemâlâtın fevkinde ve üstündedir. Bu sebepten dolayı tabiinin en
faziletlisi olan Veys’el Karani hazretleri, aleyhissalatu vesselamın
sohbetine katılanların en küçüğünün mertebesine ulaşamadı. Ne
olursa olsun hiçbir şey sohbete denk ve muadil olamaz. Sohbetin
bereketiyle, Vahyin nüzûlüne şahit olmalarıyla, Ashab-ı Kiramın
imânları şühûdî imân oldu. Sahabeden sonra imânın bu mertebesi
kimseye nasip olmadı.

190

Ameller imân üzerine bina edilir. Amellerin kemâlâtı imânın
kemâlâtı hasebiyledir. Ashab-ı Kiram arasında cereyan eden niza ve
ihtilaflar bir takım maslahat ve faidelere üstün hikmetlere hamledilir.
Aralarında vuku bulan bir takım farklı görüşler, nefslerine ve
hevâlarına tabi olmaktan, cehâlet ve bilinçsizlikten değildir. Bilakis
ilim ve içtihattandır. Onlardan bazıları içtihadında hata etse bile hata
eden kimse için dahi Allah sübhanehü indinde bir derece vardır. Bu
görüş ifrat ve tefrit arasında orta yol olup Ehl-i sünnet vel-cemaat bu
yolu seçmiştir. En sağlam ve muhkem yol budur. En selamet yol
budur.
Hülasa ilim ile amel şeriattan öğrenilir. İlim ve amel için ruh
ve can mesabesindeki ihlası elde etmek, sofilerin yoluna girmeye
bağlıdır. Bir salik, seyir ilallah mesafesini geçmediği ve onun için
seyir fillah tahakkuk etmediği müddetçe ihlasın hakikatinden uzak
olup ihlas sahibi muhlislerin nail oldukları güzelliklerden ve
kemâlâttan mahrum olur. Evet; az da olsa kendilerini zorlayarak,
avam mü’minler bazı amellerde ihlas elde edebilirler. Lakin bizim
anlatmaya çalıştığımız ihlas, kendisini zorlamadan ihlaslı olayım
diye bir gayret içerisinde olmadan bütün hareketlerinde ve işlerinde
amallerinde ve sözlerinde ihlas sahibi olmaktır.
Bu manadaki ihlasın hâsıl olması, fenâ, beka ve velayeti hassa
makamına kavuşmaya bağlı olan, âfakî ve enfüsî batıl ilahlardan
kurtulmaya bağlıdır.
Tekellüfe ve zorlamaya bağlı olan ihlas devamlı olmaz.
Hakkalyekin mertebesi olan ihlasın devamlı olması için, zorlamanın
ortadan kalkması lazımdır.
Allah dostları her ne yaparlarsa Allah için yaparlar, nefsleri
haz ettiği için yapmazlar. Çünkü onların nefsleri Hakk sübhanehüye
fedâ olmuştur. İhlası elde etmek için onların niyet etmelerine ihtiyaç
yoktur. Zira onlar fenâ fillah, beka billah makamlarına ermekle,
niyetleri sahîh ve sağlam hale gelmiştir. Mesela; bir şahıs nefsinin
esiri olsa niyet etse de etmese de her ne yaparsa nefsi haz ettiği için
yapar. Nefsiyle alâkası kalmadığında nefsinin boyunduruğundan
kurtulup onun yerine Hakk celle ve ala ile alâka kurduğu zaman,
şüphesiz niyet etse de etmese de her ne yapar ise Allah rızası için
yapar. Çünkü niyet ihtimal dâhilinde olan şeylerde yapılır. Başka

191

şeye ihtimal olmayan, muayyen ve bilinen şeyde niyeti tayin etmeye
ihtiyaç olmaz. Bu mahza Allah subhanehünün bir lütfu olup bunu
dileyen kullarına ve dilediği kullarına ihsan eder.
Allah azim olan fazlın sahibidir. (Cuma Suresi,62/4)
Devamlı ihlaslı olma nimetine sahip olanlar muhalesin
sınıfındandırlar. Devamlı ihlas sahibi olamayan, ihlaslı olmaya
çalışanlar, muhlisin sınıfındandır. İkisinin arasında çok fark vardır.
İlim ve amelde Sofilerin yolunda olmanın faidesi, istidlali olan
kelâmın keşfî olmasıdır. İbadetleri edâ ederken tam bir kolaylığın
elde edilmesi, Şeytan ve nefs tarafından meydana gelen gevşeklik ve
tembelliğin giderilmesidir.
Şiir;
Bu bir saadettir. Buna nasibi olan nail olur.
Başında ve sonunda herkese selam olsun.
1. CİLT
63. MEKTUP

Seyyid Nakip Şeyh Ferid’e;
Enbiya aleyhimüsselamın hepsinin, dinin usulünde ittifak
halinde olduklarını,
İhtilafların fer’î meselelerde olduğunu beyan hakkında
yazılmıştır.
Allah Teâlâ bizi ve sizi mükerrem babanızın caddesi üzerinde
sabit kılsın. Salatü selam, asaleten onların en faziletlisi üzerine,
mütabaat ile de diğerlerinin üzerine olsun.
Bilesin ki; Enbiya salavatullahi veteslimatühü aleyhim
ecmain hepsi Allah sübhanehüden rahmettirler. Ebedî necat ve
kurtuluş ile bütün âlem, o büyüklerin vasıtası ile saadete kavuşup
bahtiyar oldular. Ebedî belâlardan kurtuldular. Onların şerefli vücûd
ve mevcudiyetleri olmasa idi, ganiyyi mutlak olan Hakk sübhanehü,
mukaddes olan zatından ve sıfatlarında, âlemde hiçbir kimseye haber
vermezdi. Sıfatlarına kimseyi delâlet etmezdi. Ebedî olarak hiç
kimseyi, zatını bilmeye hidayet etmezdi, Mahza fazlu keremiyle
kullarının menfaati için, günahlardan nehyetmekle, emirlerine de
imtisal etmekle kullarını mükellef kılmazdı. Enbiya-i İzâm
gönderilmesi ile Allah Teâlâ’nın razı olduğu şeyler, razı olmadığı

192

şeylerden ayrıldı. Bu nimetin şükrü hangi lisan ile edâ edilebilir?
Onun sözünden çıkma mecali, güç ve kuvveti kim için olabilir? Bize
nimet veren, bizi İslâma hidayet eden ve bizi Enbiya aleyhimussalatü
vesselamı tasdik edenlerden kılan Allah sübhanehüye hamd olsun.
Bu büyükler, usulde, temel esaslarda ittifak halindedirler. Hakk
subhanehünün, mukaddes zatında ve sıfatlarında, haşirde, neşirde,
Peygamberlerin gönderilmesinde, Meleklerin inmesinde, vahyin
gelmesinde, Cennet nimetlerinin ve Cehennem azâbının ebedî ve
sonsuz olmasında sözleri birdir. Onların ihtilaf ettikleri hususlar,
ancak dinin füru’u ve teferruatı ile alâkalı bazı hükümlerdedir. Onun
da hikmeti şudur; Allah sübhanehü her zaman ve her devirde o
zamanın Enbiyasına vahiy yolu ile o zamana uygun ve münasip bazı
hükümler gönderdi. Onlara mahsus hükümler ile onları mükellef
kıldı. Hakk sübhanehü tarafından, hükme dair yapılan nesih ve
tebdil, ahkâmın değiştirilmesi ve bir hükmün kaldırması bir takım
faide ve maslahat içindir. Bu nesih ve tebdil çoğu kere, Şeriat sahibi
peygambere gelir. Yani nesih ve tebdil yolu ile muhtelif zamanlarda,
bir birine zıt müstakil hükümler gelir.
Hak sübhanehüden başkasına ibadet etmeyi nefyetmek Allah
Teâlâ ile beraber, başkasını ortak etmeyi men etmek, insanların
Allah’tan başka, bazısının bazısını erbap ve rab edinmelerini
yasaklamak, Peygamberlerin birleştikleri kelimelerden ve ittifak
ettikleri ibarelerdendir.
Bu hüküm peygamberlere mahsustur. Onlara tabi olanlardan
başka hiç bir kimse bu devlet ve nimet ile şereflenmedi.
Peygamberlerden başka hiç kimse bu sözler ile konuşmadı.
Peygamberleri inkâr edenler, Hakk subhanehünün vahdaniyetini ve
birliğini ikrar etseler bile, onların durumu iki şeyden hali kalmaz. Ya
Ehl-i İslâmı taklit ederler veya ibadete müstahak olmakta değil de,
sadece vacibülvücüdun birliğinde, tevhidi ikrar ederler. Enbiyaya
tabi olan Ehl-i İslâm, böyle değildir. Çünkü onlar, Hakk
sübhanehüye; hem vacibülvücüt olmakta hem de ibadete layık
olmakta, yegâne bir ve tek olduğuna inanırlar.-La ilahe illallah-
kelimesini söylemekten murat, bâtıl ilâhları nefyetmek ve Allah
subhanehünün mabudun bil hak olduğunu ispat etmektir.

193

Kendilerinin de diğer insanlar gibi beşer olduğuna, mabudun
bil hakkın Allah olduğuna inanmaları, insanları Allah Teâlâ’ya davet
etmeleri, Allah Teâlâ’yı hulûlden, (Allah Teâlâ’nın bir şeyin içerisine
sirayet etmesinde ve bir şeyin Allah Teâlâ’ya sirayet etmesinden),
Allah Teâlâ’yı mahlûkat ile ittihattan ve birleşmeden tenzih etmeleri
de o peygamberlere mahsus olan şeylerdendir.
Nübüvvet ve peygamberliği inkâr edenler böyle değildirler.
Bilakis onların başları, ulûhiyet, Allah’lık iddia edip Hakk
subhanehünün kendi nefslerine hulûl ettiğini, içlerine girdiğini ispat
etmeye çalışıyorlar. Kendilerinin ibadet olunmaya layık olduklarını
söylemekten ve ulûhiyet isminin kendilerine söylenmesinden
çekinmiyorlar. Şüphesiz onlar, boyunlarından ubudiyet ve kulluk
bağını çıkarmaya devam edeceklerdir. Çirkin amellerin ve kötü
fiillerin içine düşecekler, ibahe yoluna girip asla herhangi bir şeyden
memnu olmadıkları zannıyla hareket edeceklerdir. Bunu ne zaman
söyleseler, doğru olduğunu sanacaklardır. Onları yaptıklarında,
onların mubah olduğunu zannedeceklerdir. Böylece hem kendileri
sapıtacaklar hem de başkalarını saptıracaklardır. Onlara, tabilerine ve
taraftarlarına yazıklar olsun.
Peygamberlerin ittifak ettikleri hususlardan birisi de şudur;
Onları inkâr edenler, onların sahip oldukları manevî nimet ve
devletten mahrum olurlar, onların bir nasipleri yoktur.
Peygamberler, Meleklerin indiklerine, Meleklerin mutlak
olarak günahlardan masum olduklarına, Meleklerde kirlenme
olmadığına ve mahlûkattaki hatalar ile alâkaları olmadığına,
kaildirler. Peygamberler, Meleklerin vahyin emanetçileri olduğuna,
Allah Teâlâ ve takaddesin kelâmını Enbiya-i İzâma taşıdıklarına
inanırlar. Peygamberler bir söz söylediklerinde onu Hakk
sübhanehüden söylerler, bir şeyi tebliğ ettiklerinde Allah Teâlâ’dan
tebliğ ederler. Onların ictihadi hükümleri de vahiy ile teyit
olunmuştur. Onlardan faraza bir zelle, sadır olsa, o anda Allah
sübhanehü kesin vahiy ile onları uyarır, zelle denilen hatayı düzeltir.
Ulûhiyet iddia eden inkârcıların reisleri ise, bir şey söylediklerinde
onu kendi kafalarından söylerler, Ulûhiyet zanlarıyla onun doğru
olduğunu sanırlar. İnsaf gerekir, bir şahıs son derece akılsızlığından,
kendisinin ilâh olduğunu, ibadete layık olduğunu zannetse, bu bozuk

194

zannı ile bir takım çirkin işler irtikâp etse, onun sözüne nasıl itibar
edilir? Ona tabi olmaya sebep ne olabilir?
Her kabın içinde ne varsa dışına o sızar.
Bu gibi sözleri söylemekten maksat ancak durumu
ziyadesiyle, iyice izah etmek içindir.
Yoksa hak batıldan ayrılmıştır. Nur zulmetin zıttıdır. Hak
geldi batıl gitti. Kesinlikle batıl gidicidir. (İsra Suresi,17/81)
Allah’ım; bizleri evvelen ve ahiren Enbiya aleyhimüsselama
tabi olmakta sabit kıl.
Başka bir isteğim; Seyyid Meyan Pir Kemal tarafınızdan daha
iyi bilinir. Bu hususta yazmaya ihtiyaç yoktur. Lakin şu kadarını
yazacağız, şu fakir nice zamandır onun muhabbet ve meveddetiyle
mahzuz olup onu düşünmektedir.
Uzun zamandan beri yüksek eşiğinizi öpmek ister ancak şu
anda bedeninden ona bir zayıflık arız oldu. Hatta bir müddettir
yatalak oldu. Ayaklandıktan sonra sizden yardım ümidiyle sizin
yüksek tarafınıza, emel ve yardım umulan yere gelecek, herkese
selam olsun.

1. CİLT
65. MEKTUP

Han-ı Azam’a;
-İslâm’ın zayıflığına,
-Müslümanların acziyyetine üzülmek,
-Ehl-i İslâm’ın takviyesine teşvik,
-Dinin hükümlerinin yerine getirilmesine teşvik hakkında
yazılmıştır.
Allah sübhanehü, sizi kuvvetlendirsin, dinin hükümlerini
yüceltmekte İslâm düşmanlarına karşı size yardım etsin. Muhbiri
Sadık, aleyhi ve ala alihi minassalavati efdalüha ve minetteslimati
ekmelüha şöyle buyurdu; “İslâm garip ve sahipsiz olarak ortaya çıktı.
Garip olarak ortaya çıktığı gibi, garip olarak avdet edecektir.
Gariplere müjdeler olsun.”
İslâm’ın garipliği öyle bir raddeye ulaştı ki; kâfirler, topluluk
içinde İslâma sataşıyorlar, Müslümanları kötüleyip eziyet ediyorlar.
Hiç çekinmeden, küfrün ahkâmını ve kanunlarını icra ediyorlar,

195

sokak ve çarşılarda, ehli küfrü meth edip övüyorlar, küfrün
propagandasını yapıyorlar. Müslümanlar ise İslâm’ın hükümlerini
yerine getirmekten aciz olup engelleniyorlar. Şeriatın hükümlerini
yerine getirirken zelil ve alçak kâfirlerin yanında, kendilerine
sataşılıp eziyet olunuyorlar.
Şiir;
Misli ve benzeri olmayan güzel kişi çirkinlerin hedefidir.
O güzelden, yanak, dudak ve göz nasiplenir.
Allah sübhanehüye hamd olsun. “Şeriat kılıcın altındadır.”
Şer’i şerifin, güzellik ve parlaklığı melik ve sultanlara bağlıdır.
Denildi. Şu zamanda, hüküm değişti, iş tersine döndü. Ne üzücü? Ne
yazık? Bugün biz sizin mevcudiyetinizi, ganimet biliyoruz. Zayıf ve
güçsüz kalınan şu savaşta, sizden başka ortaya çıkacak bir kahraman
bilmiyoruz. Nebi aleyhissalatu vetteslimat vettehiyyat Vel berekat
hürmetine Allah sübhanehü, sizin müeyyidiniz ve yardımcınız olsun.
Nebi aleyhisselamdan şöyle rivayet olundu; “Size mecnun ve
deli denilmedikçe kesinlikle Mü’min olamazsınız.”
Aşırı İslâm gayretinden meydana gelen o delilik, şu an sizin
güzel şahsınızda ve karakterinizde görülmektedir. Bundan dolayı,
Allah sübhanehüye hamd olsun. Bu gün, az bir amelin kabul
olunduğu, tam itibar, çok ücret ve mükâfatın verildiği bir gündür.
Kendilerine yapılan bu kadar itibar ve şöhrete rağmen, kâfirlerden
kaçmaktan ve hicret etmekten başka, Ashab-ı Kehf’ten bir amelin
vaki olduğu bilinmiyor. Görmüyor musun? Askerler düşmana galip
geldiklerinde kendilerinden azıcık bir fedakârlık ve hizmet sadır
olduğu zaman, bu sebeple birçok ödüllere, nimetlere ve itibarlara nail
olurlar. Emniyet ve güven anında, düşmanların saldırmadıkları
zamanlarda durum böyle değildir. Bu gün size nasip ve müyesser
olan, kavli, söz ve tebliğ ile yaptığınız bu cihadı, savaşarak, harp
yaparak, öldürerek, yapılan cihattan daha faziletli olduğuna inanıp
daha fazlası ve ziyadesi yok mu? Deyip bir ganimet ve fırsat kabul
etmelisin. Bizim gibi elleri ve ayakları kesik kötürüm vaziyette
yerinde oturan acizler, bu devletten ve nimetten mahrumdurlar.
Şiir;
Nimet sahiplerine, Nimetleri afiyet olsun,
Miskin âşıka da yudum, yudum içtiği yeter.

196

Meram hazinesinden bir işaret gösterdim, Ona ulaşıp istifade
etmeni ümit ederim.
Hâce Ubeydullah Ahrar hazretleri şöyle buyurdu; “Şayet ben,
irşad ve meşihat makamında olsa idim, âlemdeki şeyhlerden hiç
birisi, bir mürit bulamazdı. Lakin ben gayb âleminden, başka bir şey
ile emir olundum. O da şeriatı yaymak ve dini teyit vazifesidir.”
Şüphesiz; Abdullah Ahrar Hazretleri sultanlar ile sohbet
etmeyi tercih etti, manevi tasarrufu ile sultanları kendisine bağlayıp
onların vasıtası ile şeriatı yaydı. Allah Sübhanehü şu taifenin
büyüklerine olan muhabbet ve sevginiz bereketiyle kelâmınızı
müessir kıldı, sözlerinizin içine tesir koydu. Akran ve emsalinizin
nazarında İslâmiyet’inizi azametli kıldı. Ehl-i İslâmı küfrün bu
kötülüklerinden korumak, Ehl-i İslâm arasında tam manasıyla şüyu
bulup yayılmış olan, küfrün büyük hükümlerini yıkmak için, bu
hususta sizden istenen gayret edip çalışmanızdır.
Allah Teâlâ bize ve sair Müslümanlara yaptığınız
hizmetlerden dolayı sizi mükâfatın en hayırlısı ile mükâfatlandırsın.
İlk saltanat döneminde Mustafa sallallahü aleyhi vesellemin dinine
düşmanlık yapıldığı anlaşıldı.
Bu saltanat döneminde bu düşmanlık açıkça görülmüyor.
Eğer böyle bir düşmanlık görünürse bu bilgisizlikten meydana gelir.
Yine de biz, eskisi gibi işin inat ve düşmanlığa gitmesinden ve işin
neticesinde, Müslümanlara sıkıntı verilmesinden korkuyoruz. Benim,
dinimden başka bir endişe ve korkum yoktur. Allah sübhanehü bizi
ve sizi Seyydülmürselin aleyhissalatu vesselama tabi olmakta sabit
kılsın. Bu fakir buraya, sebeplerden bir sebep için geldim.
Gelmemden sizi habersiz bırakmayı, faideli bazı şeyler yazmamayı,
Fıtrî münasebetim hasebiyle azizlerden ve kıymetli zatlardan
birisiyle alâkalı sevgimi ve muhabbetimi haber vermemeyi tasvip
etmedim.
Aleyhissalatu vesselam efendimiz; “Kim kardeşini severse,
sevdiğini ona bildirsin.” Buyurdu.
Allah Teâlâ’nın selamı sizin ve hidayete tabi olanların
tamamı üzerine olsun.

197
1. CİLT
79. MEKTUP

Cebbarî Han’a;
Şeriatı garra-i Ahmediyenin, geçmiş şeriatların hepsini bir
araya topladığını,
Bu şeriatın icaplarını yerine getirmenin, diğer bütün şeriatlerin
gereğini yerine getirmek olduğunu beyan hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehü, size şeriat-ı Mustafaviyye caddesinde
istikamet üzere sebât etmeyi nasip eylesin. Şeriatın sahibine salat ve
selam olsun. Sizi tamamıyla kendi kutsi tarafına yönlendirsin.
Kesinleşmiş bir husustur ki; Muhammed Resulullah sallallahü
aleyhi vesellem, esma ve sıfatların kemâlâtının hepsini cami olup
üzerinde toplamıştır. İtidal ve orta yol üzerinde, bütün
peygamberlerin kemâlâtı Onda tezahür etmektedir. Ona indirilmiş
olan Kur’ân-ı Kerim kitabı, sair enbiya, ala nebiyyina ve
aleyhimussalatü vesselama indirilen, semavi kitapların hepsinin
hulasasıdır. Aynı şekilde, Ona verilen Şeriat, geçmiş Şeriatların
zübdesi ve özüdür. Hak olan bu Şeriatın, getirdiği ameller, diğer
şeriatların amellerinden, hatta Meleklerin amellerinden seçilmiştir.
Salavatullahi ala nebiyyina ve aleyhim ecmain. Zira meleklerin
bazıları, rükû ile bazıları, secde ile bazıları da, kıyam ile
memurdurlar. Diğer ümmetler de böyledir. Bazıları, sabah namazı ile
bazıları da başka bir vakit namazla memur idiler. Bu şeriatta,
mukarreb ve seçkin meleklerin ve geçmiş ümmetlerin amellerinin
hulasasından seçilmiş olan amelleri yerine getirmek emredilmiştir.
Bu Şeriatı tasdik etmek, bütün Şeriatları tasdik etmektir. Bu
Şeriatın getirdiği amelleri yerine getirmek, bütün Şeriatlar ile amel
etmek demektir.
Şüphesiz; bu şeriatı tasdik edenler, ümmetlerin en hayırlısı
olur. Aynı şekilde bu şeriatı tekzip edenlerde, bütün şeriatları tekzip
etmiş olur. Bu şeriatın icap ettiği amelleri terk etmek, diğer
şeriatların icap ettiği amelleri de terk etmek demektir. Aynı şekilde,
Peygamberimiz sallallahü aleyhi vesellemi inkâr etmek, esma ve

198

sıfatların kemâlâtının hepsini inkâr etmek demektir. Tasdik etmek de
hepsini tasdik etmek demektir. Şüphesiz; Peygamberimiz sallallahü
aleyhi vesellemi inkâr edenler ve onun şeriatını tekzip edenler,
ümmetlerin en şerlisi olur.
Bu sebepten dolayı, Allah Teâlâ şöyle buyurdu: Küfür ve
nifak bakımından, bedeviler daha şiddetli ve daha beterdir.
(Tevbe Sûresi,9/ 97. Ayet)
Şiir;
Arabî olan Muhammed s.a.v.iki cihanın efendisidir.
Onun kapısında toprak olmaya razı olmayan, mahvu perişan
olsun.
Nimet ve minnet sahibi olan Allah Teâlâ’ya hamd olsun.
Şeriata ve sahibine hüsnü zan ve güzel itikat, sizde en güzel şekilde
müşahede olundu. Uygun olmayan kötü hallerinize olan nedâmet ve
pişmanlıklarınız daima sizin yardımcılarınızdır. Allah sübhanehü,
güzel hallerinizi ziyadeleştirsin.
Bu izahattan sonra; bu dua mektubunun hamili Şeyh Meyan
Mustafa, Kadı Şüreyh’in neslindendir, geçmişi de bu diyarın
büyüklerindendi. Onların birçok vazifeleri ve maişet sebepleri var
idi. Müşarün ileyh olan zat, maişet sıkıntısı sebebiyle askere gitmek
için size yöneldi. Vasıtanız ile toparlanması umulur.
Bundan fazlası haddi aşmak ve baş ağrıtmak olur. Bu zatı, işi
kolaylaştıracak şekilde baş yetkililere havale etmen uygun olur.
Böylece dağınıklığı toparlanmış olur.
Hepinize selam ve ikram olsun.
1. CİLT
81. MEKTUP

Lala Beğ’e;
İslâm’ı yaymayı teşvik,
İslâm ve Müslümanlarda, gevşeklik ve zayıflığın oluştuğunu,
Kâfirlerin istila ve galebelerini beyan hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehü, bizlere ve sizlere, İslâmî hamiyyeti, şevk ve
gayreti ziyadeleştirsin.
Bir asırdan beri İslâm’ın garipliği ve sahipsizliği, öyle bir
raddeye ulaştı ki, ehli küfür, İslâm beldelerinde, sadece küfrün

199

hüküm ve kanunlarını icra etmeye razı olmuyorlar. Hatta İslâm’ın
prensiplerini ve hükümlerini yok etmeyi, külliyen ortadan kaldırmayı
istiyorlar. İslâm’ın ve Müslümanların eserlerini yok etmek için, var
güçleriyle ve gayretle çalışıyorlar. İş öyle bir sınıra dayandı ki, bir
Müslüman İslâm’ın şiarından bir şeyi izhar edip açıktan yapsa, ona
ölümü tattırıyorlar. Sığır kurban etmek, İslâm’ın en büyük
şiarındandır. Hindistan beldelerinde ehli küfür, cizye vermeye razı
oluyorlar, fakat sığırın kesilmesine asla razı olmuyorlar. Saltanatın
ilk başlarında, eğer İslâm için bir kuvvet ve yayılma, Müslümanlar
için de, bir itibar olursa ne a’la. Eğer aksi olursa, iş gerçekten ve
cidden Müslümanlar için çok zor ve müşkildir.
İmdat! İmdat! Sonra yine imdat! Ve imdat!
Bu saadete nail olan kimseye ne mutlu?
Bu devlet kuşunu avlayan şahinin ikbali ne büyük?
Bu Allah subhanehunün, bir fazlı ve lütfudur. Dilediği
kimseye verir. Allah Teâlâ azim fazlın sahibidir. (Cuma
Suresi,62/4)
Allah sübhanehü, bizleri ve sizleri, Seyyidülmürselin aleyhi
veala alihi minassalavati efdalüha ve minetteslimati ekmelühaya tabi
olmakta sabit kılsın.
Hepinize selam.

1. CİLT
83. MEKTUP

Bahadır Han’a;
Şeriat ve hakikat üzere istikametle beraber, zâhir ve bâtını bir
araya getirmeye teşvik hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehü sizlere, muhtelif alâkalardan kurtulmayı
nasip etsin. Mürsel’inin Seyyidi aleyhissalatu vesselam hürmetine,
sizleri tamamen kendi kutsi tarafına yönlendirsin.
Şiir;
Kimin kalbinde, hak subhanehünün arzusundan başka,
Hardal tanesi kadar bir şey olursa bil ki o manen hastadır.
Zâhir ve görünüşü, parlak ve nurlu şeriat ile süslemek, iç
âleminde de, devamlı Allah Teâlâ’ya bağlı olmak büyük bir iştir. Bu
iki büyük nimet ile kim şereflenirse büyük bir devlete sahip olur. Şu

200

vakitte, bu iki nisbeti bir araya toplamak, hatta şeriat üzerinde
istikamet ile hareket etmek, cidden az bulunur.
Az olduğu içinde çok kıymetlidir.
Hatta kibriti ahmerden de daha kıymetlidir.
Allah sübhanehü, güzel lütfu ve keremiyle ilklerin ve sonların
seyyidi aleyhissalatu vesselama, zâhiri ve bâtınî yönden, istikamet
üzere tabi olma nimet ve kerametini nasip etsin.
1. CİLT
84. MEKTUP
Seyyid Ahmed Kadirî’ye;
Şeriat ve hakikatin her birerlerinin diğerinin aynı olduğunu,
Hakkalyekin mertebesine ulaşmanın alametinin, o makamın
ulum ve marifetlerinin ulum-u şeriyyeye ve marifetlerine mutabık
olmasına bağlı olduğunu beyan hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehü, şeriat caddesinde istikamet üzere olmanızı
nasip etsin. Bütün himmet ve gayretinizi kendi mukaddes tarafına
yönlendirsin. Seni tamamıyla kendi tarafına yönlendirsin. Allah
sübhanehüden başka şeylere göz kaymasından mukaddes ve
münezzeh olan, beşerin efendisi aleyhissalatu vesselam hürmetine,
hepimize külliyen kendisinden başka her şeyden yüz çevirmemizi
nasip etsin. Âmin.
Şiir;
En güzel söz dosttan söz etmektir.
Her ne zaman dosttan bahis edilirse, onun sözlerinden olmasa
bile, şayet, o sözlerin Cenab-ı Hakk ile bir nev’i münasebeti varsa,
biz o münasip manayı ganimet bilir o hususta sözü uzatma cür’etinde
bulunuruz.
Maksat şudur ki; Şeriat ve hakikat bir diğerinin aynısıdır.
Gerçekte aralarında, icmal ve tafsilden, istidlal ve keşiften, gaybet ve
şehadetten, ibadette zorlanma ve isteyerek yapmaktan başka bir fark
yoktur. Zira Şeriat-ı garranın beyanıyla bilinen ilimler ve hükümler,
Hakkalyekin mertebesi tahakkuk ettikten sonra, aynen tafsilatıyla
münkeşif olur ve açılır. Hal ve durum gaybetten şehadete çıkar.
Sevap kazanmak için ibadete katlanmak ve amelleri
zorsunarak yapmak ortadan kalkar, severek ve isteyerek, rızâ-i İlâhî

201

için yapmaya yönelir. Hakkalyekin mertebesine ulaşmanın alameti,
bu makamın ilimlerinin ve marifetlerinin, şer’i ilimlere ve marifetlere
mutabık olmasıdır. Şayet bir tüy kadar dahi şeriata muhalefet olursa,
bu hakikatlerin hakikatine ulaşmadığına bir delildir. Tarikat
şeyhlerinden her ne zaman, şeriata muhalif bir ilim ve amel vaki
olursa, bu durum o şeyhin o vakitte, manevî sarhoş olmasına
binaendir. Vaktin manevî sarhoşluğu ancak, manevî yol esnasında
vaki olur. Nihayetlerin nihayetine ulaşanların hali ise hepsi, sahiv ve
uyanık halidir ve şuuru açık ve ayık halidir. Vakit onlar için
mağluptur, onlar vaktin tesirinde olmazlar. Manevî hal ve manevî
makam, onların kemâlâtına ve yüksek derecelerine tabidirler.
Şiir;
Sofi için ibnülvakit olduğu söylenir
Sofi, her manevî halden vaz geçen kimsedir,
Şu anlatılanlardan anlaşıldı ki, şeriata muhalif olan keşifler ve
sözler, işin hakikatine ulaşılamadığının alâmetidir. Bazı meşayihin,
şeriat hakikatin kabuğudur, hakikat şeriatın özüdür gibi ibare ve
sözleri vaki oldu. Bu sözler her ne kadar söyleyen kimsenin
müstakim ve doğru olmadığını haber verse de, söyleyen kimsenin
bundan muradı ve maksadı; mücmelin mufassala nisbetle hükmü,
kabuğun Öz’e nisbetle hükmü gibidir demek olmalıdır. Keşfin
yanında istidlal, Öz’ün yanında kabuk gibidir. Demek olmalıdır.
Fakat manevî halleri müstakim ve doğru olan büyükler,
bunun gibi şeriata muhalif şeyler düşündüren sözler söylemeyi caiz
görmezler. Onlar şeriat ile hakikat arasında, icmal ile tafsilin, istidlal
ile keşfin haricinde bir fark ispat etmezler. Bir gün Hâce Bahaeddin
kuddise sırrıhüye, birisi seyri sülükten maksat nedir diye sorduğunda,
Hâce Bahaeddin kuddise sirruhu, icmalî marifetlerin tafsilî, istidlalî
marifetlerin de keşfî olmasıdır. Diye cevap verdi. Allah sübhanehü,
hem ilim hem de amel bakımından, şeriat üzerinde istikamette sabit
olmayı bizlere nasip etsin. Şeriatın sahibine Salatü selam olsun.
Bunlardan başka, baş ağrıtıcı isteklere gelince, Dua
mektubunun hamili şeyh Mustafa Şüreyhî, Kadı Şüreyh’in neslinden
olup babası ve dedeleri büyüklerden ve önemli vazifeleri ve çok
maişetleri olan kimselerden idi. Maişet sebeplerinin ortadan
kalkmasından dolayı, zaruret sebebiyle, askere gelmeye yöneldi.

202

Yanında belgeleri de var. Toparlanmasına sebep olacak ve bu ızdırap
ve dağınıklıktan kurtulacak bir şekilde yardımcı olmanız ve
ilgilenmeniz ümit edilir.
Bu kadarla yetinelim. Başınızı daha fazla, ağrıtmayalım.

1. CİLT
191. MEKTUP

Hanlar Hanı’na;
-Enbiya aleyhimüsselama tabi olmaya teşvik,
-Şer’i mükellefiyetlerde zorluğun olmadığını beyan hakkında
yazılmıştır.
Bizi bu yola hidayet eden Allah’a hamd olsun. Allah bize
hidayet etmese idi biz doğru yolu bulamazdık.
Rabbimizin resulleri bize hak ile geldiler. (Araf Sûresi,7/
43. Ayet)
Sen bil ki; ebedî saadet ve kurtuluş, umumi olarak Enbiya
aleyhimüsselama, hususiyle de onların en faziletlisi olan Muhammed
aleyhisselama tabi olmaya bağlıdır. Farzımuhal; meşakkatli ve zor
riyazetler ile ve şiddetli mücahedeler ile bin sene ibadet etmek
mümkün olsa Şeriata uymadıkça bu ibadetler, yarım arpa miktarına
denk olmaz. O riyazetler, küçük ve büyük işlerde, büyüklere tabi
olma nuru ile nurlanmadıkça, baştan sona kadar gaflet olmakla
beraber, şeriatın sahibine uyarak, öğlen vaktinde uyumaya müsavi
olmaz. Hatta o riyazetler, çöldeki bir serap gibidir.
Allah sübhanehü şöyle buyuruyor; İnkâr edenlere gelince,
onların işleri çöldeki serap gibidir. Susamış kimse onu su zan
eder. Fakat oraya gelince hiçbir şey bulamaz. Yanında Allah’ı
bulur. Allah da hesabını eksiksiz görür. Allah hesabı, seri ve
çabuk olandır. (Nur Sûresi,24/ 39. Ayet)
Bütün şer’i mükellefiyetlerde ve dinî hükümlerde, Hakk
sübhanehü ve Teâlâ’nın, kemâl-i inayetiyle kolaylığın nihayetine
riayet edilmiştir. Son derce sühulet ve kolaylık gösterilmiştir.
Mesela; gece ve gündüz, onyedi rekât namaz kılmayı emir etti.
Bunların hepsini edâ etmek bir saati bile bulmaz. Bununla beraber,
rekâtlarda kolayına geleni okumakla yetinildi. Bir mazeret sebebiyle
ayakta durmak mümkün olmadığında, oturmayı caiz gördü. Oturmak

203

mümkün olmadığında yaslanarak kılmayı caiz gördü. Rükû ve secde
yapmak mümkün olmadığında imâ ile kılmayı caiz gördü. Su
kullanmaktan aciz kalındığında aptes almak yerine teyemmümü caiz
gördü. Teyemmümü abdestin halefi yaptı. Malların zekâtlarından,
fakirlere ve miskinlere, kırkta bir hisse tayin etti. Zekâtın Farz olması
için malın üreyip çoğalmasını, hayvanların da dışarda otlamasını şart
kıldı. Ömürde bir kere hac yapılmasını farz kıldı. Bununla beraber
haccın farz olması için, azık ve yola gidebilme gücünü ve imkânını
ve yol emniyetini şart kıldı.
Mubah dairesini oldukça genişletti. Dört kadınla, cariyelerden
de gücü yettiği kadarıyla evlenmeyi mubah kıldı. Talak ve
boşanmayı kadınları değiştirmek için bir vesile kıldı. Yiyecek ve
içeceklerin ve kumaşların ekserisini ve çoğunu mubah kıldı.
Bunlardan haram kılınanları azalttı. Aynı zamanda haram
kılınmaları, kulların maslahat ve faidesi için haram kıldı. Eğer acı ve
çok zararlı bir içeceği haram kıldı ise onun yerine birçok lezzetli,
menfaat ve faidesi büyük, birçok içecekleri mubah kıldı. Görmüyor
musun? Kokusu güzel, içilmesi kolay olmakla beraber, tarçın ve
karanfil suyu, birçok menfaat ve birçok faideleri içeriyor. Öyle ki;
faidelerini yazmak mümkün olmaz. Şu halde bunları terk edip tadı
kötü ve acı, aklı giderici, günâhı büyük olan şeyi tercih etmekte ne
fayda var? Aralarında çok büyük fark vardır. Bununla beraber, helâl
ve haram yönününden arız olan, başka bir fark daha vardır ki o başka
bir iştir. Allah Teâlâ’nın razı olması ve olmaması haysiyeti ile olan
ayırım başlı başına bir iştir. İbrişimin bazısı, ipek giymek haram
kılındı ise bunda ne zarar vardır? Öyle ki Allah Teâlâ onun yerine
nakışlı, renkli ve süslü kumaşları helâl kıldı. Mutlak ve genel olarak
helâl kılınan yünden mamul elbiseler, ibrişimden ve ipekten mamul
elbiselerden kat kat üstündür. Bununla beraber, ipek elbise kadınlara
mubah olup onunda menfaati netice olarak erkeklere aittir. Altın ve
gümüşte böyledir. Çünkü kadınların süslenmesi, erkeklerin
faidelenmesi içindir.
Bu kadar sühulet ve kolaylıkla beraber, insafsızlığından
dolayı şer’i hükümlerin zor olduğuna inanırsa, o kimse bâtınî bir
illete ve manevî kalb hastalığına müpteladır. Sağlıklı olan kimseler
için yapılması çok kolay nice işler vardır ki, o işler hasta ve zayıflar

204

için oldukça zordur. Kalb hastalığı, semâdan indirilen hükümlere,
kalbin kesin olarak inanmamasından ibarettir.
Bu hükümleri tasdik etmek, ancak sûrî bir tasdik olup hakiki
bir tasdik değildir. Hakiki tasdikin hâsıl olduğunun alâmeti ve işareti,
şer’i hükümleri yerine getirmekte, hafiflik, kolaylık ve neşenin, sabit
olmasıdır. Bunlar oluşmamış ise keven dikeni sıyırmak gibi
zahmetlidir.
Allah sübhanehü, bu manada mealen şöyle buyuruyor;
Senin müşrikleri çağırdığın şey onlara ağır geldi. Allah
dilediğini kendisine seçer, kendisine yönelene hidayet eder. (Şura
Sûresi,42/ 13. Ayet)
Selam hidayete tabi olanlara ve Mustafa sallallahü aleyhi
veala alihi veselleme tabi olmaya devam edenlere olsun.

1. CİLT
194. MEKTUP

Sadrı Cihan’a;
Dini yaymaya ve kuvvetlendirmeye teşvik, hakkında
yazılmıştır.
Allah sübhanehü, sizlere selamet ve afiyet versin.
Şer’i hükümleri yaymak ile alâkalı haberleri ve Millet-i
Mustafaviyye aleyhissalatu vesselamın düşmanlarının zelil
edildiklerini duymak, gamlı ve hüzünlü Müslümanlara ferah ve
sevinç veriyor. Ruhlarının neşelenmesine sebep oluyor. Bundan
dolayı Allah sübhanehüye hamd ve minnet olsun.
Kadir-i Melik olan, Allah sübhanehüden istenen, beşir ve
nezir olan Nebi aleyhissalatu vesselam hürmetine bu hatırlı ve büyük
işin dahada artmasıdır.
Sâdât-ı İzamdan, Ulema-i Kiramdan olan, İslam büyüklerinin,
içerde ve dışarda, gizlide ve aşikârda, din-i Mübin’in takviyesine ve
sırat-ı müstakimin tamamlanmasına baş koyduklarını ve buna
teşebbüs ettiklerini biz yakinen biliyoruz. Bu hususta takati ve gücü
olmayan ne yapsın? İslâm sultanının, İslâmî istidadının güzelliğinden
âlimleri arayıp onların sohbetlerine rağbet ettiğini duyduk. Bundan
dolayı Allah sübhanehüye hamd olsun.

205

Bilinmelidir ki; geçen asırda ortaya çıkan her türlü fitne, fesat
ve bozukluk, kesinlikle, kötü âlimlerin uğursuzluğundan oldu. Bu
hususta tam manasıyla araştırmak ve mütedeyyin, dinî hassasiyeti
olan âlimleri seçip tayin etmek lazımdır. Çünkü kötü âlimler din
hırsızıdır. Onların istek, arzu, maksat ve hedefleri, insanların
yanında, baş olmak, makam, mevki, itibar ve mertebe sahibi
olmaktır. Onların fitnesinden Allah sübhanehüye sığınırız. Evet,
âlimlerin en faziletlisi, mahlûkatın en üstünüdür. “Hatta kıyamet
gününde âlimlerin mürekkebi, Allah yolunda şehit olanların
kanlarıyla tartılacak, âlimlerin mürekkepleri ağır gelecektir.”
İnsanların en şerlisi, âlimlerin şerlileridir. İnsanların en hayırlısı,
âlimlerin hayırlılarıdır.
İkinci olarak sizden istenen, bazı düşüncelerimde, kendimi
askere gitmeye mecbur görmüştüm. Mübarek Ramazan ayının
girmesiyle Delhi de kaldım. Mübarek ayın geçmesinden sonra,
inşallahü Teâlâ büyüklerin hizmetine kavuşuruz.
1. CİLT
275. MEKTUP

Molla Ahmed Berki’ye;
Şer’i ilimleri öğretmeye ve fıkhî hükümleri yayamaya teşvik,
hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehüye hamd ettikten, Nebi aleyhisselama Salatü
selamdan, duaları da tebliğ ettikten sonra bildiririm ki, Şeyh Hasan
ve diğerlerinin sohbetlerini içeren gönderdiğiniz iki risale bize ulaştı.
Çok sevinmemize vesile oldu.
Bunlardan birisinde Hâce Veysi’nin hallerini anlatmışsın,
diğerinde de onları kabul ettiğini beyan etmişsin. Bu esnada senin
haline teveccüh ettim, bu tarafın insanları senin tarafına gelip sana
iltica ediyorlar. Bundan anlaşıldı ki, sen o beldenin medarı kılındın.
Ve o belde hududundaki insanlar sana bağlı kılındı. Bundan dolayı
Allah sübhanehüye hamd, minnet ve şükür olsun. Bu muameleyi,
kesinlilikle kendisinde zan ve şüphe bulunan vakıalardan sanma,
bilakis görünen ve müşahede olunan kesin bilgilerden kabul et. Bu
devleti ve nimeti elde etmekte senin için asıl ve umde olan, senin,
cehaletin mekân tuttuğu, bidatlerin zirveye çıktığı bir yerde, Şer’i

206

ilimleri öğretmen, fıkhî hükümleri neşredip yayman ve Allah
dostlarını sevip onlara karşı samimi olmandır.
Mahza fazlı ve lütfu ile bu iki nimeti Allah sübhanehü size
ihsan etti. Şu halde sizin üzerinize, var gücünüz ile dinî ilimleri
öğretmek ve fıkhî hükümleri neşredip yaymak lazımdır. Çünkü işin
aslı ve esası, manevî yükselmenin sebebi ve dayanağı, necat ve
kurtuluşun sebebi, dini ve şer’i ilimleri öğretmek ve fıkhi hükümleri
yaymaktır. Âlimler sınıfından olmanız için himmet kuşak ve
kemerini bağlayıp sağlamlaştırmak lazımdır. İnsanlara hak
subhanehünün yolunu göstermek, emri bil maruf, nehyi anil münker
vazifesini yerine getirmekle olur.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor; İşte şu bir hatırlatmadır.
Dileyen Rabbine bir yol edinir. (İnsan Sûresi,76/ 29. Ayet)
Yapmanıza icazetli olduğunuz zikr-i kalbi, Şer’i hükümleri
yerine getirmeye yardımcı olup nefs-i emmârenin inadını ortadan
kaldırır. Bu yönü de yerine getirmek lazımdır. Sen, Ashap ve
arkadaşlarının, manevî hallerine muttali ve vâkıf olamadığın için
üzülme, bunu, sende manevî bir şeyin hâsıl olmadığına bir delil
yapma. Ashab ve arkadaşların manevî hal ve durumları senin
kemâlâtına, ayna olmaya kâfi ve yeterlidir. Arkadaşlarında, ortaya
çıkan, manevî haller, senin halin olup in’ikas yolu ile arkadaşlarında
ortaya çıkmıştır. Şeyh Hasan senin sahip olduğun devlet ve
nimetlerden bir rükündür. Senin yaptığın işlerde sana muavin ve
yardımcıdır.
Eğer faraza, hatırına Hindistan veya Maveraünnehir tarafına
bir yolculuk yapma düşüncesi vaki olursa, orada senin makamına
naip olacak kişi Şeyh Hasan’dır. Onun hakkında iltifat ve teveccühe
riayet etmelisin, seri ve hızlı bir şekilde onun zaruri olan dini ilimleri
öğrenmesi için gayret etmelisin. Onun Hindistan’a seferi, hem senin
hem de onun hakkında bir ganimet ve fırsattır. Allah sübhanehü
bizlere ve sizlere İslâm dini üzere istikameti nasip etsin. O dinin
sahibine Salatü selam olsun. Yazdığın mektupta, arkadaşlarından
birisi için altı aydır manevî bir terakki ve yükselmenin olduğunu,
gaybet halinde ve şuuru yerinde değilken ervahı Tayyibe’den, iyi
ruhlardan gördüğü şeyleri, şimdi de ifaket ve şuuru yerinde iken de
görüyor. Diye yazdın. Ey mahdum; şuurlu iken veya şuuru yerinde

207

değil iken görünen bu şeyler manevî bir terakki ve yükselmeye
delalet etmez. Bu yolda ilk adım, asla Hakk sübhanehüden başkasını
görmemek, fikrinde ve düşüncesinde kat’iyyetle Hakk
sübhanehüden başka bir düşünce bırakmamaktır. Her hal ve
hareketinde onun rızasını düşünmektir. Bu hak sübhanehüden başka
şeyleri görmemek manasına değildir. Bu asla Hakk sübhanehüden
başka şeyleri görmemek onları, -siva- unvanı ile bilmemek demek
değildir. Zira bu kesreti görmenin aynısıdır. Bilakis kat’iyyetle Hakk
subhanehünün rızasından başkasını asla görmez, bunu kesinlikle
güzel kabul etmez demektir.
İşte bu manevi hal ve durumdan fenâ makamı diye tabir
edilir. Bu yolun makam ve menzillerinden ilki budur. Bundan aşağısı
keven dikenini sıyırmak veya dökülmüş yaprakların ve ağaç
kabuklarının rüzgârın savurması darbı meseliyle anlatılacak boş
işlerdir.
Şiir;
Kim Mevla’sının muhabbetinde fani olup yok olmazsa,
Böyle bir kimse için, onun büyülüğünü anlamaya bir yol
yoktur.
Bu günlerde yazılan mektuplar gerçekten ve cidden kıymetli
ve azizdir. Bu mektuplarda birçok faideler derç edilip yazıldı. Şeyh
Hasan beraberinde alıp onları da getirdi. O mektupları, iyice
düşünerek mütalaa etmek lazımdır. Merhume valideniz için
istediğiniz duaya icabet edip kabul ettik.
Bu tarafın diğer ahvalini Şeyh Hasan tafsilatı ile anlatacak.
Selam hidayete tabi olanların ve Mustafa aleyhissalatu vesselama
tabi olmaya devam edenlerin üzerlerine olsun.
Bu fakir ve evladı, hüsnü hatime için sizden dua istiyor.
Herkese selam olsun.

1. CİLT
259. MEKTUP
Mahmutzade Muhammed Said’e;
-Peygamberlerin gönderilmesindeki faideleri,
-Aklın Allah sübhanehüyü tanıyabilmekte yeterli olmadığını,

208

-Dağ başlarında yaşamış, kendilerine tebliğ ulaşmamış
kimselerin halini,
-Fetret devrindeki müşriklerin durumunu,
-Dar-ı harpteki müşriklerin sabi iken ölen çocuklarının
hallerini,
-Hint diyarına Hintli peygamberlerin gönderilmiş olduğunu,
beyan hakkında yazılmıştır.
Bizleri doğru yola ileten Allah Teâlâ’ya hamd olsun. Şayet
Allah bizlere hidayet etmese idi, biz hidayete eremezdik.
Hakikaten Rabbimin resulleri hak ile geldiler. (Araf
Sûresi,7/ 43. Ayet)
Enbiya aleyhimussalatü vesselamın gönderilmeleri nimetinin
şükrü hangi dil ve lisan ile edâ olunabilir? Bu verilen nimete tam
manasıyla hangi kalb ile itikat edilebilir? Güzel ameller ile uzuvların
bu nimete karşılık verebilmesi nerede? Bu büyükler olmasaydı, bizim
gibi aciz ve güçsüzleri, Sânî ve yaratıcı celle sultanuhünün
mevcudiyetine ve birliğine kim delalet edip yol gösterebilirdi?
Yunan felsefecilerinin önde gelenleri, çok zeki olmalarına
rağmen, Sânî celle şanühunun mevcudiyetine bir yol gösteremediler
de kâinatın icadını ve meydana gelmesini zamana nisbet ettiler. Gün
be gün Enbiya aleyhimussalatü vesselamın davet nurları doğup etrafı
aydınlattıkça, sonradan gelen felsefeciler, bu nurların bereketiyle
önde gelen eski filozofların mezhebini red edip Sânî Teâlâ’nın,
mevcut olduğunu söylediler ve Allah Teâlâ’nın vahdaniyetini ve
birliğini ispat ettiler.
Nübüvvet nurlarından teyit ve takviye olmaksızın bizim
akıllarımız, bu ulvi ve yüce istek ve arzuyu idrak edip anlamaktan
acizdir. Enbiya aleyhimussalatü vesselam vettehiyyatın
mevcudiyetleri vasıta olmadan, bu muameleye bizim anlayışlarımızın
ulaşması çok uzaktır.
Bizim ashabımızdan Matüridi’ler, Sânî Teâlâ’nın mevcudiyet
ve varlığını, Hakk subhanehünün vahdaniyet ve birliğini, ispat etmek
gibi bazı işlerde aklın istiklal sahibi olup yeterli olduğunu
söylemekle neyi murat ettiler, keşke bilsem. Böylelikle onlar dağ
başında yetişip puta tapan bir kimseyi Hakk subhanehünün varlığı ve
birliği ile mükellef ve sorumlu tuttular. Her ne kadar kendisine

209

peygamberin tebliği ulaşmasa da Allah Teâlâ’nın varlığı ve birliği
hakkında düşünüp bulmadığı için, onun kâfir olduğuna hükm ettiler.
Ve onu ebedî cehennemlik yaptılar.
Biz; onun küfrüne ve cehennemde ebedî kalacağına niçin
hüküm verdiklerini anlamıyoruz. Hâlbuki açık bir tebliğ ve
peygamberlerin gönderilmesine bağlı olan -hücceti baliğe- ulaşmış
kesin bir delil olmadan, kâfir olduğuna ve Cehennemde ebedî
kalacağına hüküm verilmez. Evet; akıl da, Allah Teâlâ’nın
delillerinden bir delildir. Lakin delil istenen bir şeyde yeterli ve açık
bir delil değildir ki, en şiddetli azâb olan ebedî azâb ona terettüp
etsin. Eğer sen; dağ başında tebliğ ve hüccetlerden habersiz yaşayıp
puta tapan kimse Cehennemde ebedî kalmayacak ise Cehennemden
çıktıktan sonra o kimse bizzarure Cennette olacak demektir bu ise
caiz değildir. Çünkü müşriklerin Cennete girmeleri haramdır. Onların
yeri Cehennemdir.
Allah sübhanehü İsa aleyhisselamdan hikayeten şöyle
buyuruyor; Muhakkak ki, kim Allah’a şirk ve ortak koşarsa
Allah ona kesinlikle Cenneti haram kıldı. Onun yeri
Cehennemdir. (Maide Sûresi,5/ 72. Ayet)
Cennetle Cehennem arasında da bir yer sabit değildir. Araf
ashabı da bir müddet sonra cennete girecekler. Dolayısıyla ebedî
kalmak, ya Cennette olur, yâ da Cehennemde olur dersen; Ben de
cevap olarak şöyle söylerim; bu soru cidden zor bir sorudur. Benim
reşit oğlum bilir ki; o bu soruyu çok zamandır bu fakire tekrar tekrar
sorup durdu. Bu fakir yeterli bir cevap bulamadı. Fütuhat-ı Mekkiye
sahibi İbn-i Arabî’nin, bu sorunun cevabı olarak söylediği, kıyamet
gününde, böyle olan toplulukları davet etmek için bir peygamberin
gönderileceği, inanıp inanmamalarına göre Cennet ve Cehenneme
girmelerine hüküm verileceği, sözleri bu fakire göre doğru bir görüş
değildir. Çünkü ahiret ceza ve mükâfat yurdudur. Orası teklif yeri
değildir ki, orada bir peygamber gönderilsin.
Uzun zaman sonra Hakk subhanehünün inayet ve yardımı
delil ve yol gösterici oldu. Bu muamma ve cevabı bulunamayan
mesele, bana çözüldü ve açıldı. Kendilerine peygamber ve tebliğ
ulaşmamış, dağ başında yaşamış bu cemaat, ne Cehennemde ne de
Cennette ebedî olarak kalmayacaklar. Bunlar ahirette diriltildikten

210

sonra hesap makamında cürüm ve günahları miktarınca azâb olunup
cezalandırılacaklar. Haklar kendilerinden alınacak, sonra mükellef
olmayan hayvanat gibi tamamen yok edileceklerdir. Durum böyledir.
Şu halde bunlar nasıl mükellef olurlar? Nasıl olur da ebedî
cehennemlik olurlar?
Mana âleminde Enbiya aleyhimüsselamın huzurlarında bu
garip ve acip bilgiyi arz ettiğimde, hepsi tasdik edip kabul ettiler. Her
türlü ilim Hakk subhanehünün katındadır. Allah Teâlâ’nın sonsuz
rahmet ve re’fetine rağmen Enbiya aleyhimussalatü vesselam
vasıtasıyla açık bir tebliğ olmadan hata ve yanılması çok olan,
mücerred akıl ile Hakk subhanehünün, bir kulunu ebedî Cehennem
azâbıyla azâplandıracağına hükmetmek cidden bu fakire ağır geliyor.
Şirk mevcut olmakla beraber, bir kulun Cennette ebedî kalacağına
hükmetmek de bu fakire cidden ağır geliyor. Eş’ariler, Cennet ile
Cehennem arasında bir yer olmadığını söyledikleri için, dağ başında
yaşamış bir kimsenin Eş’arilere göre ebedî Cehennemde kalması
lazım geliyor. Hak ve doğru olan, bana ilham olunduğu gibidir ki,
yukarıda anlatıldığı gibi mahşer günündeki muhasebede, haklar
alındıktan sonra tamamen yok olmalarıdır.
Bu fakire göre; Dar-ı harpteki müşriklerin çocuklarının da
hükmü budur. Onlar da toprak olacaklardır. Çünkü Cennete girmek
ya imân sahibi olmakla asaleten veya ebeveynin Müslüman
olmasıyla tebaiyetle olan imâna bağlıdır. İslâm diyarında yaşayan
zimmilerin çocuklarında da hüküm böyledir. İslâm diyarına tabi
olmaları söz konusu ise de zimmilerin çocuklarında imân olmadığı
için, onların Cennete girmeleri düşünülmez. Cehennemde ebedî
kalmak, tekliften sonra şirke bağlı olduğu için, Cehennemde ebedî
kalmaları da düşünülmez. Çünkü bu şirk onlarda mevcut değildir.
Dolayısıyla bunların da hükmü hayvanatın hükmü gibi olup hesap
için diriltilip haklar alındıktan sonra, tamamen ve mahza yok
olmalarıdır.
Peygamberlerden hiçbir peygamberin daveti kendilerine
ulaşmayan, Fetret devrinde yaşamış olan müşriklerin de hükmü aynı
olup onlar da mahşerde haklar alındıktan sonra tamamen ve mahza
yok olacaklardır.

211

Ey evlat; şu fakir her ne zaman düşünüp nazar etse
Peygamberimizin sallallahü aleyhi vesellemin davetinin ulaşmadığı
bir yer bulamıyor, Hatta onun davetinin her yere gittiği, güneşin nuru
ve ziyası gibi his edilip görülüyor. Hatta onun daveti, aralarında sed
bulunan ye’cüc ve me’cüce dahi ulaşıyor. Ben geçmiş ümmetleri de
düşünüyorum da peygamberin gönderilmediği bir kara parçası
bulamıyorum. Hatta bu muameleden uzak görünen Hind diyarında
bile Hind ehlinden ve milletinden gönderilmiş birçok peygamberler
buluyorum. Onlar insanları Hakk Celle şanühüye davet ettiler. Hind
beldelerinin bazılarında, şirkin zulmet ve karanlığında aydınlatan
meş’aleler gibi, Enbiya aleyhimüsselamın nurları müşahede ediliyor.
İstersen o beldeleri tayin edip bir bir gösterebilirim. Hiçbir kimsenin
tasdik etmediği ve daveti kimse tarafından kabul olunmayan bir
peygamber görüyorum. Başka bir peygambere bir şahıs imân etmiş,
Bir diğerine de iki şahıs imân etmiş, bazı peygamberleri üç şahıs
tasdik etmiş. Hint beldelerinde kendisine üç kişiden fazla imân etmiş
bir peygambere gözüm ilişmedi. Hind diyarında kendisine dört kişi
imân etmiş bir peygamber göremedim. Hinduların kâfirlerinin
reislerinin, vacibülvücüdun varlığından, Onun sıfatlarından, tenzihat
ve takdisatından yazdıkları şeylerin hepsi, nübüvvet kandilinin
nurlarından iktibas edilip alınmıştır.
Çünkü geçmiş ümmetlerden her asırda, enbiyadan bir
peygamber gelip geçti. Onlar Allah Teâlâ’dan, sübûtî sıfatlarından,
Allah subhanehünün noksan sıfatlardan münezzeh olduğundan, haber
verdiler. Bu büyükler mevcut olmasalardı, bu perişan kimseler, küfür
ve masiyet zulmetleriyle kirlenmiş kör ve kıt akıllarıyla bu devlete ve
bu bilgilere nasıl ereceklerdi? Bu perişan kimselerin noksan akılları,
haddi zatında kendi ulûhiyetlerine inanıyorlar. Kendilerini ilah kabul
ediyorlar.
Mısır Firavun’unun, sizin için benden başka bir ilah
bilmiyorum. (Kasas Sûresi,28/ 38. Ayet)
Eğer benden başka bir ilah edinirsen seni zindanlarda
cezalandırırım. (Şuara Sûresi,26/29. Ayet) dediği gibi,
kendilerinden başka bir ilah ispat etmiyorlar. Peygamberlerin
haberleri onlara ulaşıp bu âlemin bir yaratıcısı olduğunu
öğrendiklerinde, bu perişanların bir kısmı iddialarının çirkin

212

olduğuna vâkıf oldular, örtülü ve kapalı ve taklitle de olsa -vacibül
vücüd- bir Sânî ispat ettiler. -İlahın- kendisine sirayet ettiğini,
kendisiyle ittihat ederek, birleştiğini zannedip bu hileyle halkı
kendilerine ibadet etmeye davet ettiler. Allah Teâlâ zalimlerin
dedikleri şeylerden ulvi ve büyük olarak yüksek oldu.
Şayet Hint diyarına peygamberler gönderilmiş olsaydı elbette
bize onların bi’set haberi ulaşırdı. Hatta bunun sebepleri çok
olduğundan, haberi mütevatir ile intikal ederdi. Böyle de olmadı.
Deyip aciz ve kısır görüşlü birisi burada itiraz etmeye kalkmasın.
Çünkü biz deriz ki; O enbiyanın daveti umumi bir davet olmayıp
bazılarının daveti bir kavim ve topluma, bazılarının daveti bir köye
veya bir beldeye, olmuştur. Allah subhanehünün, bir köy veya bir
kavim içerisinde, bir şahsı nübüvvet devleti ve nimetiyle
şereflendirip o insanları, Sânî Teâlâ’yı tanımaya çağırması, onları
Allah Teâlâ’dan başkasına ibadet etmekten menetmesi, onların da
peygamberi tekzip edip yalanlamaları, onu cehalet ve dalalet ile
itham etmeleri, inkâr ve tekzipleri nihayete ve son raddeye
geldiğinde de peygamberine gayretinden dolayı, Allah celle ve
âlânın, onları helâk ve yok etmiş olması mümkündür.
Yine aynı şekilde; başka bir peygamberin, bir müddet sonra
bir topluma veya bir köye gönderilmiş olması, daha önceki
peygamber gibi onun da kavmine aynı şekilde muamele etmiş
olması, babalarının helâk edildiği gibi onların da helâk edilmiş
olması mümkündür. Böylece bu tebliğin Allah Teâlâ’nın dilediği
yere ve zamana kadar devam etmiş olması mümkündür.
Hind diyarında, bu köylerin ve beldelerin helâk olduğuna
delalet eden eserler çoktur. Her ne kadar bu kavimler helâk olmuşsa
da akranları arasında bu davet kelimesi baki olup devam etmektedir.
Dönüş yapmaları için, bunu peşlerinden, geleceklere kalıcı
bir söz olarak bıraktı. (Zuhruf Sûresi,43/ 28. Ayet)
Gönderilmiş peygamberlerin nübüvvet haberleri, onların işleri
kuvvetlenip onları birçok kalabalık cemaatler tasdik ettiği zaman
bizlere ulaşır. Amma bir şahıs gelip günlerce davet ettikten sonra hiç
bir kimse daveti kabul etmediği için geçip gitmiş ise, sonra başka bir
peygamber gelip onun yaptıklarını yapıp onu bir kişi tasdik etmiş ise,
gelen başka bir peygamberi iki ve ya üç kişi tasdik etmiş ise,

213

kâfirlerde, hepsi inkâr halinde ise, onlar babalarının dinlerine
muhalefet edenleri red ediyorlar ise, bu haber nereden ve nasıl
yayılsın? Bu haberleri kim nakledip aktarsın? Bu haberleri kime
nakledip aktarsınlar?
Yine peygamberimiz aleyhissalatu vesselamın davetinin bir
olması ve umumi olması sebebiyle, Risalet, Nübüvvet ve Peygamber
kelimeleri, Fârisî ve Arabî lugatlarındandır. Bu kelimeler Hind
lisanında yoktur ki, gönderilmiş olan peygamberlere, Resul veya
Nebi veya Peygamber denilsin. Veya bu isimlerle anılsınlar. Yine bu
sual ve sorunun cevabında, muaraza yoluyla biz deriz ki; şayet Hind
diyarına peygamber gönderilmemiş ise kendi lisanlarıyla da davet
edilmemiş iseler, bunlarında hükmü, dağ tepelerinde doğup yaşamış
ve kendilerine hiçbir şekilde tebliğ ulaşmamış kimselerin hükmü
gibidir ki, inkârlarında ısrar etmelerine ve ulûhiyet davasında
bulunmalarına rağmen mahşerde hesaptan ve cezadan sonra tamamen
yok olacaklardır. Ebedî olarak Cehennemde kalmayacaklardır.
Hind diyarına peygamber gönderilmemiş olmasını aklıselim
kabul etmez. Sahîh keşifte buna müsait değildir. Çünkü biz sahîh bir
keşif ile biliyoruz ki; Hind diyarına gönderilmiş peygamberler var.
Bu sebeple biz onların inkârcılarını, Cehennemin ortasında
görüyoruz. Yukarda da anlatıldığı gibi onlara peygamberler,
tebligatta bulunmamış olsalardı şayet, onlar Cehennemde ebedî
kalmazlardı.
Durumun hakikatini en iyi Allah Teâlâ bilir.

3. CİLT
54. MEKTUP

Han-ı Cihan’a;
Şeriata tabi olmak,
Din düşmanlarıyla savaşmak hakkında yazılmıştır.
Nebi aleyhisselam ve şerefli âlinin hürmetine, Allah
sübhanehü sizi rızasına muvaffak kılsın. Size selamet versin. Sizi
aziz kılsın. Sizi muhterem kılsın.
Dünyevi lezzetler ve geçici nimetler, şeriat-ı garraya uygun
olarak, amel edildiği zaman ancak afiyet ve saadet verir. Aksi
takdirde o nimetler ve lezzetler, ahmak ve akılsızların aldandığı şeker

214

ile kaplanmış öldürücü bir zehirdir. Mutlak bir hekimin ilacı ve
tedavisi olmazsa, Şer’î emirleri yerine getirmekle ve günahlardan
sakınmakla o zehirin acısı giderilmezse, çok yazık olur.
Hulasa olarak; şeriata muvafık şekilde biraz gayret etmekle
ebedî mülkü elde etmek mümkün olur. Biraz gaflet ve boş vermekle
de ebedî mülk elden çıkar. Aynı zamanda idrak kabiliyetine sahip
olan aklı kullanmalıdır. Ebedî mülkü, çocuklar gibi ceviz, meviz ile
zâyi’ etmemelidir. Sizin yerine getirdiğiniz şu hizmeti aleyhissalatu
vesselamın şeriatını yerine getirmekle birleştirirseniz, Enbiya
aleyhimüsselamın amelini işlemiş olursunuz. Din-i mübîni
nurlandırıp tamir etmiş olursunuz. Biz fakirler, senelerce gayret
etsek, ruhlarımıza eziyet ve azâb etsek, sizin yaptığınız amele
ulaşamayız. Sizin emsalinizin tozuna yetişemeyiz. Allah’ım bizi
sevdiğin ve razı olduğun şeylere muvaffak et.
Diğer bir durum; bu mektubu getiren Hâce Muhammed Said
ve Hâce Muhammed Eşref hususi ashabımızdandır. Hallerine riayet
ederseniz, fakirlerin ihsanını mucip olur.
İşleriniz a’la, şanınınız yüce olsun.
2. CİLT
50. MEKTUP

Mirza Şemseddin’e;
Şeriatın bir sureti bir de hakikatinin olduğunu beyan hakkında
yazılmıştır.
Allah sübhanehüye hamd olsun. Seçtiği kullarına selâm olsun.
Sen bilesin ki; Şeriatın bir sureti bir de hakikati vardır. Sûrî
şeriat, Allah Teâlâ’ya ve Resulüllah aleyhisselamın Allah
sübhanehüden getirdiklerine, imân ettikten sonra, şeriatın
hükümlerini yerine getirmekten ibarettir. Nefs-i emmârenin karşı
olmasının ve yüz çevirmesinin, tuğyan ve azgınlığının ve
cibilliyetinde konulmuş olan inkârın mevcudiyetiyle beraber olan
imân, sûrî bir imândır.
Aynı şekilde nefs-i emmâredeki şu anlatılan sıfatların
mevcudiyetiyle beraber, kılınan namaz, tutulan oruçta sûrî namaz ve
sûrî oruçtur. Diğer şer’i hükümler de buna kıyas iledir. Zira insanın
umdesi ve aslı olan, her fert için -ene- ben sözüyle işaret olunan nefs,

215

küfür ve inkârda olduğu müddetçe, o nefsten imânın ve sâlih
amellerin hakikati nasıl düşünülsün? Böyle olmakla beraber, Allah
sübhanehü rahmetiyle sûrî imân sahiplerinin, imân ve amellerini
kabul edip onları, rıza ve rahmetinin yeri olan Cennetle müjdeliyor.
Yine Allah sübhanehü ihsanıyla, kullarında kalbin tasdiki ile olan
imânla iktifa ediyor, kullarını nefsin iz’anı, nefsin boyun eğmesi ve
nefsin itiraf etmesiyle mükellef kılmıyor.
Evet; Cennet içinde, suret ve hakikat vardır. İmân-ı sûrî
ashabı, sûrî Cennet ile nasiplenir. İmân-ı hakiki erbabı da Cennetin
hakikati ile nasiplenir. Sûrî imân sahipleriyle hakiki imân
sahiplerinin her birerleri, Cennet meyvelerinden aynı meyveden
yerler, sûrî imân sahibi kendi derecesine göre bir tat alır, hakiki imân
sahibi de kendi dercesine göre başka bir tat alır. Mü’minlerin
anneleri ezvacı tahirat, Nebi aleyi ve âlâ alihissalatü vesselam ile
beraber aynı Cennette beraber bulunacaklar. Nebi aleyhisselam ile
beraber, aynı meyveden yiyecekler, ancak her kesin aldığı lezzet ve
nimet kendisine göre olacaktır. Aksi takdirde mü’minlerin
annelerinin Nebi aleyhisselamdan sonra bütün insanlardan üstün
olması lazım gelir. Aynı şekilde, üstün olan her hangi birisinin
eşinin de üstün olması lazım gelirdi. Zira -zevce-eş -zevciyle- eşiyle
karışmıştır.
İstikamet şartıyla sûrî şeriat, felâh ve kurtuluşu muciptir.
Dünya ve ahiret kurtuluşunu gerektirir. Cennete girmeyi sağlayıcıdır.
Sûrî şeriat sahîh ve sağlam şekilde elde edildiği zaman, -velayeti
amme- genel manada evliyalık elde edilmiş olur.
Allah Teâlâ imân edenlerin dostudur. (Âl-i İmrân
Suresi,3/68)
İşte bu vakitte ahiret yolcusu olan salik, ayağını tarikat yoluna
koymaya (velayet-i hassa)ya adım atmaya, tedrici olarak nefsini
emmârelik vasfından mutmainne vasfına götürmeye hazır hale gelir.
Ancak bilinmesi lazımdır ki; velayet-i hassa makamına ulaşmak,
şeriat ile amel etmeye ve bu yolda şer’i emirlerde umde ve asıl olan
zikr-i ilahiye devam etmeye bağlıdır. Aynı zamanda şer’i
yasaklardan sakınmak da bu yolun zaruriyyatındandır. Farz olan
ibadetleri edâ etmek, kişiyi Allah sübhanehüye yaklaştıran

216

hususlardandır. Yolu ve usulü bilen ve doğru yola ileten, vesile
olmaya layık, kâmil bir şeyh aramakta şeriatın emirlerindendir.
Allah Teâlâ; Bir vesile arayınız. (Maide Suresi,5/35)
buyuruyor.
Hulasa olarak, sureten ve hakikaten şeriatın emirlerini yerine
getirmek lazımdır. Zira velayet ve nübüvvet kemâlâtının tamamının
aslı ve özü, şer’i hükümleri yerine getirmektir.
Velayetin kemâlâtı, sûrî şeriatın neticesidir. Nübüvvetin
kemâlâtı, şeriatın hakikatinin semeresidir. Bunların tafsilat ve izahı
inşaalah gelecektir. Velayetin mukaddimesi ve başlangıcı, kendisinde
masivânın nefyedilmesi matlup olan ve kendisinden gayr ve gayriyet
-başka- kaldırılmış olan tarikattır. Allah celle şanühunun fazlı ve
lütfu ile külliyen masivâllah nazardan kaldırılıp ağyarı görmekten bir
isim ve resim kalmadığı zaman -fenâ- makamı hâsıl olup tarikat
makamının nihayetine ulaşır. O zaman Seyir ilallah makamı
tamamlanmış olur. Sonra -seyir fillah- makamı diye tabir olunan
ispat makamı başlar. İşte bu makam, velayette en yüksek maksat olan
hakikat ve beka makamıdır. Fenâ ve beka makamı olan bu tarikat ve
hakikat ile velayet ismi sadık olur. Nefs-i emmâre, bu makamda
mutmainne haline gelir. Nefs, küfür ve inkârdan rücu edip
mevlasından razı, mevlası da ondan razı olur. İbadet ve kulluğa karşı,
nefsin cibilliyetinde olan kerahet ve hoşnutsuzluk yok olur. Nefs her
ne kadar mutmainne makamına ulaşsada tuğyan ve azgınlığından vaz
geçmez dediler.
Şiir;
Nefs mutmainne makamına ulaşsa da,
Lakin azgınlığından vaz geçmez.
Böyle diyenler, Nebi aleyhisselamın; “Biz çok küçük cihattan
çok büyük cihada döndük.” hadis-i şerifinde vaki olan, (Cihad-ı
Ekber)den maksat ve murat, nefs ile olan cihattır dediler. Bu fakirin
keşfi ve vicdanıyla bulduğu ise bilinen bu hükmün hilafıdır. Zira ben,
nefs mutmainne mertebesine erdikten sonra, nefste asla bir inat ve
tuğyan bulmuyorum. Bilakis mutmainne mertebesine ermiş olan
nefsi, Allah Teâlâ’nın emirlerine inkıyat ve bağlılık makamında
görüyorum.

217

Hatta mutmainne mertebesindeki nefsi, gayr ve gayriyet
görmekten ve bilmekten fariğ, masivâyı unutan, kendisinde imân
kararlaşmış bir kalb gibi, makam, riyaset, lezzet ve elemden
kurtulmuş olarak buluyorum. Durum böyle olunca bu nefste
muhalefet nerde kaldı? Bu nefs Kime karşı inat edecek? Şayet nefs
mutmainne makamına ermeden önce, nefse inat ve tuğyan ispat
ederlerse, nefsin, halleri, renkleri bir tüy kadar değişse bile bu
manada muhalefete bir cevaz vardır. Bu hususta bizim için de bir
niza yoktur. Ancak nefs mutmainne makamına erdikten sonra, o
nefsin muhalefet ve tuğyan etmesi için bir yol ve mecal yoktur. Bu
fakir; onların dediklerine muhalif olduğu için, dikkatle bu babta
mütalaa ettim ve bu muammanın hal edilmesi ve anlaşılması için çok
derin düşündüm, ancak Allah subhanehünün inayet ve yardımıyla,
nefs-i mutmainnede bir tüy kadar dahi bir inat ve muhalefet
bulamadım. Mutmainne makamındaki nefste istihlak ve izmihlalden
başka bir şey görmedim.
Nefs kendisini Mevla’sına fedâ ettiği zaman, nasıl olur da o
nefste Mevlâ’sına muhalefet etmeye bir mecal olur?
Öyle ki nefs, Allah sübhanehüden razı, Hakk sübhanehü de
nefsten razı olduğu zaman, bu nefsten rızaya zıt olan, tuğyan nasıl
düşünülebilinir?
Hakk celle sultanuhünün rızası, asla razı olunmayan bir şey
olmaz. Buradaki –cihad-ı Ekber-den maksadın, her bir tabiatı, bir
emri iktiza ve bir emirden nefret etmek olan, muhtelif tabiatlardan
terekküp eden, kalıp ve beden ile olan cihat olması mümkündür. Zira
kuvvei şeheviyye ve kuvvei gadabiyyeden her birerleri, kalıp ve
bedenden neş’et etmektedir. Görmüyor musun? Kendileri için nefs-i
natıka olmayan, diğer hayvanlarda bu rezil sıfatlar mevcuttur. O
hayvanların hepsi şehvet, gazap, şirret ve hırs ile muttasıftır. Hal bu
ise Bu -Cihad-ı Ekber- daima mevcut olup nefsin mutmainne olması,
onu teskin etmiyor. Kalbin temkinli ve kararlı olması, -Cihad-ı
Ekber- olan mücadeleyi ortadan kaldırmıyor. Bu Cihad-ı Ekberin
kalıcı olmasında, kalıbı temizlemek için birçok faideler vardır ki, bu
neş’enin kemâlâtı ve ahiretin muamelesi, bil’asale buna bağlıdır.
Zira dünya neş’esinin kemâlâtında kalb tabidir. Kalıp
metbudur. Ahiret neş’esi nin kemâlâtında iş aksinedir. Kalıp tabidir,

218

kalb metbudur. Bu dünya neş’esinde bir halel vaki olup ahiret
neş’esinin mukaddimesi, yani ölüm zâhir olduğu zaman, bu Cihad-ı
Ekberin müddeti biter. Kıtal ortadan kalkar. Allah subhanehünün
fazlı ve lütfuyla nefs, mutmainne makamına ulaştığı ve ilahi hükme
bağlandığı zaman, hakiki İslâm nasip ve müyesser olur. Hakiki imân
da elde edilmiş olur. Bundan sonra hangi amel yapılırsa o amel
hakiki amel olur. Namaz edâ olunduğu zaman, hakiki namaz olur.
Oruç tutulduğu zaman hakiki oruç olur. Hac ibadeti yapıldığı zaman
hakiki hac olur. Diğer şer’i hükümler de buna kıyas iledir.
Durum böyle olunca, tarikat ve hakikatin her birerleri, şeriatın
hakikati ile sureti arasında vasıta olur. Kim velayeti hassa ile
müşerref olmazsa, mecazî İslâmdan, hakiki İslâma ulaşamaz. Allah
subhanehünün fazlı ve lütfu ile şeriatın hakikati ile süslendiği ve
hakiki İslâm nasip ve müyesser olduğu zaman, Enbiya
aleyhimüsselama ve onun vârislerine tabi olmakla, Nübüvvetin
kemâlâtından tam bir nasip ve bol bir hazza nail olmak için
hazırlanmış olur.
Sûrî şeriat, velayetin kemâlâtı için güzel bir ağaç, gibidir.
Velayet de o ağacın meyvesi gibidir. Aynı şekilde şeriatın hakikatı
da, nübüvvetin kemâlâtı için mübarek bir ağaç gibidir. Nübüvvette o
mübarek ağacın bir meyvesi gibidir. Velayetin kemâlâtı sûrî şeriatın
meyvesi olduğuna göre, Nübüvvetin kemâlâtı da o suretin
hakikatinin semeresi olduğuna göre, Velayetin kemâlâtı bizzarure o
suretin hakikati olan nübüvvetin kemâlâtının sureti olur.
Bilinmelidir ki; sûrî şeriat ile şeriatın hakikati arasındaki fark,
nefs cihetinden neş’et etmektedir. Öyleki nefs-i emmâre için surette
tuğyan vardır. İnkâr halinde iken hakikatte mutmainne olup teslim
oldu. Sûrî gibi olan velayetin kemâlâtı ile hakikat gibi olan
nübüvvetin kemâlâtı arasındaki farkta böyledir. Kalıp cihetinden
neş’et etmiştir. Zira kalıbın eczası, velayet makamında da, tuğyan ve
inadından rücu edici olmadı. Bu inat ve tuğyan, velayet makamında
da nihayet bulucu olmadı.
Mesela; nefs, mutmainne olmakla beraber, kalıbın ateşten bir
parça olması hasebiyle, üstünlük ve kibir davasından rücu etmedi.
Aynı şekilde nefs, mutmainne olmakla beraber, kalıp topraktan bir
cüz olması hasebiyle hasislikten ve düşüklükten rücu etmedi. Diğer

219

cüzlerde bunlara kıyas iledir. Nübüvvetin kemâlât makamında,
kalıbın cüzleri itidal haddine gelip ifrat ve tefritten imtina etti.
Burada şunun olması mümkündür. Nebi aleyhisselam; “Benim
şeytanım Müslüman oldu.” buyurdu. Âfakta şeytan olduğu gibi,
enfüste de şeytan vardır. O da, kibrini ve üstünlüğünü iktiza eden,
kendisinin hayırlı olduğunu iddia eden, ateşten bir cüz’ün ve
parçanın olmasıdır. Bunların hepsi rezil sıfatların en düşüğüdür.
Aleyhisselamın, şeytanının Müslüman olması demek, rezillerin en
rezili olan bu sıfatların yok olmasından kinayedir. Nübüvvetin
kemâlâtında, kalbin temkini, kararı ve kudreti, nefsin itminanı ve
kalıbın cüzlerinin de itidali vardır. Velayette ise kalbin temkini,
kararı ve kudreti, daha sonrada nefsin itminanı ve mutmainne
mertebesinin hâsıl olması vardır. Biz öyle diyoruz.
Çünkü tekellüfsüz olarak, nefsin tam manasıyla mutmainne
mertebesine ermesi, ancak kalıbın cüzleri mutedil olduktan sonra
olur. Bu sebepten dolayı, velayet erbabı, kalıbın cüzlerinin mutedil
olmaması sebebiyle, mutmainne olan nefsin beşeriyet sıfatlarına geri
dönmesini caiz gördüler. Bu manalar, bu bahsin başında da
anlatılmıştı.
Kalıbın cüzlerinin itidalinden sonra, nefs için hâsıl olan
itminan, nefsin beşeri sıfatlara geri dönmekten emin olması, beri ve
uzak olmasıdır. İhtilaf, nefsin rezil sıfatlara geri dönmesindedir.
Nefsin rezil sıfatlara geri dönmemesi, nefsin mukaddimelerinin
ihtilafına mebnidir.Her şahıs, makamından haber verir. Vicdanından
konuşur. Kalıbın cüzleri, itidal haddine geldiği, inat ve tuğyandan
imtina ettiği zaman, onunla cihat nasıl olur da tasavvur olunur?
Bilakis onunla cihat ortadan kalkar denilirse, ben de cevap olarak
derim ki; mutmainne mertebesine gelmiş nefs ile kalıbın cüzleri
arasında fark vardır. Zira mutmainne mertebesi, izmihlal ve istihlak
sahibidir. Mutmainne mertebesi, âlemi emre mülhaktır. Mutmainne
mertebesindeki nefs, tam manasıyla istihlak ve manevi sarhoşluk ile
muttasıftır. Kalıbın cüzlerinin ise şer’i hükümleri ayık olarak yerine
getirmesi vasıtasıyla sarhoşluk ve istihlak ile bir münasebeti yoktur.
İstihlak makamında olan kimse için, muhalefet etmeye bir mecal
yoktur.

220

-Sahiv- ve ayık hal, kendisinde olan kimseden, bir takım
menfaat ve maslahat sebebiyle bazı işlerde, bir muhalefet sadır
olursa, bu caizdir. Ancak arzu edilen, Allah subhanehünün lütfu ve
fazlıyla, müstahab olanların fevkinde bir muhalefetin sadır
olmamasıdır. Müstahapları yerine getirmediği takdirde muhalefet,
kerâheti tenzihiye olmaktan öteye geçmez. Durum böyle olunca
cihad, tasavvur olarak cüzlerin itidali ile beraber, kalıbın
mertebelerinde olur. Mutmainnede olan nefs ile cihad caiz olmaz.
Bu bahsin tahkiki, birinci ciltte, bu yolun beyanı hakkında,
tafsilatlı olarak, büyük oğlumun ismiyle yazılmış olan, mektupta
mevcuttur. Eğer burada bir gizlilik kalmışsa oraya müracaat olunsun.
Mahza Allah subhanehünün fazlı ve lütfuyla, şeriatın
hakikatinin neticesi ve semeresi olan nübüvvet kemâlâtı, işin
nihayetine erip tam manasıyla elde edilirse, bu makamda, manevî
terakki, ameller ile olmaz. Bilakis bu makamda manevî terakki,
mahza Allah subhanehünün fazlına, lütfuna ve ihsanına bağlıdır. Bu
makamda itikat için bir eser ve tesir, ilim ve amel için de bir hüküm
yoktur. Bilakis lütuf içinde lütuf, kerem içinde kerem vardır. Sebkat
eden makamlara nisbetle bu makam, cidden çok yüksektir. Bu
makam için, sebkat eden makamlarda, bir eseri dahi olamayan, tam
bir genişlik ve nuraniyet vardır. Bu makam asaleten -Ululazim-
peygamberlere mahsustur, aleyhimussalatü vesselam. İnayeti ilahiye
mazhar olan herkes, tebaiyet ve verasetle bu makamla müşerref
olabilir.
Bir beyt;
Kerim olanlar ile hiçbir işte zorluk yoktur.
Bu makamda, sûrî şeriattan ve şeriatın hakikatinden müstağni
olunur, bu makamda şeriatın hükümlerini yerine getirmeye ihtiyaç
kalmaz diyerek, bu hususta her hangi bir şahıs hataya düşmesin. Zira
biz diyoruz ki; Şeraitle amel etmek, bu işin aslı ve esasıdır. Bir ağaç
uzayıp yükselirse veya bir bina yükselip üzerine köşkler ve saraylar
bina edilirse temelden müstağni kalmazlar. Onlardan, muhtaç
oldukları zati durum ortadan kalkmaz.
Mesela; bir ev, yükseldikçe alt kata ihtiyaç devam eder. Asla
ona ihtiyaç bitmez. Şayet alt kata bir halel gelirse, üst katlara da tesir
eder. Alt katın yok olması, üst katında yok olup yıkılmasını icap

221

eder. Şu halde bütün hallerde ve bütün vakitlerde şeriat lazımdır. Her
şahıs, Şeriatın hükümlerini yerine getirmeye muhtaçtır. Allah
subhanehünün fazlı ve lütfu ile bu makamdan yükselme nasip olursa,
iş faziletten muhabbete dönerse, bu takdirde bil’asale Resulullah
sallallahü aleyhi veselleme mahsus olan, cidden çok yüksek manevî
bir makam istikbal eder. Bu makam kendisine verilmesi murat edilen
her keste, tebaiyet ve veraset sebebiyle bu makam ile müşerref olur.
İlk bakışta, zâhir olan bu manevî köşk, çok yüksek olup
Hazret-i Ebu Bekir (sıddık)ı, veraset yoluyla bu makamda
buluyorum. Hazret-i Faruk da bu manevi devlet ve nimete ulaştı.
Ümmehatı mü’mininden, izdivaç alâkasıyla Hazret-i Hatice’yi ve
Hazret-i Sıddıka radıyallahü anhümayı bu makamda, aleyhissalatu
vesselam ile beraber buluyorum. İş Allah sübhanehüye aittir.
Maarif sahibi aziz kardeş Abdülhay, senelerce sohbette
bulundu. Şimdi vatanına döndü. Onun bu makam ile alâkası olunca,
bizzarure birkaç satır yazıp müşarün ileyh zatın hallerine muttali
kıldık.
Hangi mekânda olursa olsun, Ehlullahın mevcudiyeti bir
ganimettir. Ehlullahın mevcudiyeti o mekânın sakinleri için bir
beşaret ve müjdedir. O makamda aziz kardeş Şeyh Nur Muhammed
de vardır. Vakitlerini fakirliğe ve yokluğa sarf ediyor. O da o
makama gıpta ediyor. Öyle ki o makamda Ehlullahtan, onların emsali
iki kişi toplandı. Böylece orda iki saadet tahakkuk etti.
Vesselam.

222

RESULÛLLAH S.A.V. TABİ OLMAK
HAKKINDA MEKTUPLAR

1. CİLT
25. MEKTUP

Hâce Cihan’a;
Seyydülmürseline
Ve ashabı kirama tabi olmaya teşvik hakkında yazılmıştır.
Aleyhi ve aleyhim minassalavati ekmelüha ve minetteslimati
etemmüha.
-Allah tela kalbinize selamet versin.
-Göğsünüzü genişletsin.
-Nefsinizi temizlesin.
-Cildinizi yumuşatsın.
Bunların hepsi, hatta ruh, hafî ve ahfânın kemâlâtının, tamamı
Seyydülmürselin aleyhi ve âlâ alihi minassalavati efdalüha ve
minetteslimati ekmelühaya tabi olmaya bağlıdır.
Şu halde sizlere; hem Resulüllah sallallahü aleyhi veselleme,
hem de kendileri doğru yolda olup insanları da doğru yola ileten
Hulefâ-i Râşidîne tabi olmak lazımdır.

223
Çünkü onlar hidayet yıldızlarıdır.
Çünkü onlar hidayet güneşleridir.
Kim onlara tabi olmakla şereflenirse, gerçekten büyük
kurtuluşa ermiştir.
Kim onlara muhalefet etmeye yeltenir ve zorlanırsa,
gerçekten açık bir şekilde ve aşırı derecede sapıtmış olur.
Bunlardan başka diyeceğim, merhum Şeyh Sultan’ın iki oğlu
için geçim darlığı ve ihtiyaç izharıdır. Tarafınızdan istenen, onlara
imdat ve yardım etmenizdir. Çünkü siz bu işe layıksınız, her zaman
insanların ihtiyaçlarını karşılamaya muvaffaksınız.
Allah sübhanehü muvaffakiyetinizi ziyadeleştirsin. Hayrı size
refik etsin. Selam size ve hidayete tabi olanlara olsun.

1. CİLT
37. MEKTUP
Hâce Muhammed Çeteri’ye;
Sünneti seniyyeye tabi olmaya teşvik hakkında yazılmıştır.
Sahibine Salat-ü selam olsun.
İkram yolu ile gönderilen mektubunuzu mütalaa etmekle
sevinç ve sürur hâsıl oldu. Mektupta istikametiniz ve tarikatı
Nakşibendi’ye üzere sebâtınızda yer alıyor. Bundan dolayı Allah
sübhanehüye hamd olsun. Bu ulvi yolun büyüklerinin bereketiyle,
Allah sübhanehü size nihayetsiz terakkiler ikram etsin. Onların yolu
kibriti amer olup aleyhissalatu vesselamın sünneti seniyyesine tabi
olmaya, bağlı olarak kurulmuştur.
Bu fakir vaktin sermayesini beyan için yazıyor.
Hâsılı kelam şudur;
-İlimler,
-Marifetler,
-Manevi haller,
-Ve makamlar, uzun zamandır ilkbahar yağmuru gibi üzerime
akıtılıyor. Ne zaman bir işin yapılması lazım gelse Allah Teâlâ’nın
inayet ve yardımıyla yapılıyor.

224

Şu an sünnet-i Mustafaviyyeden bir sünneti ihya etmekten
başka bir temenni ve arzum kalmadı. Sahibine Salat-ü selam olsun.
Manevi haller ve vecdler, ancak zevk sahiplerinin
beklentisidir. Bâtını ve kalbi, hacegana nisbetle tamir etmelidir.
kadesallahü esrarehüm. Zâhiri de, külliyen ve tamamıyla sünnetlere
tâbi olmakla süslemelidir.
Esas meşguliyet budur gerisi hayaldir.
Kış aylarında yatsı namazı hariç, beş vakit namazı ilk
vakitlerinde edâ etmelidir. Yatsı namazını kış aylarında gecenin üçte
birine kadar tehir etmek müstehaptır. Bu Fakir bu hususta
muztariptir. Namazları ilk vakitlerinden sonraya, bir arpa miktarı bile
olsa tehir etmek istemiyorum. Aczi beşeri bundan müstesnadır.

1. CİLT
41. MEKTUP

Şeyh Derviş’e;
-Sünneti seniyyei Mustafaviyyeye tabi olmaya teşvik,
-Tarikat ve hakikatin, şeriatı tamamladığını, ayrı bir şey
olmadığını beyan hakkında yazılmıştır.
Şeriatın Sahibine Salatü selam olsun.
Allah sübhanehü ve Teâlâ Nebi aleyhisselam hürmetine
zâhiren ve bâtınen sünnetiseniyyei Mustafaviyyeye tabi olmakla
süslenmeyi ve ziynetlenmeyi bizlere nasip etsin. Onun Sahibine
Salatü selam olsun.
Muhammed Resulullah sallallahü aleyhi vesellem muhakkak
âlemlerin rabbinin mahbubu ve sevgilisidir. Her ne şey güzel ve
sevimli olur, kendisine rağbet olunursa, o mahbup, matlup ve sevgili
sebebiyledir.
Bu sebepten dolayı, Allah Teâlâ Kelâm-ı Mecidinde şöyle
buyurdu; Sen kesinlikle azim ve büyük bir ahlâk üzeresin. (Kalem
Sûresi,68/ 4. Ayet)
Yine Allah Teâlâ şöyle buyurdu; Muhakkak sen
gönderilmiş resullerdensin. (Yasin Sûresi,36/ 3. Ayet)

225

Yine Allah Teâlâ şöyle buyurdu; İşte bu benim dosdoğru
yolumdur. Ona tabi olunuz. Başka yollara tabi olmayınız. (En’am
Sûresi,6/ 153. Ayet)
Allah Teâlâ Resulüllah sallallahü aleyhi vesellemin yolunu
sırat-ı müstakim olarak, dosdoğru yol olarak isimlendirdi. Onun
haricindekileri ise bâtıl yollar sınıfına dâhil edip onlara tabi olmayı
yasakladı.
Bunun şükrünü izhar etmek, insanlara bildirmek ve insanlara
hidayet ve doğru yolu göstermek için, aleyhissalatu vesselam;
“Yolların en hayırlısı ve doğrusu Muhammedîn yoludur.” buyurdu.
Yine aleyhissalatu vesselam; “Beni Rabbim edeblendirdi.
Edebimi güzel yaptı.” buyurdu.
Bâtın, zâhirin mütemmimi ve tamamlayıcısıdır. Bâtın ile zâhir
arasında bir tüy kadar dahi muhalefet ve ayrılık yoktur. Mesela;
Yalan konuşmamak şeriattır. Yalanı hatırdan çıkarmak, hiç hatıra
getirmemek tarikat ve hakikattir. Eğer yalanı hatırdan def etmek,
külfet, zorlama ve zahmet ile oluyorsa tarikattır. Bu hususta tekellüf,
zorlanma ve zahmet olmuyorsa hakikattir.
Şu halde tarikat ve hakikat diye anılan bâtın, hakikaten ve
gerçekten zâhiri şeriatı tamamlayıp ikmal eder. Eğer hakikat ve
tarikat yolunda gidenlerde, yol esnasında, şeriatın zâhirine muhalif
bir şeyler zâhir olup görünür, bunu da açığa vururlarsa o vakitte
manevî sarhoş olduklarındandır. Şuurlu halde olmadıklarından ve
manevî halin galip olmasındandır. Bu makamı geçip manevî
sarhoşluğun verdiği dar durumdan, sahiv, ayıklık, şuurlu olma haline
çıkarlarsa, görünen o zıtlık külliyen ortadan kalkar, Şeriata zıt ve
muhalif olan ilimler, toz parçacıkları gibi değersiz ve kıymetsiz olur.
Mesela; manevî sarhoşluk halinde olan bir taife, ihatai
zatiyeye kail olup Hakk subhanehünün, zatıyla bütün âlemi ihata
edip kapladığını söylediler. İşte bu hüküm, Ehl-i sünnet âlimlerinin
görüşlerine muhaliftir. Ehl-i sünnet âlimleri, ilmî ihataya kaildirler.
Hakk sübhanehü bütün âlemi, zatıyla değil de ilmiyle ihata
etti, kuşattı diyorlar. Hakikatte, Ehl-i sünnet âlimlerinin görüşleri
doğruya en yakın olandır. Sofiler bir taraftan kendileri Hakk
subhanehünün zatına hüküm olunmaz diyorlar, Bu durumda zatıyla

226

âlemi ihata etti demeleri kendi söylediklerine de muhalif olup
çelişkiye düşüyorlar.
Doğru olan şudur ki; Hakk subhanehünün zatı hiçbir şeye
benzemez. Hiç bir şey de Hakk sübhanehüye benzemez. Onun
üzerinde bir hükme varmaya asla yol yoktur. O makam, sırf hayret ve
mahza cehalet makamıdır. Bâtınî marifet ve bilgilerin, tüy kadar dahi
muhalefet kalmayacak şekilde, Şeriatın zâhirî ilimlerine tam
manasıyla, muvafık ve uygun olması ancak, velayet makamlarının en
üstünde olan Sıddıkiyet makamında olur. Sıddıkiyet makamının
üstünde nübüvvet makamı vardır.
Nebi aleyhisselam için vahiy yolu ile hâsıl olan ilim, Sıddik
için ilham yolu ile açılır.
Bu iki ilim arasında, birisinin vahiy ile olmasından, diğerinin
ilham ile olmasından başka bir fark yoktur. Durum böyle olunca,
ikisinin arasında muhalefete bir sebep nasıl olsun? Sıddıkiyet
makamının altındaki her makam için bir nevi manevî sarhoşluk ve
sahiv, şuurlu ve ayık olma hali vardır. Tam sahiv ve şuurlu olmak,
her şeyin farkında olma hali, ancak sadece Sıddıkiyet makamındadır.
Bu iki ilim arasında bir başka fark daha vardır. Şöyle ki,
vahiyde kat’iyyet vardır. İlhamda zan vardır. Vahiy melek
vasıtasıyladır. Melekler ise masumdurlar. Onların hata yapma
ihtimalleri yoktur. İlham için her ne kadar yüksek bir yer ve âlemi
emirden olan ulvi kalb makamı ve mertebesi var ise de, kalbin, akıl
ve nefs ile alâkası olup nefste, tezkiye ile mutmainne dahi olsa, kötü
huy ve sıfatlarından vaz geçmeyeceği için, ilham hakkında, hata
ihtimali vardır.
Bilinmesi lazım gelen hususlardan birisi de; nefs mutmainne
mertebesine geldiği halde, nefsin kötü sıfatlarının kalmasında birçok
menfaatler ve sayısız faideler vardır. Zira nefsten tamamen sıfatları
engellenirse, manevi terakki ve yükselme yolu kapatılmış olur. Ruhta
melek sıfatı zâhir olup ruh kendi makamında hapis edilmiş olur. Zira
ruhun manevi terakkisi ve yükselmesi ancak nefse muhalefet etmek
iledir. Nefse muhalefet söz konusu olmadığında, manevî terakki ve
yükselme nasıl ve nerden hâsıl olur?
Kâinatın efendisi aleyhissalatu vesselam bir seferinde, kâfirler
ile olan cihattan döndüğünde; “Bizler çok küçük bir cihattan çok

227

daha büyük bir cihad ve savaşa döndük.” buyurdu. Nefs ile yapılan
cihada, Cihad-ı Ekber, büyük savaş buyurdu.
Bu makamda nefse yapılan muhalefet, en ufak bir azimeti
terk etmemekle olur. Hatta terk edilmesi mümkün olmayacağı için
terkini düşünmekle olur ki; bu düşünce ile nedâmet, pişmanlık,
hacalet, utanma hâsıl olup Cenab-ı Hakk celle ve âlâya iltica ve
tazarru ederek, bir senede elde edilmesi mümkün olmayan manevî
faideler, kısa ve latif bir anda hâsıl olur.
Biz asıl sözümüze dönelim, biz deriz ki; mahbup ve
sevgilinin şemailinde ve ahlâkında bulunan şeyler, mahbuba tabi
olmakla sevimli hale gelir.
Allah Teâlâ’nın; “Siz bana tabi olursanız Allah’ta sizi
sever.” Mealindeki ayeti, bunu anlatmaktadır. Aleyhissalatu
vesselama tâbi olmaya gayret etmek, işi Allah Teâlâ tarafından
sevilmeye götürür. Her aklı başında kimseye, zâhiren ve bâtınen,
Habibullah aleyhissalatu vesselama tam manasıyla tabi olmakta
sayugayret etmek lazımdır.
Söz uzadı, sizden istenen bana müsamaha etmenizdir. Güzel
söz güzel kimseden olduğunda, uzadıkça güzelliği artıyor. “Eğer
Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa, onun
bir mislini daha getirsek bile kelimeler bitmeden deniz tükenir.”
(Kehf Sûresi,18/ 109. Ayet)
Biz sözü başka tarafa çevirelim, bu mektubun hamili Mevlana
Muhammed hafız, ilim ehlinden olup ailesi de kalabalıktır. Geçim
darlığı sebebiyle askere gelmeye yöneldi. Hakkında yardım ve iltifat
yoluyla çaba sarf ederseniz ve Mansur reis Emir, Nakip Seyyid Şeyh
Cive’ye, bir vazife vermesi için konuşursanız aynen iyilik olur.
Daha fazla baş ağrıtmayalım.
1. CİLT
44. MEKTUP
Seyyid Nakip Şeyh Ferid Buhari’ye;
-Beşerin en faziletlisi aleyhissalatu vesselamın methi,
-Onu tasdik edenlerin ümmetlerin en hayırlısı olduğunu beyan,
-Onu tekzip edenlerin de ümmetlerin en şerlisi olduğunu
beyan,
-Sünneti seniyyeye tabi olmaya teşvik hakkındadır.

228

Şerefli mektubunuz en kıymetli bir zamanda ulaştı. Onu
okumak ve mütalaa etmekle şereflendim. Fakrı Muhammedî
aleyhissalatu vesselamın mirasından elde edilen manevî şeyler
üzerine, Allah sübhanehüye hamd, minnet ve şükür olsun. Fakirleri
sevmek ve onlarla irtibatlı olmak bu fakrı Muhammedînin
neticesidir.
Gönderdiğiniz mektubun cevabında, arap ve acemin en
hayırlısı olan büyük dedeniz, aleyhissalatu vesselamın, faziletleri
hakkında rivayet olunan birkaç fıkra ve ibareyi Arapça ibarelerle
yazmaktan başka ne yazayım bilemedim. Aynı zamanda bu mektubu,
uhrevi necat ve kurtuluşuma vesile kılacağım. Yoksa bu mektupla
ben Nebi aleyhissalatu vesselamı medhetmiyorum, bilakis Nebi
aleyhisselam ile sözlerimi medhediyorum.
Şiir;
Ben sözlerimle Muhammed s.a.v medih etmiyorum,
Lakin sözlerimi Muhammed s.a.v ile medih ediyorum.
Ben diyorum ki;
-İsmet ve muvaffakiyet ancak Allah sübhanehüye bağlıdır.
-Muhammed Resulullah, âdemoğlunun seyididir.
-Kıyamet gününde en çok tâbii olacak olan odur.
-Allah indinde ilklerin ve sonların en muhterem ve
mükerremi odur.
-Kabirden ilk çıkacak odur.
-İlk şefaat edecek ve şefaati ilk kabul edilecek odur.
-Cennetin kapısına ilk gelecek olan odur.
-Allah Cennetin kapısını ilk defa ona açacak.
-Kıyamet gününde Âdem ve diğer peygamberler, altında
olduğu halde livaülhamd sancağını taşıyacak olan O’dur.
Nebi aleyhisselam şöyle buyurdu;
-Biz en son geleniz, kıyamet gününde en önde olacağız.
-Ben bir söz söylüyorum fakat övünmek için değil.
-Ben Habibullah’ım.
-Ben peygamberlerin sözcüsü ve öncüsüyüm. Fakat bunu
övünmek için söylemiyorum.
-Ben peygamberlerin sonuncusuyum bunu övünmek ve
kibirlenmek için söylemiyorum.

229

-Ben Abdülmuttalibin oğlu Abdullah’ın oğlu Muhammedim.
-Allah insanları yarattı, beni en hayırlıların içinde kıldı.
-Sonra onları kabilelere ayırdı, beni en hayırlı kabileden
yaptı. Sonra kabileleri ikiye ayırdı, beni en hayırlı kabileden yaptı.
-Sonra onları evlere ayırdı beni en hayırlı evde kıldı.
-Ben ev olarak onların en hayırlısıyım.
-Ben nefs, şahıs ve nesep olarak onların en hayırlısıyım.
-İnsanlar diriltildiği zaman, kabirden ilk çıkacak olan benim.
-Mahşere çıktıkları zaman onların öncüsü benim.
-Sustukları zaman onların hatibi benim.
-Hapis olundukları zaman onların şefaatçisi benim.
-Ümitsizliğe düştükleri zaman onların müjdecisi benim.
-Kerem sancağı ve bütün anahtarlar o gün benim elimde
olacak.
-Livâ-ül-hamd sancağı o gün benim elimde olacak.
-Rabbimin yanında âdemoğlunun en kıymetlisi benim.
-Sanki saklanmış inci gibi kıymetli bin hizmetçi, benim
etrafımda tavaf edip hizmet edecekler.
-Kıyamet günü olduğu zaman,
-Ben peygamberlerin imamı, Hatibi ve şefaat sahibi olacağım.
-Fakat ben övünüp kibirlenmiyorum.
Şayet o olmasa idi Allah sübhanehü mahlûkatı yaratmazdı. O
olmasa idi rububiyyetini izhar etmezdi.Âdem su ile toprak arasında
iken o peygamber idi.
Şiir;
Her kim ona uyup emrine bağlanırsa,
Kesinlikle, günahların esaret zincirinde bağlı kalmaz.
Şüphe yok ki; beşerin seyyidi, o kerim Nebiyi ve Resulü
tasdik eden, elbette ümmetlerin en hayırlısı olur.
Allah subhanehünün; “Siz yeryüzüne çıkarılmış
ümmetlerin en hayırlısı oldunuz.” Mealindeki Âl-i İmran Sûresi
10. Ayeti onların halini ve vasfını anlatıyor.
Aleyhissalatu vesselamı tekzip edenler de, elbette
âdemoğlunun en şerlisi olur.

230

Allah subhanehünün; Bedeviler küfür ve nifak bakımından
daha şiddetlidirler. Mealindeki Tevbe Sûresi 97. Ayeti, onların bu
halinin alametidir.
Allah subhanehunun razı olduğu, onun şeriatına ve sünneti
seniyyesine tabi olma şerefiyle şereflenenlere ne mutlu?
Bu ne büyük saadet?
Bu gün, aleyhissalatu vesselamın dininin hak olduğunu tasdik
edip uymakla, yapılan az bir amel, nice birçok amel yerine geçer ve
kabul olunur. Bunda şaşılacak bir şey ve bir aldanma yoktur.
Görmüyor musun? Ashab-ı Kehf, nail oldukları o derecelere,
yaptıkları güzel bir amel ile ulaştılar.
O da, muannit düşmanların her tarafı istila ettikleri bir
zamanda, yakin derecesindeki imânlarının nuru sebebiyle, Allah’a,
subhanehünün düşmanlarından kaçıp hicret etmeleridir. Muhaliflerin
hallerini buna kıyas et.
Bu şuna benzer;
Muhaliflerin her tarafı istila ettikleri ve düşmanın galip
geldiği bir zamanda, askerden ufak bir başarı görülse, makbul ve
muteber olurken, emniyet ve güvenin olduğu bir zamanda o, başarılı
hareketin kat kat fazlası görülse, bir itibarı olmaz.
Ayni şekilde, nebi sallallahü aleyhi vesellem âlemlerin
Rabbinin sevgilisi olması hasebiyle, mütabaat sebebiyle ona tabi
olanlarda, elbette mahbubiyet mertebesine ulaşırlar.
Çünkü seven bir kimse başka bir şahısta, sevgilisinin şemail
ve alametlerinden bir şeyi görürse, sevgilisinin ahlak ve alametlerine
benzediği için bizzarure onu da sever.
Muhaliflerin hallerini buna kıyas et.
Şiir;
Âlemlerin hepsinin reisi Muhammed’dir. s.a.v
Düşmanlarının başlarına taş ve toprak saçılsın.
Şayet zahiri hicret mümkün olmazsa, tam manasıyla batıni
hicrete riayet etmek icap eder.
Zahirde ve görünüşte insanlar ile beraber olup batında ve iç
âleminde Allah sübhanehü ile beraber olmalıdır.
Bundan Sonra, Allah Teâlâ’nın yeni bir durum çıkarması
ve işi kolaylaştırması ümit edilir. (Talak süresi 1.ayetin sonu).

231

Allah sübhanehü sizleri muhterem babalarınızın yolunda sabit
kılsın.
Allah subhanehünün selamı, kıyamet gününe kadar, sizlerin
ve onların üzerlerine olsun.
Şu aralar nevruz vakti geldi. Bu günlerde memleket
insanlarının kalblerinin dağınık ve hallerinin perişan olduğu
malumunuzdur. Allah sübhanehü murad ettiği zaman, bu durumlar
geçtikten sonra, kavuşmak mümkün olur. Fazla uzatmak usanç verir.
Allah sübhanehü sizleri muhterem babalarınızın yolunda sabit kılsın.
Allah subhanehünün selamı, kıyamet gününe kadar, sizlerin ve
onların üzerlerine olsun.

1. CİLT
75. MEKTUP

Mirza Bediüzzaman’a;
-Dünya ve ahiretin efendisi, aleyhissalatu vesselama tabi
olmaya,
-Akaidi tashih etmeye,
-Zaruri fıkhi hükümleri öğrenmeye, teşvik hakkında
yazılmıştır.
Allah sübhanehü sizlere selamet ve afiyet versin.
Sen bil ki; iki cihan saadeti, Ehl-i sünnet âlimlerinin beyan
edip anlattıkları şekilde, Peygamberlerin efendisi aleyhissalatu
vesselama tabi olmaya bağlıdır. Allah sübhanehü onların gayretlerini
makbul etsin. Bu da evvela, Ehl-i sünnet büyüklerinin, görüşlerine
göre, itikadı tashih etmek ve düzetmekle olur.
İkinci olarak da; Helâl, haram, farz, vacip, sünnet, mendüp,
mubah ve şüpheli şeylerin ilimlerini tahsil etmekle olur. Aynı
zamanda, bu ilimlerin icabıyla amel etmekte elbette lazımdır.
Bu iki kanat mesabesindeki, itikadi ve ameli cenahlar hâsıl
olduktan sonra, ebedî saadetin hâsıl olmasına, ezelî inayet ve takdir

232

sebkat etmiş ise kutsî âlem tarafına uçmak ve yükselmek mümkün
olur. Aksi takdirde, keven dikeni sıyırmak veya ağaç yapraklarını
rüzgârın savurması darbımeseli ile anlatıldığı gibi netice boş ve
faydasızdır.
Denî ve değersiz şu dünyanın işi ve kötülüğü gizli değil ki,
arzu edilen şeylerden sayılsın. Onun emellerinin ve makamlarının
elde edilmesi maksatlardan sanılsın.
Ulvî ve büyük düşünmek, üstün gayret sahibi olmak lazımdır.
Çünkü insan, ne zaman Allah Teâlâ’dan bir şeye nail olursa, onu
ancak bir vesile ile bulur. Şu halde, Allah Teâlâ’nın maddi ve manevi
nimetlerine kavuşmak için bir vesile aramalıdır. Esas iş budur, bakisi
boştur.
Kemal-i iltifattan dolayı himmet istedin. Sana müjdeler olsun.
Salimen ve ganimete nail olmuş olarak dönesin.
Lakin bir şarta riayet etmen lazımdır. O da şudur; Kıble-i
teveccühün, teveccüh edilen ve yönelinen yerin tek ve bir olmasıdır.
Şayet teveccüh edilen yer, müteaddit olursa salik nefsini tefrikaya ve
dağınıklığa atmış olur.
Şu meşhur misallerdendir. Bir mahalde mukim kişi, her
mahalde mukimdir. Mahaller arasında dönüp dolaşan kişi, asla bir
mahalde değildir.
Allah sübhanehü bizlere ve sizlere, şeriat-ı Mustafaviyye
caddesi üzerinde sabit olmayı nasip etsin.
Onun sahibine,
Hidayete tabi olanlara
Ve Mustafa aleyhissalatu vesselama tabi olmaya devam
edenlere, salatü selam olsun.

1. CİLT.
78. MEKTUP

Cebbari Han’a;
Manevi terakkinin elde edilmesinin, Nebi aleyhisselama tabi
olmaya bağlı olduğunu beyan hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehü, hak olan Şeriat caddesi üzerinde istikamet
üzere olmayı bizlere nasip etsin. O şeriatın sahibine salatü selam
olsun.

233

Delhî’den döneli bir müddet geçti. Ülfet ettiğim vatanı
seviyorum, şu an vaktin nakdi ve sermayesi vatanı sevmektir. Vatanı
sevmek imandandır. Vatana ulaştıktan sonra bir yolculuk vaki olursa
o vatanın içindedir. Vatana yolculuk, Nakşi büyüklerinin yanında
kararlaşmış usullerdendir. Kadesallahü esrarehüm.
Bu yolda, sonun başta dürülmesi yolu ile ilk başta bu manevî
yolculuktan, zevk, haz ve tat hâsıl olur. Bu murat edildiği zaman,
meczuplardan bir gurup, saliklerden yapılır. Evvela seyri âfakîye,
seyr-i âfakî temam olduktan sonra seyr-i enfûsîye giderler. Vatana
manevî sefer, bu enfûsî seferden ibarettir. Bu bir saadettir ki, buna
nasibi olanlar kavuşur. Nimet sahîhiplerine, nimetleri afiyet olsun.
Bu büyük manevî nimetlere kavuşmak ilklerin ve sonların Seyyidi
aleyhissalatu vesselama tabi olmaya bağlıdır.
Ahiret yolcusu olan salik, nefsini şeriatta fâni ve yok
etmedikçe, şeriatın emirlerine imtisal ile yasaklarından sakınmak ve
kaçınmak ile süslenmedikçe, bu manevî devlet ve nimetin, manevî
kokusu onun ruhuna ulaşmaz. Eğer onun için, bir tüy kadar dahi
şeriata muhalefet mevcut olup, faraza bir takım manevî haller ve
vecdler, hâsıl olsa, bunların hepsi istidraçtır. Sonunda açığa çıkıp onu
mahcup eder.
Âlemlerin Rabbinin, Habibi ve sevgilisi olan aleyhissalatu
vesselama tabi olmadan kurtuluş için imkân yoktur. Aklı başında
olan kimsenin, sayılı günlerini ve hayatını, Allah subhanehünün razı
olacağı işlerde geçirmesi lazımdır. Kulun Mevlâsı, kulun işlerinden
razı olmadığı takdirde, maişette lezzet ve hayatta zevk ve sefâ nasıl
mümkün olur? Hâlbuki Hakk sübhanehü, onun hem külli, hem de
cüz’i hallerine muttali ve vâkıftır. Allah sübhanehü, her zaman hazır
ve nazırdır. Allah sübhanehüden hayâ etmeli ve utanmalıdır. Bir
şahıs, şayet bir mahlûkun, kendi çirkin işlerine ve gayb hallerine
vâkıf ve muttali olduğunu zannetse ve bilse o anda kat’iyyetle ondan
bir çirkin iş ve ayıp sadır olmaz. Hâlbuki bir mahlûkun gaybe muttali
ve vâkıf olması da elbette murat olunmaz.
Öyle ise hangi belâ vaki oldu ki insanların ekserisi, sakınıp
çekinmezler? Hakk subhanehünün hazır olduğunu bütün gizlilik ve
sırlara vâkıf olduğunu bildikleri halde onu önemsemezler. Bu nasıl
bir Müslümanlıktır? Bu nasıl Müslümanlıktır ki, onların yanında bir

234

mahlûka yapılan itibar, Hakk sübhanehü için yapılmıyor.
Nefslerimizin şerlerinden ve emellerimizin kötülüğünden Allaha
sığınırız.
“-La ilahe illallah- diyerek imanınızı sıkça yenileyiniz.”
Hadis-i Şerifi mucibince, bu şanı büyük, Kelime-i tevhid ile her an
ve her zaman, imânı tecdit etmek, tazelemek ve yenilemek lazımdır.
Aynı zamanda bütün çirkin işlerden, Hakk sübhanehüye tövbe edip
ona yönelmelidir. Çünkü insan tövbe için, başka bir zamanda fırsat
bulacağını bilemez.
Sövfeciler; yakında tövbe ederim diye tövbeyi erteleyenler,
helâk oldu sözü, Hadis-i Şeriftir. Şu halde fırsatı ganimet bilmelidir.
Fırsatı, Allah Teâlâ’nın rızasında harcamalıdır. Tövbe etmeye
muvaffak olmak, Hakk sübhanehüden bir lütuf, inayet ve yardımdır.
Bunu devamlı istemelidir. Şeriatta ileri adımlara ulaşmak için,
hakikat âleminden tam bir marifeti olan dervişlerden himmet
istemelidir. Onlardan yardım almalıdır ki, onların kapısında Hakk
subhanehünün yardımı zuhur edip tam manasıyla Hakk sübhanehü
tarafına cezp edilsin. İşte bu takdirde, asla şeriata bir muhalefet
kalmaz. Zira zerre kadar şeriata muhalefet bulunursa, iş tehlikededir.
Öyle ise şeriata muhalefet yollarını tam manasıyla kapatmak, elbette
lazım ve zaruridir. Şiir;
Ey Saad, Mustafa s.a.v. tâbi olmadan,
safa yollarında yürümek muhal olan şeylerdendir.
Ona Salatü selam olsun.
Bilhassa müritlik ve mürşitlik araya girdiğinde, ifade ve
istifade kapısı da açık olduğu halde, ehlullahtan olan Allah dostlarına
itiraz etmemelidir. Böyle bir şeyin, öldürücü bir zehir olduğuna itikat
etmelidir.
Bundan fazlası sözü uzatmak olur. Bu kelimeleri muhabbet,
ihlas ve samimiyet bağı sebebiyle yazdım. Usanç vermemesi ümit
edilir. Molla Ömer ve Şah Hüseyin büyüklerin evladından olup sizin
hizmetinize devam etmek istiyorlar, onları hususi müdavimler
zümresine dâhil etmeniz ümit olunur. Şeyh İsmail de, yaya da olsa bu
arzu ve istekle geldi, onunda haline münasip nasiplenmesi, umulur.
Daha fazla baş ağrıtmadan bununla iktifa edelim.
Herkese selam ve ikram olsun.

235
1. CİLT
114. MEKTUP

Sofi Kurban’a;
Peygamberlerin efendisi, aleyhissalatu vesselama tabi olmaya
teşvik hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehü bizleri ve bizim gibi aciz, müflis ve elden
ayaktan düşmüş kötürümleri, esma ve sıfatî kemâlâtını, kendisine
olan muhabbetinde, zuhur meydanına çıkardığı ve bütün kâinatın en
faziletlisi kıldığı, ilklerin ve sonların efendisi, aleyhissalatu
vesselama tabi olma devlet ve nimetiyle şereflendirsin.
O yolda istikamet üzere olmayı nasip etsin.
Cenabı Hakkın razı olduğu bu mütabaattan bir zerre bile,
birçok mertebelerle, dünyevî ve uhrevî lezzetlerin tamamından çok
daha faziletli ve üstündür. Fazilet ve üstünlük, onun sünneti
seniyyesine tabi olmaya bağlıdır. Meziyet, hüner ve marifet
aleyhissalatu vesselamın şeriatını yerine getirmeye ve yaşamaya
bağlıdır.
Mesela; Onun sünnetini yerine getirmek için; gün ortasında
uyumak, aleyhissalatu vesselama tabi olma niyet ve maksadı
olmaksızın bin gece ihya etmekten çok daha faziletlidir. Aynı
şekilde; Şeriatın emrettiği Ramazan bayramının birinci gününde bir
şey yemek, Şeriattan alınmamış ve emredilmemiş olan ebedî ve ömür
boyu oruç tutmaktan çok daha faziletlidir.
Yine; Şeriatın emriyle bir habbe, bir dane infak etmek,
kendisi ve nefsi istediği için, altından bir dağ infak etmekten çok
daha faziletlidir.
Bir keresinde, Ömer radıyallahü anhü, sabah namazını cemaat
ile kıldıktan sonra, ashabına dönüp baktı, onlardan birsini
göremeyince soruşturdu, o gecelerin tamamını ihya eder, şu vakitte
uyku bastırmış olsa gerek diye cevap verdiler. Ömer radıyallahü
anhü; Gecenin tamamını uyusaydı da sabah namazını cemaat ile
kılsaydı çok daha faziletli olurdu buyurdu. Görmüyor musun, dalalet
ehli insanların, birçok riyazetler, şiddetli ve meşakkatli mücahedeler
irtikâp ederek yaptıkları yorucu amellerin, Allah sübhanehü yanında
asla bir itibarı ve değeri yoktur.

236

Hatta onlar, Allah Teâlâ yanında zelil ve hakirdirler. Bunun
sebebi; onların meşakkatli amellerinin hak olan şeriata uymamasıdır.
O meşakkatli ve yorucu amellere bir ecir terettüp etse bile o sadece
dünyevî menfaatlere mahsustur. Dünyanın tamamı nedir ki bazısına
ve bir kısmına itibar olunsun. Bunun misali şudur; bir çöpçünün işi
ve çalışması her kesin işinden fazla ve yorucudur, ücreti ise herkesin
ücretinden azdır. Şeriata tabi olanların misali; lâtif ve ince elmaslar
ile nefis ve güzel cevherleri, inci ve elmasları işleyen bir cemaate
benzerler. İşleri gayet ve son derece az, ücretleri oldukça yüksektir.
Hatta onların bir saatlik işleri yüz bin ücrete müsavi ve denk olur.
Bundaki sır ve incelik şudur; bir amel şeriata muvafık ve
uygun olduğu zaman, ondan Allah sübhanehü razı olur. Şeriata
uymayan herhangi bir amelden Allah sübhanehü razı olmaz. Allah
subhanehünün razı olmadığı bir amel nasıl olurda sevaba vesile olur.
Bilakis öyle bir amel ikap ve cezaya sebep olur. Bu mecazî âlemde,
bunun şahidi açık olup az bir düşünce ile ortaya çıkar.
Şiir;
Alil ve hasta kimsenin, sahip olduğu şey illet ve hastalıktır,
Şerif bir kimsenin sahip oluğu şey şereftir.
Şu halde bütün saadetlerin başı ve aslı, sünnete tabi olmaktır.
Bütün fesatların aslı ve temelide şeriata muhalefettir.
Allah sübhanehü bizleri ve sizleri Mürsel’inin Seyyidi
aleyhissalatu vesselama, tabi olmakta sabit kılsın.
Herkese selam olsun.

1. CİLT
152. MEKTUP

Seyyid Ferid’e;
Peygambere itaatin, aynen Hakk sübhanehüye itaat olduğunu
beyan hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehü şöyle buyuruyor; Kim Resulullaha itaat
ederse, kesinlikle Allah’a itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse, biz
seni onlara bekçi göndermedik. (Nisa Sûresi,4/ 80. Ayet)
Allah sübhanehü Resulullaha itaati aynen Allah sübhanehüye
itaat saymıştır. Şu halde Resulullaha itaat olmaksızın Hakk
sübhanehüye yapılan itaat, makbul bir itaat değildir.

237

Bu sebepten dolayı ayeti kerimede, bir heveskâr çıkıp bu iki
itaatin arasını ayırmasın, bu iki itaatin birisini diğerine tercih etmesin
diye, tekit ve tahkik ifadesi olan -kad- kelimesi zikir edilmiştir.
Başka bir ayette, bu iki itaatin arasını ayıran bir topluluğu,
tevbih edip ayıplayarak, şöyle buyurdu; Allah’ı ve Peygamberi
inkâr edenler ve Allah ile Peygamberin arasını ayırmak
isteyenler, bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr ederiz diyerek
ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler, işte onlar gerçekten
kâfirdirler. Biz kâfirler için aşağılayıcı bir azâb hazırladık. (Nisa
Sûresi,4/ 150-151. Ayetler)
Evet; bazı meşayihden manevî hal ve sarhoşluk halinde bu iki
itaatin arasını ayırmayı bildiren ve birisinin muhabbetini diğerine
tercih etmeyi düşündüren sözler sadır oldu. Mesela; Sultan Mahmut
Gaznevî, saltanatı günlerinde, Harakân denilen bölgeye gelmiş,
vekillerinden birisini Şeyh Ebulhasan el-Harakânî’ye gönderip
huzuruna gelmesini istemişti. Gönderdiği elçiye de şayet onda bir
tereddüt görürsen; ey iman edenler siz Allah’a, Resulüllaha ve sizden
olan emir sahiplerine itaat ediniz mealindeki Nisa Sûresi 59. Ayeti
okumasını söylemişti.
Elçi, Şeyh Ebulhasan Harakânî’de bir tereddüt görüp bu ayeti
okuyunca, Hasan-ı Harakânî, ben şimdi Allah’a itaatle meşgul iken
Resulüne itaata fırsat ve zaman bulamadım şimdi ululemre nasıl
zaman ayırayım diye cevap vermişti. Böylece Hasan-ı Harakânî,
Allah’a itaati peygambere itaatten ayrı kılmış oldu.
Bu söz doğru olmaktan uzaktır. Halleri düzgün olan meşayih,
bu gibi sözlerden sakınırlar, Onlar Allah’a itaatin, Şeriat, Tarikat ve
hakikatin bütün mertebelerinde, Peygambere itaatta olduğunu
bilirler. Aynı zamanda Peygambere itaat etmeden Allah’a itaat
etmeyi, ayniyle dalalet ve sapıklık olarak inanırlar.
Yine şöyle bir şey anlatıldı; -Mehne- beldesinin şeyhi, Şeyh
Ebu Said Ebulhayr’ın, Horasan sâdâtının büyüklerinden birisinin de
bulunduğu bir sohbet meclisinde, tevafukan, manevî sarhoşluğu
üzerinde olan bir meczup içeriye girince, Şeyh Ebu Said o meczubu
takdim edip önde tutmuş fakat sâdâttan olan zat, bunu uygun ve
münasip görmemişti. Şeyh Said o zata, sana tazim Resulullah

238

sallallahü aleyhi veselleme muhabbetin sebebiyledir. Bu meczuba
tazim ise Hakk sübhanehüye muhabbeti sebebiyledir demişti.
Ancak istikameti düzgün olan büyükler, bu gibi ayırımları
asla caiz görmezler, Hakk subhanehünün muhabbetinin Resulullah
aleyhisselamın muhabbetine galip olması halini manevî sarhoşluktan
sayarlar. Buna benzer sözleri de, fuzûlî olmaktan başka bir şey
saymazlar.
Lakin şu kadarını da bilmek lazımdır. Velayet makamı olan
kemâl makamında, Hakk subhanehünün muhabbeti galiptir.
Nübüvvet makamından bir nasip olan tekmil makamında ise
peygamber muhabbeti galiptir.
Allah sübhanehü bizleri Allah Teâlâ’ya itaatin aynısı olan
peygambere itaatta sabit kılsın.

1. CİLT
165. MEKTUP
Seyyid Nakip Şeyh Ferid Buhari’ye;
Şeriatın sahibi aleyhissalatu vesselama tabi olmaya teşvik,
Şeriata muhalif ve düşman olanlara buğz, adavet ve onlara
karşı sert olmayı beyan hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehü sizleri, sûrî miras ile şereflendirdiği gibi,
Haşimî, Kurayşî ve ümmî olan Nebi aleyhisselamdan gelen manevî
mirasın şerefiyle de şereflendirsin.
Allah Teâlâ âmin diyen kuluna rahmet etsin.
Nebi aleyhisselamın sûrî mirası, âlemi halk ile alâkalıdır.
Nebi aleyhisselamın manevî mirası, imân ve marifetin karargâhı, rüşt
ve hidayetin mahalli ve yeri olan âlemi emir ile alâkalıdır. Sûrî miras
nimetinin şükrü; manevî miras ile süslenmektir. Bu da ancak,
Mustafa aleyhissalatu vesselama tam ve kâmil bir şekilde tabi
olmakla mümkün ve müyesser olur. Şu halde, emirlerinde ve
yasaklarında ona tabi olmalısınız.
Nebi aleyhisselama tabi olmak, Nebi aleyhisselama olan
kemâlî muhabbetin, onu tam sevmenin bir fer’i ve neticesidir. Zira
seven kişi, sevdiği kişiye elbette itaatkâr olur. Kemâlî muhabbetin,

239

tam sevmenin alameti; Nebi aleyhisselamın düşmanlarına tam
manası ile buğz etmek ve Nebi aleyhisselamın şeriatına muhalif
olanlara düşman olmaktır. Zira muhabbette müdaheneye yol yoktur.
Çünkü seven kimse, sevdiğine meyilli olup ona muhalefet edemez.
Ona muhalif olanlara meyil etmeye ve her hangi bir şekilde muhalif
olanlara, yumuşak davranmaya takat ve güç getiremez.
Birbirine zıt iki şeyin muhabbeti bir arada toplanmaz. Çünkü
iki zıttın bir araya gelmesi muhaldir. Hatta iki zıttan birisini sevmek
diğerine düşman olmayı gerektirir. Yeniden iyice düşünmek, fırsat
geçmeden önce daha evvel vuku bulmuş olan şeyleri tedarik ve telafi
etmek lazımdır. Çünkü fırsat kaçtıktan sonra, nedamet ve
pişmanlıktan başka ele bir şey geçmez.
Şiir;
Toz açılıp dağıldıktan sonra, altındaki bindiğin,
At mı? Yoksa merkep mi? olduğunu göreceksin.
Dünya malı ve metaı gurur, aldanma ve kibir vesilesidir.
Ebedî ve uhrevî muameleler, onun üzerine terettüp eder. Şu sayılı
günlerde, ilklerin ve sonların seyyidi aleyhissalatu vesselama tabi
olmak nasip ve müyesser olursa, ebedî kurtuluş ümit edilir. Aksi
takdirde, ne olursa olsun hangi hayırlı işi yaparsa yapsın, perişanlık
üzerine perişanlıktır.
Şiir;
Arabi olan Muhammed aleyhisselam, iki cihanın efendisidir.
Onun eşiğinde toprak olmaya razı olmayan mahvu perişan
olur.
Nebi aleyhisselama, tabi olma büyük devlet ve nimetin hâsıl
olması, tamamen dünyayı terk etmeye bağlı değildir ki zor olsun.
Bilakis, mesela farz olan zekât verildiğinde hükmen dünyayı terk
etmiş olur. Bu takdirde dünyadan kendisine bir zarar ulaşmaz. Çünkü
zekâtı verilmiş olan malda bir zarar yoktur. Dünya malından, zararı
def etmenin ilacı ve çaresi zekâtı vermektir. Tamamen terk etmek
evla ve efdal olsa da, zekât vermek, dünyayı hükmen terk etmek
yerine geçer.
Şiir;
Semayı, arşa kıyas edersek aşağıda kalır,
Yeryüzüne kıyas edersek yukarda kalır.

240

Şu halde, bütün himmet ve gayreti, şeriatın hükümlerini
yerine getirmeye, sâlihlerden ve âlimlerden olan şeriat ehline tazim
ve hürmet etmeye harcamalıdır. Şeriatı yaymaya, bid’at ve hevâ
ehlini zelil etmeye son derece gayret etmelidir. Çünkü kim bid’at
ehline hürmet ve tazim ederse, kesinlikle İslâmı yıkmaya yardım
etmiş olur. Allah subhanehünün ve Resulüllah sallallahü aleyhi
vesellemin düşmanlarına düşman olmalıdır. Onları tahkir etmelidir.
Onlara hakaret ve ihanet etmekte, Saa’yu gayret göstermelidir.
Herhangi bir şekilde onlara kıymet ve değer vermemelidir. Onları
asla meclislere sokmamalıdır. Onlarla ünsiyet ve arkadaşlık
etmemelidir. Onlara sert, galiz ve şiddetli olmalıdır.
Mümkün oldukça, hiçbir işte onlara müracaat etmemelidir.
Faraza, onlara zaruretten ve mecburiyetten bir iş düşerse, ihtiyaç
miktarı, def’i hacet gibi, kerhen yapılmalıdır. Büyük dedeniz
aleyhisselama ulaşan yol budur. Kim bu yoldan yürümezse, kutsi
Nebi aleyhisselama ulaşmak müşkildir. Heyhat ki, heyhat.
Şiir;
Yüksek dağlar, korkunç ve tehlikeli yerler varken
sevgiliye nasıl ulaşılır ki?
Bunlardan ziyade daha ne yazalım?
Şiir;
Size dert ve düşüncelerimi açıp döktüm,
Usanmanızdan korktum yoksa söylenecek çok söz var.

1. CİLT
171. MEKTUP

Şeyh Tahir Bedahşi’ye;
Kulluk vazifelerini yerine getirmenin, zül ve inkisarı tercih
etmenin, şeriatın hududunu muhafaza etmenin, sünneti seniyyeye tabi
olmanın, haşyetullahın fazileti hakkında yazılmıştır.
Âlemlerin Rabbine, hamd olsun. Peygamberlerin seyyidine
Salatü selam olsun.
Sen bil ki; bizim gibi fakirler, zül ve iftikarı tercih etmelidir.
Hak sübhanehüye tazarru ve iltica etmelidir. Devamlı inkisar halinde
olmalıdır, kulluk vazifelerini yerine getirmelidir. Şeriatın hududunu
muhafaza etmelidir. Aleyhissalatu vesselamın sünnet-i seniyyesine

241

tabi olmalıdır. Hayırları yerine getirmekte niyetleri düzeltmelidir.
Bâtını ve kalbi ihlaslı kılmalıdır. Şeriatın zâhiri emirlerine teslim
olmalıdır. Kendi ayıp ve kusurlarını görmelidir, günahların her
tarafını istila ettiğini müşahede etmelidir. Gaybları bilen Allah
subhanehünün intikamından korkmalıdır. Çok ta olsa hasenâtını ve
iyiliklerini az görmelidir. Az da olsa günahlarını çok görmelidir.
Şöhreti ve halktan kabul olunmayı hoş görmemelidir.
Aleyhissalatu vesselam; “Allah Teâlâ’nın korudukları hariç,
din ve dünya hususunda bir kimsenin parmakla gösterilmesi şer ve
kötülük olarak ona yeter.” buyurdu. Sabah aydınlığı gibi sahîh ve
doğru olsa da niyetlerini ve amellerini itham etmelidir. Vakıa
mutabık ve uygun olsa da bir takım manevi hallere ve vecdlere
ehemmiyet vermemeli ve onlara güvenmemelidir. Sadece; dini teyit
ve takviye etmeyi, şeriatı yaymayı, halkı hakka davet etmeyi, güzel
görüp yetinmemelidir.
Çünkü dini teyit ve takviye ve şeriatı yayma ile alâkalı olan
bu kısım, bazen kâfirlerden ve facirlerden de olur.
Aleyhissalatu vesselam; “Muhakkak Allah bu dini, facir bir
kimse ile de kuvvetlendirir.” buyurdu.
İnabe ve tarikat istemek için bir mürit geldiğinde, ilk bakışta
onu bir kaplan ve arslan gibi tehlikeli görüp onun bir tuzak ve
istidrac olmasından korkmalıdır. Mürit geldiğinde nefsinde bir ferah
ve sürur bulunursa, onun şirk ve küfür olduğuna itikat etmeli, ferah
ve sürurdan bir eser kalmayıncaya kadar tövbe, istiğfar ve nedamet
ile telafi ve tedarik etmelidir.
Hatta sürur ve ferah yerine, korku ve hüzün gelinceye kadar
istiğfar etmelidir. Müridin malına ve dünyevi menfaatlere, tamahkâr
olmaktan son derece içtinap edip sakınmalıdır. Zira böyle bir durum
müridin irşadına manidir. Şeyhinde manen harap olmasına sebeptir.
Burada istenen, tamamen, halis bir dindir.
Allah Teâlâ; Dikkat ediniz ancak Allah için olan din
makbuldür. Allah’ın dışında bir takım dostlar edinenler, biz
onlara, bizi Allah’a yaklaştırsın diye ibadet ediyoruz derler,
şüphesiz Allah ayrılığa düştükleri şeylerde, aralarında hüküm
verecektir. Muhakkak ki Allah yalancı ve nankör kimseyi doğru
yola iletmez. (Zümer Sûresi,39/ 3. Ayet) buyurmuştur.

242

Herhangi bir şekilde ve hiçbir şekilde Allah yanında şirket ve
ortaklığa bir yol yoktur.
Bilesin ki; deni ve değersiz dünyanın sevgisi sebebiyle kalbe
arız olan zulmet hariç, kalbe arız olan her türlü zulmet ve
bulanıklığın giderilmesi, ancak tövbe, istiğfar, nedamet ve pişmanlık
ve Allah sübhanehüye iltica iledir. Dünya sevgi ve muhabbetiyle
kalbe arız olan zulmet ise kalbi harap eder, o zulmeti gidermek
oldukça zordur ve güçtür.
Resulüllah sallallahü aleyhi vesellem; “Dünyayı sevmek
bütün hataların başıdır.” Buyurarak buna işaret etti. Allah sübhanehü
bizleri ve sizleri; dünyayı ve dünya ehlini sevmekten, onlarla haşir
neşir olmaktan, onlarla arkadaş olmaktan kurtarsın.Çünkü o dünya
öldürücü bir zehirdir. Helâk edici bir hastalıktır.
Büyük bir beladır. Salgın ve bulaşıcı bir hastalıktır.
Kardeşimiz Şeyh Hamid, en güzel şekilde o tarafta
bulunuyor. Onun güzel ve yeni sözlerini dinlemeyi fırsat bilmelidir.
Geri kalan hususlar görüşme anında!
1. CİLT
184. MEKTUP

Fethullah’a;
Mürsel’inin seyyidine tâbi olmaya teşvik hakkında yazılmıştır.
Samimiyet ve muhabbet yoluyla yazılmış kıymetli evladımın
mektubu ulaştı. Onu Hâce getirdi. Ferah ve sevince vesile oldu.
Allah sübhanehü Nebî aleyhissalatu vesselam ve onun şerefli
ve pak ehlinin hürmetine, rızasını kazanmaya muvaffak olmayı
bizlere nasip etsin.
Ey evladım; yarın insana menfaat verecek olan iş, şeriatın
sahibi aleyhissalatu vesselama tabi olmaktır. O mütabaat ile beraber,
manevî haller, vecdler, ilimler, marifetler, işaretler ve rumuzlar da
olursa ne güzel. Eğer bu manevî haller ile beraber, şeriatın sahibine
mütabaat olmazsa perişan ve pişman olmaktan ve istidracdan başka
bir faydası olmaz.
Bir şahıs, vefatından sonra evliyanın büyüklerinden Cüneydi
Bağdadî’yi âlem-i manâda görüp halinden sordu; Cüneydi Bağdadî

243

cevabında, kitaplardaki ibare ve yazılar uçup gitti. Manevî hal ve
işaretler de yok oldu. Bize ancak gece yarısı kalkıp kıldığımız
rek’atcıklar fayda verdi dedi. Şu halde; Nebi sallallahü aleyhi
veselleme ve onun Raşit halifelerine tabi olmalısınız. Sözlerinizde,
işlerinizde, amellerinizde ve itikadınızda onun şeriatına muhalefet
etmekten sakınınız.
Birincisi; yani Resulullaha tabi olmak, uğur ve berekettir.
İkincisi; Resulullaha muhalefet ise uğursuzluk ve felakettir.
Göndermiş olduğunuz risale elime ulaştı. Bazı yerlerini
mütalaa ettim. Güzel buldum. Lakin ehem ve daha önemli olan,
tasnif değildir, başka bir şeydir. Daha mühim ve daha önemli olan
işlerle uğraşmak daha münasip ve daha uygundur.
Herkese selam olsun.

1. CİLT.
186. MEKTUP
Kabil Müftüsü Hâce Abdurrahman’a;
-Sünnet-i seniyyeye tabi olmaya,
-bid’atten sakınmaya teşvik hakkında yazılmıştır.
Gizlide ve aşikârda, tazarru, itizar, iltica, iftikar, tezellül ve
inkisar ile şu zayıf kulunu ve onun yanında toplananları ve ona
dayanıp güvenenleri, Hayrulbeşer ve Hulefa-i Râşidîn aleyhi ve
aleyhimussalatü vesselam zamanında, olmayıp sabah aydınlığı kadar
parlak dahi olsa, dinde sonradan uydurulan ve ortaya çıkarılan her
türlü bidatlerle müptela kılmamasını ve bid’atçının güzel
görünmesiyle bizi fitneye düşürmemesini, seyyidülmuhtar ve alihil
abrar aleyhi ve aleyhimussalatü vesselam hürmetine, Allah
sübhanehüden dua eder isterim.
Bazı insanlar şöyle dediler;
Bid’at iki çeşittir. Bid’atı hasene, Bid’atı seyyie. Bid’atı
hasene, herhangi bir sünneti ortadan kaldırmaksızın, Nebi
aleyhisselam ve Hulefâ-i Râşidî’nin zamanlarından sonra, ortaya
çıkarılan, türetilen sâlih ve güzel kabul edilen amellerdir. Bid’atı
seyyie ise sünneti ortadan kaldıran, dinin aslından olmayıp sonradan
türetilen amellerdir.

244

Bu fakir; bid’atın hiçbir şeyinde güzellik ve nuraniyetten bir
şey müşahede etmiyor. Bid’atte zulmet ve bulanıklıktan başka bir şey
his etmiyor. Bugün basiretinin zayıf olması sebebiyle, bid’at olan
amelde, faraza kim bir güzellik ve yenilik görürse, yarın gözünde
keskin görüş hâsıl olduktan sonra, pişmanlık ve perişanlıktan başka
kendisine faydalı bir neticesi olmadığını bilecektir.
Beşerin Efendisi Aleyhissalatu Vesselam şöyle buyurdu;
“Kim şu işimizde, dinden olmayan bir şeyi ihdas eder, türetip ortaya
çıkarırsa merdüttür, makbul değildir.”
Bir şey merdüd olursa ona güzellik nereden gelir?
Bundan sonra iyi biliniz ki; sözlerin en hayırlısı Allah’ın
kitabıdır. Yolun en hayırlısı, Muhammedîn s.a.v. yoludur. İşlerin en
şerlisi ve kötüsü dinin aslında olmayan, sonradan uydurulan
şeylerdir. Her muhdes ve sonradan uydurulan şey bid’attır. Her bid’at
dalalet ve sapıklıktır.
Yine aleyhissalatu vesselam şöyle buyurdu; “Size Allah
Teâlâ’ya karşı takva sahibi olmanızı, emredildiği zaman dinlemenizi,
başınıza Habeşî bir köle tayin olunsa dahi, itaat etmenizi, tavsiye
ederim.”
Kim benden sonra yaşayacak olursa, birçok ihtilaflar
görecektir. O halde size, benim ve doğru yolda olan Hulefâ-i
Râşidî’nin sünneti üzerinde olmanız, onların yolunda bulunmanız
lazımdır. Sünnete sımsıkı yapışınız. Ona azı dişleriniz ile ısırınız.
Sonradan türetilen, dinin aslında olmayan sonradan uydurulan
şeylerden sakınınız. Çünkü dinde sonradan türetilen her şey bid’attır.
Her bid’atte dalalet ve sapıklıktır.
Sonradan uydurulan her şey bid’at olduğuna, her bid’atte
delalet olduğuna göre, bid’at olan şeyde güzelliğin manası nedir?
Bid’atte güzellik nasıl olur? Şu Hadis-i Şeriflerden anlaşılan şudur
ki, her bid’at sünneti ortadan kaldırıyor. Sünneti ortadan kaldırmak
bazı bid’atlere mahsus da değildir.
Durum böyle olunca her bid’at kötüdür.
Aleyhissalatu vesselam şöyle buyurdu; “Bir topluluk, dinde
olmayan bir şey uydururlarsa, bid’at ihdas ederlerse, kesinlikle onun
bir misli, sünnetten kaldırılır.”

245

Şu halde sünnete yapışmak ve dört elle sarılmak, bid’at ihdas
etmekten çok daha hayırlıdır.
Hasan’dan rivayet edilen bir Hadis-i Şerifte de şöyle
buyuruldu; “Bir topluluk dinlerinde olmayan bir şey, bir bid’at
uydururlarsa, Allah sübhanehü kesinlikle, onun bir mislini, onların
sünnetlerinden kaldırır. Bir daha da o sünneti, kıyamete kadar iade
etmez.”
Bilinmelidir ki; Âlimlerin ve meşayihin, bid’atı haseneden
saydıkları bazı bid’atlerin, iyice düşünüldüğü zaman, sünneti ortadan
kaldırdığı bilinir.
Bu sebepten dolayı, mesela; Âlimlerin bid’atı haseneden
saydıkları, bir kimsenin öldüğünde tamim edilmesi, ölünün başına
sarık sarılması sünneti kaldırmakla beraber, aynı zamanda kefende
sünnet olan üç kat elbise olup üç kat elbiseye bir şey eklenmiş olur.
Bu ise şeriatı nesihtir. Nesih ise aynen sünneti kaldırmaktır.
Aynı şekilde bazı meşayih, sarığın ucunu sol taraftan
sarkıtmayı güzel gördüler, hal bu ise bunda sünnet olan, iki omuzun
arasından sarkıtmaktır. Durum böyle olunca bunun da sünneti
ortadan kaldırdığı aşikâr olup bir perde ve kapalılık yoktur.
Aynı şekilde bazı âlimler, namazlardaki niyette, kalb ile
murad etmekle beraber, dil ile de söylemeyi güzel gördüler, hal bu
ise Nebi aleyhisselamdan ve Sahabe-i Kiramdan ve de tabiîn-i
izamdan niyette dil ile söylemek hakkında bir şey sabit olmadığı gibi
sahîh ve zayıf rivayetlerde de bu sabit olmadı. Bilakis onlar, kıyamın
hemen peşinden, iftitah tekbiri alıyor idiler. Durum böyle olunca dil
ile yapılan niyet bid’at olur. İşte buna bid’atı hasene diyorlar.
Bu fakir de diyor ki; Bu anlatılan niyetteki bid’at, değil
sünneti, farz olan niyeti ortadan kaldırıyor. Zira bu takdirde
insanların ekserisi, kalbi hazır tutmaksızın dil ile yetiniyorlar ve o
anda, kalbin gafil olmasını önemsemiyorlar. Bu takdirde namazın
farzlarından olan kalb ile niyet, tamamen terk edilmiş oluyor ve
namazın fasit olmasına sebep oluyor.
Diğer bid’atlerde böyledir. Çünkü onlar herhangi bir şekilde
sünnet üzerine yapılmış ziyadelerdir. Dinde, ziyade etmek nesihtir.
Nesih ise dini ve sünneti ortadan kaldırmaktır. Şu halde Resulullah
sallallahü aleyhi vesellemin sünnetine tabi olmakla ve Ashab-ı

246

Kirama uymakla iktifa edip yetinmelidir. “Çünkü onlar; yıldızlar
gibidirler. Hangisine uysanız sizi hidayete ve doğru yola ulaştırır.”
Kıyasla içtihada gelince; o bid’atten değildir. Zira içtihat,
naslardaki, ayet ve hadislerdeki manaları açığa çıkarmak içindir.
Yoksa dinin aslında olmayan bir şeyi, bir hükmü ispat etmek için
değildir.
Ey akıl sahipleri, düşününüz ve ibret alınız. (Haşir
Sûresi,59/ 2. Ayetin sonu.)
Selam hidayete tabi olanlara ve Mustafa aleyhi ve alâ alihi
efdalüsselavat ve ekmelüt teslimat’a tabi olmaya devam edenlerin
üzerine olsun.

1. CİLT
205. MEKTUP

Hâce Eşref Kâbilî’ye;
İşin aslının ve özünün Nebi aleyhisselama tabi olmak olduğunu
beyan hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehü sizleri, Mustafa aleyhisselama tam
manasıyla tabi olma şerefiyle şereflendirsin.
Bu mütabaatı kâmile, Resulü Ekreme, tam ve kâmil manada
tabi olmak, işin temeli, özü ve aslıdır. Sıddîklerin de yoludur.
Onlarında istek ve arzuları budur.
Bunun haricindekiler bâtıl ve boş vehimlerdir, fasit ve bozuk
hayallerdir.
Allah sübhanehü, bizleri ve sizleri bu boş ve bozuk işlerden
kurtarsın.
Selam hidayete tabi olanların ve Mustafa aleyhissalatu
vesselama tabi olmaya devam edenlerin üzerine olsun.

1. CİLT.
249. MEKTUP

Mirza Darab’a;
-Nebi sallallahü aleyhi veselleme tabi olmanın faziletlerini,

247

-ona terettüp eden hususları beyan hakkında yazılmıştır.
Allah Teâlâ’ya hamd olsun. Seçtiği kullarına selam olsun.
Sen bil ki;
Ahirette kurtuluş ve ebedî felâh, ilklerin ve sonların seyyidi
aleyhissalatu vesselama tabi olmaya bağlıdır.
Nebi aleyhisselama tabi olmak sebebiyle, Hakk sübhanehü
tarafından sevilme makamı olan, mahbubiyet makamına ulaşılır.
Bu mütabaat sebebiyle, zati tecelli ile müşerref olunur.
Bu mütabaat sebebiyle mahbubiyet makamından sonra elde
edilen, kemâl mertebelerinin hepsinin, fevkinde ve üstünde olan,
kulluk mertebesiyle temayüz edilir.
Bu mütabaat sebebiyle, tam ve kâmil manada tabi olanlar,
beni İsrail’in Nebileri gibi kılındı.
-Ululazim- peygamberler dahi Resulüllah sallallahü aleyhi ve
selleme tabi olmayı arzu ettiler. Hatta şayet Musa aleyhisselam, onun
zamanında hayatta olsaydı, ona tabi olmaktan başka bir şey
istemezdi. İsa aleyhisselamın nüzûlü ve Habibullaha tabi olma
kıssası malum ve meşhur olup bilinen bir durumdur.
Habibullahın ümmeti, aleyhissalatu vesselama tabi olması
vasıtasıyla ümmetlerin en hayırlısı ve Cennet ehlinin ekserisi oldu.
Habibullaha tabi olmaları sebebiyle, aleyhissalatu vesselamın
ümmeti bütün ümmetlerden önce Cennete girecekler.
Aleyhissalatu vesselama tabi olmaları sebebiyle Cennette, şu
kadar, şu kadar yine şu kadar, sonra yine şu kadar daha çok nimete
nail olacaklardır. Şu halde sizlere lazım olan, ona tabi olmak, onun
sünnetine devam etmek ve şeriatını yerine getirmektir.
Salavatın en faziletlisi, selamların en mükemmeli, onun ve
onun kardeşleri olan diğer Peygamberlerin üzerine olsun.
Meramımın kalanına gelince; Sahib-ül Maarif el Hac
Abdülhakk’ın ashabından olan Şeyh İsmaili, sana gönderiyorum.
Herkese selam olsun.

2. CİLT
54. MEKTUP
Seyyid Şeyh Muhammed’e;

248

Nebi aleyhissalatu vesselama tabi olmanın yedi derecesini
beyan hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehüye hamd olsun. Seçtiği kullarına selam olsun.
Sen bil ki; dinî ve dünyevî saadetin başı olan, Nebi aleyhi ve
âlâ alissalatü vesselama tabi olmanın, dereceleri ve mertebeleri
vardır.
Birinci derece; Ehl-i İslâmın avamı için olup kalb ile tasdik
ettikten ve velayet derecesi kendisine bağlı olan nefste, mutmainne
mertebesine erdikten sonra, şeriatın hükümlerini yerine getirmek ve
sünneti seniyyeye tabi olmaktır. Zâhiri âlimler, abidler, zahitler ve
muameleleri nefsin mutmainne mertebesine ulaşmayanların hepsi,
mütabaat hususunda bu birinci derecede müşterektirler. Bunların
hepsi, aleyhissalatu vesselama tabi olma suretinde, ayakları
müsavidirler. Öyle ki, bu makamda nefs küfründen ve inkârından
kurtulmamıştır.
Şüphesiz bu derece, sûrî mütabaata mahsustur. Sûrî mütabaat,
hakiki mütabaat gibi, ahirette necat ve kurtuluşu muciptir. Cehennem
azâbından kurtarıcıdır. Cennete girmeyi müjdeleyicidir. Allah
subhanehünün lütfu ve kereminden, bu sûrî mütabaatta nefsin inkârı
itibara alınmamıştır. Bilakis, kalbin tasdiki ile iktifa olunmuştur.
Kurtuluş bu tasdike bağlı kılınmıştır.
Şiir;
Yağmur damlalarından inci yaratan Allah
Benimde gözyaşlarımı kabul eder, inşaallah
İkinci derece; mütabaatın ikinci derecesi, tarikat makamıyla
alâkalı olup ahlâkın temizlenmesi, rezil sıfatların kaldırılması, bâtınî
hastalıkların ve manevî illetlerin giderilmesi gibi, bâtına taalluk eden
hususlarda, Nebi aleyhisselamın sözlerine ve amellerine tabi
olmaktır. Nebi aleyhisselama tabi olmanın bu derecesi; seyir ilallah
vadilerini ve geçitlerini kat eden seyrusülük erbabına ve kendisine
uyulan bir şeyhin ve sofilerin tarikatına mahsustur.
Üçüncü mertebe; mütabaatın üçüncü mertebesi, velayeti hassa
makamı ile alâkalı olup Nebi aleyhisselamın, hallerine, zevklerine,
vecdlerine tabi olmaktır. Bu derecede, ister meczup salik olsun, ister
salik meczup olsun, velayet erbabına mahsustur. Velayet mertebesi,
son mertebeye ulaştığı zaman, -nefs mutmainne makamına erişir,

249

nefs inat ve tuğyandan imtina eder, nefs inkârdan ikrara, küfürden
İslâma intikal eder. Bundan sonra, mütabaatta gayret ettikçe
mütabaat hakiki bir mütabaat olur. Namazı edâ ettiği zaman, namazı
edâ ederken hakiki mütabaat ile edâ etmiş olur. Oruç ve zekâtta da
hüküm böyledir.
Buna kıyasla, şer’i hükümlerin tamamını edâ ederken, hakiki
mütabaat vaki olur. Eğer, namaz, oruç, her birerleri hususi fiillerden
ibarettir, bu filler emrolunduğu şekilde edâ olunursa hakiki olarak
edâ edilmiş olur. Durum böyle olunca namazın ve orucun sureti,
suretin ötesinde bunların hakikati nedir denilirse, cevap olarak derim
ki; mübtedii için, bizzat semavî hükümleri inkâr eden bir nefs-i
emmâre olunca, böyle birisinde şer’i hükümleri yerine getirmek suret
itibarıyla olur.
Nefs mutmainne mertebesine ulaştığında, şer’i hükümleri,
rızayla ve istekle kabul edip mutmainne olan nefsin, ahkâmı
şer’iyyeyi yerine getirmesi, hakikat itibarıyla olur. Mesela; münafık
ve müslim, her ikiside namazı edâ ediyorlar, münafık namazı,
içinden inkâr ettiği için, o namaz ancak sureten edâ edilen bir namaz
olur. Müslim ise içinden bağlı olması vasıtasıyla, namazın hakikati
ile süslenmiş olur. Suret ve hakikat bâtının ve kalbin, inkâr ve ikrarı
itibarıyladır.
Dördüncü derece; mütabaatın dördüncü derecesi, sureten
birinci derecedeki mütabaat olup hakikatı da buradadır. Dördüncü
derecedeki mütabaat, ilimde rüsuh bulmuş, ilimde zirveye ulaşmış
olan âlimlere mahsustur. Allah sübhanehü onların çalışmalarını kabul
etsin. Nefs mutmainne mertebesine erdikten sonra, ilimde zirveye
ulaşmış olan âlimlerde bu mütabaat nimet ve devleti tahakkuk eder.
Nefsin mutmainne mertebesine ermesi, Evliya kaddesellaü
esrarehüm için, kalbin temkin ve kararından sonra hâsıl olsa da, nefs
için tam itminan, ancak nübüvvetin kemâlâtını tahsil ederken hâsıl
olur. Bu kemâlâttan, âlimler içinde, veraset yoluyla bir nasip vardır.
Dolayısıyla ilimde rüsuh bulmuş olan âlimlerde, nefslerinin
mutmainne mertebesine ermesi vasıtasıyla, hakiki ittiba olan, şeriatın
hakikati tahakkuk etmiş olur. Bu kemâlât o âlimlerden başkasında
bulunmadı. Başkaları bazen şeriatın suretini karıştırırlar bazen de
onlarda şeriatın hakikati tahakkuk eder.

250

Biz her âlim kendisinin ilimde rüsuh bulduğunu iddia
etmesin, emmâre olan nefsini mutmainne zannetmesin diye, ilimde
rüsuh bulan âlimlerin alâmetlerini beyân edeceğiz. İlimde rüsuh
bulmuş âlim; Kitap ve sünnetin müteşabihlerini, te’vil etmekte nasibi
olan, Kur’ân-ı Kerimin sûrelerinin başlarındaki mukattaat harflerinin
esrarından nasibi olan, derin sırların hepsinden, müteşabih ayetleri
te’vil edebilen bir şahıstır.
Sen bu anlatılanlardan -yed- kelimesini, kudret manasıyla,
te’vil etmeyi anlama, zira bu zâhiri ilim ile alakalıdır. Bunların sırlar
ile bir alâkası yoktur. Sırlardan yana dokunduğu bir şey yoktur. Bu
sırların sahipleri, Enbiya aleyhimüsselamdır.
Bu rumuzlar ve işaretler, onların muamelerine işarettir.
Enbiya aleyhimüsselama tabi olmakla ve Onlara vâris olmakla, bu
nimet kendisi için murat olunan herkes, Enbiya aleyhimüsselama
mahsus olan bu büyük nimet ve devlet ile müşerref olur. Mütabaatın
bu derecesinin hâsıl olması, Nefsin mutmainne mertebesine ermesine
bağlıdır.
Şeriatın sahibi aleyhissalatu vesselama hakiki mütabaata
ulaşmak, bazen fenâ ve beka makamları vasıta olmadan, sülük ve
cezbeye tevessül etmeden de nasip ve müyesser olur. Bu hakiki
mütabaat, ahval ve mevacidden, tecelliyat ve zuhurattan, bir şey
olmadanda mümkün olur. O takdirde bu nimet vaktin kârı ve kazancı
olur. Ancak, bu nimet ve devlete velayet yoluyla ulaşmak, başka bir
yol ile ulaşmaktan çok daha kolay ve yakındır.
Bu fakire göre, o başka yol, sünneti seniyyeye tabi olmak,
bid’atın isminden ve resminden sakınmaktır. Kim bid’atın
hasenesinden dahi sakınmazsa, bid’atı seyyieden sakınsa bile bu
nimet ve devletin kokusuna dahi ulaşamaz.
Bu mananın anlaşılması bugün çok zordur. Zira âlem bugün,
bid’at deryasına ve dalgasına kapılmıştır. Âlem Bid’atın
zulmetleriyle huzur bulmaktadır. Bu durumda, bida’tleri kaldırmak
ve sünnetleri ihya etmek için konuşmaya kimin mecali olur? Bu
zamanın âlimlerinin ekserisi, bida’tleri yayıyorlar. Sünnetleri
mahvedip yok ediyorlar. Bid’atlerin caiz olduğuna geniş fetvalar
veriyorlar. Hatta halkın, bunlarla amel etmesinden dolayı bid’atleri
güzel görüyorlar. İnsanları o bid’atleri işlemeye sevk ediyorlar.

251

Keşke, dalalet ve sapıklık şüyu bulursa, bâtıl örf haline gelirse,
onların ne diyeceklerini bir bilseydim? Böyle bir durumda dalalet ve
bâtıl teamül haline gelir, o zaman onlar buna ne diyecekler? Her
teamülün, istihsanın delili olmayacağını onlar bilmiyorlar mı?
Muteber olan teamül, ancak birinci asırdan gelen, insanların hepsinin
icmaıyla elde edilendir.
-Fetevayı Gıyasiye-de de böyle anlatılıyor. Şeyh’ül-İslâm eş-
Şehid rahimehüllah, biz Belh meşayihinin istihsanın almayız, biz
ancak daha önceki âlimlerin sözlerini alırız buyuruyor.
Zira bir beldedeki teamül, onun caiz olduğuna delalet etmez.
Ancak, Nebi aleyhisselamın takririne delalet etmesi için birinci
asırda devam edilmiş işler, cevaza delalet eder. Bu takdirde birinci
asırdaki işler Nebi aleyhisselamın şeriatı olur. İş böyle olmazsa
onların işleri hüccet olmaz. Ancak icmâ’ olması için bir beldedeki
bütün insanlardan hepsi, o işi yaparlarsa icmâ’ olur. İcmâ’ hüccettir.
Görmüyor musun? O insanlar şarap satışı ve faiz muamelesi
yapsalar, bunu teamül haline getirseler, bunların helâl olduğuna fetva
verilmez. Aynı zamanda şüphesiz bütün insanların muamelesini
bilmek, bütün şehirlerin ve beldelerin amellerine vâkıf olmak beşer
takatinin haricindedir. Durum böyle olunca, hakikatte Nebi
aleyhisselamın takriri olan ve sünnete rücu eden ve sünnete dayanan
birinci asırdaki muamelelere bakmak kalır.
Şu halde, bid’at nerede? Bid’atte güzellik nerede?
Ashab-ı Kiram aleyhimürrıdvan için bütün kemâlâtın elde
edilmesinde, Hayrulbeşer aleyhissalatu vesselamın sohbeti kâfi idi.
Selef Âlimleri, ilimde zirveye ve en yüksek yere ulaşma nimet ve
devletiyle müşerref olan her kes, Sofilerin yoluna girmeden, sülûk ve
cezbe mesafelerini de kat etmeden, Sünnet-i Seniyyeye tabi olmayı
lüzumlu görmek ve Allah subhanehünün razı olmadığı bid’atlerden
sakınmak vasıtasıyla, bu nimete nail oluyorlar idi.
Allah’ım Sünnetin sahibi aleyhissalatu vesselam hürmetine,
bizi sünnete tabi olmakta sabit kıl. Bid’atleri irtikâp etmekten de
uzak kıl.
Beşinci derece; Nebi aleyhisselama tabi olmanın beşinci
derecesi, aleyhissalatu vesselamın kemâlâtına tabi olmaktır. Bu
kemâlâtı elde etmek için, ilim ve amelin bir dahli ve tesiri yoktur.

252

Bilakis bu derecenin elde edilmesi, mahza Hakk subhanehünün
ihsanına bağlıdır. Bu derece cidden çok yüksektir. Bundan önceki
derecelerin bu derece ile bir bağlantısı yoktur. Bu kemâlât, bil’asale
-ulûl azim- olan Enbiya aleyhimüsselama mahsustur. Bu nimet
kendilerine verilmek murat olunan kimselerde, bu nimetle veraset ve
tebaiyetle müşerref kılınırlar.
Altıncı derece; Nebi aleyhisselama tâbi olmanın altıncı
derecesi, Nebi aleyhisselamın, mahbubiyet makamına mahsus olan
kemâlatında, Nebi aleyhisselama tâbi olmaktır. Beşinci derecedeki
kemâlâtın akıtılması, sırf Allah subhanehünün fazlı ve ihsanıyla
olduğu gibi, Altıncı derecede de bu kemâlâtın akıtılması, sadece
bütün fazilet ve ihsanların fevkinde olan, muhabbet iledir. Aynı
şekilde bu derece içinde çok az kimse için bir nasip vardır. Birinci
derece hariç mütabaattan bu beş derecenin hepsi -uruc- makamıyla
alâkalı olup bunların elde edilmesi -suûd-a manen yükselmeye
bağlıdır.
Yedinci derece; nüzûl ve hübut ile alâkalı bir mütabaattır. Bu
derce yukarıda anlatılan, bütün dereceleri camidir. Bu makamda,
yani nüzûl makamında, nefs inat ve tuğyandan imtina ettiği için,
kalbin tasdiki ve temkini, nefsinde mutmainne mertebesine ermesi,
kalıbında cüzlerinin itidali vardır. Sanki yukarıda geçen derceler, bu
mütabaatın cüzleridir. Bu derece diğer derecelerin küllü gibidir. Bu
makamda, tabi olan kimse için, bir bakıma metbuuna benzerlik hâsıl
olur. Sanki aradan tebaiyet ismi kaldırılıp tabi ve metbu imtiyazı yok
olur. Tabi ne zaman bir şey alırsa, metbu gibi aslından aldığı
düşünülür. Sanki tabi ve metbu her ikisi de aynı kaynaktan içerler.
Sanki her ikisi de bir yastıkta bir boyun gibidirler. Sanki her ikisi de
süt ve şeker gibi birbirine karışmıştır. Tâbi nerede? Metbu nerede?
Tebaiyet kim içindir? Nisbetin bir olmasında zıtlığa mecal yoktur.
Acayip olan şey şudur: Bu makamda her ne zaman derin nazarla bir
şey mütalaa edilirse, asla tebaiyet nisbeti düşünülmez. Ve
gözetilmez. Tabiiyet ve metbuiyet imtiyazı katiyyen müşahede
olunmaz. Bilen ve anlayan ârif, nefsini tabi ve Nebisinin vârisi olarak
bilir. Sanki tabi hepsi tebaiyet yolunda olsa bile tufeyli ve vâristen
başkasıdır. Zâhir olan, tabide metbuun perde olması lazımdır. Tufeyli
ve vâriste ise perde asla lazım değildir. Tabi, kendi hissesini yer.

253

Tufeyli ise zımni bir komşudur. Hulasa olarak, varlık meydanına
gelen her nimet ve devlet, enbiya aleyhimüsselam içindir. Enbiya
aleyhimüsselama tebaiyetle, o hisseden nasip almaları, O nimetten ve
devletten haz almaları ve nasiplenmeleri, ümmetlerin saadetindendir.
Şiir;
Onların kafilesine kavuşamayacağımı bildim,
Arkalarından seslerini işitmem bana yeter dedim.
Kâmil manada bir tabi, bu mütabaatın yedi dercesiyle de
süslenendir. Bu yedi derecenin bazısında mütabaat olup bazısında
mütabaat olmazsa, derecelerin değişmesiyle az bir mütabaat elde
edilmiş olur.
Zâhiri âlimler, birinci derecedeki tebaiyetle seviniyorlar,
keşke onlar birinci dereceyi tamamlaya bilseler. Onlar bu mütabaatı,
sûrî şeriata tahsis ettiler. Sûrî şeriatın dışında başka bir mütabaat
olmadığını zannettiler. Onlar mütabaatın derecelerine ulaşmaya
vesile olan sofilerin tarikatını ve sofileri boş bir şey zannettiler.
-Hidaye ve Bezdevî- nin dışındakiler, kendileri için
uyacakları bir şeyh tanımadılar.
Şiir;
Onun yanında yerler ve gökler
Kayanın içi gibi emniyette değiller.
Allah sübhanehü bizlere Mustafa aleyhissalatu vesselama tabi
olmanın hakikatini nasip etsin.
Ona, Enbiya-i Kiramdan ve Melaike-i İzâmdan olan onun
kardeşlerinin tamamına, kıyamete kadar gelecek tabilerine, salat
selam ve tahiyyat olsun.

254

FARZLARIN EHEMMİYETİ
HAKKINDA MEKTUPLAR

1. CİLT
29. MEKTUP
Şeyh Nizameddin Tehaniseri’ye;
Farzları edâ etmeye, sünnetlere riayet etmeye, edeblere riayet
etmeye teşvik. Farzlara nafilelerden daha fazl a önem vermek. Yatsı
namazını gece yarısından sonraya bırakmamak. Abdestten kalan mai
müstamel suyu içmemek. Müritlerin şeyhlerine secde etmemeleri,
hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehü, Kendisinden gözün kayması ve yanlış
görmesi kaldırılmış, beşerin Efendisi aleyhissalatu vesselam
hürmetine, bizleri ve sizleri kör taassuptan ve bağnazlıktan, kendi
fikrini beğenip doğru ve güzeli kabul etmemekten ve sapıtmaktan
korusun. Bizleri ve sizleri kederlenmekten ve üzülmekten kurtarsın.
Sen bil ki; kulu Allah sübhanehüye yaklaştıran ameller;
farzlar ve nafileler olmak üzere iki kısımdır. Farzların yanında,
nafilelerin asla itibarı ve değeri yoktur. Vakitlerden bir vakitte,
farzlardan bir farzı edâ edip vaktinde yerine getirmek; namaz, oruç,
zikir, fikir ve benzer nafile ibadetlerden hangi nafile ibadet olursa
olsun, halis bir niyetle edâ edilse bile, bin sene nafile ibadetten çok
daha faziletlidir.
Hatta ben diyorum ki; farzları edâ ederken, farzın
sünnetlerinden bir sünnete, farzın edeblerinden bir edebe riayet
etmenin de hükmü aynıdır. Farz ibadetlerin içindeki sünnet ve

255

edeblere riayet etmek, farzların haricinde, bin sene nafile ibadetten
çok daha faziletlidir.
Rivayet olunduğuna göre; Ömer radıyallahü anhü efendimiz
bir gün sabah namazını cemaatle kıldıktan sonra, ashabından birisini
göremeyince falan kimse cemaate gelmedi mi? diye sordu. O
ekseriyetle geceleri ibadetle geçiriyor, şu saatte ona uyku galip
gelmiş olabilir dediler. Ömer radıyallahü anhü, gecenin tamamını
uyusaydı, sabah namazını cemaatle kılmış olsaydı çok daha iyi ve
çok daha faziletli olurdu buyurdu.
Evlâ ve efdal olana riayet etmek, tenzihen de olsa
mekruhlardan sakınmak, zikir, fikir, murakabe ve teveccühten,
mertebelerle ve derecelerle daha iyi ve daha faziletlidir.
Mekruh tahrimen olduğu takdirde, tahrimen mekruh olan bir
işten sakınmak, zikir, fikir, murakabe ve teveccühten, elbette daha
evlâ ve daha faziletli olur. Evet; mekruhlardan sakınmak ve sünnet
ve edeblere riayet etmekle beraber, zikir, fikir, murakabe ve teveccüh
gibi ibedetleri de yaparsa, kesinlikle ve elbette büyük kurtuluşa
kavuşur. Durum böyle olmazsa, iş rüzgârın ağaç kabuklarını ve
yapraklarını savurması gibidir. Uçar gider bunların bir faydası olmaz.
Keza; zekât hesabından bir danik, bir dirhemin altıda biri
kadar cüz’i bir miktar tasadduk etmek, büyük dağlar kadar çok
altınları nafile olarak vermekten mertebe ve derece bakımından çok
daha faziletlidir.
Kezâ; zekâttan bir danik, bir dirhemin altıda biri kadar cüz’i
bir miktarı, müstahak olan bir fakire vermek gibi, zekâtın
edeblerinden bir edebe riayet etmek, büyük dağlar kadar çok altınları,
nafile olarak tasadduk etmekten, derece ve mertebe bakımından çok
daha faziletlidir. Yatsı namazını gece yarısının sonuna tehir edip
bunu geceyi ibadetle geçirmeye vesile kılmak, cidden hoş olmayan
ve kötü kabul edilen bir şeydir. Zira Hanefi âlimlerine göre, yatsı
namazını o vakitte edâ etmek mekruhtur. Radıyallahü anhüm.
Zâhir olan görüşe göre, onlar buradaki kerahet ile tahrimen
mekruhu murat ettiler. Çünkü onlar, yatsı namazının, gece yarısına
kadar kılınmasını mubah kabul ettiler. Gece yarısından sonraya
bırakmayı mekruh gördüler. Mubahın mukabili olan mekruh ise
tahrimî mekruhtur. Şafii âlimlerine göre, yatsı namazını gece

256

yarısından sonraki vakitte, re’sen kılmak caiz değildir. Şu halde, gece
kalkmak vasıtasıyla, o vakitte cem’iyyet, toparlanmak ve bir takım
manevî zevkleri elde etmek için, tahrimen mekruh olan bu işi irtikâp
etmek, cidden kötüdür. Bu maksatla sadece vitir namazını tehir
etmek kâfi ve yeterlidir. Geceyi ihya etmek maksadıyla, vitir
namazını gece yarısından sonraya tehir etmek müstahabdır.
Böylelikle, vitir namazı müstehap olan vakitte edâ edilir, bu vesile ile
de geceyi ihya edip ibadetle geçirmek mümkün ve müyesser olur.
Sünnete uymayan, mekruh olan bu ameli terk edip geçmiş namazları
kaza etmelidir. Zira İmam-ı Azam Ebu Hanife el Kûfi radıyallahü
anhü; abdestin edeblerinden bir edebi terk etmesi sebebiyle kırk
senelik namazını kaza etmiştir. Aynı şekilde ister abdestsizlikten
kurtulmak için, ister abdesti varken -kurbet- maksadıyla, sevap
kazanmak için alınmış olsun mai müstamel olan bu abdes suyunu
içmek caiz değildir. Çünkü İmam-ı Azam’a göre; bu su galiz ve ağır
bir necistir. Fıkıhçılar da, bu suyun içilmesini yasakladılar ve çirkin
gördüler. Evet; abdest suyundan artan, mai müstamel olmayan
kullanılmamış olan, sudan içmenin şifa olduğunu söylediler. Sahîh
ve samimi bir itikat ile şifa olan bu abdestten arta kalan abdestte
kullanılmayan sudan isterlerse, o sudan ver.
Güvenilir, mutemet bir adam; halifelerinizden bazısının
müritleri, yeri öpmekle yetinmeyip halifenize secde ettiklerini anlattı.
Bu işin çirkinliği ve kötülüğü güneşten daha açık ve zâhirdir.
Kesinlikle onu bu işten menediniz. Bu gibi şeriata muhalif işlerden
sakınmak herkesten istenir. Bilhassa halkın kendisine tabi olması
için, cesaretle ortaya çıkan kimsenin, bu gibi yanlış işlerden sakınıp
kaçınması, en önemli ve şiddetle üzerinde durulması icap eden
zaruretlerdendir. Çünkü onu taklit edenler, amellerinde ona
uyacaklar, belaya düşüp şeriata muhalif şeylerle müptela olacaklar.
Kezâ; bu taifenin ilimleri manevî hal ilimleridir. Manevî
hallerde, amellerin mirası ve neticesidir. Öyle ise manevî hallerden
elde edilen ilim mirası, amelleri sahîh ve düzgün olan, her halde
onun hakkını yerine getiren kimsenin olur.
Amelleri tashih etmek ve düzeltmekte ancak; her amelin
keyfiyetini, nasıl yapılacağını bilerek yapıldığı zaman mümkün ve
müyesser olur. İşte bu da; namaz, oruç ve diğer farzlardan, Şeriatın

257

hükümlerinin ilmini bilmek ile olur. Nikâh, talak, boşanma, alış veriş
gibi, Şeriatın muamelat ile alâkalı ilimlerini bilmekle olur.
Netice olarak; Hakk subhanehünün, mükellef olan kullarına
vacip kıldığı, yapılmasını istediği her şeyin ilmini bilmekle olur. Bu
ilimler, iktisabidir, çalışarak uğraşarak elde edilir. Herkesin bunları
öğrenmesi elbette ve kesinlikle lazımdır.
İlim; iki mücahede, iki çalışma ve gayret arasındadır.
Birincisi; ilmi tahsil etmeden önce tahsili için mücahede ve gayret
etmektir. İkincisi; ilmi tahsil ettikten sonra, o ilmi kullanmakta,
onunla amel etmekte, mücahede ve gayrettir.
Şerefli meclisinizde tasavvuf kitaplarından okunup anlatıldığı
gibi, aynı şekilde fıkıh kitaplarından da okunması ve anlatılması
lazımdır.
Mecmuân-ı-Hânî, Umdetü’l-İslâm, Kenz-i Farisî gibi farsça
yazılmış fıkıh kitapları çoktur. Hatta tasavvuf kitaplarından hiç
anlatılmasa dahi asla bir zarar ve eksiklik olmaz. Çünkü tasavvuf
ilimi, manevî hal ile alâkalı olup kal ilmininin, söz ile olan ilmin
tasavvuf ilmine bir dahlü tesiri olmaz. Hâlbuki fıkıh kitaplarını
müzakere etmemek zararı kabul edip yüklenmek demektir. Daha
fazla uzatmak usandırmaya sebeptir. Az, çoğa delalet eder.
Şiir;
Gizli hallerden bir nebze saçıp döktüm.
Çok anlatıp usandırmaktan korktum.
Allah sübhanehü, bizlere ve sizlere habibi sallallahü aleyhi
veselleme, tam ve kâmil manada tâbi olmayı nasip etsin.

1. CİLT
123. MEKTUP

Molla Tahir Bedahşi’ye;
Farzlardan bir farzın geçmesi söz konusu olduğu zaman, Hac
ibadeti dahi olsa, nafile ibadetlerle meşgul olmanın, mâlâyanî, faidesiz
ve gereksiz işlere dâhil olduğunu beyan hakkında yazılmıştır.
Reşit kardeşimin mektubu ulaştı. Kâsesi ve bardağı, masivâ
alâka ve kirlerinden temiz olmaya devam ediyor.
Ey kardeşim; Resulullah aleyhisselamdan gelen haberde;
“Allah Teâlâ’nın bir kulundan yüz çevirdiğinin alâmet, işaret ve

258

göstergesi, kulun mâlâyanî işlerle, boş ve faidesiz şeylerle meşgul
olmasıdır.”buyuruldu.
Farzlardan herhangi bir farzdan yüz çevirip nafilelerden
herhangi bir nafile ile meşgul olmak, mâlâyanîye dâhildir.
Şu halde; senin meşguliyetin ne şey iledir? Nafile ile mi, farz
ile mi? Bilmen için sana halini teftiş etmen ve gözden geçirmen
lazım oldu. Nafile hac yaparken nice mahzurlar, şeriata muhalif nice
günahlar, haramlar, mekruhlar irtikâp ediliyor.
Yeniden iyice düşünmelisin.
Aklı başında olan kimseye işaret etmek kâfi ve yeterlidir.
Sizlere ve refiklerinize selam olsun.
1. CİLT
124. MEKTUP

Tahir Bedahşî’ye;
Haccın farz olması için istitaatın şart olduğunu,
İstitaat olmadan Hac yapmanın matlubu ve esas maksadı elde
etmeye nisbetle, vakti zâyi’ etmek olduğunu beyan hakkında
yazılmıştır.
Kardeşim Hâce Muhammed Tahir Bedahşî’nin, mektubu
ulaştı.
Allah sübhanehüye hamd, minnet ve şükür olsun.
Ayrılık günleri uzamasına rağmen, fakirlere samimiyet ve
muhabbetinde bir gevşeme olmadı. İşte bu büyük saadetin alâmetidir.
Ey dost; Hac yolculuğu için izin istediğinde, gitmek için kararında
ısrar ettiğin zaman, vedâ vakti bu Hac yolculuğunda size iltihak
edebileceğim ihtimalini söylemiştim. Lakin ne zaman karar versem
yaptığım istihareler uygun düşmedi. Bu hususta cevaz olduğu
anlaşılmadı. Bizzarure oturup kalmayı tercih ettim.
İlk başta sizin gitmenizde de fakirlerin bir tasvibi olmamıştı.
Ancak sizdeki istek ve arzuyu görünce, açıkça men etmedim. Hac
yoluna girmek için, istitaat şarttır. İstitaat olmadan hacca gitmek
vakitleri zâyi’ etmektir.
İstitaat;
-Yol emniyeti,
-Yetecek kadar maddi imkân,

259

-Gidip gelebilecek kadar sağlık, sıhhat güç ve kuvvet,
demektir. İstitaat yok iken Hacca gitmek; daha mühim bir işi bırakıp
zarurî olmayan bir işle meşgul olmaktır. Münasip ve uygun değildir.
Ben bu manâda tekrar tekrar yazmıştım. Size ilk defa ulaştı.
Söylenecek söz budur. Buna rağmen, siz gidip gitmemekte
muhayyer ve serbestsiniz.

2. CİLT
82. MEKTUP

Şerafeddin Hüseyin’e;
-Farzlara önem ve ehemmiyet vermek,
-Şeriat-ı garra ile amel etmeye teşvik,
-Dünyevileşmekten sakınmak hakkında yazılmıştır.
Allahım habibin Muhammed aleyhissalatu vesselam
hürmetine; dünyayı gözümüzde küçült, ahireti de kalbimizde büyüt.
Ey iyi ve kötüyü, hak ile bâtılı bir birinden ayırma
kabiliyetine sahip olan aziz evlat; denî, değersiz ve alçak dünyanın
süslerine, aldatıcı ve geçici güç ve saltanatına rağbet etmekten sakın.
Senin; bütün harekât ve sekenâtlarında, her türlü işlerinde
Şeriat-ı garray-ı Ahmediyeye uygun olarak amel etmen, parlak ve
nurlu olan din-i celili İslâma muvafık ve uygun şekilde yaşaman için,
sayu gayret göstermen lazımdır.
Şu halde, evvela ehl-i sünnet vel-cemaat âlimlerinin
görüşlerine uygun şekilde, itikadı tashih etmek lazımdır. Allah
sübhanehü onların gayretlerini meşkûr ve makbul etsin. Bu zaruri ve
mecburidir.
Bundan sonra himmet ve gayret dizginini, amel ile alakalı
fıkhî hükümlere sarf etmelidir. Farz ibadetleri edâ etmeye çok önem
ve ehemmiyet göstermelidir. Haram ve helâl hususlarında ihtiyatlı ve
dikkatli olmalıdır. Farz ibadetlerin yanında nafile ibadetler, yola
atılmış şeyler gibi olup farzların yanında bir kıymet ve değerleri
yoktur. Şu zamandaki insanların çoğu, nafile ibadetlerin yapılmasını
teşvik edip farzları tahrip ediyorlar. Nafile ibadetleri yerine
getirmeye önem ve ehemmiyet veriyorlar, farzları hakir ve itibarsız
sayıyorlar. Müstahak olana veya olmayana sevap elde etmek

260

niyetiyle ve başka bir niyet ve maksatla birçok meblağlar veriyorlar.
Lakin şeriatın gösterdiği, zekâtın verileceği bir yere, zekât
hesabından bir pul vermek onlara çok ağır geliyor.
Hal bu ise onlar bilmiyorlar ki, verilmesi gereken bir yere
zekât hesabından bir pul dahi vermek, onlar için nafile olarak
binlerce sadaka vermekten çok daha hayırlıdır. Zira zekât vermekte,
sırf Allah celle ve âlânın emrine imtisal etmek vardır. Nafile sadaka
vermekte ise çoğu kere maksat, nefsani istek ve arzulardır.
Bu sebepten dolayı, farz ibadette riya ve gösterişe bir yol
yoktur. Ancak nafile ibadetlerde riya ve gösteriş söz konusudur. Bu
sebepten dolayı zekâtı edâ ederken töhmetten kurtulmak için, açıktan
vermek daha evlâdır. Daha faziletlidir. Nafile olarak sadaka verirken
de kabule daha layık olduğu için gizli vermek daha faziletlidir.
Özet olarak; dünyanın zararlarından kurtulmak için şeriata
yapışmak, şeriat ile amel etmek lazımdır. Dünyayı; hakikaten terk
etmek mümkün ve müyesser olmazsa, onu hükmen terk etmekte
kusur etmemelidir. Bu da ancak bütün işlerde ve sözlerde, Şeriat-ı
garrayı Ahmediyyeye bağlı kalmaya devam etmekle olur.
Her hususta muvaffak kılan ancak Allah Teâlâ’dır.
Hidayete tabi olanlara selam olsun.

261

NAMAZIN EHEMMİYYETİ
HAKKINDA MEKTUPLAR

1. CİLT
288. MEKTUP
Seyyid Muhibbullah Mankpuri’ye;
Nafile namazları cemaatle edâ etmekten menetmek
hakkındadır.
Seyydülmürselin aleyhissalatu vesselama tabi olmakla bizleri
şereflendiren, bizleri dinde, bid’atlerden uzaklaştıran Allah Teâlâ’ya
hamd olsun. Salatü selam dalalet ve sapıklık binasını yıkıp kahr
eden, hidayet sancağını yücelten Peygamberin ve onun güzel âlinin
ve seçkin ashabının üzerine olsun.
Bilinmelidir ki; şu zamanda avam ve havastan olan insanlar,
nafileleri edâ etmekte tam bir dikkat ve ehemmiyet
göstermektedirler. Ancak farzları edâda gevşeklik gösteriyorlar.
Farzları edâ esnasında, sünnet ve müstahablara çok az riayet
ediyorlar. Nafileleri aziz ve kıymetli, farzları hakir ve küçük
görüyorlar. Farz namazları, az kere müstehap vakitlerinde edâ
ediyorlar. Cemaatle beraber, iftitah tekbirine yetişmeye ehemmiyet
vermiyorlar. Hatta cemaatin geçmesini önemsemiyorlar. Tembellik
ve gevşeklikle sadece farzın kendisini edâ etmeyi ganimet sayıyorlar.
Fakat Aşure gününde, Berat gecesinde, Receb-i şerifin yirmi
yedinci gecesinde, leyle-i Regaip diye isim verdikleri Receb-i şerifin
ilk cum’a gecesinde, nafileleri tam bir cemaat ile ve tam bir
ehemmiyet ile edâ ediyorlar. Yaptıkları bu işin güzel olduğunu ve
güzel göründüğünü zannediyorlar. Bunların kötülükleri güzel
gösteren, şeytanın tesvilatından ve aldatmasından olduğunu
bilmiyorlar.
Şeyhülislâm Mevlana İsamuddin Alharevî, -Vikaye- şerhinin
haşiyesinde; Nafile namazları cemaatle kılmak, farz namazlarda
cemaati terk etmek, şeytanın aldatmasıdır. Diyor.

262

Bilinmelidir ki; nafile namazları cemaatle edâ etmek, Allah
Teâlâ’nın razı olmadığı bid’atlerden olup çirkin ve mekruh
bidatlerdendir. Hatem’ür-risalet aleyhissalatu vesselamın buyurduğu
bid’atler cümlesindendir. Aleyhisselam bid’atler hakkında şöyle
buyurdu; “Kim dinimizde olmayan bir şeyi ihdas ederse, dinde
varmış gibi ortaya çıkarırsa ret olunur.”
Sen bil ki; bazı fıkhî rivayetlerde, genel ve mutlak olarak
nafile namazları cemaat ile kılmak mekruhtur. Bazı fıkhî rivayetlerde
ise çağırıp davet ederek, toplanarak kılınması şartıyla mekruhtur. Bu
durumda, kimseyi davet etmeksizin mescidin bir köşesinde, iki kişi
cemaatle kılsa bu kerahetsiz olarak caiz olur. Hatta üç kişi olduğu
zaman bunda meşayihin ihtilafı vardır. Dört kişi olduğu zaman, bazı
rivayetlerde bil ittifak mekruhtur. Bazı fıkhî rivayetlerde ise esah
olan, en doğru olan mekruh olmasıdır.
-Fetevayı Siraciyye’de- teravih ve küsuf namazı hariç,
cemaatle nafile namazları kılmak mekruhtur.
Eş-şeyh el-imam es-Serahsi rahimehüllah, Ramazanın
haricinde davet şekliyle olursa nafile namazlarda cemaat yapmak
mekruhtur. Fakat davet olmaksızın bir kişi iki kişi uyarsa mekruh
olmaz. Uyanlar üç kişi olurlarsa ihtilaf olup, mekruhtur diyenler,
mekruh olmaz diyenler vardır. Ancak imama uyanlar dört ve daha
fazla olduğu zaman, bil ittifak mekruh olup tersini söyleyen yoktur,
diyor.-Hulasa- isimli fıkıh kitabında, davet edilerek kılındığı zaman
cemaatle nafile namaz kılmak mekruhtur. Lakin ezansız kametsiz,
davetsiz olarak, mescidin bir köşesinde cemaatle kılsalar mekruh
olmaz diyor.
Şems-ül-Eimme Ahmed Hulvani; İmamdan başka üç kişi
olursa bil ittifak mekruh olmaz. Uyanlar dört kişi olursa ihtilaf
vardır. Fakat esah ve en doğrusu mekruh olmasıdır. Diyor.
-Fetevayı Şafiye- de; Ramazanın haricinde nafile namazlar
cemaatle kılınmaz. Ezan ve kamet ile yani davet ile olursa mekruh
olur. Davet etmeden bir iki kişi uyarsa mekruh olmaz. Uyanlar üç
kişi olduğu zaman, meşayih ihtilaf ettiler. Uyanlar dört kişi olduğu
zaman mekruh olduğu hususunda ittifak ettiler.
Bu ve emsali rivayetler, fıkıh kitaplarında çoktur. Fıkıh
kitapları bunlar ile doludur. Eğer nafile namazların cemaat ile

263

kılınmasını mutlak olarak caiz gören bir şey bulursan, o adet ve sayı
hususunda sükût etmiştir. Onu başka rivayette vaki olan mukayyete
hamletmek lazımdır. Mutlak ile mukayyedi murat etmek lazımdır.
Nafile namazda cemaatin caiz olmasını, iki veya üç kişiye
tahsis etmek icap eder. Çünkü Hanefî âlimleri usulde her ne kadar,
mutlakı itlakı üzere icra etseler de, mukayyet üzerine
hamletmiyorlar. Ancak onlar, rivayetlerde, mutlakı mukayyet üzerine
hamletmeyi caiz gördüler. Hatta onlar bunu lüzumlu gördüler. Farzı
muhal yoluyla hamledilmeyip itlakı üzere icra edilse, bu takdirde bu
mutlak kuvvette müsavi oldukları zaman o mukayyete muarız olur.
Kuvvette müsavat ise memnudur. Cemaat çok olduğu zaman,
nafile namazları cemaatle kılmanın mekruh olması muhtardır. Tercih
edilen budur. Fetva bununla verilir. Mubah olmasıyla alâkalı
rivayetler böyle değildir. İki rivayetin müsavi olduğu kabul edilse
bile, ben derim ki; kerâhetin delilleri ile mubah olduğuna dair deliller
tearuz ettiğinde, mekruh olması tarafı tercih edilir. Çünkü o tarafta
ihtiyata riayet vardır. Usulü fıkıh âlimlerinin yanında da karar
böyledir.
-Aşure günü, Berat gecesi, Regaip gecesinde nafile namazları
iki üç yüz kişi toplanarak büyük bir cemaatle kılanlar ve böyle bir
cemaatle, kılınan bu namazı güzel görenler, bütün fakihlerin ittifakı
ile mekruh ve çirkin bir işi irtikâp ediyorlar.
Kabâhatleri ve çirkin işleri güzel görmek, en büyük
kabahatlerdendir. Zira haram olan bir şeyin mubah olduğuna
inanmak, insanı küfre götürür. Mekruh olan bir şeyi güzel
zannetmek, bundan bir derece azdır. Bu işin şenaat ve kötülüğünü,
tam manasıyla düşünmek lazımdır. Fakihlerin, dayandıkları şeyin,
insanları davet etmemek ve toplamamak olduğunu bilmek lazımdır.
Evet; davet etmemek, çağırmamak bazı rivayetlerde kerâheti ortadan
kaldırıyor ancak, bu bir veya iki kişinin uymasına mahsustur. O da
mescidin kenarında olmasıyla kayıtlıdır. Durum böyle olmazsa,
keven dikeni sıyırmak gibi zahmetli ve faidesiz bir iştir. Bununla
beraber davet ve çağırma; nafile namazını cemaatle kılmak için,
bazılarının bazılarına duyurmasıdır. Bu mana o cemaatte, tahakkuk
ediyor. Çünkü onlar aşure ve diğer zamanlarda kabile kabile, bazıları
bazılarına bildiriyorlar. Bu akşam falan şeyhin mescidine veya falan

264

âlimin mescidine gidip orada cemaatle nafile namazımızı kılmamız
lazım diyorlar. Onlar da buna itibar ediyorlar. Bu şekildeki, ilam ve
duyuru, ezan ve kametten daha tesirli oluyor. Böylece davet ve
çağırma sabit oluyor.
Bazı rivayetlerde vaki olduğu gibi, davet ve çağırmayı ezan
ve kamete tahsis ettiğimiz takdirde, bununla da gerçek ezanı ve
kameti murat ettiğimiz takdirde, buna cevap yukarda verilen
cevaptır. Mekruh olmaması, yukarda anlatılan davet ve birbirlerini
çağırmamaya mahsusustur.
Bilinmelidir ki; nafile ibadetleri yapmak, riya, gösteriş ve
duyurma zannı söz konusu olduğu için, gizlilik ve saklamak üzerine
bina edilmiştir. Cemaat ise bu gizliliğe ve saklamaya münafi ve zıttır.
Farzları edâda istenen ise, riya ve duyurma şaibesinden uzak olduğu
için, ilan etmek ve açık yapmaktır. Dolayısıyla farzlarda münasip ve
uygun olan, cemaatle edâ olunmasıdır. Veya biz deriz ki; çok
toplanmak ihtimalen fitnenin çıkmasına bir sebeptir.
Bu sebepten dolayı fitne çıkmasından kesin emin olmak için,
cum’a namazını edâ ederken sultanın veya naibinin, hazır olmasını
şart kıldılar. Mekruhların işlendiği bu gibi cemaatlerde, kuvvetli
fitnelerin uyanma ihtimali vardır. Şu halde, nafile namazları cemaat
ile edâ etmek için yapılan bu içtima ve toplanma maruf ve güzel
değildir. Bilakis münker ve kötüdür.
Hadisi Nebevî’de aleyhissalatu vesselam; “Fitne uykudadır.
Onu uyandırana Allah lanet etsin.” buyuruyor. İşleri idare eden
yetkililerin ve İslâm kadılarının, bu toplantıları yasaklaması lazımdır.
Bu bid’atın fitneye sebep olmaması için, bu babta en müessir ve
beliğ bir yol ile bu engellemeye riayet etmeleri lazımdır.
Allah hakkı yerine getirir.
Doğru yola kavuşturur.

265
1. CİLT
137. MEKTUP

Hâce Hızır Afgani’ye;
Namazın şanının ulviyetini beyan hakkındadır.
Arzulanan mektup ulaştı. İçeriği vuzuha kavuştu.
Sen bil ki;
İbadetten lezzet almak, edâ ederken külfet ve zahmetin
kalkması, bilhassa namazı edâ ederken, külfet ve zahmetin kalkması,
Allah subhanehünün verdiği nimetlerin en yücesi, en muhteremi ve
en büyüğüdür. Bu hal, ancak ve bilhassa farz namazları edâ ederken,
müntehiler için mümkün ve müyesser olur. Zira ilk başlarda
müptediler için, bu manevi lezzet ancak nafileler ile olur. Amma
nihayette ve sonlarda, bu nisbet ve lezzet farzlara bağlıdır.
Nihayettekiler için, nafilelerle uğraşmak boş bir iş olarak görülür.
Müntehiler için en büyük iş, sadece farzları edâ etmektir. İşte bu bir
saadettir. Bu saadete nasibi olanlar kavuşur.
Bilinmesi lazımdır ki; namazı edâ ederken hâsıl olan lezzette
asla nefs için bir nasip yoktur. Hatta o lezzet ağlamaktaki lezzetin ve
hüznün aynısıdır. Subhanallah, bu nasıl bir rütbedir? Bu ne büyük bir
rütbedir? Nimet sahiplerine sahip oldukları nimetler afiyet olsun.
Bu gibi sözleri konuşmak ve bunları duymak bile bizim ve
bizim gibi heveskârlar için bir ganimettir. Bizi bırakın da
kalblerimizi umutlarımız ile teselli edelim.
Sen bil ki; namazın misli ve benzeri, ahirette Rü’yetullah
mertebesi gibidir. Cemal-i İlâhî ile müşerref olma mertebesi gibidir.
Dünyada Allah Teâlâ’ya yaklaşmanın nihayeti, ancak namazdadır.
Ahirette Allah Teâlâ’ya yaklaşmanın nihayeti aynen
Rü’yetullahdadır. Namazda kul, Cemal-i İlâhi ile müşerref
olmaktadır.
Diğer ibadetler, namaz için vesilelerdir. Namaz esas
maksatlardandır.

266
1. CİLT
261. MEKTUP

Mir Numan’a;
Namazın faziletlerini,
Namaza mahsus kemâlâtı beyan hakkında yazılmıştır.
Allah Teâlâ’ya hamd ettikten, Enbiyaya Salatü selamdan ve
duaları tebliğ ettikten sonra, Allah sübhanehü onu irşad etsin, aziz
kardeşimin malumu olsun ki; namaz İslâmın beş rüknünden ikinci
rükündür. Namaz bütün ibadetleri içine alır. Namaz her ne kadar
cüz’i olsa da ibadetlerin hepsini toplaması sebebiyle onun için
külliyet hükmü hâsıl olmuştur. Dolayısıyla namaz; kulu Allah
Teâlâ’ya yaklaştıran ibadetlerin hepsinin fevkinde ve üstünde oldu.
Mirâç gecesinde Cennette, Seyyidülalemin aleyhissalatu
vesselam için nasip ve müyesser olan Rü’yet devleti, Cemal-i İlâhî
ile müşerref olma nimeti, aleyhissalatu vesselam dünyaya indikten
sonra o neş’eye münasip olarak, bu nimet namazda müyesser oldu.
Bu sebepten dolayı aleyhissalatu vesselam; namaz, mü’minin
miracıdır buyurdu. Kezâ; kulun Rabbine en yakın olduğu an
namazdadır, buyurdu.
Rü’yet mümkün olmasa da, Aleyhissalatu vesselama tam ve
kâmil manada tabi olanlar için, namazda bu manevî devletten ve
nimetten, büyük bir nasip vardır. Çünkü onlar Rü’yet neşesine takat
ve güç yetiremezler. Allah Teâlâ, namaz ile emretmemiş olsaydı,
esas maksattan perdeyi kim açardı? Talibi matlup tarafına, arayan
kimseyi aradığına kim delalet edip ulaştırabilirdi? Gamlı ve kederli
kimselere lezzet veren namazdır. Manevî ayrılık ve uzaklık elem ve
acısından kurtaran namazdır. Hasta olanlara, rahat ve huzur veren
namazdır.
Resulü Ekrem’in; “Ya Bilal ezan oku namaza duralım da beni
rahatlat.” sözü bu manaya işarettir. Kezâ; Resulü Ekrem’in
“Gözümün nuru namazdadır.” Sözü, bu arzudan bir rumuz ve
işarettir. Namazın haricinde, namazın hakikatine vâkıf olmadan,
zevklerden, vecdlerden, ilimlerden, marifetlerden, manevî hallerden,
manevî makamlardan, nurlardan, renklerden, temkinattan,
telvinattan, şekilli ve şekilsiz bir takım tecellilerden, renkli ve renksiz

267

zuhuratlardan, nasip ve müyesser olan şeylerin hepsinin menşei, zilal
ve misallerdir. Hatta bunların hepsi evham ve hayalden neş’et edip
meydana gelmektedir.
Namazın hakikatine vâkıf olan musalli, sanki namazı edâ
ederken, bu dünya neşe’sinden çıkıp başka bir neş’eye girer.
Şüphesiz o vakitte, ahirete mahsus manevî devletten büyük bir nasibe
nail olur. Zılliyet şaibesi olmaksızın, esas ve asıldan bir nasip elde
etmiş olur. Çünkü dünya neşe’si, zılli ve gölge mesabesinde olan
kemâlâta maksur ve mahsustur. Zılliyetten hariç ve hali olan
muamele, ahirete mahsustur.
Bu manevî nasip için mirâç lazımdır. O da mü’minler
hakkında namazdır. Bu devlet bu ümmete mahsustur. Çünkü bu
ümmet, ancak Nebileri aleyhissalatu vesselama tabi oldukları için bu
saadetle mesut oldular. Bu devletle müşerref oldular. Nebi
aleyhisselam dünyadan ahirete çıktığında ve mirâç gecesi Cennete
girdiğinde bu manevi devletle müşerref oldu.
Allah’ım o Nebi aleyhisselamı bizden dolayı layık olduğu
şekilde mükâfatlandır. Ümmetinden dolayı mükâfatlandırdığın her
hangi bir peygamberinden daha faziletli ve üstün bir şekilde, bizden
dolayı onu mükâfatlandır. Bütün Peygamberleri de hayır ile
mükâfatlandır. Çünkü onlar, halkı Hakk sübhanehüye çağırdılar.
Halka Allah’a kavuşma yolunu gösterdiler. Bu taifeden, namazın
hakikatine muttali ve vâkıf olamayanlar, namaza mahsus kemâlâta
vâkıf olamayanlar, manevî hastalıklarını başka işlerden tedavi etmek
istiyorlar. İstek ve arzularını ve muratlarını muhtelif şeylerden elde
etmek istiyorlar. Hatta onlardan bir taife, namazın manevî halden
uzak olduğunu zannediyor. Onlar, namazın mebnasını ve binasını
mugayeret, mübayenet ve zıtlık üzerine kıldılar. Bundan başka,
orucun namazdan faziletli olduğunu zannettiler. -Fütuhatı Mekkiye-
sahibi, yeme ve içmenin terk edildiği oruçta, samedaniyet sıfatının
tahakkuku vardır. Namazda ise mugayeret ve mübayenete çıkış ve
abdiyet ve mabudiyeti iş’ar vardır. Diyor.
Görüldüğü gibi böyle düşünmek, manevî sarhoşların
hallerinden olan, vahdet-i vücûd meselesine mebnidir. Bu düşünce
namazın hakikatini bilmediğinden ve haberi olmadığından
kaynaklanıyor. Bu taifeden bir grup ıstıraplarını teskin etmek için;

268

-semâ, dinî mûsikî, ilahi ve şiirleri makam ile söylemek
-nağmeler, sazlı sözlü güzel sesler, ilahi ve kasideler
söylemek
-vecd, amellerde kendinden geçmek coşkulu olmak
-tevacüd, manevî coşkuyu belli etmek gibi şeyler arıyorlar.
Onlar İstek ve arzularını nağmelerin arkasında aramaya başladılar.
Şüphesiz onlar; raksı, oyun ve hareketleri örf ve adetleri haline
getirdiler. Onlar; “Allah sizin şifalarınızı, haram kıldığı şeylerde
yaratmadı.” Hadis-i Şerifini unuttular.
Evet; boğulmakta olan kimse her çöpe ve ota sarılır. Bir şeyi
sevmek insanı kör ve sağır yapar.
Onlar için namazın hakikatinden bir nebze açılmış olsa idi,
namazın manevî kokusundan birazcık tatsalardı, semah ve nağmelere
asla meyil etmezlerdi. Kesinlikle vecd ve tevacüde yönelmezlerdi.
Ey kardeş; namaz ile nağmeler arasında olan fark kadar,
menşei namaz olan kemâlât ile menşei nağmeler olan kemâlât,
arasındaki farkta değişir. Aklı başında olan kimseye işaret kâfidir. Bu
öyle bir kemâlâttır ki, bin sene sonra bulundu. İlklerin sıfatları ve
renkleri üzerine ortaya çıktı.
Umulur ki, Nebi aleyhisselam bu sebepten dolayı; Onların
ilkleri mi, yoksa sonradan gelenleri mi hayırlıdır bilinmez.” buyurdu.
Evvelkiler ile sonda gelenler arasında, ortadakiler ile ilkler
arasındaki münasebetten daha fazla ve ziyade bir münasebet görüp
ortasını söylemedi. Bu tereddüt mahalli oldu.
Başka bir Hadis-i Şerifte Nebi aleyhisselam; “Ümmetimin en
üstünü ve faziletlisi, evvelkiler ve sonrakilerdir. İkisinin arasında
kederler, üzüntüler ve sıkıntılar vardır.” Buyurdu.
Evet; bu ümmetin sonunda gelenlerin de, her ne kadar ulüvvü
nisbet, yüksek münasebet var ise de onlar çok azdır. Hatta pek azdır.
Ortadakiler de bu ulviyette nisbet yok ise de, lakin onlar çoktur hatta
pek çoktur. Her yönden, hem kemiyet hem keyfiyet yönünden
çoktur. Ancak bu ekalliyet ve nisbetin iyice az oluşu, sonradan
gelenleri en yüksek derecelere ulaştırdı. O münasebet, sonda
gelenleri sabikuna, ilklere vâris kıldı. O münasebet, sondan
gelenleri müjdelenenlerden kıldı.

269

Aleyhissalatu vesselam; “İslâm garip ve sahipsiz olarak
ortaya çıktı. Sahipsiz ve garip olarak ortaya çıktığı gibi, garip ve
sahipsiz olarak avdet edecektir. Benden sonra, insanların ifsat edip
bozduklarını, islah edip düzeltmeye çalışan o gariplere müjdeler
olsun.” buyurdu.
Bu ümmetin ahirliğinin, sonunun başlangıcı, Nebi
aleyhisselamın irtihalinden itibarla, ikinci bin senenin bidayeti ve
başıdır. Bin senenin geçmesininin, işlerin değişmesinde ve eşyanın
değişmesinde büyük bir hususiyeti ve kuvvetli bir tesiri vardır. Bu
ümmetin dininde ve siretinde nesih ve tebdil, dinî hükümlerinde bir
değişiklik olmayacağından, ilklerin nisbeti, ilk tazeliği ve geçmiş
güzelliği ile bizzarure müteahhirinde, sonda gelenlerde ortaya çıktı.
Şeriatı kuvvetlendirmek ve dini, asli haliyle yenilemek, ikinci bin
senede oldu. Bu davanın ve iddianın doğruluğuna adil şahid, İsa
aleyhisselam ile Mehdî aleyhirrıdvanın şu ikinci bin senede mevcut
olacak olmalarıdır.
Şiir;
İsa’dan, başkası için, ruhulkudsün feyzinden bir medet
gelseydi,
O da kesinlikle onun yaptığını yapardı.
Ey kardeş; bu söz her ne kadar bugün insanların ekserisine
ağır ve anlayışlarına uzak gelse de, onlar insaf edip marifet ve
bilgilerin bazısını bazısına kıyas ettiklerinde, sözlerin doğrusu ile
eğrisini, şer’i ilimlere mutabık olup olmadığını düşündüklerinde,
Şeriat-ı Nebeviyyeye hürmet ve tazim, hangisinde daha çok
olduğunu gördüklerinde, hak ve doğrudan uzaklaşma tehlikesinden
kurtulurlar.
Onlar görmüyorlar mı? Bu fakir; mektuplarında, kitaplarında
ve risalelerinde, tarikat ve hakikatin, şeriatın hadimleri olduklarını,
velayet, Nebinin velayeti olsa bile, nübüvvetin velayetten daha üstün
ve daha faziletli olduğunu, yazdı.
Yine bu fakir; Nübüvvetin kemâlâtının yanında, velayetin
kemâlâtının asla bir kıymet ve değeri olmadığını, keşke denize
nisbetle onun bir katre, bir damla kıymeti ve değeri olsaydı diye
yazdı.

270

Yine bu fakir; bunların emsali birçok hususu, bilhassa
tarikatın beyanı ve izahı hakkında oğlumun ismiyle yazılan mektupta
yazdı.
Burada iyice düşünsünler. Bu kiyl-u kâlden, söylenen
şeylerden maksat; Hakk subhanehünün nimetini açıklamak ve bu
yolun taliplerini teşvik etmektir. Yoksa kendimi diğerlerine üstün
kılmak değildir.
Kendisini, frenk kâfirlerinden bile üstün gören kimseye,
marifetullah haramdır. Böyle olan kimseye Allah sübhanehüyü
tanımak ve bilmek haramdır. Kendisini din büyüklerinden üstün
gören kimsenin hali nasıl olur? Düşünmek lazımdır.
Şiir;
Makamımı yükseltti, benim dostum ve efendim.
Onun sayesinde aya ve yıldızlara üstün oldum
Sanki ben, içinde tatlı sular yağdıran bahar bulutlarının
olduğu bir bahçeyim, Bin tane dilim olsa, onlarla methüsenâ etsem
infialden başka bir şey ekleyemem. Eğer bu mektubu mütalaa
ettikten sonra, sizde namazın sırlarını öğrenme, namaza mahsus
kemâlâtın bazısını elde etme, istek ve arzusu ortaya çıkarsa, bu istek
ve arzu, sizde bir ızdırap, çırpınma ve bir hareket oluşturursa,
istiharelerden sonra bu tarafa gel, ömrün bir kısmını namazın esrarını
öğrenmek için harca.
Allah sübhanehü hâdidir.
Doğru yola iletir.
Hidayete tabi olanlara, Mustafa aleyhi ve ala alihissalatü
vesselama, Ona tabi olmaya devam edenlere, selam olsun.

1. CİLT
304. MEKTUP

Mevlana Abdülhayy’e;
-Âmal-i sâlihayı,
-Şükrü edâ etmeyi,
-Namazın esrarını beyan hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehüye hamdü senâ, Resulüne salatü selamdan
sonra, sen bilesin ki; Allah Teâlâ seni mes’ud etsin.

271

Uzun zamandır, Kur’ân-ı Kerimin birçok ayetlerinde, Allah
subhanehünün Cennete girmeyi vaad ettiği sâlih ameller ile nelerin
murat edildiği hakkına tereddüdüm var idi.
Bundan murat, sâlih amellerin hepsi mi? Yoksa bir kısmı mı?
Eğer sâlih amellerin hepsi murat ediliyorsa, bu cidden zordur. Çünkü
sâlih amellerin hepsini yerine getirmeye muvaffak olan azdır. Eğer
sâlih amellerin bazısı murat edilmiş ise bu meçhul olup hangilerinin
olduğu belli değildir. Sonunda Hakk subhanehünün mahza lütfu ve
fazlı ile feyiz yolu ile hatırıma, akıtıldı.
Umulur ki; Cennete girmek kendileri ile vaad olunan sâlih
ameller, İslâm kendisi üzerine bina edilmiş olan, İslâmın beş
rüknüdür. Tam ve kâmil manada, İslâmın beş aslı ve rüknü edâ
olunduğu zaman, necatın, felâhın ve kurtuluşun garantilenmiş olması
ümit olunur. İslâm’ın bu beş rüknü, haddi zatında sâlih ameller olup
günahlardan ve çirkin şeylerden de alıkoyar.
Allah Teâlâ nın; “Kitaptan sana vahiy olunanı oku ve
namazını kıl. Şüphesiz namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten
meneder. Allah’ı anmak en büyük şeydir. Allah ne yaptığınızı
bilir.” (Ankebut Sûresi,29/ 45. Ayet)i bu mananın şahididir.
İslam’ın beş rüknünü yerine getirmek nasip ve müyesser
olursa, şükrün edâ edilmiş olması ümit edilir. Nimetlerin şükrü edâ
edilince de azâbtan kurtuluş elde edilmiş olur.
Allah sübhanehü; “Şükür eder ve imân ederseniz, Allah
size niye azâb etsin?” Buyuruyor. (Nisa Sûresi,5/ 147. Ayet)
Şu halde; her insanın, İslâmın bu beş rüknünü yerine
getirmekte son derce gayret etmesi, bilhassa dinin direği olan namazı
ikame etmekte çok dikkat etmesi, imkân nisbetinde namazın
adabından en küçük bir edebi dahi terk etmemesi lazımdır. Kim
namazı tam manasıyla kılarsa, İslâmın asıllarından ve temellerinden
bir aslı yerine getirmiş olur, kurtuluş için sağlam bir ipe yapışmış ve
tutunmuş olur ve kurtulur.
Muvaffak kılan Allah sübhanehüdür.
Sen bil ki; namazda birinci tekbir; Allah Teâlâ’nın, abidlerin
ibadetinden, namaz kılanların namazlarından müstağni olduğuna,
onların hiç birisine ihtiyacı olmadığına, Allah subhanehünün büyük
olduğuna işarettir. Her rükünden sonra alınan diğer tekbirler; edâ

272

edilen hiçbir rüknün, mukaddes olan Cenab-ı Hakk’a layıkıyla bir
ibadet olmadığına, işaretler ve rumuzlardır. Tekbirin manası rükûda
mevcut ve düşünülmüş olunca, rükûdân sonra kalkarken tekbir meşru
kılınmadı.
Secdelerde durum böyle değildir. Secdelerde tesbihler olduğu
halde, hiçbir kimse, secde; eğilme ve bükülmenin, inkisar ve
tezellülün son haddi ve son noktasıdır. Böyle olunca ibadetin
hakkıyla yapıldığını düşünmesin diye, secdelerin evvelinde ve
sonunda tekbir almak meşru kılındı. Bu tevehhüm ve düşünceyi
defetmek için, secdenin tesbihlerinde, en yüce manasına gelen, -â’lâ-
kelimesi tercih edildi ve tekbirin tekrar söylenmesi de sünnet kılındı.
Namaz, mü’minin mirâcı olunca, namazın sonunda, mirâcda
Resulüllah sallallahü aleyhi vesellemin müşerref olduğu kelimeler,
ettehiyyatü, okumak meşru kılındı. Öyle ise, mü’minin, namazını
mirâc yapması, namazda, Allah sübhanehüye son derece yakın
olmayı istemesi lazımdır.
Aleyhissalatu vesselam; “Kulun rabbine en yakın olduğu an
ve zaman namazdadır.” buyuruyor.
Namaz kılan musalli, Rabbine münacat edip Allah
subhanehünün, azamet ve celalini müşahede edince, namazı edâ
vaktinde kendisinde bir heybet ve korkunun oluşması ve ortaya
çıkması hak olur. Bu vaziyette namaz kılan musalliyi teselli etmek
için, namazı, iki selam ile bitirmek meşru kılındı.
Farz namazını edâ ettikten sonra, tesbih (Sübhanallah 33)
tahmid (Elhamdülillah 33), tekbir (Allahüekber33), tehlilin (La ilahe
illallahü vahdehü la şerike lehü lehülmülkü velehülhamdü ve hüve
ala külli şey ’in kadir) bir kere okunması ile alâkalı Nebi sallallahü
aleyhi vesellemden rivayet olunan hadisin, bu fakirin ilmine göre
sırrı; namazı edâ ederken vuku bulan kusur ve taksiratı, tesbih ve
tekbir ile telafi etmek ve bu ibadetin layıkı ile yapılamadığını,
ibadetin tam olamadığını itiraf etmektir. Allah subhanehünün
muvaffak kılmasıyla ibadetin edâsı nasip ve müyesser olup, ibadete
Hakk sübhanehüden başkasını müstahak ve layık görmeyince, bu
nimetin şükrünü tahmid ile elhamdülillah diyerek edâ etmek lazım
geldi.

273

Namazın edası bir takım şartlara ve edeblere bağlı olup
namaz edâ edildikten sonra, tesbih (33), tahmid (33), tekbir (33),
tehlil ile namaz esnasında vuku bulan kusur ve taksirat da telafi
edilip, Cenab-ı Hakk’ın tevfiki ve inayeti ile bu nimetin şükrü
yapılınca, samimi bir kalb ile Allah sübhanehüden başka hiç bir
kimsenin ibadete layık olmadığı, (la ilahe illallah vahdehü la şerike
leh, lehülmülkü velehülhamdü ve hüve ala külli şey’in kadir)
kelimeleri ile itiraf edilip ifade edilince, bu namazın Allah tebareke
ve Teâlâ’nın kabulüne layık ve mazhar olması ve sahibinin,
kurtulması ümit olunur.
Allah’ım beni, Seyydülmürselin aleyhi ve aleyhim ve ala
alihissalatü vesselam hürmetine kurtulan musallilerden eyle.

1. CİLT
305. MEKTUP
Mir Muhibbullah Mankpuri’ye;
Namazın esrarını, Mübtedii, Avam ve Müntehinin
namazlarındaki farkı beyan hakkında yazılmıştır.
Rahman ve rahim olan Allahın ismiyle başlıyorum.
Selam Allah subhanehünün seçtiği kulları üzerine olsun.
Sen bilki; Allah sübhanehü seni irşad etsin. Bu fakire göre
namazın tamam ve kâmil olması, hepsi tafsilatı ile fıkıh kitaplarında,
anlatıldığı üzere, farzlarını, vaciplerini, sünnetlerini, müstahaplarını,
yerine getirmek ile olur. Namazın tamam olmasında, bu dört hususun
ötesinde, başka bir şey yoktur. Namazda kalbin huşû’u, kalbin
tazimi, kalbin tevazu’u, kalbin tezellülü ve inkisarı da bu dört şeyin
içerisindedir. Kalbin huşû’u, tazim ve tevazu ile eğilmesi de bu dört
şeye bağlıdır.
Bir cemaat bunların ilmi ve bilgisi ile yetinip, amelde, bunları
yerine getirmekte gevşeklik gösterdiler. Şüphesiz, namazın
kemâlâtından, onların nasipleri az oldu. Bir cemaatte, Hakk
sübhanehü ile beraber kalbin huzurunu düşünüp uzuvların edeblerine
riayet ve iltifatları az oldu. Sadece farzlara ve sünnetlere riayet
ettiler. Aynı şekilde bu cemaat de namazın hakikatine vâkıf olamadı.
Onlar da namazın hakikatini bilemediler, Onlar da namazın
kemâlâtını, namazın haricinde aradılar. Kalb huzurunu namazın

274

hükümleri cümlesinden saymadılar. Haberde gelen; “Namaz ancak
kalb huzuru ile olur” Hadis-i Şerifteki kalb huzurundan murat, farz,
vacip, sünnet ve müstahapları yerine getirmekte bir gevşeklik
olmaması, bu dört husus ile beraber, kalbin huzurlu olmasıdır. Bu
fakirin zihnine, kalb huzurunun ötesinde bir huzur gelmiyor.
Eğer; namazın kemâlâtı ve tamamiyeti, bu dört şeye bağlı
olup bunların haricinde, namazın kemâlâtında başka bir şey
düşünülmüyorsa, mübtedii ile müntehinin, hatta sadece bu dört şeyi
yerine getiren avamın namazı arasındaki fark nedir? Denilirse, ben
derim ki; buradaki fark, amelin, işin kendisinde değildir. O ameli, o
işi yapan amildedir. Çünkü bir işin ücreti aynı iş olmasına rağmen
yapanlara göre değişir. Öyleki, bir iş, sevilen ve beğenilen, makbul
birisi tarafından yapılırsa, onun ücreti diğerinden kat, kat fazla olur.
Çünkü bir işi yapan şahsın, şanı ve mertebesi büyük olduğu zaman
onun ücreti çok olur. Bu sebepten dolayı, arif kimsenin riyaya yakın,
riya yollu bir ameli, müridin ihlâslı amelinden faziletlidir dediler. Bir
de, Arifin ihlâslı ameli nasıl olur? Bir düşünün. Bu sebepten
dolayıdır ki; Sıddık-ı Ekber radıyallahü anhü; Nebi aleyhisselamın
sehvinin, yanılarak yaptığı bir amelin, kendi doğrusundan ve bilinçli
olarak yaptığı amellerinden çok daha faziletli olduğuna inanarak, tam
olarak yaptığı amellerinin, aleyhissalatu vesselamın bir sehvi
olmasını, Nebi aleyhisselamın yanılarak yaptığı bir ameli olmasını,
temenni etmiştir.
Kendisinin tam olarak yaptığı amellerinin ve kâmil hallerinin,
aleyhissalatu vesselamın amelindeki sehvinden, yanılarak yaptığı
amelden, çok noksan olduğuna inanarak; keşke ben, Muhammed
sallallahü aleyhi vesellemin bir sehvi, bir yanılması olsaydım
temennisinde bulunmuştur. Bütün hasenâtının tam derecesini, nebi
aleyhisselamın bir nev’i yanılmasının derecesi gibi olmasını, tam bir
temenni ve istekle istemiştir. Nebi aleyhisselamın yanılması mesela;
Rivayette anlatıldığına göre, dört rek’atlı bir namazda, sehven iki
rek’atın başında selam vermesi gibidir.
Müntehinin, maneviyatta ilerleyip son dereceye ulaşan
kimsenin namazında dünyevi birçok semereler ve neticeler mevcut
olmakla beraber, ahirette de çok ve bol ecir ve mükâfat olacaktır.

275

Müptedinin, manevî derecelerin daha ilk başında olan
kimsenin ve avamın, maneviyat ile hiç alakası olmayan kimsenin,
namazı böyle değildir. Yer ile Arşın münasebeti nerde? Müntehinin,
manevi derecede sona ulaşanların namazının hususiyetlerinden bir
nebze bahis edelim ki, diğerleri ona kıyas edilsin.
Müntehi bir şahıs, namazda Kur’ân-ı Kerim, okurken,
selamları ve tekbirleri yerine getirirken, bazı kere, lisanını şecere-i
Museviyye gibi, Musa aleyhisselamın ağacı gibi bulur. Kuvvetini ve
uzuvlarını, alet ve vasıtadan başka bir şey olarak görmez. Bazı
kerede, bâtın ve hakikatinin alakasının, zâhir ve suretinden tam
manasıyla kesildiğini, âlem-i gaybe mülhak olup girdiğini görür.
Keyfiyeti meçhul bir şekilde, âlem-i gayb ile bir münasebet hâsıl
olur. Namazdan fariğ olup çıktığı zaman, eski haline döner.
Veya müntehi, müptedi ve avamın namazları arasındaki fark
ile alâkalı soruya cevap olarak biz deriz ki; farz, vacip, sünnet,
müstehap, bu dört hususu tam ve kâmil olarak yerine getirmek
müntehi mertebesinde olanların nasibidir. Müptedi ve avam olanlar,
mümkün dahi olsa, bu dört hususu, kâmil manada yerine getirmeye
muvaffak olmaktan uzaktırlar.
Namaz ve sabırla yardım isteyiniz. Şüphesiz namaz
Allah’a derin saygı duyanların dışındakilere ağır gelir. Onlar
Rablerine kavuşacaklarını ve gerçekten ona döneceklerini
bilirler. (Bakara Sûresi,2/ 45. 46. Ayetler)
Hidayete tabi olanlara selam olsun.
1. CİLT
85. MEKTUP
Mirza Fehullah Hâkim’e;
Sâlih amelleri yerine getirmeye,
Bilhassa namazları cemaatle edâ etmeye teşvik hakkında
yazılmıştır.
Allah sübhanehü, sizleri rızasını kazanmaya muvaffak kılsın.
Sen bilesin ki; itikadı düzeltmek, kesin olarak lazım ve zaruri
olduğu gibi, sâlih amelleri yerine getirmek de elbette lazımdır. Bütün
ibadetleri içine alan, taatların içinde Cenab-ı Hakk’a en çok
yaklaştıran ibadet, namazı edâ etmektir.

276

Nebi aleyhissalatu vesselam şöyle buyurdu; “Namaz dinin
direğidir. Kim namazı hakkıyla kılarsa muhakkak dinini ikame etmiş
olur. Kim namazı terk ederse muhakkak dinini yıkmış olur.”
(Deylemi ve Beyhaki)
Namazını devamlı edâ etmeye muvaffak olan kesinlikle
fühşiyattan, hayâsızlıktan çirkin söz ve işlerden imtina edip sakınır.
Allah Teâlâ’nın; Namaz, kesinlikle fuhşiyattan ve
hayâsızlıktan, münker ve kötü olan her şeyden, alıkor. (Ankebut
Sûresi,29/ 45. Ayet)i kerimesi bu sözü teyit ediyor.
Bu mesabede olmayan, sahibini hayâsızlıktan ve
kötülüklerden alıkoymayan namaz, sûrî ve şekli bir namazdır. Hakiki
namaz değildir. Lakin namazın hakikati elde edilinceye kadar sûrî
namazın terk edilmemesi lazımdır. Çünkü bir şey tam manasıyla
yapılamıyorsa, tamamı terk edilmez. Ekremülekremin olan Allah
Teâlâ’nın, sûrî namaza itibar etmesi ve onu hakiki namaz olarak
kabul etmesi uzak görülmemelidir.
Şu halde, huşû’ ve huduu ile beraber namazı cemaatle edâ
etmeye devam etmelisiniz. Çünkü namaz necat ve kurtuluş sebebidir.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor; Namazlarını huşû’ ile kılan
mü’minler kesinlikle kurtuldu (Mü’minun Sûresi,23/ 1. Ayet)
Velhasıl kabul olunmayacağı, red olunacağı endişesiyle ve
tehlikenin mevcut olduğunu düşünerek amel etmelidir.
Görmüyor musun? Askerler düşmanın galip geldiği
zamanlarda, azıcık bir çarpışma ve ufak bir hareketle birçok itibarlar
elde ediyorlar.
Sâlih olmayı tercih ettiklerinden ve kendilerinde çokça
nefsanî şehvetin mevcut olmasına rağmen kendilerini namazla
mükellef tuttukları için gençlerin sâlih ve düzgün hallerine itibar
olunur.
Ashabı Kehf, Allah Teâlâ indinde bu haşmet, azamet ve
rütbeye, din muhaliflerinden kaçmaları ve hicret etmeleri sebebiyle
nail oldular.
Hadis-i Nebevi’de aleyhissalatu vesselam şöyle buyurdu;
“Fitne ve fesat zamanında ibadet, bana yapılmış bir hicret gibidir.”
(Müslim, Tirmizi, İbnimace)

277

Menfi ve zıt durum, sanki hakikatte ibadete sebebtir. Bundan
daha ziyade ne yazayım?
Oğlum Bahaeddin’in yanında şu fakirlerin sohbetleri rağbet
görmüyor. Onun meyli servet ehline, nimet erbabına ve
zenginleredir.
-O bilmiyor ki, onların sohbetleri öldürücü zehirdir.
-Onların yağlı, leziz yemekleri, bâtında zulmeti ve kalb
kasavetini ve kalb katılığını arttırır.
-Onlardan sakın ha sakın, sonra sakın yine sakın.
Nebi aleyhissalatu vesselam şöyle buyurdu; “Kim bir zengine
zenginliğinden dolayı tevazu gösterirse, dinin üçte ikisi gider.”
(Beyhaki)
Zengin oldukları için onlara tevazu gösterenlere yazıklar
olsun.
Muvaffak kılan Allah sübhanehüdür.
2. CİLT
20. MEKTUP
Mevlana Muhammed Tahir Bedahşî’ye;
Namazın fazilet ve üstünlüğünü beyan,
Tadili erkâna riayet edilmesini teşvik,
Namazın şartlarını ve adabını tekmil hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehüye hamd olsun, seçtiği kullarına selam olsun.
Confor nahiyelerinden gönderilen mektup ulaştı, zayıflık ve
hastalık haberini içeriyordu, üzülmemize sebep oldu. Şu an biz sağlık
ve sıhhat haberlerinizi bekliyoruz, gelenler ile gönderiniz durumları
da yazınız.
Ey dost; bu dünya amel ve ibadet diyarı olduğuna göre ceza
ve mükâfat diyarı da ahiret diyarıdır. Şu halde sâlih ameller işlemeye
gayret etmelidir. Amellerin en faziletlisi ve en üstünü, ibadetlerin en
güzeli, dinin direği ve Mü’minlerin miracı olan namazı yerli yerinde
kılmaktır. Rükünlerinin her birini, şartlarını, sünnetlerini, âdâbını
layık olduğu şekilde edâ etmek için, tam bir ehemmiyet, dikkat ve
ihtiyat gösterip bu hususlara riayet ederek namazı öyle edâ etmelidir.
Kavme ve celsede uzuvların yerli yerinde olmasıyla, ta’dili erkâna

278

mübalağa ile riayet etmelidir. Namazlara tam manasıyla muhafaza ile
devam etmelidir.
Zira insanların birçoğu tadili erkânı ve uzuvların tam
manasıyla yerleşmesini zâyi’ ederek, namazlarını zâyi’ ettiler. Böyle
yapanlar hakkında birçok şiddetli tehditler ve korkutucu haberler
varit oldu.
Namaz sahîh ve kâmil olduğu zamanda kurtuluş için büyük
umut nasip ve müyesser olur. Çünkü din o zaman kaim olur. Mirâc o
zaman tam olarak oluşur.
Şiir;
Ey safra hastaları,
Sevda hastası olmanıza rağmen,
Size şeker yemenizi tavsiye ederim.
Sizin ve sair hidayete tabi olanların, Mustafa aleyhissalatu
vesselama tabi olmaya devam edenlerin üzerlerine selam olsun.

2. CİLT
69. MEKTUP
Muhammed Murad Bedahşî’ye;
Namazda tadili erkân, tumânînet, safları tesviye,
Harbe giderken niyeti tashih etmek,
Teheccüd namazı,
Helâl lokma yemek hakkında yazılmıştır.
Bismillahirrahmanirrahim.
Allah Teâlâ’ya hamd olsun. Seçtiği kullarına selam olsun.
Gönderdiğiniz şerefli mektubunuz ulaştı. Arkadaşların sebât
ve istikametlerini tazammun ettiği için çok ferahlandık.
Allah sübhanehü sebât ve istikametinizi ziyadeleştirsin.
Tarikata giren ashabımızdan bir toplulukla beraber memur
olduğumuz vazifelerimize devam ediyoruz, elli veya altmış kişi ile
beraber cemaatle beş vakit namazı edâ ediyoruz diye yazıldı. Bundan
dolayı Allah sübhanehüye hamd olsun.
Bâtın ve kalb, zikr-i ilahi ile mamur olduğu zaman, zâhirde
şeriatın hükümleriyle süslendiği zaman, ne büyük nimet olur. Bu
günlerde insanların ekserisi, namazları edâda gevşeklik gösterip,
tumaninet ve tadili erkâna lakayıt olunca, bizzarure bu hususta tekit

279

ve mübalağa ile yazmayı murat ettim. İyi dinlemek ve kulağı iyi
açmak lazımdır.
Muhbiri Sadık aleyhissalatu vesselam; “Hırsızların en kötüsü
namazından çalandır buyurdu. Ashab-ı Kiram aleyhimürrıdvan, ya
Resulallah namazından nasıl çalar? Dediler. Aleyhissalatu vesselam,
rükûunu ve secdesini tamamlamaz buyurdu.
Yine aleyhissalatu vesselam; Allah sübhanehü, rükûu ve
secdesi arasında belini doğrultmayan kulunun namazına, rahmet
nazarıyla bakmaz buyurdu.
Nebi aleyhissalatu vesselam bir adamı namaz kılarken,
rükûunu ve secdesini tamamlamadığını gördü ona; “Şayet sen bu
vaziyetinde ölürsen Muhammedîn dini üzerinde ölmeyeceğinden
korkmaz mısın?” Buyurdu.
Yine aleyhissalatu vesselam; “Sizden biriniz rükûdan sonra,
tam olarak kalkıp belini doğrultmadıkça, her uzvu yerine
oturmadıkça, namazı tamam olmaz buyurdu. Aynı şekilde, iki secde
arasında oturduğu zaman belini doğrultup sabitlemedikçe namazı
tamam olmaz.” buyurdu.
Nebi aleyhissalatu vesselam, namaz kılanların yanından
geçerken, birisinin, namazın hükümlerini, rükünlerini, kavmesini ve
celsesini tamamlamadığını gördü; “Namazını böyle kılarken ölürsen
kıyamet gününde senin, benim ümmetimden olduğun söylenmez.”
buyurdu. Başka bir yerde de; “Bu vaziyette ölürsen Muhammedîn
dini üzere ölmezsin.” buyurdu.
Ebu Hüreyre radıyallahü anhü; “Bir adam senelerce namaz
kılar, fakat namazlarından bir tanesi dahi kabul olmaz. Namazı kabul
olunmayan şahıs, rükû ve secdelerini tam olarak yapmayan şahıstır.”
buyurdu.
Şöyle anlatıldı; Zeyd bin Vehb, rükû ve secdesini tam
yapmadan namaz kılan bir adam gördü, Onu yanına çağırıp kaç
senedir namazını bu şekilde kılıyorsun? Dedi. Adam kırk senedir
namaz kılıyorum dedi, Zeyd bin Vehb; “Sen kırk sene zarfında
namaz kılmamışsın, şayet bu vaziyette ölürsen Muhammedîn sünneti
üzere ölmezsin.” buyurdu.
Şöyle rivayet olundu ki; bir Mü’min rükûunu, secdesini
tamamlayarak namazını kıldığı zaman, namazı için bir güzellik ve

280

nur olur. Melekler o namazı semaya çıkartırlar, namaz kendisini
kılan musalliye; Allah sübhanehü beni muhafaza ettiğin gibi seni de
muhafaza edip korusun diye dua eder. Şayet Mü’min kıldığı
namazını güzel edâ etmediyse namaz için bir zulmaniyet ve karanlık
olur, Melekler o namazdan hoşlanmazlar, o namazı semaya
çıkarmazlar, o namaz kendisini kılan musalliye, Beni zâyi’ ettiğin
gibi Allah sübhanehüde seni zâyi’ etsin diye kötü dua eder.
Şu halde namazın edâsını, tadil-i erkânını tamamlamak
lazımdır. Namazın kavme ve celsesine riayet etmek lazımdır. Aynı
zamanda diğer insanlara da namazı, tumânînet ve tadil-i erkâna riayet
ile tamamlamalarını söylemek ve anlatmak lazımdır. Zira insanların
ekserisi bu nimetten ve manevî devletten mahrumdurlar. Bu amel
tamamen terk edilmiş durumdadır. Bu ameli ihya etmek İslâmın en
mühim işlerindendir.
Resulullah sallallahü aleyhi vesellem; “Sünnet unutturulup
yok edildikten, adeta öldürüldükten sonra, kim benim sünnetimi ihya
ederse onun için yüz şehit sevabı vardır.” buyurdu.
Yine sen bilesin ki; cemaatle namaz kılarken, namaz safında
namaz kılanlardan birisi önde ve arkada olmadan safları tesviye
etmek, güzelce düzeltmek lazımdır. Hatta safların hepsini düzeltmek
için çalışmalıdır.
Resulullah sallallahü aleyhi vesellem; Evvela safları düzetip
sonra namaza başlıyordu. Ve namazda safları tesviye edip
düzeltmek, namazın ikamesindendir, namazın yerli yerinde
kılınmasına dâhildir buyurur idi.
Rabbimiz tarafından bize rahmet ihsan et. Sen her şeyi
karşılıksız verensin.
Ey Said; amel ancak niyet ile sahîh olur. Siz dâr-ı harp
kâfirleriyle cihada ve savaşmaya gittiniz, güzel bir neticenin elde
edilmesi için, evvela niyetinizi tashih edip düzeltmeniz lazımdır. Bu
harpten ve mücadeleden maksat ve gaye, Allah subhanehünün
kelimesini ve dinini yüceltmek, kâfirleri zayıflatıp yok etmek
olmalıdır. Zira bütün cihat ve muharebelerde biz bununla memuruz.
Durum budur, niyetlerinizi başka maksatlarla bozmayınız.
Gazilerin masrafları ve maâşları beytülmalden kararlaştırılmış
ve tayin edilmiştir. Bu maâşları almak Allah yolunda cihada zıt

281

değildir, gazilerin mükâfatını eksiltmez. Amelleri bozan, fasit ve
bozuk niyetlerdir. Niyetleri düzeltmeli, maâşları beytülmalden alıp
kâfirler ile cihat etmelidir. Gazilere ve şehitlere verilen ücreti de
almalıdır.
Biz sizin halinize gıpta ediyoruz, öyle ki siz bâtında Hakk
sübhanehü ile meşgul oluyorsunuz, Zâhirde de çok kere
namazlarınızı cemaatle edâ ediyorsunuz. Bununla beraber siz
kâfirlerle cihat etme şerefiyle de müşerref oldunuz. Kurtulan gazidir.
Ölen de şehittir.
Ancak bunların hepsi niyeti tashih ettikten sonra olur. Niyetin
hakikati tahakkuk etmezse onu zorlanarak elde etmeye çalışmalıdır.
Bu niyetin nasip ve müyesser olması için, Allah Teâlâ’ya tazarru ve
iltica etmelidir.
Rabbimiz bizim nurumuzu tamamla, günahlarımızı
bağışla, zira sen her şeye kadirsin. (Tahrim Suresi,66/8.Ayet)
Sana yapacağım diğer bir nasihat de, teheccüd namazına
devam etmendir. Çünkü teheccüd namazı bu yolun
zaruriyyatındandır. Size huzurda olduğunuz zamanda da söylenmişti,
size bu mana zor gelip uyanmak mümkün ve kolay olmazsa,
isteyerek veya zorlanarak teheccüd vaktinde sizi uyandıracak, sizi
gaflet uykusunda bırakmayacak, alâkalılardan birisini tayin etmelidir.
Bunu birkaç gün yaptığınız zaman artık zorlanmadan yapabilir hale
gelmeniz ümit eldir.
Diğer bir nasihatte; lokmalara ve yiyeceklere dikkat etmektir.
Bir insanın, şer’an helâl ve haram olduğuna bakmadan ve
düşünmeden, hangi yerde olursa olsun, bulduğu ve rastladığı her şeyi
yemesi uygun olmaz. Zira insan başıboş bırakılmadı ki, her istediğini
yapabilsin. Bilakis onu emir ve yasaklar ile mükellef kılan, razı
olduğu ve razı olmadığı hususları, bütün âlemlere rahmet olan
Enbiya aleyhimüsselam vasıtasıyla anlatan bir Mevlâ’sı var -Celle
şanühü- saadetten mahrum kimse, Mevlâ’sının rızasına muhalefet
eden, Mevla’sının mülkünde onun izni olmadan tasarruf eden
kimsedir.
Utanmak lazımdır. Dünyevî bir arkadaşını razı etmek için
onun hukukuna riayet ediyorlar, bu hususta bir dakikanın bile
geçmesini istemiyorlar, hal bu ise onları yaratan hakiki Mevlâ’ları,

282

onları kuvvetle ve tekitle razı olmadığı işlerden nehiy etti, onları
beliğ şekilde men etti, buna rağmen onlar buna asla iltifat etmiyorlar.
Böyle davranmak İslâm mıdır? Küfür müdür? Yeniden iyice bir daha
düşünsünler. Bununla beraber fırsat geçmiş değildir. Geçenleri telafi
ve tedarik etmek mümkündür. Zira tövbe eden, hiç günahı olmayan
kimse gibidir. Hadis-i Şerifi günahkârlar için büyük bir müjdedir. Bu
müjdeye rağmen, bir şahıs günahta israr ederse o münafıktır. Onun
sûrî ve görüntüden ibaret olan İslâmı, Cehennemdeki cezasını
kaldırmaz, ondan azâbı men etmez.
Bundan daha fazla ne yazayım? Akıllı olana işaret etmek kâfi
gelir.
Korkulu yerlerde ve düşmanların her tarafı istila ettikleri
yerlerde emniyet ve güven için, Kureyş Sûresini okumanın çok
büyük faidesinin olduğu tecrübe edilmiştir. Gece ve gündüz on bir
kere okumalıdır. Bundan az olmamalıdır.
Hadis-i Nebevide; “Bir kimse bir yere indikten sonra -Euzu
bikelimatillahittammati min şerri ma haleka- duasını okursa, o
mekândan ayrılıncaya kadar ona bir şey zarar vermez.” buyuruldu.
Hidayete tabi olanlara selam olsun.

283

VERA’ VE TAKVA HAKKINDA
MEKTUPLAR
1.CİLT
76.MEKTUP

Kılıç Han’a
Manevi terakkinin vera’ ve takvaya bağlı olduğunu beyan,
Mubahların fazlasından sakınmaya teşvik hakkında
yazılmıştır.
Allah sübhanehü, kendisinden göz yanılması kaldırılmış olan
beşerin efendisi aleyhissalatu vesselam hürmetine, sizi doğrulara
karşı sağırlaştıran şeylerden korsun. Leke getirecek ayıplardan sizi
muhafaza etsin.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor; Resul size neyi getirdiyse onu
alınız. Size neyi yasakladıysa ona son veriniz. (Haşir Sûresi,59/ 7.
Ayet)
Şu halde necat ve kurtuluşun sebebi ikidir.
-Allah Teâlâ’nın emirlerine imtisal ve sımsıkı yapışmak.
-Yasaklarından sakınmak.
Bu iki kısımdan en büyüğü ve daha önemlisi, kendisinden,
vera’ ve takva diye tabir edilen ikinci kısımdır.
Resulullah sallallahü aleyhi vesellemin yanında bir adamın
ibadet ve ibadetindeki gayretinden, anlatıldı. Başka bir adamında
takvasından ve günahlardan sakınmasından anlatıldı Nebi sallallahü
aleyhi vesellem, vera’ ve takvaya hiçbir şey denk ve muadil olmaz
buyurdu.
Yine aleyhissalatu vesselam; “Sizin dininizin aslı, esası,
temeli ve kıvamı, vera’ ve takvadır.” buyurdu. İnsanın melek üzerine
faziletli olması, vera’ ve takva sebebiyledir. Allah Teâlâ’ya yakınlık
derecelerine yükselmek de vera’ ve takva iledir. Çünkü melekler,
ibadet kısmında insanlarla ortaktırlar. Onlarda terakki ve manevi
derece bakımından yükselme yoktur.
Şu halde vera’ ve takvaya riayet etmek İslâmın en mühim ve
önemli kısmıdır. Dinin en zaruri yönüdür. Esası haramlardan

284

kaçınmak olan, vera’ ve takvanın, tam manasıyla yapılabilmesi,
ancak mubahların fazlalarından kaçınmakla ve zaruret miktarı ile
yetinmekle mümkün ve müyesser olur. Çünkü mubahları irtikâp
etmek, nefsin yularını gevşetir, kişiyi şüpheli şeyleri işlemeye
götürür. Şüpheli şeylerde harama yakındır. Kim korunun etrafında
dolaşırsa içine düşmesinden endişe edilir.
Şu halde tam ve kâmil manada vera’ ve takva sahibi olmak
için, elbette mubahların zaruri miktarı ile yetinmelidir. Bu zaruret
miktarı da, kulluk vazifelerini edâ etmek için güç ve kuvvet elde
etme şartına bağlıdır. Aksi takdirde bu miktar dahi vebaldir. Az için,
çoğun hükmü vardır.
Bütün vakitlerde bilhassa şu zamanda, mubahların fazlasının
tamamından kaçınmak ve sakınmak, çok zor ve bulunmaz kıymette
olunca, haramlardan sakınmak ve mümkün olduğu kadar mubahların
fazlasını irtikâp etme dairesini daraltmak lazımdır. Mubahların
fazlasını irtikâp ettiği için de nadim ve pişman olup daima istiğfar
etmek, icap eder.
Mubahların fazlasını irtikâp etmenin haramların kapısını
açtığına inanarak, bütün vakitlerde Allah Teâlâ’ya tazarru ve iltica
etmek lazımdır. Bu nedamet, istiğfar, iltica ve tazarrunun,
mubahların fazlalarından sakınma makamına geçmesi, onun
makamına kaim olması, onun afetlerini defetmesi, mubahların
fazlasından koruması umulur.
Büyüklerin azizlerinden birisi, şöyle söyledi; asilerin kırık,
buruk ve günahlara pişmanlık halleri, Allah Teâlâ indinde,
itaatkârların gayretlerinden daha sevimlidir.
Haramlardan sakınmak iki kısımdır. Birinci kısmı, Allah
subhanehünün haklarıyla alâkalıdır. İkinci kısmı da kulların
haklarıyla alâkalıdır. İkinci kısma riayet etmek birinci kısma riayet
etmekten daha mühimdir, Çünkü hak sübhanehü; mutlak zengindir.
O erhamurrahimindir. Kullar ise;fukaradırlar, muhtaçtırlar,
cimridirler, bizzat kötüdürler.
Resulullah sallallahü aleyhi vesellem; “Kimin bir kardeşine,
ırz ve namusundan veya başka bir şeyden bir haksızlığı olmuş ise o
dinar ve dirhem olmadan bugün onu helâl ettirsin. Aksi takdirde,
şayet onun sâlih ameli varsa haksızlığı ve zulmü miktarınca ondan

285

alınır. Eğer onun sâlih bir ameli yoksa alacaklının seyyiat ve
günahlarından alınıp ona yüklenir.”
Yine sallallahü aleyhi vesellem şöyle buyurdu; “Müflis
kimdir bilir misiniz? Ashab-ı Kiram, ya Resulallah, bizde müflis
parası ve eşyası kalmayandır dediler. Nebi aleyhisselam,
ümmetimden iflas eden; Kıyamet gününde, namaz, oruç, zekât ile
gelmiş, şuna sövmüş, şuna iftira etmiş, şunun malını almış, şunun
kanını akıtmış, şunu dövmüş, şu kadarı hasenâtından alınıp şuna
verilir. Şu kadarı da şuna verilir. Eğer borcunu ödemeden sevapları
bitmiş ise alacaklının günahlarından alınıp onun üzerine yüklenir ve
Cehenneme atılır.” Sadaka Resulullah ve ala alihi vesellem.
İyiliğinizi açıklamak ve yaptıklarınıza teşekkür etmek için biz
deriz ki; bu zamanda sizin mevcudiyetiniz sebebiyle Lahor
beldesinde, şer’i hükümlerin birçoğu yaygınlaştı. Bu yerde dinin
takviyesi ve şeriatın yaygınlaşması meydana geldi. Bu fakire göre bu
belde, diğer Hind beldelerine nisbetle, kutb-u irşat gibidir. Bu
beldenin hayır ve bereketi, Hind beldelerinin tamamına sirayet
ediyor. Burada din ve şeriatın yaygınlaşması hâsıl olunca her yer ve
mahalde yaygınlaşma tahakkuk eder. Allah sübhanehü yardımcınız
olsun ve sizi kuvvetlendirsin.
Resulullah sallallahü aleyhi vesellem şöyle buyurdu;
“Ümmetimden bir taife ve bir gurup hak üzere olmaya devam
edeceklerdir. Onlar hak üzere olmaya devam ettikleri müddetçe,
onları perişan etmek isteyenler, Allah’ın emri gelinceye kadar, onlara
zarar veremeyeceklerdir.”
Şeyhimiz ve kıblemiz marifetler hazinesi hazrete muhabbet
ve sevgi irtibâtınız muhkem ve sağlam olunca bu muhabbet irtibatı
bu yaprakları karalamama ve bazı kelimeleri yazmama sebep oldu.
Bundan fazlası sözü uzatmak olur.
Bu dua mektubunu getiren temiz bir nesep sahibi sâlih bir
adamdır. Tarafınıza bir ihtiyacı düştü. Sizden beklenen, onun
hakkında şerefli teveccühünüz ve ihtiyacını karşılamanızdır.
Allah sübhanehü, bizlere ve sizlere Nebimiz ve şerefli
ehlinin, hürmetine hakiki devleti ve ebedi saadeti nasip etsin.
Aleyhimussalatü vetteslimat.

286
2. CİLT
66. MEKTUP

Han-ı Hanan’a;
Tövbe, vera’ ve bunlara münasip şeyler hakkında yazılmıştır.
Bismillahirrahmanirrahim.
Allah sübhanehüye hamd olsun, seçtiği kullarına selam olsun.
Şu aziz ömrü isyanlarda, yanlışlarda kusurlu işlerde,
kabahatlerde geçirdik. Şimdi tövbeden, inabeden, vera’ ve takvadan
konuşmak güzel ve uygun olur.
Allah tebareke ve Teâlâ şöyle buyuruyor; Ey mü’minler
hepiniz Allah sübhanehüye tövbe ediniz ki kurtulasınız. (Nur
Suresi,24/31.ayet)
Yine Allah Teâlâ; Ey iman edenler Allah Teâlâ’ya samimi
olarak tövbe ediniz. O zaman umulur ki günahlarınızı ve
kötülüklerinizi örter sizi altından ırmaklar akan Cennetlerine
koyar. (Tahrim Suresi,66/8.ayet) Buyurdu.
Yine Allah Teâlâ; Günahın aşikârını da gizlisini de
bırakınız. (En’am Suresi 6/120.) Buyurdu.
Şu halde günahlardan tövbe etmek lazımdır. Tövbe her şahıs
hakkında farz-ı ayndır. Beşerden hiçbir kimsenin tövbe etmekten
müstağni olması düşünülemez. Enbiya aleyhimüsselam dahi
kendilerini tövbe etmekten müstağni kılmadılar.
Enbiya aleyhimüsselamın sonuncusu olan Nebi aleyhisselam;
“Kalbime bir sıkıntı ve bulanıklık arız oluyor. Her gün ve gecede
yetmiş kere Allah sübhanehüye istiğfar ediyorum.” Buyurdu.
Şayet günahlar; zina yapmak, içki içmek, günah olan şeyleri
dinlemek, haram olan şeylere bakmak, Kur’ân-ı Kerime abdestsiz
dokunmak, bid’at olan bir şeye inanmak vs. gibi hukukullah ile
alâkalı olup kulların hukuku ile alâkalı değilse bunların tövbesi;
pişman ve nadim olup istiğfar etmek, hasret çekmek, ahu vah
etmekle, Allah azze vecelleden af ve özür dilemekle olur.
Şayet farzlardan bir farz terk edilmiş ise istiğfar ile beraber
kazasını yapmalıdır. Eğer günahlar insanlara zulüm ve haksızlık ile
alâkalı ise onların tövbesi; hak sahiplerine haklarını vermek, onlarla
helâlleşmek, onlara iyilikte bulunmak, onlara dua etmekle olur. Şayet

287

mal sahibi alacaklı kişi ölmüş ise, onun hakkında istiğfarda ve
ihsanda bulunup malı onun çocuklarına ve vârislerine vermek
lazımdır. Eğer verilecek bir vârisi bilinmez ve bulunamaz ise mal
sahibinin ve haksız yere eziyet olunan kimsenin niyetine o miktar
malı, fakirlere, miskinlere tasadduk etmelidir.
Hazret-i Ali kerremellahü vechehü şöyle buyurdu; Hazret-i
Ebu Bekir radıyallahü anhtan Resulullah sallallahü aleyhi vesellemin
şöyle buyurduğunu işittim; “Her kim ki günah işledikten sonra,
abdest alıp namaz kılsa, günahından dolayı istiğfar etse, onu af etmek
Allah Teâlâ’ya hak olur.”
Çünkü Allah sübhanehü şöyle buyuruyor; Kim bir kötülük
yapar veya kendi nefsine zulüm ederse, sonra da Allah
sübhanehüden af ve mağfiret dilerse Allah Teâlâ’yı çok
merhametli ve af edici olarak bulur. (Nisa Suresi,4/110.ayet)
Başka bir Hadis-i Şerifte de aleyhissalatu vesselam; “Her kim
bir günah işler sonra pişman olursa pişman olması onun kefareti
olur.” buyurdu.
Şöyle rivayet olundu; bir insan, Allah’tan af diliyorum, tövbe
ediyorum dese, sonra tekrar o günahı işlese, yine istiğfar etse yine
günah işlese bunu üç kere böyle yaparsa dördüncüde büyük
günahlardan yazılır.
Nebi aleyhissalatu vesselam Hadis-i Şerifinde; “Yakın bir
zamanda tövbe edeceğim diyerek tövbe etmeyi ileriye bırakan
kimseler helâk oldu.” buyurdu.
Lokman aleyhisselam oğluna şöyle vasiyet etti; “Yavrucuğum
tövbe etmeyi sakın yarına bırakma zira ölüm ansızın gelecektir.”
İmam-ı Mücahit de şöyle söyledi; Kim sabah akşam tövbe
etmezse o zalimlerdendir.
Abdullah bin el Mübarek rahimehullah şöyle buyurdu;
“Haramdan bir pulu red etmek, yerine iade etmek yüz pul tasadduk
etmekten çok daha faziletli ve üstündür.”
Şöyle söylenir; “Haram olan bir danik gümüşü red etmek,
yerine iade etmek Allah sübhanehü yanında güzel yapılmış altı yüz
hacdan çok daha faziletli ve üstündür.”

288

Rabbimiz biz nefslerimize zulüm yaptık eğer sen bizi af
edip bize merhamet etmezsen biz gerçekten zarar ve ziyan
edenlerden oluruz. (A’raf Suresi,7/23.ayet)
Nebi sallallahü aleyhi vesellemden rivayeten Allah
sübhanehü şöyle buyuruyor; “Ey kulum sana farz kıldığım şeyleri
edâ et ki insanların en abidi olursun, sana yasakladığım şeylere son
ver ki insanların en takvası olursun, sana verdiğim rızıklara razı ol ki
insanların en zengini olursun.”
Nebi sallallahü aleyhi vesellem Ebu Hüreyre radıyallahü
anhüye şöyle buyurdu; “Ya eba Hüreyre, vera’ ve takva sahibi ol ki
insanların en abidi olursun.”
Hasanı Basri rahimehullah şöyle buyurdu; “Vera’ ve takvadan
bir zerre-i miskal, oruç ve namazın bin miskalinden çok daha
hayırlıdır.”
Ebu hüreyre radıyallahü anhü şöyle buyurdu; “Yarın kıyamet
gününde Allah Teâlâ’ya komşu olacak kimseler, vera’ ve takva ehli
olan insanlar ve zahitlerdir.”
Allah sübhanehü Musa âlâ nebiyyina ve aleyhissalatu
vesselama şöyle vahyetti; “Bana yaklaşanlar vera’ ve takvadan daha
çok bir şeyle yaklaşamaz.”
Allah dostu olan bazı âlimler şöyle dediler; “On şeyi
kendisine farz kılmayan kimsede vera’ tamamlanmış olmaz.
1-Dilini gıybetten korumak.
2-Alay etmekten sakınmak.
3-Sui zandan sakınmak.
4-Haramlara bakmaktan sakınmak.
5-Doğru sözlü olmak.
6-Kendisine ucup gelmesin için her iyliği Allah Teâlâ’dan
bilmek.
7-Malını doğru yolda harcamak, bâtıl ve yanlış yerlere
harcamamak.
8-Kendisi için hiçbir kimseye karşı bir üstünlük görmemek,
9-Namazlara devam etmek.
10-Ehl-i sünnet vel-cemaat yolu üzerinde istikamet ile
bulunmak.”

289

Rabbimiz bizim nurumuzu tamamla, bizi bağışla çünkü sen
her şeye kadirsin.
Ey mükerrem ve müşfik mahdum; günahların tamamından
tövbe etmek mümkün ve müyesser olup bütün haramlardan ve
şüphelilerden sakınma hâsıl olursa, bu azim bir nimet, çok yüksek bir
devlettir. Aksi takdirde günahların bir kısmından tövbe edip bazı
haramlardan sakınmakta bir ganimettir. Böylelikle bazılarının
bereket ve nurunun, diğerlerine sirayet etmesi umulur, diğer
günahlardan tövbe etmek ve sakınmak nasip ve müyesser olur. Zira
tam manasıyla yapılamayan şeyler tamamen terk edilmez.
Allah’ım seyyidülmürselin aleyhissalatu vesselam hürmetine,
bizi razı olacağın amelleri yapmaya muvaffak et.
Bizi dininde ve itaatinde sabit kıl.
2. CİLT
31. MEKTUP
Hâce Şerafeddin Hüseyin’e;
Vaaz ve nasihat hakkında yazılmıştır.
Allah Teâlâ’ya hamd olsun, Seçtiği kullarına selam olsun.
Ey aziz evlat; fırsat bir ganimettir, ömrün tamamını faidesiz
işlerde geçirmemelidir. Bilakis ömrün tamamını Hakk celle ve âlânın
razı olacağı işlerde geçirmelidir.
Beş vakit namazı derli toplu bir şekilde cemaat ile eda
etmelidir. Teheccüd namazını da terk etmemelisin. Seher vakitlerinde
meccanen olan istiğfarı bırakmamalısın. Tavşan uykusuna
aldanmamalıdır. Dünyanın tat ve lezzetlerine kanmamalıdır. Ölümü
hatırlamalı ve ahiret tehlikelerini göz önünde bulundurmalıdır.
Hulasa olarak; dünya perest olmaktan yüz çevirip ahirete
yönelmelidir. Dünya ile zaruret miktarı meşgul olmalıdır. Diğer
zamanları ahiret işleriyle meşgul olarak mamur etmelidir.
Sözün özü şudur; kalbi, masivâdan ve Allah sübhanehüden
gayri şeylerden temizlemelidir. Zâhiri yönü Şeriatın hükümleriyle
tezyin edip süslemelidir. İşin esası budur kalanı hayaldir.
Diğer hâllerimize gelince biz hayırda ve selametteyiz.

290
2. CİLT
32. MEKTUP

Mirza Kılıcullah’a;
Maddî dağınıklığın, manevî ve kalbî dağınıklığına sebep
olduğunu,
Sıkıntılı anlarda okunacak duaları beyan hakkında yazılmıştır.
Allah Teâlâ’ya hamdü senâdan, Resulullaha salatü selamdan
ve duaları tebliğ ettikten sonra, ben derim ki; taziye babında
yazdığınız şerefli mektubunuz ulaştı.
Biz Allah içiniz ve Allah’a döneceğiz. (Bakara
Suresi,2/156.ayet)
Biz Allah subhanehünün tevfiki ile Allah Teâlâ’nın kazasına
razı olduk. Aynı şekilde sizin de razı olmanız lazımdır. Dua ve Fatiha
okuyarak imdat ve yardım etmelisiniz. Sizin kurtulduğunuzu bildiren
haber, sevinip ferahlanmamıza sebep oldu. Bu sebeple elem ve acı
veren şeylerden birisi sükûnet buldu. Bundan dolayı Allah
sübhanehüye hamd ve şükür olsun.
Mektubunda bâtınî ve kalbî yönden derli toplu olamadığın
hakkında şikâyet yazdın. Evet; zâhiri dağınıklığın bâtının ve kalbin
tasarrufuna büyük tesiri vardır. Bâtında bir keder ve bulanıklık
bulduğu zaman, onu tövbe ve istiğfar ile tedarik ve telafi etmelisin.
Herhangi bir korku ve endişe zâhir olduğu zaman, kelime-i
temcit ile yani -la havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim-
okuyarak defedip önlemelisin. Bu vakitte Muavvezeteyn, yani Felak
ve Nâs Sûrelerini tekrar etmekte bir ganimettir.
Diğer hallere gelince Allah sübhanehüye hamd etmelidir.
Daima ve her halde Allah sübhanehüye hamd ve şükür olsun.
Cehennem ehlinin halinden Allah sübhanehüye sığınırız.
Bu fakirde zafiyet ve halsizlik eseri var, bu sebebten dolayı
durumları tafsilatlı yazmaktan sarfı nazar ettim.
Allah sübhanehü bize ve size Mustafa aleyhissalatu
vesselamın şeriat caddesi üzerinde istikamet nasip eylesin.
Her kese selam olsun.

291
1. CİLT
96. MEKTUP

Muhammed Şerif’e;
Vazifeleri ertelemekten men ve Şeriata tabi olmaya teşvik
hakkında yazılmıştır.
Ey oğul; şu vakitler fırsat zamanları olup derlenip
toparlanmanın da sebeblerinin hepsinin kolay olduğu anlardır.
Amelleri tehir etmeye ve bu günün işini yarına ertelemeye asla bir
sebep ve çare yoktur. Vakitlerin en şereflisi olan gençlik zamanını,
en faziletli amel olan Hakk sübhanehüye ibadet ve itaatta geçirmek
lazımdır.
Haramlardan ve şeriatın şüpheli saydığı şeylerden sakınmakla
beraber, beş vakit namaza cemaatle devam etmeyi lüzumlu görmek
lazımdır. Nisap mevcut olduğu takdirde zekâtı edâ etmek İslâmın
zaruriyyatındandır. Zekâtı tam bir istek ve rağbetle edâ etmek
lazımdır. Hatta onu bir minnet ve şükür kabul ederek edâ etmelidir.
Hak sübhanehü kemal-i keremiyle bir gün ve gecede ibadet
için beş vakit tayin etti. Üreyen ve otlayan mallardan, tahminen ve
takriben onda birin dörtte birini, fakirler için tayin etti. Mübahları
kullanma meydanını çok geniş tuttu.
Yirmi dört saatte bir saati Hakk sübhanehüye ayırmakta
tembellik yapmak, kırkta bir hisseyi fakirlere vermekte cimrilik
yapmak, Çok geniş olan mübah dairesinin dışına adım atmak,
haramlara ve şüpheli şeylere bulaşmak, son derece insafsızlıktır.
Nefs-i emmârenin saltanatının, şeytan aleyhilla’nenin
kahramanlığının galip geldiği, gençlik mevsiminde az bir amele çok
ecir ve mükâfat verilir. Yarın ömrün rezil zamanına ulaştığında,
hisler ve duyular zayıfladığında, derli toplu olma sebepleri
dağıldığında, pişmanlık ve üzülmekten başka bir şey hâsıl olmaz.
Çoğu kere yarına kalmazsın ve bir nev’i tövbe olan nedamet ve
teessüfe de fırsat, nasip ve müyesser olmaz. Nebiyyi sadık
aleyhissalatu vesselamın haber verdiği ve asileri korkuttuğu ebedi
ceza ve ebedi azap önümüzdedir. Ondan ebediyyen dönüş yoktur. Bu
gün Şeytan aleyhilla’ne Allah Teâlâ’nın kerem, merhamet ve
cömertliğini ortaya koyarak, işleri sonraya bırakmaya, gurur ve

292

müdaheneye atıyor. Allah Teâlâ’nın affına dayanarak günah ve
masiyet ile emrediyor. Uyanmak ve bilmek lazımdır.
Mihnet ve bela, diyarı olan dünya da dostlar ve düşmanlar
imtizaç etti, İşler karıştı, Allah Teâlâ’nın rahmeti hepsine şamil oldu.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor; Benim rahmetim her şeye vâsi
oldu. (Araf Sûresi, 7/156. Ayet)
Amma ceza diyarı olan kıyamet gününde, dostlar ve
düşmanlar ayrılacaklar.
Bunu Allah Teâlâ şu ayetiyle haber veriyor; Ey mücrimler,
bu gün ayrılınız. (Yasin Sûresi,36/ 59. Ayet)
O gün rahmet kur’ası dostların ismine çıkacak. Düşmanlar o
gün mutlak mahrum ve muhakkak mel’un olacaklar.
Bu duruma Allah Teâlâ’nın şu ayeti şahittir; O rahmeti
takva sahiplerine ve zekâtlarını verenlere ve ayetlerimize iman
edenlere yazacağım. (Araf Sûresi,7/ 156. Ayet)
Kerem ve rahmet ahirette iyilere ve seçkin ehl-i İslâma tahsis
edildi. Evet; mutlak olarak ehl-i İslâm için, hüsnü hatime olduğu
takdirde uzun zaman sonra da olsa Cehennem azâbından necat ve
kurtuluş olup ahirette bu büyük rahmetten nasip vardır.
Lakin günah ve isyan zulmetlerinin birikmesiyle beraber
imanın nuru nasıl kalacak? Dünyadan selametle çıkarsa, Allah
sübhanehüden indirilen hükümlere önem vermemek nasıl
bırakılacak?
Âlimler kesin olarak şöyle dediler; küçük günahlara ısrar
etmek büyük günahları işlemeye götürür. Büyük günahlara ısrar
etmekte küfre götürür.
Allah sübhanehüye sığınırız.
Şiir;
Dertlerimden birazını anlattım.
Usanmandan korktum
Yoksa söylenecek çok şey var.
Muhammed Resulullah sallallahü aleyhi vesellem hürmetine
Allah sübhanehü bizleri rızasına muvaffak kılsın.
Bundan başka, bu mektubun hamili Mevlana İshak bu fakirin
samimi dostlarındandır. Eskiden beri bir komşuluk hakkı vardır. Bir
yardım ve medet isterse hakkında teveccühe riayet etmeniz uygun

293

olur. Onun vüs’atı dâhilinde kitabet ve inşaya, yazı sanatına
vukufiyyeti ve ihtisası vardır.
Herkese selam olsun.

1. CİLT
133. MEKTUP
Molla Muhammed Sıddik’a;
Fırsatı ganimet bilmek,
Vakti zâyi’ etmemek hakkında yazılmıştır.
Gönderdiğiniz mektup ulaştı. Fırsatı ganimet bilmelidir. Vakti
faidesiz işlerde zâyi’ etmemelidir. İbadetlerde resmiyet ve
gösterişten, âdet yerine bulsun kabilinden yapılan amellerden bir şey
elde edilmez. İbadetleri yerine getirmemek için çare aramak, bir
bahane bulup özür beyen etmek, zarar ve ziyandan başka bir şey
arttırmaz.
Muhbir-i Sadık aleyhissalatu vesselam; İşlerini erteleyenler
helâk oldu buyurdu. Tahakkuk etmiş mevcut ömür sermayesini
tahakkuk etmemiş evhamlı işlere harcamak, elde mevcut olan şeyler
için düşünülen evhamdan ibaret şeyleri muhafaza etmeye çalışmak,
gerçekten çirkindir. Vakit sermayesini ehemmiyetli işlerde
harcamalıdır. Mensubiyet, müzahrefattan, dünya süslerinden
mâlâyanî şeyleri biriktirmeyi gerektiriyor.
Allah sübhanehü, bizlere manevî huşû’larda istek ve talep
lezzetinden bir zerre nasip etsin. Kıyl ü kâlden, dedikodulardan bir
faide ele geçmez. Asıl istenen kalb selametidir. Asıl meselede,
düşünmelidir. Tamamen mâlâyanîden, gereksiz ve faidesiz şeylerden
yüz çevirmelidir.
Şiir;
Hak sübhanehüden başka düşünceler
Şeker yemek bile olsa öldürücü zehirdir.
Elçinin vazifesi ancak tebliğdir.

294
1. CİLT
134. MEKTUP
Molla Muhammed Sıddık’a;
Uhrevi vaziferi ertelemeyi men etmek hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehü, Seyyidül Mürsel’in aleyhissalatu vesselam
hürmetine bizlere ve sizlere, yakınındaki derecelerde nihayetsiz bir
şekilde yükselmek nasip etsin.
Ey dost; vakit gerçekten keskin bir kılıç gibidir. Yarın fırsat
verir mi? Vermez mi? Bilinmez. Bugün daha mühim olana öncelik
vermelidir. Çok mühim olmayanı yarına tehir etmelidir. Aklın
hükmü budur.
Ben bu akıl ile akl-ı maâşı, sadece dünyada yiyip içmeyi
gezip eğlenmeyi düşünen aklı murat etmiyorum. Bilakis akl-ı meadı,
ahireti düşünen aklı murat ediyorum.
Bundan daha ziyade ne yazayım?
1. CİLT
143. MEKTUP

Molla Şemseddin’e;
Gençlik mevsimini ganimet bilmek,
Mâlâyanîden oyun ve eğlenceden uzak durmak hakkında
yazılmıştır.
Fakirlerin dostu Mevlâna Şemseddin, oyun ve eğlenceden
imtina ederek gençlik mevsimini ganimet bilmekte muvaffak oldu.
Onu cevizle mevizle değiştirmedi. Aksi takdirde işin sonunda,
nedamet ve teessüften başka bir şey ele geçmez. Şart olan haber
vermektir.
Beş vakit namazı cemaatle edâ etmelidir.
Helâli haramdan ayırmalıdır.
Uhrevi kurtuluş, şeriatın sahibi aleyhissalatu vesselama tabi
olmaktır.
Fani ve geçici lezzetlere ve yok olacak nimetlere bakılmaması
lazımdır.
Hayırlı işlere muvaffak kılan ancak Allah sübhanehüdür.

295
1. CİLT
176. MEKTUP
Molla Muhammed Sıddık’a;
Vakitleri korumak hakkında yazılmıştır.
Allah Teâlâ’ya hamd olsun.
Allah Teâlâ’nın seçtiği kullarına selam olsun.
Sen bilesin ki; kişinin mâlâyanîden, faydasız, gereksiz ve
lüzumsuz şeylerden ve işlerden yüz çevirip faideli işlerle meşgul
olması, İslâm güzelliğindendir. Şu halde; hiçbir faidesi olmayan boş
işlerde telef ve zâyi’i etmemek için vakitleri iyi, güzel, faideli ve
ehemmiyetli işlerde değerlendirerek ve muhafaza etmek, elbette
lazım ve zaruridir.
Şiir yazmayı, hikâye anlatmayı, düşmanların nasibi olarak
kabul etmelisin. Sükût ile meşgul olup bâtınî nisbet ve bağlılığı
muhafaza etmelisin.
Bu yolda arkadaşların toplanıp bir araya gelmesi, ancak,
kalbi, masivâdan kurtarıp toparlamak, Allah Teâlâ’ya bağlamak
içindir. Kalbte Allah subhanehünün rızasına muhalif, envaı çeşit
karışık fikirler oluşturmak için değildir. Bu sebepten dolayı bir araya
gelip sohbet etmeyi, yalnız kalmaya tercih ettiler. Kalbin derlenip
toparlanmasını, bir araya gelip toplanmakta aradılar.
Bir araya gelmek, dağınıklığa sebep olduğu zaman bundan
sakınmak ve uzak durmak lazımdır. Bir araya gelmekle, kalbî
toparlanma ve gönül huzuru oluyorsa bu bereketlidir. Huzursuzluğa
ve kalb dağınıklığına sebep oluyorsa uğursuz ve bereketsizdir.
Bir salikin; talipler için derlenip toparlanma olacak şekilde
yaşaması, onları tefrikaya, gönül dağınıklığına ve huzursuzluğa
atmaması lazımdır. Aynı şekilde salikin; kendi nefsinin kötü ve
çirkin huylarını, güzel huylar ile sözlerini de sükût ile değiştirmesi
lazımdır. Zira vakit şiir söyleyip eğlenme ve boş laf yarıştırma vakti
değildir.
Herkese selam olsun.

296
1. CİLT
219. MEKTUP

Mirza Ebrec’e;
Faidesiz işlerle uğraşmanın cehalet ve gafletten olduğunu
beyan hakkında yazılmıştır.
Seyyidülevvelin vel’ahirin aleyhissalatu vesselam hürmetine
Allah sübhanehü sizi hakikatleri duymaya karşı sağır olmaktan ve
size leke ve ayıp getirecek şeylerden korusun.
Ey mes’ud ve temiz kardeşim. İnsanın başına zâhiri
hastalıklardan bir hastalık geldiği zaman veya uzuvlarından bir
uzvuna bir afet isabet ettiği zaman, o hastalıktan kurtuluncaya kadar
veya o afet kendisinden giderilinceye kadar büyük bir gayretle çaba
gösterir.
Hal bu ise kendisini nerede ise ebedî bir ölüme götürecek ve
daimi bir azâba atacak, kalbin Allah sübhanehüden başka şeyler ile
alâkalanmasından ibaret olan, manevî kalb hastalığı, onu sarmış
olmasına rağmen, onu gidermek ve ondan kurtulmak için asla
düşünmüyor, onu def etmek için kesin bir çaba sarf etmiyor.
Eğer kalbin Allah sübhanehüden başka şeyler ile
alâkalanmasının bir hastalık olduğunu kabul etmiyorsa o mahza sefih
ve akılsızdır. Eğer biliyor fakat önemsemiyorsa o sırf ahmak ve
anlayışsızdır. Bu manevî kalb hastalığını idrak etmek için elbette akl-
ı maad, ahireti düşünen bir aklın sahibi olmak lazımdır.
Çünkü akl-ı maâş; anlayışı eksik ve kıt olduğu için sadece
görünen şeyleri anlar. İşlerin hakikatini anlayamaz. Akl-ı maâş;
manevî hastalığı anlayamadığı veya fani ve geçici lezzetlerle müptela
olması sebebiyle fâni şeylere dalıp onu hastalık olarak görmediği
gibi, Akl-ı maad da uhrevi sevapları umduğu için, sûrî hastalıkları his
edip onları hastalık olarak saymaz.
-Aklı maâşın görüşü kıt, kısa ve kusurludur.
-Aklı maad keskin görüşlüdür.
-Akl-ı maad; Enbiya ve evliya aleyhimüsselamın nasibidir.
-Akl-ı maâş zenginlerin ve dünya erbabının rağbet ettiği bir
şeydir. İkisinin arasında çok fark vardır.

297

Akl-ı maadın elde edilmesi, ölümü ve ahireti hatırlamaya,
ahireti düşünme manevi devlet ve nimetiyle müşerref olan bir
topluluk ile oturmaya bağlıdır.
Şiir;
Ben sana aranan hazineyi gösterdim.
Ben ulaşamadım senin ulaşmanı umarım.
Şunun iyi bilinmesi lazımdır; zâhiri hastalık, şer’i hükümleri
yerine getirmeyi zorlaştırıp ağırlaştırdığı gibi, manevî hastalık da,
şer’i hükümleri yerine getirmeyi zorlaştırır.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor; Senin onları davet ettiğin
şeyler, o müşriklere çok ağır geldi. (Şura Sûresi,42/13. Ayet)
Yine Allah Teâlâ şöyle buyuruyor; O namaz huşû’ sahipleri
hariç onlara gerçekten çok ağır gelir. (Bakara Sûresi,2/45. Ayet)
Zâhirde ve görünüşte bu zorluğun sebebi kuvvet ve uzuvların
zayıflamasıdır. Bâtında ve kalbte bu zorluğun hisedilme sebebi ise
yakini inancın zayıflaması ve imanın noksanlaşmasıdır. Yoksa şer’i
mükellefiyetlerde asla bir zorluk yoktur. Bilakis hepsi oldukça hafif
ve son derece kolaydır.
Allah Teâlâ’nın; Allah sizden hafifletmeyi muradediyor.
İnsan zayıf yaratılmıştır.( Nisa Sûresi,4/28. Ayet) ayetleri bu
mananın adil ve doğru delilleridir.
Şiir;
Kuşluk güneşi ufukta doğduğu zaman
A’ma olanın ziyasını görmemesi güneşe zarar vermez
Şu halde bu manevî hastalığı gidermek için, iyi düşünmek
lazımdır. Böyle bir durumda ehil, tecrübeli, manevî kalb doktorlarına
sığınmak farz olur.
Resul ve elçinin vazifesi ancak tebliğ etmektir. (Maide
Sûresi,5/ 99. Ayet)
Herkese selam olsun.

1. CİLT
222. MEKTUP
Muhammed Eşref Kabilî’ye;
Kötü hallerini beyan,
Amellerde niyetini itham,

298

Amellerde kusurları görmek hakkında yazılmıştır.
Allah’ım; seyyidülmürselin aleyhissalatu vesselam hürmetine,
bizleri razı olacağın işlere muvaffak kıl. Sana itaatta sabit kıl.
Büyüklerden birisi; sadık ve samimi mürit, yirmi senedir
solundaki meleğin amel defterine bir günahını yazmadığı kişidir
diyor. Taksirat ve günahlar ile dolu şu fakir ise samimi olarak, riya
ve gösteriş olmaksızın, söylüyorum ki, yirmi senedir sağ tarafımdaki
meleğin, amel defterime yazacak bir sevap bulabildiğini bilmiyorum.
Kendimi öyle görüyorum. Allah sübhanehü biliyor ki, bu fakir bu
sözü riya ve gösteriş için söylemiyor.
Yine bu fakir; samimiyetle, firenk kâfirlerinin mertebelerle ve
derecelerle kendisinden üstün olduğunu biliyor. Bunun nedenini ve
sebebini sorsalar cevap vermekten acizde kalmaz. Yine bu fakir;
samimi olarak, nefsini hatalar ile kaplı ve günahlar ile kuşatılmış
olarak görüyor. Kendisinde hasenâttan bulduğu ve gördüğü şeyleri
sol tarafındaki meleğin yazmasının daha layık olduğunu görüyor. Sol
tarafındaki meleğin devamlı meşgul olduğunu, sağ taraftaki meleğin
ebediyyen boş olduğunu, yazacak bir şey bulamadığını görüyor.
Bu fakir; sağ sayfasının bomboş olduğunu, sol sayfasının
dopdolu olduğunu, Allah Teâlâ’nın rahmetinden başka bir ümidi
olmadığını, Onun mağfiretinden başka bir yardımcısının
bulunmadığını biliyor.
Allah’ım senin mağfiretin benim günahlarımdan çok geniştir.
Senin rahmetin benim amelimden çok daha ümit vericidir, duası bu
fakirin haline muvafık ve uygundur.
Taaccüp ve hayret edilecek şey şudur; fuyuzat-ı ilahi, (ilahi
feyizler), varidat-ı rahmani,( kalbe gelen güzel düşünceler), kemal ve
tekmil derecelerinde devamlı akıyor. Kalbe gelen bu rahmani
düşünceler şu anlatılan kusurların görülmesini teyit ediyor. Yazılan
şu ayıp ve kusurların müşahede edilmesini kuvvetlendiriyor.
Ucup yerine noksanlığı, yüksek görmek yerine tevazu ve
tenezzülü arttırıyor. Bir, an içinde velayet kemâlâtıyla, müşerref olup
yine o an içinde kusur ve noksanlarını görmekle muttasıf oluyor. Her
ne zaman çıkıp yükselirse, kendisini en aşağıda görür. Hatta onun
uruc etmesi, çıkıp yükselmesi, azar azar aşağıya indiğini görmesi,
kendisini aşağılaması için bir sebeptir. Büyükler bunu tasdik ederler

299

veya etmezler. Eğer o büyükler bunun sırrına vâkıf olsalardı tasdik
etmeleri umulurdu.
Eğer birbirine zıt iki şeyin içtimaının ve bir araya gelmesinin
sırrı nedir? Bir birine zıt olan iki şeyden birisinin mevcudiyeti nasıl
oluyor da diğerinin mevcut olmasına sebep oluyor? Denilirse cevap
olarak derim ki; iki zıttın bir araya gelmesinin muhal olması mahallin
ve yerin bir olma şartına bağlıdır. Bizim içinde bulunduğumuz
durum ise bir ve aynı değil farklı ve müteaddittir. Zira insan-ı
kâmilden, üste ve yukarıya yükselen, âlem-i emrin letaifidir. Alta
inen ise insan-ı kâmilin âlemi halka ait olan letaifidir. Âlem-i emir
letaifi yükseldikçe âlemi halk ile münasebeti çok azalır ve
noksanlaşır. O münasebetin azalması ve noksanlaşması, âlem-i halka
tenezzülüne ve inmesine sebep olur.
Âlem-i halka tenezzül edip aşağı indikçe salik daha önceki
makamında aldığı tadı, halaveti ve lezzeti kayb eder. Ayıp ve
kusurlarını görmesi çoğalır. Bu sebepten dolayı müntehiler, manevi
derecelerin sonuna gelenler ilk başta kendilerine nasip ve müyesser
olmuş olan manevî lezzet, sonra kendilerinden gidip yerine tat
alamama ve lezzet bulamama hali arız olunca ilk başta aldıkları
manevî lezzeti temenni edip ararlar.
Yine bu sebepten dolayı, arif kişi frenk kâfirinin kendisinden
üstün olduğunu görür. Çünkü kâfirin, âlem-i emri ile âlem-i halkı
karışık olunca, onda bir nuraniyet görünür. Bu imtizaç ve karışık
olma hali, arif kişide yoktur. Bilakis arif kişide, baştan ayağa kadar
zulmet, keder ve bulanıklık olan, üzerinde yalnız ene kelimesi,
benlik olan, âlem-i halk kaldı. Arif kişide, âlem-i emrin letaifi rücu
yoluyla aşağıya inse de, ilk başta olduğu gibi, tekrar âlem-i emrin
letaifinin âlem-i halk ile ihtilat ve imtizacı ve karışması olmaz.
Kardeşim Hâce Muhammed Tahir ile beraber, gönderilen
mektup ulaştı. Gaybubet ve yokluk zamanında da, tam bir münasebet
ve irtibat demek olan rabıtanın hâsıl olmasını, büyük nimetlerden
saymak lazımdır. Engeller kalkıncaya kadar kalbî yakınlık ile
yetinmelidir. Bu manevi yakınlığın mevcudiyetiyle beraber,
bedenlerin yakın olmasını temenni etmeyi kalbten çıkarmamalıdır.
Zira nimetin tamamı bedeni yakınlığa bağlıdır. Görmüyor musun?
Veys’el Karanî hazretleri kendisinde kalbî yakınlık olmakla beraber

300

beden yakınlığı olmadığı için, kendileri için beden yakınlığı bulunan,
Ashab-ı Kiramın en küçüğünün mertebesine ulaşamadı.
Bu sebepten dolayı; Mesela, Veys’el Karanî’nin infak etmiş
olduğu bir dağ kadar altın, Ashab-ı Kiram tarafından infak edilen, bir
ölçek arpaya müsavi ve eşit olmaz.
Ne olursa olsun, sohbete hiçbir şey denk olmaz.
Her kese selam olsun.
1. CİLT
98. MEKTUP
Şeyh Zekeriya’nın oğlu Abdülkadir’e;
Yumuşak olmak,
Sertlik ve şiddeti terk etmek, hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehüden, adalet merkezi üzerinde istikamet
dileriz.
Tezkir, vaaz ve nasihat hakkında varit olan Nebevî hadisleri
anlatacağım. Aleyhi minassalavati efdalüha ve minetteslimati
ekmelüha. Allah sübhanehü, icabı ve gereği ile amel etmeyi nasip ve
müyesser kılsın.
Resulullah sallallahü aleyhi vesellem şöyle buyurdu; “Allah
Teâlâ kesinlikle çok merhametlidir. Merhametli, şefkatli, yumuşak
huylu olmayı sever. Şiddet, sertlik ve başka şeylerden vermediği
iyilik ve güzellikleri, şefkat, merhamet ve yumuşaklık üzerine verir.”
(Bu hadisi Müslim rivayet etti).
Başka bir rivayette Hazret-i Aişe radıyallahü anhaya hitaben;
“Sana yumuşak ve merhametli olmanı tavsiye ediyorum. Sertlikten
ve şiddetten, yüz kızartıcı her türlü çirkinlikten sakın. Çünkü bir
şeyde şefkat, merhamet ve yumuşaklık olursa elbette onu süsleyip
güzelleştirir. Bir şeyden şefkat, merhamet ve yumuşaklık alınırsa
elbette onu çirkinleştirir.” buyurdu.
Yine aleyhissalatu vesselam vettehiyyat şöyle buyurdu; “Kim
şefkat, merhamet ve yumuşaklıktan mahrum olursa hayırların
tamamından mahrum olur.” (Müslim ve Ebudavut)
Yine aleyhissalatu vesselam şöyle buyurdu; “Sizden en çok
sevdiklerim ahlâk bakımından en güzel olanınızdır.” (Buhari)

301

Yine aleyhissalatu vesselam şöyle buyurdu; “Kime şefkat,
merhamet ve yumuşaklıktan bir nasip verilirse ona dünya ve ahiretin
nasibi verilmiştir.” (Ahmed ve Tirmizi)
Yine aleyhissalatu vesselam şöyle buyurdu; “Hayâ ve utanma
imandandır. İman Cennettedir. Utanmazlık ve hayâsızlık; cefadan,
kaba olmaktan, rencide edip gönül kırmaktan ileri gelir. Cefa da
Cehennemdedir.” (Ahmed, Tirmizi, Hâkim, Beyhaki)
Allah Teâlâ muhakkak, yüz kızartıcı her türlü hayâsızlık ve
çirkinliğe buğz eder.
Dikkat edin; Cehenneme haram olanları ve Cehennemin
yakmayacağı kimseleri size haber vereceğim. Her sakin, yumuşak,
cana yakın, müsamahalı, kolaylaştırıcı kimseler, Cehenneme
haramdır. Cehennem de onlara haramdır.
“Mü’minler, sakin, vakarlı, yumuşak başlı kolaylaştıcıdırlar,
onlar yumuşak başlı bir deveye benzerler, eğer o deve bir yere
bağlanırsa huysuzluk yapmaz, bağlanır. Bir taşın ve kayanın üzerine
çökertilmek istenirse oraya çöker.” (Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi)
“Kim öfkesini yerine getirmeye kadirken, öfkesini yutarsa,
Allah Teâlâ kıyamet gününde onu mahlûkatın en başında çağırır.
Onu Huriler arasında muhayyer kılar.” (Buhari, Ahmed, Tirmizi)
“Bir adam Nebi sallallahü aleyhi veselleme gelip bana
tavsiyede bulun ya Resulallah dedi, aleyhissalatu vesselam
Öfkelenme, buyurdu. Adam tekrar tekrar sordu. Nebi aleyhisselam
da, aynı sözü tekrar ederek öfkelenme buyurdu.” (Buhari)
Nebi aleyhisselam; “Dikkat edin, size Cennet ehlini haber
vereceğim. Zayıf ve güçsüz olup insanlar tarafından hor ve hakir
görülen, ancak Allah indinde çok kıymetli olan bir kimsedir ki, şayet
bir hususta bu iş böyledir diye yemin edecek olsa Allah Teâlâ onu
yalancı çıkarmamak için yeminini yerine getirir. Dikkat edin, size
Cehennem ehlini haber vereceğim. Kaba ve azgın, haddi aşan,
burnunun doğrultusuna giden, kendini beğenmiş kibirli kimselerdir.”
(Buhari)
“Sizden biriniz ayakta iken öfkelenirse otursun, eğer öfkesi
geçmezse uzansın, sebir denilen acı ot, balın tadını bozduğu gibi
öfkelenmekte imanı bozar.” (Taberani, Beyhaki)

302

“Kim Allah için tevazu gösterirse Allah Teâlâ onun
derecesini yükseltir. O kendi iç âleminde küçük, fakat insanların
gözlerinde çok büyüktür. Kim kibirlenip kendisini büyük görürse
Allah Teâlâ onu alçaltır. O kendi iç âleminde kendisini büyük görür,
hal bu ise o insanların gözlerinde küçüktür. Hatta o insanların
gözlerinde bir köpek ve domuzdan daha hor, hakir ve daha
düşüktür.”
“Musa bin İmran âlâ nebiyyina ve aleyhissalatu vesselam;
Yarab en aziz ve kıymetli kulun kimdir diye sordu. Allah Teâlâ;
Gücü yettiği halde öc almadan affedendir buyurdu.” (Beyhaki)
Yine aleyhissalatu vesselam efendimiz şöyle buyurdu; “Kim
dilini çirkin ve kötü şeylerden korursa, Allah Teâlâ onun ayıplarını
örter. Kim öfkesini yutarsa, Allah Teâlâ kıyamet gününde ondan
azâbını uzak eder. Kim Allah Teâlâ’dan özür dilerse Allah Teâlâ
onun özrünü kabul eder.”
“Kimin Mü’min kardeşine ırzından veya başka bir şeyden
dolayı yaptığı bir zulüm ve haksızlık varsa o dinar ve dirhem
olmadan önce onunla helâlleşsin. Eğer onun sâlih bir ameli varsa
yaptığı zulüm ve haksızlık kadar ondan alınır. Eğer onun hasenât ve
sevapları yoksa alacaklının günahlarından alınıp onun üzerine
yüklenir.” (Suyuti)
Yine aleyhissalatu vesselam şöyle buyurdu;
“-İflas nedir bilir misiniz?
-Bizde müflis, parası ve malı kalmamış kimsedir dediler.
Aleyhissalatu vesselam, ümmetimden iflas eden, kıyamet günü,
namazıyla, orucuyla, zekâtıyla gelmiş, bununla beraber şuna sövmüş,
şunun malını almış, şunun kanını dökmüş, şunu dövmüş varsa
hasenâtından alınıp onlara verilir. Eğer kendisine hüküm olunan
bitmeden hasenâtı biterse onun günahlarından alınıp onun üzerine
yüklenir sonra da Cehenneme atılır.”
Hazret-i Muaviye radıyallahü anhü, Hazret-i Aişe radıyallahü
anhaya bir mektup yazıp bir tavsiyede bulunmasını fakat
çoğaltmamasını istedi. Hazret-i Aişe şöyle yazdı. “Allah’ın selamı
üzerine olsun. Selamdan sonra, ben Resulullah sallallahü aleyhi
vesellemden şöyle işittim, Kim insanları kızdırma ve darıltma
pahasına Allah Teâlâ’nın rızasını isterse insanların ona verdikleri

303

sıkıntıya, Allah yeter. Kim Allah Teâlâ’yı kızdırma ve darıltma
pahasına insanları memnun etmek isterse, Allah Teâlâ onu insanlara
bırakır. Allah’ın selamı üzerine olsun. Sadaka Resulullah Sallallahü
aleyhi vesellem.” (Tirmizi)
Allah sübhanehü, bizleri ve sizleri Muhbir-i Sadık
aleyhissalatu vesselamın haber verdikleriyle amel etmeyi nasip etsin.
Bu Hadis-i Şerifleri her ne kadar tercüme etmeden yazdıysam da,
şeyh Ciyû’ya müracaat ederek manalarını anlarsın.
Bu Hadis-i Şeriflerin icap ve gereğiyle amel etmek için
saa’yu gayret etmen ve var gücünle çalışman lazımdır. Cidden
dünyanın ömrü çok azdır. Ahiretin azabı gayet şiddetli ve devamlıdır.
Şu halde aklı ve fikri iyi kullanmak lazımdır. Dünyanın geçici tadına
ve tazeliğine aldanmamalıdır. İzzet ve üstünlük dünya sebebiyle
olsaydı şayet, dünyada çok ve bol nasipli olan kâfirlerin herkesten
daha faziletli ve üstün olması lazım olurdu.
Dünyanın gösterişine aldanmak akılsızlıktır. Aklı başında
olan kimseye layık olan; şu az günlerin fırsatını ganimet bilmek ve
bu fırsatı değerlendirip Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak ve
mahlûkata iyilik etmek için çalışmaktır. Çünkü Allah Teâlâ’nın
emrine tazim ve mahlûkata şefkat, her ikisi de, ahiret azabından
kurtulmak için önemli ve büyük asli meselelerdir.
Bir şeyi Muhbir-i Sadık haber verdiyse, o sözler, işin aslına
muvafık ve mutabık olup rastgele, sonunu düşünmeden, kızarak,
söylenmiş sözler değildir.
Bu gaflet ve gurur uykusu ne zamana kadar devam edip uzayacak?
Bunun, akıbeti rezil olmak utanmak ve mahrumiyet değil midir?
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor; Bizim sizi boş yere
yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi zan ediyorsunuz?
(Mü’minun Sûresi,23/ 115. Ayet)
Her ne kadar ben daha yaşın genç olduğu için bu gibi sözleri
dinlemeye müsait olmadığını bilsem de, senin haline şefkatimden
dolayı, bunları söylememe vesile ve sebep oldu.
Şu ana kadar fırsat da geçmiş değildir.
Henüz vakit tövbe ve inabeyi kabul ediyor.
Mühim ve şart olan tebliğ etmektir.
Evin içinde bir insan varsa bir harf de yeter.

304

NEFS-İ EMMÂRE HAKKINDA

MEKTUPLAR
1. CİLT
52. MEKTUP
Seyyid Nakip Şeyh Ferid Buhari’ye;
Nefs-i emmârenin kötülüğü,
Nefs-i emmârenin hastalığı,
Nefs-i emmârenin hastalığının ilacı hakkında yazılmıştır.
Şefkat ve merhametiyle, şu samimi duacıyı imtiyazlı kılan
mükerrem kardeşimin mektubunu okumakla müşerref oldum. Allah
sübhanehü, çok şerefli ve izzetli ceddiniz aleyhissalatu vesselam
hürmetine ecir ve mükâfatınızı muazzam kılsın, kadrinizi ve
derecenizi yükseltsin. Gönlünüzü genişletsin. İşlerinizi kolay kılsın.
Allah sübhanehü zâhiri ve bâtıni yönden ona tabi olmakta bizleri
sabit kılsın. “Âmin” diyen kuluna merhamet etsin.
Ben kötü arkadaştan ve ahlâkı kötü dosttan şikâyet hakkında
bir takım fıkralar ve bölümler yazmak istedim. Kabul ve can
kulağıyla dinlemen umulur.
Ey mükerrem mahdum sen bilesin ki; insandaki nefs-i
emmâre, makam ve riyaset sevgisi üzerine yaratılmıştır.
Cibilliyetinde riyaset ve makam sevgisi vardır.

305

Nefs-i emmârenin bütün düşüncesi, emsal ve akranının
tamamı üzerine yükselmektir. Onun bizzat istek ve arzusu, bütün
mahlûkatın kendisine muhtaç olmasıdır. Onun istek ve arzusu bütün
insanların kendisinin emir ve yasaklarına bağlı olup itaat etmesidir.
O ebediyyen hiçbir şeye muhtaç olmak istemez. Hiç bir
kimseye de mahkûm olmak istemez. İşte bunların hepsi nefs-i
emmâre tarafından ulûhiyet davasıdır. Ve şibih, misal ve
benzerlikten münezzeh olan Halikine ortak olma iddiasıdır. Hatta
saadetten mahrum olan bu nefs-i emmâre ortaklığa bile razı olmayıp
bilakis bir başkasının kendisine ortak olmasını istemez. Hâkim olanın
sadece kendisi olmasını ister. Her şey kendi hükmü altında olsun
ister.
Hadis-i Kutside şöyle buyuruldu; “Ya Davut nefsine
düşmanlık et. Zira o bana düşmanlık yapmak için karşıma dikildi.”
Şu halde; makam, riyaset, tereffu’ ve tekebbürden, nefsin
isteklerini vererek nefsi terbiye etmeye çalışmak, hakikatte Allah
azze ve celleye düşmanlık yapması için nefse yardım etmek, nefsi bu
düşmanlık için kuvvetlendirmek olur.
Başka bir Hadis-i Kutside de; “Kibriya benim ridamdır.
Azamet de izarım. Bu iki sıfatımda kim bana münazaa ederse onu
Cehennemime atarım. Onu önemsemem.” buyuruldu.
Denî, değersiz ve alçak şu dünyanın elde edilmesi, nefsin
istek ve arzularının elde edilmesine yardımcı olması sebebiyle Hakk
subhanehünün yanında, buğz ve lanet olunmuştur. Kim düşmana
yardım ederse, şüphesiz lanet olunmaya ve tart olunmaya müstahak
olur.
Fakirlik fahr-ı Muhammedî oldu. (Aleyhissalatu vesselam).
Çünkü fakirlikte nefsin istek ve arzularının hâsıl olmaması, nefsin
acziyyetinin hâsıl olması vardır.
Enbiya (aleyhimussalatü vesselam)ın gönderilmesindeki
maksat, şer’i mükellefiyetlerdeki hikmet, nefs-i emmâreyi aciz
bırakmak, onu tahrip ve perişan etmektir. Şeriatlar nefsin hevâ ve
isteklerini kaldırmak için gelmiştir. Şeriata uygun bir iş yapıldıkça
onun miktarınca nefsin istek ve arzuları zail olup gider. Bu sebepten
dolayı, şer’i hükümlerden bir şeyi yapmak, nefsanî istek ve arzuları
gidermekte bin sene riyazet yapmaktan ve nefs tarafından yapılan

306

mücahedelerden çok daha faziletli ve üstündür. Hatta şeriata
uymadan yapılan o riyazetler ve mücahedeler, nefsanî istek ve
arzuları kuvvetlendirip nefsi takviye eder.
Brahmenler ve cevkiyeler riyazetlerde ve mücahedelerde bir
şeyi eksik yapmadılar. Ancak onların yaptıkları, şeriata muvafık
olmayınca yaptıklarından asla menfaat görmediler. Nefsin
takviyesinden ve terbiyesinden başka, ellerine uhrevî ve manevî bir
faide ve menfaat geçmedi.
Mesela; kim Şeriatın emrettiği zekâtı edâ etmek niyetiyle bir
danik, bir dirhemin altıda biri kadar cüz’i bir şeyi verse, nefsi harap
ve perişan etmekte, Şeriatın emrini nazarı itibara almadan, nefs
tarafından verilecek bin dinardan daha menfaatli ve daha faydalı
olur.
Aynı şekilde; Şeriatın hükmüyle fıtr bayramı günü bir şey
yemek, nefsin hevâ ve isteklerini defetmekte nefs tarafından,
senelerce tutulacak oruçtan daha faideli ve menfaatli olur.
Sünnetlerden bir sünnet olan sabah namazının iki rek’atını cemaatle
edâ etmek, sabah namazında cemaati terk ederek gecenin tamamını
nafile ibadetle geçirmekten çok daha faziletli ve üstündür.
Hulasa olarak; nefs mali hülya pisliğinden, seyadet, rif’at ve
üstün olma istek ve arzularından temizlenmedikçe, kurtuluşu
muhaldir. Ebedi ölüme götürmemesi için bu manevî hastalığı
gidermek zaruridir.
Afaki ve enfüsi bâtıl ilahları yok etmek için konulmuş olan;
“La ilahe illallah” kelimesi, nefsi tezkiyede ve nefsi temizlemekte
çok menfaatli ve çok faidelidir. Tarikat büyükleri nefsi tezkiye için
bu kelimeyi tercih ettiler. kadesallahü esrarehüm.
Şiir;
(İllallah) kasrında masivâ boynunu
La ile vurmadıkça sen maksada ulaşamazsın.
Nefs inat ve azgınlıkta, fesat ve ahdi bozmakta devam ettikçe
bu kelimeyi çok tekrar ederek imanı tazelemek lazımdır.
Aleyhissalatu vesselam şöyle buyurdu; “La ilahe illallah
sözüyle imanınızı çokça tazeleyiniz.”
Hatta bu kelimeyi bütün vakitlerde tekrarlamak elbette
lazımdır. Çünkü nefs-i emmâre daima pislik makamındadır.

307

Bu kelimenin fazileti hakkında Nebi aleyhisselamdan şöyle
rivayet olundu; Yerler ve gökler terazinin bir kefesine, bu kelime de
diğer kefesine konmuş olsa kesinlikle bu taraf diğerine ağır basar.
Hidayete tabi olanlara ve Mustafa aleyhissalatu vesselama
tabi olmaya devam edenlere selam olsun.
1. CİLT
154. MEKTUP
Şeyh Meyan Müzemmil’e;
Nefsi terk etmenin zarureti hakkında yazılmıştır.
Hak sübhanehü bizi kendisiyle beraber kılsın. Bir lahza ve bir
an bile kendisinden başkasıyla beraber eylemesin. Allah’ım bizi göz
açıp yumuncaya kadar nefsimize bırakma, aksi takdirde helâk oluruz.
Bundan çok daha az bir miktar dahi bırakma yoksa zâyi’ oluruz.
İnsanın başına gelen her türlü bela, ancak nefsine olan
alakasındandır. Nefsin elinden kurtuluş hâsıl olursa Hakk
sübhanehüden başka şeylerden de kurtuluş hâsıl olur. Hatta putlara
tapanlar dahi nefslerine tapıyorlar.
Allah sübhanehü; Hevâsını, nefsinin istek ve arzularını ilah
edinen, Allah’ın kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini
mühürlediği, gözüne perde çektiği kimseyi görmedin mi? Onu
Allah saptırdıktan sonra artık kim doğru yola iletebilir? Hala
düşünmez misiniz? (Casiye Sûresi.45/ 23. Ayet) Buyuruyor.
Şiir;
Sen nefsini bırakırsan rahat edersin.
Nefsini bırak sonra gel.
Nefsi terk etmek ve ondan vaz geçmek farz olduğu gibi,
seyrusülük ile nefse yürümekte lazımdır. Çünkü aradığını bulmak
ancak nefsdedir. Nefsin haricinde bir şey bulmak mümkün değildir.
Şiir;
Senin yürümenin ancak kendine olduğunu
Menzile ulaşınca yakında bileceksin.
Seyr-i afaki uzaklık içinde uzaklıktır. Seyr-i enfüsi yakınlık
içinde yakınlıktır. Eğer bir şuhut ve müşahede vuku bulursa o
nefsdedir. Eğer bir marifet olursa o da nefsdedir. Eğer bir hayret
olursa o da nefsdedir. Sözün gittiği yere kadar nefsin haricinde adım

308

atmaya bir mecal, bir ortam ve bir alan yoktur. Ebleh, ahmak ve
anlayışı az olan kişi, bu sözden sakın, hulûl ve ittihat manası
anlamasın. Aksi takdirde dalalet ve sapıklık uçurumuna düşer. Zira
hulûle kail olup inanmak küfürdür. İttihatta aynıdır. Ona da inanmak
küfürdür.
Hulûl; Allah’ın bir mahlûkun içine girmesi ve tecessüm
etmesi demektir. İttihat; Allah’ın kul ile birleşmesi demek olup her
ikisi de hem hulûl inancı hem de ittihat inancı küfürdür.
Bu makam kişide tahakkuk etmedikçe bunun hakkında
düşünmek memnu ve yasaktır.
Allah sübhanehü bizlere ve sizlere Allah Teâlâ’nın razı
olduğu aleyhissalatu vesselamın yolunda istikamet üzere olmayı
nasip etsin.
Senin manevî hallerinden yazman lazımdır. Çünkü onun
manevî terakki için tam bir dahlü tesiri vardır. Sûrî alakalar ve
bağlantılara rağmen sen tam hür olmalısın. O sûrî alakaların varlığı
ve yokluğunun müsavi olduğuna inanmalısın.
Herkese selam ve ikram olsun.

309

DÜNYAPEREST OLMANIN
ZARARLARI HAKKINDA
MEKTUPLAR
1. CİLT
72. MEKTUP

Hâce Cihan’a;
Din ile dünyanın bir arada olmasının zorluğunu beyan
hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehü size selamet ve afiyet versin.
Şiir;
Din ile dünya bir araya gelebilse ne güzel olurdu.
Din ile dünyayı bir araya toplamak, zıtları bir araya toplamak
gibidir. Şu halde ahiretin peşinde olan kimsenin elbette ve kesinlikle
dünyayı terk etmesi lazımdır. Şu devirde dünyayı hakikaten ve
gerçekten terk etmek çok zor olunca, hükmen terk etmeyi mecbur
kılmak lazım gelir.
Hükmen terk; dünyevî işleri, Şeriat-ı garra-i Ahmediyeye
uyarak yapmaktan, yemede, içmede, meskenlerde şeriatın hududunu
aşmayı caiz görmeden, şer’i hududa riayet etmekten, üreyen ve
otlayan malların farz olan zekâtını edâ etmekten ibarettir. Şer’i
hükümlerle süslenmek ve amel etmek nasip ve müyesser olduğu
zaman, kesinlikle dünyanın zararından kurtuluş elde edilmiş olur.
Bu takdirde din ile dünya içtima edip bir araya gelmiş olur.
Şu yukarıda sayılan hususları yaparak dünyayı hükmen terk etmek
kime müyesser ve nasip olmazsa mevzumuzun dışındadır. Onun
hükmü münafığın hükmü gibidir. Ondaki sûrî iman ahirette ona
fayda ve menfaat vermez. Böyle olan bir insanın neticesi, sûrî imanı
sebebiyle dünyada kanını ve malını korumaktır. Ahirete götüreceği
bir şeyi, yoktur.
Şiir;
Tebliğ edilmesi şart olanı sana söylüyorum.

310

Ya faideli bir nasihat al bundan, yâ da yorgunluk.
Şu dünyanın debdebesi, hizmetçileri, haşmeti, lezzetli
yemekleri ve süslü elbiseleriyle beraber, hangi devlet sahibi, bu hak
ve doğru sözleri kabul edip can kulağıyla dinler?
Şiir;
O kimsenin kulağında ağırlık ve sağırlık var.
Nasihat ve ağlama sesimi işitmeye razı olmaz.
Allah sübhanehü bizi ve sizi şeriat-ı Mustafaviyyeye tabi
olmaya muvaffak kılsın. Onun sahibine Salatü selam olsun.
Meramımın geri kalanı şudur; Şeyh Meyan Zekeriya geçmişte
haraç ve vergi tahsildarlığı yapıyordu. O âlim ve fazıl bir zattır. Bir
suçundan dolayı uzun zamandır zindanda mahpustur.
İhtiyarlık zafiyeti, maişet ve geçim darlığı sebebiyle şu an
aciz durumdadır. Hapis müddeti de uzadı. Bu fakire bir mektup
yazdı, onu kurtarmak için benim hazır olmamı istiyor. Lakin yol
mesafesinin çok uzak olması buna engel oldu.
Kardeşim Muhammed Sâdık, sizin hizmetinize yönelince, şu
kelimeleri yazarak bizzarure başınızı ağrıtmama sebep oldu. Yüksek
teveccühünüzle o zayıfın hakkına riayet etmeniz umulur. Zira o âlim
bir şeyhtir, çokta yaşlıdır.
Başında ve sonunda herkese selam olsun.

1. CİLT
73. MEKTUP
Kılıçhan Oğlu Kılıcullah’a;
Dünya ve dünyanın ehlinin kötülüğünü,
Faydasız ilimlerin tahsilinin terk edilmesini,
Mubahların fazlasından sakınılması lazım geldiğini,
Hayırlara ve sâlih amellere teşviki beyan hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehü bizlere Şeriat-ı Mustafaviyye Caddesi
üzerinde istikameti nasip etsin. Onun sahibine ebedî ve sermedi
olarak Salat-ü selam ve tahiyyat olsun.
Ey oğul; dünya imtihan ve iptila yeridir. Dünyanın dışı çeşit
çeşit yaldızlı süslerle süslenmiştir. Onun sureti kibir, kuruntu,

311

hatlarla, resimlerle, örgülü saçlarla, hayali yanaklarla nakışlı ve
boyalıdır. İlk bakışta tatlıdır. Göze taze görünür. Lakin hakikatte o
üzerine koku serpilmiş bir leş ve sineklerle ve kurtlarla dolu bir
mezbeleliktir.
O şarap görünen bir seraptır.
O şeker suretinde bir zehirdir.
Onun İçi harap ve beterdir.
Bu çirkinliğine ve kötülüğüne rağmen dünya ve dünya ehli ile
muamele söylenebilecek ve anlatılabilecek her şeyden daha şerlidir.
Dünyanın aşığı sefih ve büyülenmiştir.
Bu dünyanın meftunu ve bağlısı olanlar mecnundur, delidir,
tuzağa düşmüştür. Kim dünyanın zâhiriyle fitnelenirse ebedî
perişanlıkla zehirlenmiştir. Kim dünyanın halavet ve tazeliğine bakıp
aldanırsa onun nasibi ebedî pişmanlıktır.
Aleyhissalatu vesselam şöyle buyurdu; “Dünya ve ahiret iki
kuma gibidir. Birisini razı edersen diğeri darılır.” Kim dünyayı razı
ederse ahireti darıltır. Şüphesiz onun ahirette nasibi olmaz.
Allah sübhanehü bizi ve sizi dünya ve ehlini sevmekten
korusun.
Ey oğul; dünya nedir sen bilir misin? Kadın, evlat, mal,
makam, riyaset, oyun, eğlence, mâlâyanî, lüzumsuz işler ile meşgul
olmak gibi seni Hakk sübhanehüden alıkoyan ve perdeleyen her şey
dünyaya dâhildir. Ahiret işlerinde dahlü tesiri olmayan ilimler de
dünyaya dâhildir.
Şayet ilm-i nücum, mantık, hendese, hesap ve emsali gibi
ahirete faydası olmayan ilimleri tahsil etmek ahirete menfaat verse
idi felsefeciler necat ehli olurlardı.
Nebi aleyhisselam şöyle buyurdu; Allah Teâlâ’nın bir
kulundan yüz çevirdiğinin, kulunu sevmediğinin alameti onun
mâlâyanî ve lüzumsuz işlerle meşgul olmasıdır.
Şiir;
Hakk subhanehünün sevgi ve muhabbetinden başka,
Kimin kalbinde hardal tanesi kadar bir şey olursa bil ki o
manen hastadır.
Namaz vakitlerini bilmek için ilmi nücum lazımdır.
Denmesinin manası, ilm-i nücumsuz namaz vakitleri bilinmez demek

312

değildir. Bilakis ilm-i nücum namaz vakitlerini bilmenin yollarından
birisidir demektir. İnsanların birçoğunun ilm-i nücumdan haberleri
yok. Fakat namaz vakitlerini ilm-i nücum âlimlerinden daha iyi
biliyorlar. Anlatılan yönlere yakın olarak az da olsa, mantık, hesap ve
emsali ilimleri tahsil etmekte bazı şer’i ilimleri öğrenmeye dahlü
tesiri olduğu söyleniyor.
Fakat umumî manada bu ilimlerle meşgul olmanın cevaz
yönü, ancak birçok hilelerden ve çarelerden sonra ortaya çıkıyor. Bu
da; Ahkâm-ı şer’iyyeyi öğrenmekten ve kelâm ilminin delillerini
kuvvetlendirmekten başka maksadın olmaması şartına bağlıdır. Aksi
takdirde; Şer’i hükümlere ve Din-i Celil-i İslâma faideli olmanın
dışında bu ilimleri öğrenmek asla caiz değildir.
İnsaf etmek lazımdır. Mubah olan bir işle meşgul olmak,
vacip bir işin geçmesini icap ediyorsa mubah iş mubahlıktan çıkar
mı, çıkmaz mı? Şüphesiz bu ilimlerle meşgul olmak, zaruri olan şer’i
ilimlerle meşgul olmayı geçiriyor ve engelliyor.
Ey oğul; Hakk sübhanehü sonsuz olan kemali inayetinden
gençlik zamanında seni tövbeye muvaffak kıldı. Silsile-i
Nakşibendiye-i Aliyyenin dervişlerinden birisinin eliyle seni inabeye
de muvaffak kıldı. Kadesallahü esrarehüm. Sen bu tövbede sebât
ediyor musun? Yoksa nefs, çeşitli yaldızlı ve süslü şeylerle seni
aldattı mı? Ben bilmiyorum.
Tövbe üzerine istikametini ben müşkil görüyorum. Zira
mevsim gençlik zamanıdır. Dünya metaı ve malı da sebepleri
kolaylaştırıyor. Ekseri akran ve arkadaşların da bu hususta münasip
ve uygun da değildir.
Ey oğul; iş ihtiyatlı ve tedbirli olmaktır. Mubahların
fazlasından sakınıp zaruret miktarıyla yetinmektir. Zaruret miktarı da
kulluk vazifelerini yapabilmek için güç ve kuvvet elde etmek
niyetiyle olmalıdır.
Mesela; yemekten maksat, taat ve ibadeti edâ etmeye kuvvet
elde etmektir. Elbise giymekten maksat, avret mahallini örtmek
sıcaktan ve soğuktan korunmaktır. Diğer zaruri mubahlar da buna
kıyas iledir.
Nakşibendi büyükleri azimetle amel etmeyi tercih ettiler.
Mümkün olduğu kadar ruhsatlar ile amel etmekten uzak durdular.

313

kadesallahü esrarehümülaliyye. Zaruret miktarıyla yetinmek
azimetler cümlesindendir. Şayet azimetle amel etmek ve zaruretler
ile yetinmek nasip ve müyesser olmazsa mubah dairesinden
çıkmamalı, şüpheli ve haram olan işlere bulaşmamalıdır.
Allah sübhanehü Kemâl-i Kereminden tam olarak birçok
nimetleri mubah kıldı. Cidden bu nimetlerin dairesini de geniş kıldı.
Bu nimetlerden nazarımızı kesip bakalım. Mevla’sının razı olmasına,
kulun hangi ameli ile yaşantısı müsavi ve eşit olabilir? Amellerinden
dolayı Mevla’sının kızmasına, hangi cefa hangi ceza benzer?
Cennette Allah Teâlâ’nın kulundan razı olması, Cennetten çok daha
hayırlıdır. Cehennemde Allah Teâlâ’nın kuluna gazap etmesi
Cehennemden daha şerlidir.
İnsan bir hükmün mahkûmu olan bir kuldur. Sorumlulukları
mükellefiyetleri olan bir kuldur. Mevlâ’sı onu çocukluk
mes’uliyetsizliğinde kılmadı, istediği şeyleri söyleyip yapacak
başıboş ve sorumsuz bir halde de bırakmadı. Şu halde kalbin
amellerinde düşünüp tefekkür etmelidir. Yarın nedamet, pişmanlık
zarar ve ziyandan başka elde bir şey kalmaz.
Amel ve ibadet vakti ancak gençlik zamanıdır. Akıllı kimse
bu vakti ve zamanı zâyi’ etmeyen, fırsatı ganimet bilen kimsedir.
Çünkü iş müphem ve belirsizdir. İhtiyarlık zamanına vakit
kalmayabilir. Kalsa dahi cem’iyyet ve manevi toparlanma nasip ve
müyesser olmayabilir. Nasip ve müyesser olsa bile zayıflık ve
acizliğin istila ettiği zamanlarda amel ve ibadete muktedir
olmayabilir.
Hal bu ise şu an toparlanma sebeplerinin hepsi mevcut ve
kolayca elde edilebilir. Ayrıca şu an anne ve babanın mevcudiyetleri
de Hakk subhanehünün nimetlerindendir. Çünkü senin maişet ve
geçim düşüncen onların zimmetlerindendir. Şu mevsim fırsat
mevsimidir. Kuvvet ve istitaat zamanıdır. Bu günün meşguliyetini
yârine tehir etmek, hangi mazeretle mümkün olurki? İşleri ertelemek
tercih ediliyor.
Aleyhissalatu vesselam şöyle buyurdu; “İşlerini erteleyenler
helâk oldu.”
Evet; gün içinde ahiretin amellerini yerine getirmek için
dünyanın mühim işlerini, yârinki güne tehir etmek cidden güzeldir.

314

Bunun aksi olarak, dünyanın basit işleri için ahiretin mühim işlerini
tehir etmekte cidden çirkindir. Gençliğin baharı ve nefs ve şeytandan
olan din düşmanlarının istila ettiği şu vakitte, askeri kurallarda
olduğu gibi, az bir amel için başka zamanlarda olmayan kat kat fazla
itibar vardır. Düşmanların her tarafı istila ettiği bir zamanda şecaatli,
kuvvetli, yürekli askerlerde görülen az bir başarı ve az bir sebâtın,
düşmanlardan emniyet ve güvenin olduğu diğer zamanlara nisbetle
çok itibarı ve değeri olur.
Ey oğul; mevcudatın hulasası ve özeti olan insanın
yaratılmasındaki maksat; oynamak, eğlenmek, yemek, içmek ve
uyumak değildir. İnsanın yaratılmasındaki maksat; kulluk
vazifelerini yerine getirmek, zül, İnkisar, acz, iftikar ve gaffar olan
Hakk celle celalühüye devamlı iltica ve tazarrudur.
Şeriat-ı Muhammedînin söylediği ibadetleri, edâ etmekten
maksat; kulların menfaatleri ve maslahatlarıdır. Kulların yaptıkları
ibadetlerden hiç birisinden Cenab-ı Hakk’ın bir istifadesi söz konusu
değildir. Bu durumda ibadetleri son derece memnuniyetle edâ etmeli,
emirlere sımsıkı bağlanıp yapışmalı, yasaklardan ve günahlardan
sakınıp uzak durmalıdır.
Allah sübhanehü bunların hiç birisine muhtaç olmadığı halde,
kullarına emirler ve yasaklar ile ikram etti. Bizim tam manasıyla bu
nimetlere teşekkür etmemiz, bu hükümleri yerine getirmekte tam bir
memnuniyetle son derece gayret etmemiz lazımdır.
Ey oğul sen bilesin ki; dünya ehlinden, zâhiri bir gücü,
kuvveti, devleti ve sûrî bir makamı olan bir kimse, alâkalılardan
birisine menfaatleneceği bir hizmet verse, onu aziz ve kıymetli sayıp
falan kıymetli zat bana bu hizmetle emir etti. Bunu memnuniyetle
yerine getirmem lazım der. Bu ne büyük bir bela, bu ne büyük bir
musibettir. Hakk celle şanühunun azameti o şahsın azametinden daha
mı az ki? Hakk subhanehünün emirlerine o derece imtisal edip
uymakta gayret edilmiyor.
Utanmak ve tavşan uykusundan uyanmak lazımdır. Allah
celle sultanuhünün emirlerine imtisal etmemek ve uymamak, iki
şeyden hali olmaz. Ya şeriatın haberlerini yalanlamak, yâ da Hakk
Teâlâ’nın emrinin azamet ve büyüklüğünü, dünya ehlinin

315

azametinden daha küçük görmek, bu iki durumunda şenaat ve
kötülüğünü iyice düşünmelidir.
Ey oğul; yalan söylediği defalarca tecrübe edilmiş olan bir
şahıs, şöyle bir topluluk üzerine tam bir istila ile gece düşman hücum
etmek üzeredir. Diye haber verse, o toplumun aklı başında olanları,
haber veren şahsın yalancı birisi olduğunu bilmelerine rağmen, o
tehlikeden sakınmak lazım olduğu için korunmak ve o belayı def
etmek için kesinlikle gayret ederler. Hal bu ise Muhbir-i Sadık
aleyhissalatu vesselam, tam bir mübalağa ile ahiret azâbından haber
verdi. Bununla beraber onlar bundan asla etkilenmediler. Şayet onlar
bu haberlerden etkilenmiş olsalardı ahiret azâbını defetmek için
tedirgin ve rahatsız olurlardı. Hâlbuki Muhbir-i Sadık aleyhissalatu
vesselamın beyanıyla ondan kurtulmanın ilaç ve çaresini bilip
öğrendiler. Bir yalancının haberine yapılan itibar kadar, Muhbir-i
Sadık aleyhissalatu vesselamın haberine itibar etmeyen kimsenin
imanı ne kötü bir imandır. Sûrî İslâmın ahirette kurtuluş için bir faide
ve menfaati olmaz. Ahirette kurtulmak için elbette kat’i, yakin ve
kesin bir iman sahibi olmak lazımdır.
Peki, yakin iman nerede? Yakin iman kendisinde zan ve
vehim, evham olmayan imandır. Aklı başında olan insanlar tehlikeli
ve korkulu durumlarda vehim ve evhama dahi itibar ederler.
Allah Teâlâ Kitab-ı Mecidinde, şöyle buyuruyor; Allah sizin
yaptıklarınızı görücüdür. (Hucurat Suresi,49/18.ayet)
Bununla beraber onlar yaptıkları çirkin işleri yapmaya devam
ediyorlar. Hal bu ise onlar hakir ve küçük bir şahsın, işledikleri o
çirkin amellerini gördüğünü hissetseler, o anda asla o çirkin işi
yapmazlar. Bunların hali ve durumu şu iki halin birsinden hali olmaz.
Onlar ya Hakk subhanehünün haberini tekzip ediyorlar veya Allah
subhanehünün yaptıkları işlerine vâkıf ve muttali olduğuna itibar
etmiyorlar. Böyle olan amel imandan mıdır? Yoksa küfürden midir?
Bu evladımın, imanını tazelemesi lazım gelir. Aleyhissalatu
vesselam efendimiz; “La ilahe illallah diyerek imanınızı tazeleyiniz.”
Buyurdu.
Yine Allah Teâlâ’nın razı olmadığı işlerden de tövbe-i nasuh
ile tövbe ederek, Allah sübhanehüye ibadet etmesi, yasaklanmış
haram işlerden de sakınması, beş vakit namazını da cemaatle edâ

316

etmesi lazımdır. Eğer gece kalkmak ve teheccüd namazı kılmak
nasip ve müyesser olursa ne güzel bir saadettir. Malların zekâtını edâ
etmek İslâmın rükünlerindendir. Onu da elbette edâ etmek kesinlikle
lazımdır.
Zekâtı edâ etmenin en kolay yolu, her sene fakirin hakkını
zekât niyetiyle ayırıp onu yanında bulundurarak senenin tamamında
zekât verilecek yerlere harcamaktır. Böyle yaptığı takdirde her
seferinde zekât niyetini yenilemesi lazım gelmez. Bilakis malı
ayırırken yaptığı niyet kâfi gelir. Şu bilinen bir husustur ki, sene
içerisinde fakirlere ve zekâta müstahak olanlara nice paralar sarf
edilir. Lakin zekât niyetiyle verilmediği için zekât hesabından
mahsup edilmez.
Şu yukarıda anlatılan surette ise, fakirlere verilenler zekât
borcundan düşer. Sıkışma ve daralma olmadan zekât borcundan
kurtulur. Eğer senenin tamamında, fakirlere zekât miktarı sarf
etmemiş, bir bakiyye kalmışsa o kalan miktarı diğer mallardan ayrı
tutmalıdır. Her sene böyle yapmalıdır. Fakirlerin malları ayrılmış
olunca bu gün infak etmese de, yarın infak etmeye muvaffak olması
umulur.
Ey oğul; nefs bizzat cimridir. İlahi hükümleri yerine
getirmekten kaçıcıdır. Şüphesiz bu sözler rıfk ve yumuşaklık ile
söyleniyor, yoksa mallar ve mülkler hepsi Allah Teâlâ’nın hakkıdır.
Durması ve beklemesi için kulun bir mecali, yetkisi ve gücü nerede?
Öyle bir yetkisi yoktur. Öyle ise tam bir memnuniyetle edâ etmesi
lazımdır.
Aynı şekilde ibadetleri edâ ederken, nefsine uyup gevşeklik
de yapmamalıdır. Kul haklarını edâ etmekte büyük ölçüde gayret
etmelidir. Hatta zimmetinde hiçbir kimsenin bir hakkı kalmaması
için bütün gücünü bezletmesi ve harcaması lazımdır. Çünkü şu
dünyada hak edâ etmek kolaydır. Yumuşaklık ile ve diz çöküp
yalvarmakla elde etmek mümkün olur. Ahirette ise bu iş çok
müşkildir. Bu çareler kabul edilmez.
Ahiret âlimlerinden şer’î meseleleri sormak ve fetva almakta
lazımdır. Çünkü onların sözlerinde tesir vardır. Onların nefeslerinin
bereketiyle amel etmeye muvaffak olunması umulur. Aynı şekilde
ilimlerini makam için vesile kılan dünya âlimlerinden de sakınmak

317

ve uzak durmak lazımdır. Ancak takva âlimler bulunmazsa zaruret
miktarı bizzarure onlara müracaat edilir. Orada el Hac Muhammed
el’ütre mütedeyyin âlimlerdendir. Sizin ahbabınızdan Şeyh Ali el-
Etra da öyledir. Bu iki şahıs o tarafta bir ganimet ve nimettir.
Ey oğul; dünya ehlinden bize ne? Onlarla bizim aramızda ne
münasebet var ki? Onların hayır ve şerleri hakkında konuşuyoruz.
Bu hususta tam ve mükemmel olarak şer’i nasihatler rivayet olundu.
Allah Teâlâ’dan bu hususlarda son derece açık delil vardır. Ancak şu
evlat bu fakirlere müracaat edip inabe yoluyla onlara mensup olunca,
çoğu vakitlerde kalbimin, onun hallerine teveccühü oldu. Bu
teveccühte bu sözlerin söylenmesine sebep oldu.
Sen iyi bil ki; bu nasihatlerin ve meselelerin birçoğu ona
ulaşıp kulağına vardı. Ancak esas maksat amel etmektir. Sadece ilim
ve bilmek değildir. Görmüyor musun? Bir hasta hastalığının ilacını
bilse o ilacı yiyip içmedikçe ilacı bilmesi ona bir menfaat ve faide
vermez. Sadece bilmesiyle şifa elde edemez. Bu kadar ısrar ve
mübalağa amel etmen içindir. Çünkü amelsiz ilim sahibi üzerine bir
hüccet ve delildir.
Aleyhissalatu vesselam şöyle buyurdu; “Kıyamet gününde en
şiddetli azâb ilmi kendisine menfaat vermeyen, ilmiyle amel etmeyen
âlimedir.”
Bu evlat bilsin ki; yukarıda geçen inabe her ne kadar sohbet
erbabının azlığı sebebiyle netice vermiyorsa da istidat ve kabiliyet
cevherinin güzelliğinden haber veriyor. Bu inabenin bereketi
sebebiyle Allah subhanehünün razı olacağı işlere muvaffak kılması
ve onu necat ehlinden yapması ümit olunur. Her halde bu taifeye
muhabbet bağını kuvvetlendirmelidir. Ve bu topluluğa iltica ve
tazarruyu şiar edinmelidir. Bu taifeye muhabbeti kendisine tam
cezbetmesi ve külliyen günah kirlerinden ve pisliklerinden
kurtulması sebebiyle Hakk subhanehünün muhabbetiyle
şereflendirilmesini beklemelidir.
Şiir;
Aşk, o sevgili hariç, herkesi yakan bir meşaledir.

318
1. CİLT
110. MEKTUP

Şeyh Sadreddin’e;
İnsanın dünyayı gaye ve maksat edinmemesini,
İnsanın yaratılmasındaki maksadın kulluk vazifelerini yapması
olduğunu, Allah sübhanehüye yönelmesi olduğunu beyan hakkında
yazılmıştır.
Allah sübhanehü sizi kemâlât sahiplerinin en son
ulaşabildikleri yerlere ulaştırsın.
Sen bil ki; insanın yaratılmasındaki maksat kulluk vazifelerini
yerine getirmesi, devamlı olarak Hakk sübhanehüye yönelmesidir.
Bu hal ve durum seyyidülevvelin vel’ahirin aleyhissalatu vesselama,
tebaiyet zâhiren ve bâtınen tam ve kâmil manada tahakkuk etmedikçe
müyesser olmaz.
Allah sübhanehü bizi ve sizi, kavlen, fiilen, zâhiren, bâtınen,
amelen ve itikaden aleyhissalatu vesselama kâmil manada tabi
olmayı nasip etsin. Âmin. Ya rabbelalemin.
Şiir;
Allah’tan başka edindikleri dostlar bâtıldır.
Yazıklar olsun bâtılı tercih edenlere.
Her ne ki Allah Teâlâ’dan başkası isteniyor ve maksat
oluyorsa o mabut edinilmiştir. İbadette maksat ve gaye, Allah Teâlâ
olursa, ancak o zaman kurtuluş elde edilir. Hatta o maksatlar uhrevi
maksatlar ve Cennet nimetleri dahi olsalar bile. Çünkü uhrevi
maksatlar, her ne kadar hasenâttan ve güzel şeylerden olsa da onlar
mukarrebin mertebesinde olanlar için seyyiat ve günah
cümlesindendir.
Ahiret işlerinin hali bile bu minval üzere olunca, dünyevi
maksatlar hakkında sen ne diyebilirsin? Zira dünya Allah katında
buğz olunmuştur. Öyle ki dünya yaratılalı, Allah Teâlâ dünyaya
rahmet nazarıyla bakmadı. Dünyayı sevmek bütün hataların başıdır.
Dünyanın peşinde olanlar tart ve lanete müstahaktır. Dünya
mel’undur.

319

Allah sübhanehüyü zikretmek hariç, dünyada olan her şeyde
mel’undur. Allah sübhanehü, seyyidülevvelin vel’ahirin olan habibi
Muhammed aleyhissalatu vesselam hürmetine bizi dünyanın ve
dünyada olanların şerrinden kurtarsın.
1. CİLT
132. MEKTUP
Muhammed Sadık Bedahşî’ye;
Dünyaya önem veren zenginlerle sohbet etmekten sakınmak,
Dünyaya önem vermeyen fakirlerle ve ahiret adamlarıyla
sohbet etmeye teşvik hakkında yazılmıştır.
Rabbimiz bize hidayet ettikten sonra kalblerimizi
caydırma, tarafından bize rahmet ver. Zira sen her şeyi
meccanen verensin. (Ali İmran Sûresi,3/ 8. Ayet)
Ey zâhiri kardeşim; sen şu fakirlerin sohbetinden usanıp
zenginlerin sohbetini tercih ettin. Bu yaptığın ne kadar kötü oldu. Bu
gün gözün kapalı olsa da yârin açılacak. Pişmanlıktan başka bir faide
görmeyecek. Şart olan haber vermektir. Ey heveskâr, senin bu halin
iki şeyden hali değildir. Ya zenginlerin meclisinde cemiyete ve
toparlanmaya kavuşursun. Veya kavuşamazsın. Eğer bir toparlanma
hâsıl olursa bu şerdir ve kötüdür. Eğer toparlanmaya nail olmazsan
bu daha da kötüdür. Eğer o cemiyete nail olursan bu bir istidraçtır.
Bundan Allah sübhanehüye sığınırız. Eğer derlenip toparlanma
oluşmazsa bunun ifadesi: Dünyası da yok oldu ahireti de yok oldu.
(Hac Sûresi,22/11.Ayet) mealindeki ayetin anlattığı gibidir.
Fakirlerin çöplüğünde oturmak zenginlerin başköşesinde
oturmaktan çok daha faziletli ve üstündür. Bu söz bu gün sana makul
gelir veya gelmez. Ancak ahirette bu sözün doğruluğu sana malum
olacaktır. Lakin bir faidesi olmayacaktır.
Zenginlerin meclislerine gitme belasına, lezzetli yemekler
yemek, süslü elbiseler giymek iştahı ve isteği sebep oldu. Şu an vakit
geçmiş değildir. İşin aslını ve hakikatini düşünmek, Hakk
subhanehünün rızasına muhalif ve ona kavuşmaya mani olan her
şeyden, onların birer düşman oluğuna inanarak firar etmek ve
sakınmak lazımdır.

320

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor; Sizin eşlerinizden ve
evlatlarınızdan sizin için düşmanlar vardır. Onlardan sakınınız.
(Teğabün Sûresi,64/ 14. Ayet)
Bu hususta bu ayet kat’i ve kesin bir delildir. Sohbet
hukukuna riayet, sana bir kere daha nasihat etmemi icap etti. Amel
edersin veya etmezsin. İlk başta senin fuzuli ve gereksiz işlerini
gördüğümde bu hal üzere iken fakirlikte istikamet üzere olabilmenin
zor olduğunu bilmiş idim.
Şiir;
Olmasından korktuğum oldu.
Biz sonunda Allaha döneceğiz.
Hidayete tabi olanlara ve Mustafa aleyhissalatu vesselama
tabi olmaya devam edenlere selam olsun.
Ben senin fıtratında ve istidadında başka bir şey bekliyordum.
Fakat sen kıymetli nefis cevheri, hırsızların arasına attın.
Biz Allah içiniz ve Allaha döneceğiz. (Bakara Sûresi,2/ 156.
Ayet)

1. CİLT
138. MEKTUP
Şeyh Bahaeddin Serhendî’ye;
Dünyaperest olmanın kötülüğünü beyan,
Dünyevileşmiş insanlarla sohbet etmekten sakınmak hakkında
yazılmıştır.
Benim reşit oğlum, üzerine buğz ve lanet olunmuş şu dünya
ile kesinlikle mağrur ve mesrur olmasın. Kesinlikle Hakk celle
sultanühüye yönelme sermayesini zâyi’ etmesin. Hangi şey satılıp ne
satın alınıyor? İyi düşünmek lazımdır.
Ahireti dünya ile değiştirmek ve Hakk subhanehünün rızası
yerine insanların rızasının peşinde olmak, akılsızlık ve cahillikten
ileri gelir. Dünya ile ahireti bir araya getirmek bir birine zıt iki şeyi
bir araya getirmek kabilindendir.
Şiir;
Din ile dünya bir araya gelseydiler ne güzel olurdu.
Sen bu iki zıttan hangisini istersen onu seç.

321

Nefsini, ikisinden hangisini istersen ona sat. Ahiretin azâbı
ebedidir. Dünya malı hem az, hem de Allah sübhanehü indinde buğz
ve lanet olunmuştur. Ahiret ise Allah Teâlâ’nın razı olduğu bir
nimettir. Evladüiyalı ahiret işlerinden sonraya bırakmak, onları Allah
Teâlâ’ya havale etmek lazımdır.
Zira sizin eşlerinizden ve evlatlarınızdan sizin için
düşmanlar vardır. (Teğabün Sûresi,64/ 14.Ayet) ayeti kesin bir
delildir.Sen bizden defalarca işittin, bu tavşan ve gaflet uykusu ne
zamana kadar devam edecek? Kesinlikle uyanmalısın, kendine
gelmelisin.
Sen bil ki; dünyaperest insanlar ile sohbet etmek, onlarla haşir
neşir olmak, öldürücü bir zehirdir. Bu zehirin öldürdüğü kimse ise
ebedî bir ölüm ile ölmüştür. Aklı başında olan insana işaret kâfidir.
Bu kadar açık, mübalağa ve te’kidle anlatılmasına rağmen
anlamayana ne demeli? Melik ve sultanların yemekleri her ne kadar
lezzetli olsa da kalbin manevi hastalığını ziyadeleştirir. Bundan
kurtuluş nasıl mümkün olur? Bundan sakın, ha sakın bir kere daha
sakın.
Şiir;
Söylenilmesi şart olanı söyledim.
Bunu samimi nasihat olarak al dedim.
Durum böyle olduğuna göre, aslandan kaçar gibi dünyaperest
olmuş insanların sohbetlerinden şiddetle firar et, onlardan uzak ol.
Onların sohbetlerinden firar etmek her ne kadar dünyevî yönden
zararlı olsa da, kesinlikle ahirette faideli olur. Meliklerle ve
sultanlarla beraber olmak ebedi helâk olmayı ve zarar etmeyi icap
eder.
Şu halde; sakın onlarla sohbet etme. Sakın onların lokmalarını
yeme. Sakın onlara muhabbet ve sevgi besleme. Sakın onlarla
görüşme.
Zira sahîh bir hadis-i şerifte şöyle rivayet olundu; “Kim
zengin bir kimseye zenginliğinden dolayı tevazu gösterirse kesin
olarak onun dininin üçte ikisi gider.”
Senin onlara tevazuların, eğilip bükülmelerin, yumuşak
iltifatların hepsi onların zenginliklerinden midir? Yoksa başka bir
sebepten midir?

322

Şimdi senin iyice bir düşünmen lazımdır. Bu durumun,
onların zenginliğinden dolayı odluğundan hiçbir şüphe yoktur.
Bunun neticesi ise dininin üçte ikisinin gitmesidir. O zaman sen
İslâmın neresindesin? O zaman sen kurtuluşun neresindesin? Bu
mübalağa ve ısrarın hepsi; kendi cinsinden olmayan kimsenin
yemeği ve sohbetinin, kalbin vaazlardan istifade etmesine, manevî
sohbetleri anlamasına mani olduğunu bilmen içindir. Onlarla sohbet
etmek ve onların yemeklerini yemek, Nerede ise insanı kelimelerden
ve sözlerden etkilenmez hale getirir.
Öyle ise; sakın ha sakın onlarla sohbet etme. Sakın ha sakın
onlarla görüşme. Muvaffak kılan ancak Allah Teâlâ’dır.
Aleyhissalatu vesselam hürmetine Allah sübhanehü bizi ve sizi razı
olmadığı her şeyden korusun.
Herkese selam olsun.

1. CİLT
197. MEKTUP

Pehlivan Mahmud’a;
Dünyevileşmemeyi,
Hakk sübhanehüye muhabbeti, övmek hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehü sizi şeriat caddesinde sabit kılsın.
Sen bil ki; said ve mes’ud kimse, kalbi dünyaya karşı soğuk
olup dünyayı sevmeyen ve Hakk subhanehünün muhabbet ateşinin
tesirinde olan kimsedir.
Dünyayı sevmek bütün hataların başıdır. Dünya sevgisini
bırakmakta bütün ibadetlerin başıdır. Çünkü dünya, Hakk
subhanehünün sevmediği ve buğz ettiği bir şeydir. Öyle ki
yarattığından beri dünyaya rahmet nazarıyla hiç bakmadı. Hem
dünya hem de dünyayı sevenler, tart ve lanet zehiriyle zehirlenmiştir.
Hadis-i Şerifte şöyle rivayet olundu; “Allah’ı zikir ile alâkalı
olan şeyler hariç, dünya ve dünyada olan şeyler lanet olunmuştur.”
Öyle ki, Allah Teâlâ’yı zikir edenler, hatta Allah Teâlâ’yı zikir ile
alâkalı her bir zerre, bu lanetten hariçtir. Onlar dünya ehlinden
sayılmazlar.

323

Çünkü dünya; kalbi Allah Teâlâ’yı zikir ile meşgul olmaktan
alıkoyan sebebler; mal, makam, riyaset, utanma ve hamiyet gibi
kişiyi Allah Teâlâ’dan başkasıyla meşgul eden şeylerdir.
Bizim zikrimizden yüz çevirenlerden ve sadece dünya
hayatını isteyenlerden sen de yüz çevir. (Necm Sûresi,53/ 29.
Ayet) Ayeti, bu hususta kat’i bir delildir. Dünyadan olan her şey
ruhun belasıdır. Dünya ehli olan insanlar, şu dünyada daima bir
gönül dağınıklığı ve zulmet içerisindedir. Ahitette de nedamet ve
hasret ehlindendir.
Dünyayı hakikaten terk etmek; dünyaya rağbet etmeyi terk
etmekten ibarettir. Dünyaya rağbet etmeyi terk etmek, dünyanın
varlığı ve yokluğu müsavi olduğu zaman tahakkuk eder. Bu mana ve
anlayışın hâsıl olması, kalbi derli toplu olan Allah dostlarının
sohbetinde bulunmadan elde edilmesi zordur. Manevî büyüklerin
sohbetleri nasip ve müyesser olursa, onu ganimet bilip bütün himmet
ve gayreti ona sarf etmelidir.
Şeyh Meyan Müzemmil’in sohbeti her ne kadar sizin için bir
ganimet olsa da, o ve emsali büyükler kibrit-i amerden daha kıymetli
olduğu için, başkalarını kendisine tercih etmek kerem ehlinin
keremindendir sözüne binaen, şeyh Meyana birkaç gün izin
verirseniz yerinde olur. Meşguliyeti biterse inşallah tekrar size döner.
Arzu edilen şeyi elde etmekte, gıyabi ihlas ve samimiyet, sizin için
huzurda olmak yerine geçer. Bundan fazlası baş ağrıtır.
Allah sübhanehü bize ve size Seyyidülbeşer aleyhissalatu
vesselama tabi olma istikametini nasip etsin.
Her kese selam ve ikram olsun.
1. CİLT
198. MEKTUP

Hanlar Hanı’na;
Zenginlerle fakirler arasında muhabbetin zor olduğunu beyen
hakkında yazılmıştır.
Nebi aleyhissalatu vesselamın hürmetine, İbn-i Arabi’nin
yazdığı Fütuhat-ı Mekkiye, Fütuhat-ı Medeniye için bir anahtar oldu.
Fukaranın, yani dervişlerin ismiyle gönderilen, beklenen mektup
ulaştı, sevgi ve muhabbetin artmasına sebep oldu.

324

Ey mahdum; şu zamanda dervişlerle zenginler arsında sevgi,
muhabbet ve meveddetin oluşması cidden zordur. Çünkü dervişler
sohbet ve konuşmalarında, her ikiside dervişlerin olmazsa
olmazlarından olan tevazu ve güzel ahlâkı tercih etseler, dervişlere
karşı sui zanlarından dolayı, aklı ermeyenler o dervişlerin muhtaç ve
tamahkâr olduğunu zannedip öyle düşünürler.
Şüphesiz böyle düşünenler, bu düşüncelerinden dolayı
“Onların dünyası da yıkıldı ahireti de yıkıldı” (Hac Sûresi, 22/ 11.
Ayet)inin muhatabı olurlar. Bu sebeple bu manevî büyüklerin
bereketlerinden mahrum olurlar. Şayet o dervişler, yine dervişliğin
olmazsa olmazlarından olarak, tok gözlü ve müstağni davransalar, o
noksan akıllılar, kötü huylarındandan dolayı dervişlerin kibirli ve
kötü huylu olduklarını zannedip öyle konuşurlar. Müstağni
davranmanın da dervişliğin olmazsa olmazlarından olduğunu, onlar
nerden bilecekler. Zira iki zıttın bir araya gelmesinin muhal olması,
bu yerde muhal olmaktan çıktı.
Ebû Saîd el-Harrâz; Ben Allah Teâlâ’yı zıtları bir araya
getirmesiyle bildim demiştir.
Bu sözü birilerinin tasdik etmemesinde, bunun muhal
olduğunu söylemesinde bir zarar yoktur. Çünkü velayet tavır ve tarzı,
aklın tavır ve tarzının ötesindedir.
Geri kalan hususları, Mevlana Mir bütün tafsilatıyla arz
edecektir.
Selam hidayete tabi olanların üzerine olsun.

1. CİLT
206. MEKTUP
Molla Abdülgafur Semarkandî’ye;
Dünyaperest olmanın kötülüğü,
Dünya nimet ve lezzetlerine iltifatı terk etmek hakkında
yazılmıştır.
Allah’ım Seyydülmürselin aleyhissalatu vesselam hürmetine,
ölüm bizi uyandırmadan önce bize uyanıklık ver.
Uzak ve ayrı bir yerde oturan şu hakir ve değersizin adına
hususi olarak gönderdiğiniz mektup ulaştı. Sevinmemize sebep oldu.
Allah sübhanehü sizi en hayırlı bir mükâfatla mükâfatlandırsın.

325

Ey kardeş; insan şu dünyaya kesinlikle, lezzetli yağlı
yemekler yemek, nefis ve güzel elbiseler giymek için gönderilmedi.
Mal, mülk sahibi olması, bol nimetlerden bolca istifade etmesi ve
oynamak ve eğlenmek içinde yaratılmadı. Ancak insanın
yaratılmasındaki maksat; kulluk ve ubudiyetin aslı ve hakikati olan,
tezellül, inkisar, acziyet ve iftikar sahibi olması içindir. Lakin bu
inkisar ve iftikarın, Mustafa aleyhissalatu vesselamın şeriatının izin
verdiği şeylerden olması lazımdır.
Çünkü ehl-i bâtının, şeriat-ı garra-i Ahmediyeye uymayan
riyazet ve mücahedelerden, yokluk, perişanlık, pişmanlık ve
mahrumiyetten başka bir şey elde edilmez.
Amel ve itikat yönünden, Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimlerinin
görüşlerine muvafık ve uygun olarak şer’i hükümler ile zinetlenip
süslendikten sonra, Allah celle celalühüyü zikir ederek, bilhassa
tarikat-ı Nakşibendiyede telkin edilen zikri tekrar ederek kalbi tamir
etmek lazımdır. Zira o büyüklerin yolunda, sonun ilk başta olması
mümkündür. Onların nisbetleri bütün nisbetlerin fevkindedir. Aklı
ermeyenler bu sözü tasdik ederler veya etmezler. Bu sözü
söylemekten maksat, dostları ve arkadaşları teşvik ve terğip etmek
içindir. Muhalif olanlar bizim konumuzun dışındadır.
Şiir;
Keskin görüşlü, basiretli olan kurtuldu.
Maskara ve geveze olan perişan oldu.
Velhasıl uhrevî necat ve kurtuluş, Allah Teâlâ’yı çok zikir
etmeye bağlıdır.
Allah’ı çok zikir ediniz ki felah bulasınız. (Enfal Sûresi,8/
45. Ayet) Mealindeki ayet-i kerimesi bu mananın şahididir.
Şu halde zikir ile çok meşgul olmalıdır. Zikre zıt olan şeylere
de buğz etmelidir. Kurtuluşun ilacı ve çaresi budur.
Elçinin vazifesi, ancak tebliğ etmektir. (Maide Sûresi,55/
99. Ayet)
Şiir;
Dikkat edin Allah sübhanehüyü çok zikir ediniz,
Zira zikir kalb pasının cilası, ruhunda gıdasıdır.

326

Kalbler ancak Allah’ı zikir etmekle mutmain ve huzurlu
olur. (Ra’d Sûresi,13/ 28.Ayet) Mealindeki ayet-i kerime buna kesin
bir delildir.
Allah sübhanehüden isteğimiz ve dileğimiz, bizi buna
muvaffak kılması ve bu yolda istikamet üzere sebât etmemizdir.
Hidayete tabi olanlara ve Mustafa aleyhissalatu vesselama tabi
olmaya devam edenlere selam olsun.
Güzel ve özel vakitlerde giymeye devam ettiğim elbisemi
gönderdim. Onu giymelisin. Allah sübhanehü Nebi aleyhisselam ve
onun şerefli Âlinin sebebiyle bütün işlerin akıbetlerini hayırlı eylesin.
aleyhimussalatü vesselam.

1. CİLT
214. MEKTUP

Hanlar Hanı’na;
Dünyanın ahiretin tarlası olduğunu,
Kâfirlerin azâbının ebedi olduğunu beyan hakkında
yazılmıştır.
Allah subhanehünün hayırlı işlere mazhar kıldığı kimseye
müjdeler olsun. Allah sübhanehü dünyayı ahiretin tarlası kıldı.
Tohumun tamamını yiyip istidat arazisine ekmeyen, bir
habbeyi, bir buğday tanesini yedi yüz yapmayan, onu kardeşin
kardeşten annenin evlattan kaçacağı gün için azık yapmayan,
kimsenin şekaveti ne kadar feci ve ne kadar kötüdür. O Rabbinin
öfkesine ve gazabına kendisini arz ettiği için, onun sermayesi, dünya
ve ahiretinin harabiyyeti, hem dünya ve hem de ahiretin nedamet ve
pişmanlığıdır.
Manevî devlet ve nimetin sahipleri ise dünyada fırsatı
ganimet bilirler. Fakat bu, onlar dünya nimetleriyle nimetlenirler, o
nimetlerle zevk sefa sürerler, demek değidir. Çünkü bunlar bir çare
de değildir. Kalıcı yönleri de yoktur. Bununla beraber, bu dünyevî
nimetler, mihnet, meşakkat ve uhrevî cezaları hazırlayıcıdır.
Bilakis onlar, dünyada amel ve ibadet edip dünyayı ahiretleri
için tarla yaparlar. Yaptıkları amelin bir habbesinden, “Allah
dilediği kimseler için arttırır.”(Bakara Suresi,2/261)Ayeti
mucibince hudutsuz ve nihayetsiz birçok semereler ve güzel neticeler

327

elde ederler.Bu dünyadaki sayılı günlerde, sâlih amellerin mükâfatı
ebedi birçok nimetlerdir. Allah azim lütuf ve faziletin sahibidir. Ecir
ve mükâfatın kat kat fazla olması hasenât ve ibadetlerdedir.
Günahlarda ceza kat kat değildir. Günahların cezası ise misli
mislinedir. Durum böyle olunca sayılı günahları sebebiyle kâfirlerin
azabının ebedi olması nasıl caiz oluyor? Denilirse ben cevap olarak
derim ki; amellerin karşılıklarının misli misline olması, Vacip
Teâlâ’nın ilmine bırakılmıştır. İnsanlar bunu anlamaktan acizdirler.
Görmüyor musun? Allah sübhanehü namuslu bir şahsa atılan
iftiranın cezası olarak, seksen sopa vurulmasını emir etti. Hırsızlıkta
sağ elin kesilmesini emir etti. Bekâr bir erkeğin bekâr bir kadınla
zina cezasında yüz sopa vurulmasını, bir sene de sürgün edilmesini
emir etti. Zina suçunu işleyen evlilerde ise recm edilmelerine hüküm
etti. Bu had ve cezaların miktarlarının sırrını bilmek beşer takat ve
gücünün haricindedir.
Bunlar aziz ve âlim olan Allah Teâlâ’nın takdiridir. Allah
sübhanehü muvakkat küfrün cezasını cehennemde ebedi kalmak
olarak hüküm edince, muvakkat küfrün cezasına uygun cezanın,
ebedi azâb olduğu bilindi. Bir kimse şer’i hükümlerin hepsini aklıyla
tatbik etmek isterse, bunları aklının anlayacağı şeylerden kılarsa, aklî
delillerle bunları müsavi tutarsa, o nübüvvetin tavır ve tarzını inkâr
etmiştir. O neye müstahak ise onu bulsun. Böyle birisiyle konuşmak
akılsızlıktır.
Şiir;
Kim kitap ve sünneti tasdik etmezse,
Ona verilecek cevap susmaktır.
Meramın kalanı ise; dervişlerin mektubunu getiren Eşşeyh
Meyan Ahmed, merhum Şeyh Sultan Tehaniseri’nin oğludur. Sizin,
babasına ve kendisine lütuf ve ihsanınızı düşünerek beni vesile edip
yüce tarafınıza geliyor. Lütuflarınızın cümlesinden olarak Enderi
kazasında bir yere tayin yapmanız ona ikram olur. Yine de siz
bilirsiniz.
Her şey Allah’tandır. Size, hidayete tabi olanlara ve hidayete
tabi olmaya devam edenlere selam olsun.
Aleyhi veala alihissalatü vesselam.

328
1. CİLT
215. MEKTUP

Mirza Darab’a;
Dünyanın kötülüğü hakkında yazılmıştır.
Fıtrî istidattan neşet edip gelen tam bir tevazu ile manevî
sermayesi olmayan şu fakirlere ve dervişlere gönderdiğiniz şerefli
mektubunuz ulaştı. Allah sübhanehü Habibi aleyhissalatu vesselam
hürmetine sizi bizden dolayı en hayırlı mükâfat ile mükâfatlandırsın.
Ey oğul; dünyaperest olmuş dünya zenginleri büyük bir bela
ile müpteladırlar. Çünkü dünya Hakk subhanehünün buğz ettiği bir
şeydir. Dünya necasetlerin hepsinin en çirkinidir. Üzeri altın ile
kaplanmış necaset gibidir. Veya üzeri şekerle kaplanmış zehir
gibidir. Onların gözlerinde süslü ve güzel görünmektedir. Bununla
beraber aklıselim bu deni ve değersiz dünyanın şenaat ve çirkinliğini
görüyor.
Bu sebepten dolayı âlimler; “Şayet bir şahıs ölürken, benim
malımı zamanın en akıllısına verin. Diye vasiyet etse o mal zahitlere
verilir.” dediler. Çünkü onlar fanî ve geçici dünyaya rağbet etmezler.
Onların dünyaya önem vermemeleri, kâmil ve tam akıl sahibi
olduklarındandır.
Bununla beraber, Allah sübhanehü, çok merhametli olduğu
için tek başına aklın şehadetiyle iktifa etmedi. Aklın yanına başka bir
şahit daha ekledi. Âlemlere rahmet olarak gönderilen peygamberlerin
lisanlarıyla, değersiz ve karsız dünyanın hakikatine insanları vâkıf ve
muttali kıldı. O peygamberlerin lisanlarıyla insanları şu çirkin
dünyaya muhabbet beslemekten, onunla kalbî alaka kurmaktan
büyük ölçüde men etti.
Bu iki adil ve doğru şahit mevcut olmakla beraber, bir şahıs
şeker zannederek zehir yese, altın olduğunu hayal ve ümit ederek
necaseti tercih etse, o sırf akılsızdır. Tabiatıyla ahmaktır. Hatta o
hakikatte peygamberlerin getirdiği haberleri inkâr etmiştir. Onun
hükmü kendisinde sûrî iman bulunan münafığın hükmü gibidir.
Ahirette o imanın bir faidesi ve menfaati olmaz. Dünyada da kanını
ve malını korumaktan başka bir faydası ve neticesi olmaz. Şu halde
gaflet pamuğunu kulaktan çıkarmak lazımdır. Aksi takdirde yarın

329

hasret ve nedametten başka bir şey elde edilmez. Şart olan haber
vermektir.
Şiir;
Şu dünya ancak gurur ve aldanma metaıdır, Onu kim ister?
Geçen geçti. Umulanda gaybtir bilinmez.
Senin için olan, içinde bulunduğun saattir.

1. CİLT
232. MEKTUP

Hanlar Hanı’na;
Dünyanın hakikatini,
Dünyanın süslü püslü yaldızlı görünen çirkinliğini,
Dünya sevgi ve muhabbetini gidermenin ilacını ve çaresini
beyan hakkında yazılmıştır.
Hakk sübhanehü denî ve değersiz şu dünyanın hakikatini,
süslü püslü ve yaldızlı görünen çirkinliğini, onun değersiz, düşük
fakat altın ve gümüşle yaldızlanmış aldatıcılığını, basiretli kimselerin
nazarında münkeşif ve anlaşılmış kılsın.
Hakk sübhanehü Seyyidülmürselin aleyhissalatu vesselam
hürmetine, cennetlerin ve nehirlerinin tazeliği ve güzelliğiyle
beraber, âlemlerin Rabbine kavuşma nimetinin ziyadesiyle, ahiretin
güzelliğini ve cemalini açsın. Öyle ki, süratle yok olan şu dünyadan
nefret ve ona rağbetsizlik ve isteksizlik oluşsun.
Böylelikle Hakk subhanehünün rıza mahalli ve yeri olan beka
âlemine külliyen ve tamamen yönelme olsun. Şu dünyanın çirkinliği
ortaya çıkmadıkça, onun tesirinden kurtulmak muhaldir. Mümkün
değildir. Dünyanın tesirinden kurtulmadıkça uhrevî necat ve kurtuluş
çok zordur.
Dünyayı sevmek, bütün hataların başıdır. Hükmü kesinleşmiş
bir geçektir. Öyle ki tedavi zıtlar ile olur. Şu deni ve değersiz
dünyanın sevgisini kalbten yok etmenin ilacı ve çaresi, ahiret işlerine
rağbet etmeye ve şeriat-ı garra-i Ahmediyeye uygun şekilde sâlih
amelleri yerine getirmeye bağlıdır.
Hakk sübhanehü dünyayı beş şeye münhasır kıldı. Hatta dört
şeye ve şöyle buyurdu; Kesinlikle dünya ancak; bir oyundur, bir
eğlencedir, bir süstür, aranızda bir böbürlenme ve daha çok mal

330

ve evlat sahibi olma arzusundan ibarettir. (Hadid Sûresi,57/ 20.
Ayet)
İnsan sâlih amellerle meşgul olduğu zaman dünyanın iki
büyük cüzleri olan oyun ve eğlence bizzarure noksanlaşmaya başlar.
İnsan süs ve ziynetin aslı ve temeli olan ipek giymekten altın ve
gümüş kullanmaktan kaçınıp sakındığı zaman dünyanın üçüncü
cüz’ü olan ziynet ve süslenme yok olmaya başlar.
İnsanda yakini iman hâsıl olup Allah indinde fazilet ve
kerametin, vera’ ve takva ile olduğunu, hasep ve nesep ile olmadığını
bildiği zaman elbette övünmekten ve böbürlenmekten sakınır. İnsan
malların ve evlatların Hakk sübhanehüyü zikir etmeye mani ve engel
olduğunu, Hakk sübhanehüye yönelmekten alı koyduğunu bildiği
zaman, bizzarure dünya malını arttırmaktan ve biriktirmekten vaz
geçmeyi tercih eder. Dünya malı biriktirmeyi ayıp ve kusur sayar.
Velhasıl; Size bir şeyin zarar vermemesi için, Resulullah
sallallahü aleyhi vesellemin size getirdiği şeylere sımsıkı
yapışınız. Size yasakladığı şeylerden de sakınınız. (Haşr Sûresi,59/
7. Ayet)
Şiir;
Ben sana aranan hazineyi gösterdim.
Ben ulaşamasam da senin ulaşmanı umarım.
Meramın kalanı; Şeyh Meyan Abdülmü’min, büyüklerin
evladından olup ilim tahsilini bitirdikten sonra sofilerin yoluna girdi.
Seyrisülükünde garip haller müşahede ediyor. Aile efradı tarafından
muhtaç olduğu beşeri zaruretleri var. Bu ihtiyacı karşılamak için ben
fakir onu size gönderiyorum.
Kerim ve Cömert’in kapsını tıklarsan açılır.
Her kese selam olsun.

331

İHLAS HAKKINDA
MEKTUPLAR
1. CİLT
40. MEKTUP
Şeyh Muhammed Çeteri’ye;
Şeriatın üç cüz’ünden birisi olan ihlası elde etmenin yolunu,
Tarikat ve hakikatin bu ihlası elde etmekte şeriatın hadimi
olduklarını beyan hakkında yazılmıştır.
Allah telaya hamd ederiz.
Allah subhanehünün Nebisine Salatü selam ederiz.
Ey mahdum; Seyrusülükü ve cezbe makam ve menzillerini
aşıp geçtikten sonra bana malum oldu ki; bu seyrusülükten maksat;
elde edilmesi afakî ve enfüsî bâtıl ilahların tamamen kalbten atılıp
yok edilmesine bağlı olan, ihlas makamını elde etmektir.
İşte bu ihlas, şeriatın üç cüz ’ünden bir cüzdür. Şeriatın üç
cüz’ü vardır.İlim, amel, ihlas.
Tarikat ve hakikat, şeriatın ihlas cüz’ünü tamamlamakta
şeriatın hizmetçileridir. İşin hakikati budur.
Lakin herkesin anlayışı bunu idrak edip anlayamaz. İnsanların
ekserisi, rüya ve hayal ile mutmain oldular. Ceviz meviz ile
yetindiler. Durum böyle olunca şeriatın kemâlâtından ne
anlayacaklar? Hakikat ve tarikatın gerçeğine ve inceliğine nerede
ulaşacaklar?
Onlar şeriatın kabuk olduğunu, hakikatin öz olduğunu zan
ediyorlar. İşin hakikati ve gerçeği nedir? Bilmiyorlar. Bilakis onlar
sofilerin boş ve süslü sözlerine aldanıyorlar. Bir takım süfli
makamlarla ve hallerle fitnelenip oyalanıyorlar.
Allah sübhanehü onları doğru yola hidayet etsin. Bize ve
Allah Teâlâ’nın sâlih kullarına selam olsun.

332
1. CİLT
141. MEKTUP
Molla Muhammed Kılıç’a;
Bu işte asl olanın ihlas ve samimiyet olduğunu beyan hakkında
yazılmıştır.
Seyydülmürselin aleyhissalatu vesselam hürmetine Allah
sübhanehü bize ve size birçok manevî terakkiler ve dereceler, in’am
ve ihsan etsin.
Ey dost; sen bazı zamanlarda kalbinin hallerinden bir şey
yazmıyorsun ki, onun durum ve keyfiyetine vâkıf ve muttali olalım.
Elbette bu hususta yazmalısın. Çünkü bu gıyaben teveccüh
edilmesini icap eder.
Bu işin aslı ve umdesi;
Sevgi,
muhabbet,
samimiyet ve ihlastır.
Bunlar mevcut iken bir manevî terakki ve yükselmenin
olduğu analaşılmasa da gam edilmez. Zira ihlas ve samiyyet üzere
istikamet olduğu zaman, senelerce gayret ederek elde edilebilecek
olan şeyler, birkaç saatte elde edilir.
Herkese selam olsun.

333

TEVAZU HAKKINDA
MEKTUPLAR
1. CİLT
68. MEKTUP

Hanlar Hanı’na;
Zenginlerin tevazulu olmalarının, Fakir ve dervişlerin de
müstağni davranmalarının güzelliğini beyan hakkında yazılmıştır.
Her türlü hayır, Allah Teâlâ’nın yaptığındadır.
Şiir;
Söylenmesi şart ve lazım olanı söyledim.
Sen bunu bir nasihat olarak al dedim.
Zenginlerin mütevazı olmaları güzeldir. Fakir ve dervişlerin
de müstağni davranmaları güzeldir. Çünkü hastalıkların tedavisi ve
ilacı zıttıyla olur. Gönderdiğiniz üç mektuptacda, maksadınız tevazu
olsa da, müstağni davranmaktan başka bir şey anlaşılmadı. Son
mektubunuzda, Allah Teâlâ’ya hamdüsenâ ve Resulüllaha salatü
selamdan sonra kardeşim bilsin ki, ifadesi yazıldı.
Bu mektup kime yazılıyor? Nereye gönderiliyor? Bu ifadeyi
yeniden iyice bir daha düşünmelidir. Siz bu dervişlere çok hizmet
ettiniz. Lakin iyi bir netice elde etmek için edebe riayet etmek lazım
ve zaruridir. Edebe riayet edilmezse, dikenli ağaç gibi olup bir işe
yaramaz boş yere uğraşılmış olur. Evet, Nebi aleyhisselamın takva
ehli olan ümmeti, külfetten, riya ve gösterişten beridirler. Ancak
kibirli kimselere karşı kibirlenmekte sadakadır.
Hâce hazretleri için bir şahıs, o mütekebbirdir demiş, Hâce
Bahaddin hazretleri de benim kibirlenmem Allah subhanehünün
Kibriya’sından ileri gelmektedir. Cevabını vermiştir. Hiç kimse bu
dervişleri zelil ve hakir zannetmesin. Zira; “Saçı sakalı karışmış tozlu
topraklı, kapılardan kovulan nice kimseler vardır ki, bir iş için Allah

334

Teâlâ’ya yemin etse, onu yalancı çıkarmamak için Allah sübhanehü
onun yeminini yerine getirir”
sözü aleyhissalatu vesselamın Hadisidir.
Şiir;
Dertlerimin birazını açtım.
Usanırsın diye korktum.
Başka söylenecek sözleri bıraktım.
Aziz sevenlerinizin ve samimi dostlarınızın, işin aslına uygun
ve münasip davranmaları, vuku bulan şeyleri size ulaştırmaları,
meşveretlerinde kendilerinin iyiliği için değilde sizin iyiliğinize olan
şeyleri nazarı itibara almaları lazımdır. Zira kendi menfaatlerini
nazarı itibara almaları hıyanet olur.
Bu yolculuğumdaki esas gayem, sizin faidenize olan bazı
şeyleri size ifade etmekti. Ancak dostlarınız size kavuşmam için beni
bırakmadılar. Dolayısıyla bu tarafta kusur aramayın.
Bu sözler her ne kadar ilk nazarda acı olsada, sizi övenler ve
size meyil ve muhabbet edenler çoktur. Siz onlarla yetinin.
Dervişlere muhabbet ve meveddetten maksat; dervişlerin, gizli ayıp
ve kusurlarına vâkıf olmaları, onların kötü ve rezil huylarından
kurtulmalarıdır.
Lakin şunun bilinmesi lazımdır. Bu sözleri eziyet olarak
değilde, kalbten gelen sevgi ve nasihat olarak kabul etmelidir.
Şunu kesin olarak bil ki, Hâce Muhammed bir gün önce
gelseydi, bu fakir her halde size mülaki olacaktı. Lakin Serhend
yolunda rastladı. Müsamaha etmeniz umulur.
Her türlü hayır Allah subhanehünün yaptığındadır.

1. CİLT
69. MEKTUP

Hanlar Hanı’na;
Tavazunun dünya ve ahirette manen yükselmeye sebep
olduğunu,
Kurtuluşun Fırkâ-i Nâciye olan Ehl-i sünnet vel-cemaate tabi
olmaya bağlı olduğunu beyan hakkında yazılmıştır.
Allah Teâlâ’ya hamdüsenâ, Resulullaha salat-u selam olsun.

335

Mevlana Muhammed Sıddik ile beraber gönderdiğiniz şerefli
mektubunuz ulaştı, ikramda bulundunuz. Allah sübhanehü bizden
dolayı sizi mükâfatların en hayırlısı ile mükâfatlandırsın. Siz
dervişler ile olan edebe riayet ederek, sözü tevazu ile söylediniz.
Sizin bu tenezzülünüzün, “kim Allah için tevazu ederse Allah
onu yükseltir” Hadis-i şerifi mucibince hem dinî yönden hem de
dünyevi yönden yükselmenize sebep olmasını ümit ederim. Hatta bu
durum sizin için bir müjdedir. Öyle ki, siz sözü inabe ve müracaat
arasında söylediniz. Bir düşün, bu inabe dervişlerden bir dervişin
eliyle vaki oldu. Sen bunun semeresini ve neticelerini bekle.
Ancak mümkün mertebe bunun hukukuna riayet etmelisin.
Biz vasiyet ve nasihatlerden hangi birini yazalım? İlimlerden ve
maariften hangi birini anlatalım? Müçtehit âlimler ve hakiki sofiler,
bunları uzunca anlatmakta kusur etmediler. Allah sübhanehü onların
gayretlerini kabul etsin.
Bazı arkadaşların, sermayesi az şu fakirin müsveddelerinden
sizin hizmetinize ulaştırdığını zannediyorum. Sizin şerefli nazarınızın
vaki olduğunu görüp okuduğunuzu umuyorum. Hulasa olarak;
kurtuluş yolu, her işte ve sözde, usul ve füruda ancak Ehl-i sünnet
vel-cemaata tabi olmaya bağlıdır. Çünkü onlar Fırkâ-i Nâciyedir.
Bunların haricindeki fırkalar, helâk ve yok olmaya maruzdur.
Birisi bunu bilsin veya bilmesin. Amma yârin herkes bunu
bilecektir. Fakat faide vermeyecektir. Allah’ım ölüm bizi
uyandırmadan önce sen bizi uyandır. Seyyid İbrahim eski günlerden
beri bu yüksek kapıya mensuptur. Davet yolunda da muntazamdır.
Kerem sahiplerinin ona yardım etmesi, onun elinden tutması
lazımdır. Taki onu ve ehlini fakirlikten ve acziyyetten kurtarsınlar da
kalbi ve gönlü rahat olup dünya ve ahiret selameti için dua ile meşgul
olsun. Vesselâm.

1. CİLT
157. MEKTUP

Hâkim Abdülvehhab’a;
Büyüklerin yanında tevazu ve ihtiyaç izhar etmenin,
Akaidi tashih etmenin lüzumunu beyan hakkında yazılmıştır.

336

Sen bil ki; sen buraya kadar geldin, ayaklarını yordun, sonra
da sür’atle ayrılıp gittin. Sohbet hukukunun bazısını dahi yerine
getirmeye fırsat bulamadık.
Hal bu ise bir araya gelmekten ve toplanmaktan maksat, ya
faide vermektir veya faidelenmektir. Bir meclis ve sohbet bu iki
hasletten hali olduğu zaman, o meclisin bir kıymeti ve itibarı olmaz.
Bu yolun büyüklerinin huzuruna varıp istifade etmek isteyen
kimsenin, dolu olarak dönmesi için, kalbini boşaltması lazımdır. O
manevî büyüklerin şefkatlerine nail olması ve feyizlerine müstahak
olması için, onların yanında acziyet ve yokluk izhar etmesi lazımdır.
Gelip susuz olarak dönmekte, bir mana ve fayda yoktur.
Kalbe illet ve hastalıktan başka bir şey dolmuyorsa bir araya
gelmenin bir faydası yoktur. Tuğyan ve azgınlıktan başka bir faydası
olmuyorsa müstağni davranmanın da bir faydası olmaz.
Hâce Bahaeddin kuddise sirruhu şöyle buyurdu. Öncelikle
hasta olan kimse tazarru ve inkisar içerisinde olmalıdır ki, hatırlı ve
kırık gönüllü ona teveccüh etsin. Tazarru ve inkisar, boynu bükük ve
mütevazı bir halde olmak, bu ikisi teveccühün şartındandır.
Bunların hepsiyle beraber, bu ara bir ilim talebesi geldi.
Benden o tarafa bir tavsiyede bulunmamı istedi ve bazı isteklerde
bulundu. Sırf onun buraya gelmesinin dahi bir hak teşkil ettiği ve
benim tarafımdan imkân nisbetinde yerine getirilmesinin lazım
olduğu hatırıma geldi.
Şüphesiz vaktin ve durumun icabı olarak geçeni tedarik ve
telafi etmek için, kalem diliyle bir takım sözler yazdım. Sizin
tarafınıza gönderdim. Allah sübhanehü doğruları ilham eder, iyi
işlerde de muvaffak kılar.
Ey saadete eren kimse; öncelikle size ve bize lazım olan;
layık olduğu ve olması lazım geldiği gibi, Ehl-i sünnet âlimlerinin
kitap ve sünnetten aldıkları şekilde, kitap ve sünnete uygun olarak
akaidi düzeltmektir. Çünkü ehl-i sünnet âlimlerinin görüşlerine
uymadığı zaman, bizim anlayışlarımıza ve sizin anlayışlarınıza itibar
olunmaz.
Görmüyor musun? Her bid’atçı ve sapık görüşlüde, kendi
batıl görüşlerini kitap ve sünnetten aldığını, onları kitap ve sünnetten

337

anladığını iddia ediyor. Hâlbuki haktan yana elde ettiği hiçbir şey
yoktur.
İkinci olarak; size ve bize lazım olan, helâl, haram, farz, vacip
gibi şer’i hükümleri bilmektir.
Üçüncü olarakta; bu ilmin icabına göre amel etmektir.
Dördüncü olarak; bunlardan sonra kerim sofilere mahsus olan
nefs tasfiyesi ve tezkiyesidir.
Akait sahîh ve düzgün olmadıkça, şer’i hükümleri bilmek bir
fayda ve menfaat vermez. Sahîh itikat ve şeriata muvafık amel
tahakkuk etmediği takdirde, amelin bir faidesi olmaz. Üçü birden
elde edilmezse nefsin tasfiye ve tezkiyesi muhaldir.
Bu dört temel esasın haricinde, bu dört temel esası
tamamlayan, eksiklerini ikmal eden hususlar, farzları tamamlayan
sünnetler gibidir. Bu dört temel esası ve onların eksiklerini ikmal
eden ve tamamlayan şeyleri terk edip başka şeylerle meşgul olmak,
hepsi fuzûlî olup mâlâyanîye dâhildir.
Hadis-i Şerif; “Kişinin mâlâyanîden, önemsiz ve lüzumsuz
şeylerden yüz çevirip ehemmiyetli ve önemli işlerle meşgul olması
iyi Müslüman olmasındandır.”
Hidayete tabi olanlara ve Mustafa aleyhissalatu vesselama
tabi olanlara selam olsun.

338

KALBİN EHEMMİYETİ
HAKKINDA
MEKTUPLAR

1. CİLT
39. MEKTUP
Şeyh Muhammed Çeteri’ye;
İşin aslının kalb olduğunu,
Kalb ile yapılmayan, gösterişten ibaret olan, resmî ibadetlerden
ve sûrî amellerden, bir fütuhatın, manevî bir kapının açılmayacağını
beyan hakkına yazılmıştır.
Allah sübhanehü Seyyidülbeşer aleyhissalatu vesselam
hürmetine, bizleri kendisinden başka her şeyden kalben yüz
çevirmeyi ve kendi kutsî yönüne yönelmeyi nasip etsin.
Sen bil ki; işin aslı ve esası kalbe dayanır. Eğer kalb Hakk
sübhanehüden başka şeylere meftun ve alakalı olursa, böyle bir kalb
harap olup zikir ve hayırdan mahrumdur. Resmi ve gösterişten ibaret
olan ibadetlerden, sadece sûrî amellerden, manevî ve uhrevî bir şey
elde edilmez.
Bilakis, kalbin Allah Teâlâ’dan başka her hangi bir şeylere
iltifat ve meyletmesinden kurtulması ve selamet bulması, aynı
zamanda şeriatın yapılmasını emir ettiği, bedenle alâkalı amellerin de
yerine getirilmesi, elbette ve kesinlikle lazım ve zaruridir. Sâlih
amelleri yerine getirmeden, kalbin selamet bulmasını iddia etmek, şu
hayatta bedensiz bir ruhun varlığını düşünmek gibidir ve bâtıldır.
Kalıp ve bedenle alakalı sâlih ameller yapılmadan, kalbi hallerin
hâsıl olması da muhaldir. Bir takım mülhit ve inkârcılar, şu zamanda
bu davayı iddia ediyorlar.
Allah sübhanehü Habibi aleyhissalatu vesselam hürmetine,
bizleri onların kötü itikatlarından kurtarsın.

339
1. CİLT
42. MEKTUP

Şeyh Derviş’e;
Kalbin pasını gidermenin,
Kalbi nurlandırmanın en faziletli yolunun, sünneti seniyyeye
tabi olmak olduğunu beyan hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehü size selamet versin.
Allah sübhanehü sizi baki kılsın.
Sen bil ki; insan, Allah Teâlâ’dan başka muhtelif şeylerle
ilgilenip kalbini günah kirleriyle kirlettiği müddetçe, manevî
nimetlerden ve manevi lezzetlerden mahrum olur.
Şu halde; her şeyi cemedip içine alan ve hakiki ayna
mesabesinde olan kalbin, Allah sübhanehüden başka şeylere
muhabbet etmesinden meydana gelen günah pasını silmek ve onu
cilalayıp parlatmak elbette lazımdır.
Bu günah paslarını gidermekte en faziletli ve üstün cila,
sünneti seniyyeye tabi olmaktır. O sünnetin sahibine salatü selam ve
tahiyyat olsun.
Bu anlatılan hususlar; nefsanî adetleri kaldırmaya, yapılması
nefs tarafından istenilen işleri ortadan kaldırmaya, zulmanî
merasimleri defedip yok etmeye bağlıdır.
Bu büyük nimete nail olanlara müjdeler olsun.
Bu yüksek nimetten mahrum olanlara da yazıklar olsun.
Başka bir dilek ve arzum; aziz kardeşim Meyan Muzaffer,
insanların eşrafından ve büyüklerin evladından, etraf ve çevresinde
de birçok insan olan merhum Eşşeyh Kehreven’in oğludur. Yardım
ve merhamet olunacak birisidir. Bundan ziyade başınızı ne ile
ağrıtayım?
Size ve hidayete tabi olanlara selam olsun.

1. CİLT
46. MEKTUP
Seyyid Nakip Şeyh Ferid Buhari’ye;
Vacib-ül-vücud olan Allah Teâlâ’nın mevcudiyetinin,
Allah Teâlâ’nın vahdaniyetinin,

340

Muhammed sallallahü aleyhi vesellemin nübüvvet ve
Risalet’inin,
Allah Teâlâ’dan getirdiği her şeyin hasta olmayan selim bir
kalb ile anlaşılabileceğini, bunların düşünmeye ve delile muhtaç
olmayacak şekilde açık olduğunu beyan hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehü sizi kıymetli ecdadınızın yolunda sabit
kılsın. Onların hepsine selam olsun.
Sen bilesin ki; Allah Teâlâ’nın varlığı, Allah subhanehünün
birliği, hatta Muhammed Resulullah sallallahü aleyhi vesellemin
nübüvveti, hatta onun Allah sübhanehüden getirdiği her şey açıktır.
Kalb ve kuvve-i müdrike, düşük afetlerden ve manevî
hastalıklardan salim olduğu takdirde, bunların anlaşılması
düşünmeye ve delile muhtaç olmaz. Bu hususta delile bakmak ve
düşünmek, ancak bir manevî illet veya bir afet sabit olduğu zaman
olur. Manevi kalb hastalığından kurtulduktan, gözden perde
kalktıktan sonra, bunlardan açıkça anlaşılmayan bir şey kalmaz.
Görmüyor musun? Safra hastası olan bir kimseye, safra
hastalığı devam ettiği müddetçe bal ve şekerin tadını anlatmak ve
ispat etmek için bir delile ihtiyaç olur. Fakat safra hastalığından
kurtulduğu zaman asla bir delile ihtiyaç olmaz. Haddi zatında bal ve
şeker aynı olduğu halde hasta olup olmaması arasında durum
farklılaşıyor.
Görmez misin? Gözleri şaşı olan kimse gördüğü bir şeyi iki
olarak görür. Gördüğü şeyin bir olmadığına, iki olduğuna hükmeder.
O bu hususta mazur sayılır. Fakat onun hastalıktan dolayı vermiş
olduğu bu hüküm, işi bedihi ve açık olmaktan çıkarıp nazarî ve
düşünmeye muhtaç hale sokmaz. İstidlal meydanının cidden dar
olduğu bir hakikattir. Düşünmekle, delil ortaya koymakla ve
nazariyat ile yakini imanın elde edilmesi mümkün değildir.
Safra hastası olan kimseye bal ve şekerin tatlı olduğunu
yakinen ispat etmek için delil getirmekle uğraşmaktansa, onun safra
hastalığını gidermek daha zaruri olduğu gibi, yakini imanın elde
edilmesi için manevî kalb hastalığını gidermek zaruridir. Bir safra
hastası, kendisinde var olan safra hastalığı sebebiyle şekerin acı
olduğuna karar verip söylerken, delil getirerek şekerin tatlı olduğuna
yakinen ve kesin olarak nasıl inandırılabilir?

341

Anlatmaya çalıştığımız mevzuda da durum aynıdır. Zira nefs-i
emmâre bizzat, şer’i hükümleri inkâr eder. Tabiatına zıt olduğuna
hükmeder. Gösterilen delilleri inkâr etmekle beraber, delil getirerek
doğru olan bu hükümlere, nefsi yakinen inandırmak cidden zordur.
Şu halde; Nefsi temizleyip tezkiye etmeden, yakini imanın elde
edilmesi zor olduğu için, nefsi tezkiye etmek zaruridir.
Allah Teâlâ; Nefsini tezkiye edip temizleyen kesin
kurtuldu. Nefsini kirleten de kesin perişan oldu. (Şems Suresi,
91/9-10.ayetler) buyuruyor.
Kesin olarak anlaşıldı ki; bu ayan beyan açık olan şeriatı ve
temiz dini inkâr edenler, şekerin tatlı olduğunu inkâr eden kimse gibi
hasta ve maluldürler.
Şiir;
Kuşluk güneşi doğduğu zaman
Gözü olmayan kimsenin onu görmemesi güneşe zarar vermez.
Tasavvuftaki seyrusulükten, nefs tezkiyesinden, kalb
tasfiyesinden maksat; hakiki imanın tahakkuk etmesi için, Allah
Teâlâ’nın; Onların kalblerinde hastalık var. (Bakara Suresi,2/10)
ayetinde işaret buyurulan manevî afetleri ve kalbin manevî
hastalıklarını gidermektir.
Bu manevi hastalıklar ile beraber, iman mevcut olursa o iman
sadece zâhiri imandır. Çünkü nefs-i emmâre onun hilafına
inanmaktadır. Nefs-i emmâre küfür üzerine israr etmektedir.
Bu sûrî imanın misali; şekerin tatlı olmadığına şahit olmuş ve
karar vermiş safra hastasının, şekerin tatlı olduğuna inanması gibidir.
Şekerin tatlı olduğuna hakikaten ve yakinen inanması, safra
hastalığının giderilmesiyle hâsıl olduğu gibi, şer’i hükümlere
hakikaten ve yakinen olan imanda, ancak nefs tezkiyesinden ve nefs
mutmainne mertebesine erdikten sonra elde edilir. İşte bu takdirde
iman vicdani olup imanın tadına varılır. Bu hale gelmiş olan iman,
son nefes dâhil yok olmaktan mahfuzdur.
Allah subhanehünün; Dikkat ediniz ki, Allah’ın veli
kullarının üzerine korku yoktur. Onlar mahzun da
olmayacaklardır. (Yunus Suresi,10/62) Ayeti bunlar hakkındadır.

342

Allah sübhanehü ümmî Nebi ve Kurayşî olan aleyhissalatu
vesselam hürmetine bizleri kâmil ve hakiki iman şerefiyle müşerref
kılsın.

1. CİLT
60. MEKTUP

Seyyid Mahmud’a;
Kalbe gelen düşüncelerin ve vesveselerin tamamını defetmek
hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehü bizleri, mukaddes zatıyla devamlı
alâkalanma şerefiyle müşerref kılsın. Çünkü hakiki hürriyet ancak
bunun tahakkuk etmesindedir.
Hatıra gelen lüzumsuz şeyleri tamamıyla yok etmek,
vesveseleride defetmek, Hacegan yolunda vardır. (kadesallahü
esrarehüm.) Hatta bu taifenin bazı meşayihi, hatıra gelen uygun
olmayan düşünceleri mülahaza etmek ve onları o müddet zarfında
kalbten yok etmek için erbaine oturmuşlar, kırk gün bununla meşgul
olmuşlardır.
Bu makamda Hazret-i Hâce Ubeydullahilahrar kadesallahü
sirrehü; kalbe doğan düşünceleri yok etmekten murat ve maksat;
matlup olan Allah sübhanehüye devamlı teveccühe ve yönelmeye
mani olan, hatıra ve düşüncelerden kurtulmaktır. Yoksa mutlak
manadaki düşünceler değildir buyurdu.
Bu silsile-i aliyyenin samimi mensuplarından birisi;
Rabbinin sana verdiği nimetleri anlat. (Duhâ Suresi,93/11) Ayet-i
Kerimesi mucibince, kendi halinden haber vererek şöyle söylüyor;
Kalbe gelen his ve düşünceleri yok etmek öyle bir dereceye ve
mertebeye ulaşır ki, faraza bana Nuh aleyhisselamın ömrü verilse
benim kalbime o lüzumsuz his ve düşüncelerden bir şey gelmez. Bu
durum tekellüf ile de değildir. Zorlayarak olan bir durum değildir.
Zira tekellüf ve zorlayarak olan her şey muvakkat ve geçicidir.
Devamlı olmayı kabul etmez. Hatta öyle ki bu lüzumsuz düşünceleri
hatırına getirmek için senelerce kendisini zorlasa asla bunları kalbine
getiremez.

343

Kalbe gelen bu düşünceleri menetmek için erbain tayin
etmek, erbaine girmek, kırk gün ölmeyecek kadar yiyerek bir yerde
inzivaya çekilmek, tekellüf ve zorlanmak demektir.
Tekellüf, amelleri yaparken zorlanmak, tarikat mertebesinde
olan bir durumdur. Hakikat mertebesi ise tekellüften, amelleri
zorlanarak yapmaktan, yapmacık amellerden kurtulmak demektir.
Tarikatte yadkerd, zikir etmek, hakikatte yaddeşt unutmamak
vardır. Şu gerçek ve hakikat ortaya çıktı ki, kalbe gelen lüzumsuz
düşünceleri on gün ve kırk gün gibi bir vakitte muvakkat olarak men
etmek yukarda da anlatıldığı gibi muhaldir.
Çünkü tekellüf olması hasebiyle bunun devamlı olabilmesi
tarikat mertebesinde tasavvur olunamaz. Bu halin devamlı olması
ancak hakikat mertebesinde olur. Çünkü hakikat mertebesinde
tekellüfe yer yoktur. Şu halde tekellüf mertebesi olan tarikatte, kalbe
hatıraların gelmesi, Allah Teâlâ’ya devamlı teveccüh edip yönelmeye
mani olur.
Silsile-i aliyyenin müptedilerinin, yeni başlayanlarının
kalblerindeki devamlı teveccüh hali başka bir iştir. Bizim anlatmaya
çalıştığımız daimi teveccüh ise hakikat mertebesinde olan yaddaşt
hiç unutmamak halinden ibarettir ki; bu hal kemâl mertebesinin
nihayeti ve en sonudur.
Abdülhalik kuddise sirruhu şöyle buyurdu; “Hakikat
mertebesindeki hiç unutmama hali olan yaddaşt mertebesinden ötede,
başka manevî bir makam yoktur.” Bu ve emsali manevî halleri
açıklamaktan maksat ve gaye, inkârcıların inkârlarını
ziyadeleştirmekten başka bir şey olmasa da, bu tarikat-ı aliyyenin
taliplerini teşvik etmek içindir.
Allah Teâlâ bununla birçoklarına hidayet eder.
Birçoklarını da sapıtır. (Bakara Sûresi, 2/26. Ayet)
Mesnevîden bir beyt;
Çirkini güzel gören perişan oldu.
Keskin görüşlü kimse kurtuldu.
Nil nehri Kıptiler için kan oldu.
Yakub’un çocukları için su oldu.
İşte bu en büyük ibretlerden oldu.
Orda olanlara selam ve ikram olsun.

344
1. CİLT
82. MEKTUP

İskender Han Lodi’ye;
Kalb selameti için masivânın unutulmasının lazım olduğunu,
Masivâyı unutmaya, fenâ makamı denildiğini beyan hakkında
yazılmıştır.
Allah sübhanehü Seyyidülbeşer aleyhissalatu vesselam
hürmetine sizi daima kendisiyle beraber kılsın. Sizi kendisinden
başka herhangi bir mahlûk ile beraber olmaya terk etmesin. Size ve
bize lazım olan, kalbin Hakk subhanehünün gayrısından, onun razı
olmayacağı şeylerden salim olmasıdır.
Bu kalb selameti ancak, kalbe Hakk subhanehünün rızasından
başka bir şey gelmediği zaman nasip ve müyesser olur. Kalbe, Allah
Teâlâ’nın rızasından başka şeylerin düşüncesinin gelmemesi, o
şeyleri unutmaya bağlıdır. Bu taife-i aliyyeye göre buna fenâ makamı
denilir. Bu unutma hali öyle bir raddeye gelir ki; faraza onlar, Allah
Teâlâ’nın rızasından başka şeyleri düşünmek ve onları kalbe
getirmek için kendilerini zorlasalar, ebediyyen hatırlayamazlar.
Bu nisyan hali, Allah Teâlâ’dan başka şeyleri unutma hali, bu
mertebeye ulaşmadıkça kalb selameti muhaldir. Bu mertebede ve bu
derecede masivâyı unutmak, şu an mağripteki Anka kuşu gibi olup
bulunmaz oldu. Hatta Anka misali dahi bunu anlatmaya yetmez.
Şiir;
Nimet sahiplerine nimetleri afiyet olsun.
Âşık miskine yudum, yudum içtiği yeter.
Daha fazla ne yazayım?
Baştan sona herkese selam olsun.
1. CİLT
83. MEKTUP

Bahadır Han’a;
Zâhir ve bâtını bir araya getirmek,
Şeriat ve hakikat üzere istikamet sahibi olmak hakkındadır.
Allah sübhanehü Seyyidülmürselin aleyhissalatu vesselam
hürmetine, rızasının haricinde bir takım muhtelif şeylerle

345

alâkalanmaktan necat ve kurtuluş nasip etsin. Sizi tamamıyla kendi
kutsî tarafına ve rızasına yönelmiş kılsın.
Şiir;
Kimin kalbinde hardal tanesi kadar,
Hakk subhanehünün rızasından başka bir istek olursa
Sen onu manen hasta olarak bil.
Zâhiri ve görünen yönü şeriat-ı garra-i Ahmediyye ile
süslemek, bâtın ve kalbi de, devamlı Allah Teâlâ’ya bağlamak çok
büyük bir iştir. Bu iki büyük nimet ile kim müşerref olursa, büyük bir
manevî devlete sahip olmuştur.
Şu vakitte bu zâhiri ve bâtını, iki nisbeti cem edip toplamak,
hatta zâhiri şeriat üzerine istikamet cidden çok kıymetli olup az
bulunur. Hatta öyle ki, kibrit-i ahmer denilen, nadir ve çok az
bulunan madenden dahi daha kıymetlidir.
Allah sübhanehü kemal-i kereminden, seyyidülevvelin
vel’ahirin aleyhissalatu vesselama zâhiri ve bâtıni yönden tabi
olmakta istikamet nasip etsin.
1. CİLT
91. MEKTUP

Şeyh-i Kebir’e;
Sahîh itikat ve amal-i sâlihanın kutsî âleme uçmak için iki
kanat mesabesinde olduğunu,
Şer’i amellerden ve manevî hallerden maksadın nefsi tezkiye ve
kalbi tasfiye olduğunu beyan hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehü bize ve size sünnet-i seniyyeye tabi olma
istikametini nasip etsin. Onun sahibine salatuselam olsun.
Sen bil ki; evvela bir insana olmazsa olmaz bir şekilde lazım
ve zaruri olan şey, Fırkâ-i Nâciye olan Ehl-i sünnet vel-cemaat
âlimlerinin görüşlerine muvafık ve uygun bir şekilde itikadı
düzelmektir. İkinci olarak ta, fıkhî hükümlere uygun şekilde amel
etmektir.
İtikat ve amel ile alâkalı iki kanat mesabesindeki şu iki şey
hâsıl olunca kutsî âlem tarafına uçmayı ve yükselmeyi kast etmelidir.
Esas ve asıl iş budur başkası boştur.

346

Şeriatın emrettiği amelleri yapmaktan, hakikat ve tarikat ile
elde edilen manevî hallerden maksat ve hedef; nefsi çirkin huylardan
temizlemek, kalbi de masivâdan, Allah Teâlâ’nın rızasından başka
her şeyden arındırmaktır. Nefs ahlâk-ı zemimeden temizlenmedikçe
kalb için selamet oluşmaz. Necat ve kurtuluş kendisine bağlanmış
olan hakiki iman da hâsıl olmaz. Kalbin selameti ancak, kalbe hiçbir
şekilde asla Allah Teâlâ’nın rızasından ve muhabbetinden başka
düşünceler gelmediği zaman düşünülür.
Öyle ki, mesela üzerinden bin sene dahi geçse kalbine masivâ
gelmeyecek ve kat’iyyen o düşünceler kalbinden geçmeyecek halde
olmalıdır. O takdirde kalb için külliyen masivâyı unutmak hâsıl olur.
Hatta ona zorla masivâ hatırlatılmak istense o asla hatırlamaz.
İşte bu hal ve durum tasavvufta “fenâ makamı” diye tabir
olunur ki, bu yoldaki ilk adım budur.
Başında ve sonunda herkese selam olsun.
1. CİLT
92. MEKTUP

Şeyh-i Kebir’e;
Kalbin sükûnet bulup rahatlamasının ancak zikirle olacağını
beyan hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehü bizi ve sizi Mustafa aleyhissalatu
vesselamın şeriatı üzerinde sabit kılsın.
İyi biliniz ki, kalbler ancak Allah Teâlâ’yı zikir etmekle
mutmain ve huzurlu olur. (Ra’d Sûresi,13/ 28. Ayet)
Kalbin huzurlu ve rahat olmasının yolu, ancak Allah Teâlâ’yı
zikretmek iledir. Nazar ve istidlal ile delil bulmak ve delile bakmak
ile değildir.
Şiir;
Hüccet ve delil erbabının öne sürdükleri deliller,
Çanak, çömlek gibidir.
Onun sağlamlığından Ne olur ki?
Ben ona üzülürüm.
Her ne kadar hakikatte asla bir münasebet olmasa da, zikir
esnasında, Allah sübhanehü ile bir nev’i münasebet elde etmek

347

vardır. Toprak ile her şeyin Rabbi olan Allah Teâlâ’nın ne
münasebeti olur ki?
Ancak zikredenle zikir olunan Allah sübhanehü arasında bir
nev’i irtibat, manevi bir bağ ve muhabbeti icap eden bir alâka ve
münasebet oluşur.
Zikir yapan kimseyi, sevgi ve muhabbet istila ettiği zaman,
ondan sonra kat’iyyetle kalbte itmi’nan, huzur ve sükûnet hâsıl olur.
İş kalbin mutmain, huzur ve rahat olmasına varınca, elde edilen
manevî kazanç ve sermaye, ebedî devlet ve nimet, dünya ve ahiret
saadeti olur.
Şiir;
Daima siz Hakk Teâlâyı zikir ediniz.
Zira zikir, kalblerin cilası, ruhlarında gıdasıdır.
Başında ve sonunda herkese selam olsun.
1. CİLT
105. MEKTUP

Hâkim Abdülkadir’e;
Bir hasta iyileşmedikçe gıdaların ona faide vermeyeceğini
beyan hakkında yazılmıştır.
Hekim ve tabiplerin kesin olarak söyledikleri bir husus vardır.
Bir hastanın hastalığı devam ettiği müddetçe gıdaların en lezzetlisi ve
en güzeli olsa da, asla ona gıda faide vermez. Bilakis o gıdalar onun
hastalığını kuvvetlendirir.
Şiir;
Hasta olan kimsenin yediği yemekler,
İyileşmedikçe hastalık yapar.
Onun için hekimler evvela hastanın hastalığını gidermek için
uğraşırlar, daha sonra tedricen haline ve mizacına uygun gıdalar
vererek kuvvet elde etmesi için gayret ederler.
Allah Teâlâ; Onların kalblerinde hastalık var. (Bakara
Suresi,2/10) buyurduğu gibi. İnsanda böyledir; kalbi, manevî
hastalığa müptela olduğu müddetçe, hiç bir ibadet ve taat asla ona
faide vermez. Bilakis ibadet ve taat ona zararlı olur.
Zira nice Kur’ân okuyanlar vardır ki, okuduğu Kur’ân ona
lanet eder. Hadis-i Şerifi herkes tarafından bilinir.

348

Yine nice oruç tutanlar vardır ki, tuttuğu oruçtan ona sadece
çektiği açlık ve susuzluk kar kalır. Hadis-i Şerifi de sahîh bir hadistir.
Manevî kalb doktorları da tedavilerinde evvela manevî hastalığın
giderilmesini emir ederler.
Manevî hastalık; kalbin Hak subhanehünün rızasından ve
sevgisinden başka şeylerle alâkalanmasından, hatta insanın kendi
nefsiyle dahi alâkalanmasından ibarettir. Çünkü insan her ne zaman,
bir şeyi sever ve isterse onu kendi nefsi için sever ve ister.
Mesela; insan evladını severse onları kendi nefsi ve menfaati
için sever. Mal, riyaset, makam sevgi de öyledir. İnsan bunları da
kendi nefsi ve menfaati için sever.
İnsan; kalbini manevî hastalıklardan tedavi edip kalbi selamet
bulmadıkça onun hakikatte mabudu nefsidir.
İnsan bu alâka ve bağımlılıklardan kurtulmadıkça, onun
kurtulması için bir ümit yolu yoktur. Şu halde akıl sahibi âlimlere ve
basiret sahibi hekimlere bu manevî hastalığı gidermek lazım ve
zaruridir.
Anlayışı olana işaret kâfidir.
1. CİLT
109. MEKTUP

Hekim Sadr’a;
Kalbin selameti,
Masivâyı unutması, hakkında yazılmıştır.
Sen bil ki; Ehlullah ve evliyaullah, manevî kalb
hastalıklarının doktorlarıdır. Manevî ve bâtıni hastalıkların
giderilmesi o büyüklerin teveccühüne bağlıdır. Onların bu husustaki
sözleri deva ve ilaçtır. Onların nazar ve teveccühleri şifadır. Onlar ile
oturanlar şaki, eşkıya olmazlar. Onlar Allah Teâlâ’nın komşularıdır.
Onların duaları bereketiyle yağmurlar yağar. Onların duaları
bereketiyle insanlar rızıklanırlar.
Manevî kalb hastalıkların ve bâtıni illetlerin başı, kalbin Hak
sübhanehunun rızası ve muhabbetinden başka şeylere alâka duyması
ve bağlanmasıdır. Kalbin bu alâka ve irtibattan kurtulması,
tamamıyla mümkün ve müyesser olmadıkça selamet ve kurtuluş
muhaldir. Çünkü hak sübhanehu için, şirket ve ortağa imkân yoktur.

349
Agâhı mütenebbih olunuz.
İyi biliniz ki; Allah için ancak halis ve samimi olan din
vardır. (Zümer Suresi,39/3)
Durum böyle olduğu halde; bir de ortak galip kılınırsa, Allah
sübhanehüye olan sevgi ve muhabbet neredeyse yok sayılacak
şekilde, başkaları Allah Teâlâ’dan daha çok sevilirse, hayâsızlığın ve
çirkinliğin son haddi olarak her şeyin sevgisi Allah Teâlâ’nın
sevgisinden çok daha fazla olursa, Aleyhissalatu vesselamın; “Hayâ
imandandır,” Hadis-i Şerifindeki hayâ, bu hayâ olmalıdır.
Kalbin Allah Teâlâ’dan başka her şeyden alâkasını kestiğinin
alameti; eşyayı, Allah sübhanehüden başka şeyleri hatırlaması için
zorlansa dahi hatırlamayacak şekilde masivâyı külliyyen
unutmasıdır.
Böyle bir makamda, kalbin eşya ile Allah sübhanehüden
başka şeylerle alâkalanmasına nasıl takat ve imkân olur?
Ehlullah yanında bu manevî hale “fenâ makamı” denilir.
Tarikattaki ilk adım budur. Nurların zuhurunun başlangıcı budur.
Hikmet ve marifetlerin elde edilmesinin menşei ve çıkış noktası
budur. Fenâ makamına ulaşıp bunlar elde edilmedikçe hepsi boştur.
Dikenli ağaç gibi faidesiz dir.
1. CİLT
111. MEKTUP

Şeyh Hamid Sünbûlî’ye;
Tevhidin manasının, kalbi, Hakk sübhanehüden başka
şeylerden halâs kılmak olduğunu beyan hakkında yazılmıştır.
Allah Teâlâ’ya hamd olsun.
Allah subhanehünün seçtiği kullarına Salatü selam olsun.
Sen bilesin ki; tevhit, kalbi Hakk sübhanehüden başka her
şeyden temizlemek ve kalbin Allah sübhanehüye samimi olarak
bağlanmasından ibarettir.
Azında azı, çok az dahi olsa, kalb Allah sübhanehüden başka
şeyler ile alâkalı olduğu müddetçe, o kalbin sahibi tevhit erbabından
olamaz. Fazilet sahipleri yanında hakikatine ermedikçe, sadece tevhit
ve tevhit itikadı sözü fuzûlîdir.

350

Evet, tevhitten, imanda ve tasdikte muteber olan tevhit
itikadından bahsetmek elbette lazımdır. Lakin başka bir mana ile “La
mabude illallah” ile “la mevcude illallah” sözlerinin ifade ettiği
manalar arasındaki fark açıktır.
İmanî tasdik, ilmidir. Bilgiyle alâkalıdır. Vicdanî idrak ise bir
hal işidir. Yaşamak ve tatmakla alâkalıdır. Bu manevî hal oluşmadan,
bundan konuşmak mahzurludur. Bu hususta meşayihden bir taifenin
konuşması iki şeyden hali olmaz. Ya manevî sarhoşluk halinin galip
olduğu, şuurları örtülü olduğu için mazurdurlar. Veya onların o
manevî halleri yazmalarından ve ortaya çıkarmalarından maksatları;
kendi hallerinin doğruluğunu ve eğriliğini bilmeleri için başkalarının
hallerine miyar ve ölçü olmasıdır. Aksi takdirde bu manevî devlet
elde edilmeden bu sırları ifşa etmek memnu ve yasaktır.
Allah sübhanehü kemâlât sahiplerinin bu manevi hallerinden
bizim gibilere bir nebze nasip etsin.
Nebi aleyhissalatu vesselam hürmetine, Mustafa aleyhissalatu
vesselamın sünnet-i seniyyesine tâbi olma istikametini nasip etsin.
Baş ağrıtan diğer bir husus; bu dua mektubunun hamili Şeyh
Hafız Meyan Abdulfettah, büyüklerin evladından olup aile efradı
bilhassa kızları çoktur. Maişet sebeplerinin azlığı, onu cömertlerin
kapısına varmaya mecbur etti. Sizden beklenen onu umduğuna nail
kılıp hususi ve umumi iltifatınıza mazhar kılmaktır.
Bundan fazlası baş ağrıtmak olur.
1. CİLT
116. MEKTUP

Molla Ahmed Lahorî’ye;
Kalbin selamet bulmasının masivâyı unutmaya bağlı olduğunu,
Masivânın kalbten külliyyen zail olmasının lazım olduğunu,
Deni ve değersiz dünyaya rağbet oluşmasın için dünya ile çok
meşgul olmamayı beyan hakkında yazılmıştır.
Beklenen mektup ulaştı. Kalbin selametini beyan hakkında
yazılanlar vuzuha kavuştu.
Evet; kalbin selameti, Allah Teâlâ’dan başka şeyleri
unutmaya, hatırlatılmak için zorlanılsa dahi, hatırlamayacak şekilde
kalbten giderilmesine bağlıdır. Bu takdirde, başka şeyleri

351

hatırlamanın bir manası yoktur. Bu manevî hale, kalbin fani olması
tabiri kullanılır. Bu manevi hal, bu yolda atılan ilk adımdır. Bu
manevî hal, istidat ve kabiliyet derecelerinin farklılığına göre,
velayet mertebelerinin kemâlâtının müjdecisidir. Aklı başında olan
kimsenin, uluvvühimmet sahibi olması, büyük düşünmesi, ceviz ve
meviz ile kanaat etmemesi lazımdır.
“Zira Allah Teâlâ ulvi düşünenleri sever.” (Hadis-i şerif
Suyuti, Camiulkebir, Taberani)
Dünya işleriyle çok meşgul olmakta, dünya işlerine rağbet ve
isteğin oluşma korkusu vardır. Kalbin selamet bulması için bu kadar
ile yetin, aldanma. Çünkü geriye dönüş imkânı ve tehlikesi vardır.
Şu halde dünyaya istek ve rağbet ortaya çıkıp, Allah korusun,
dünya ve ahiret hüsran ve yıkımı vaki olmasın diye, mümkün
oldukça dünya ile meşgul olmak için ileri atılmamalıdır.
Fakirler arasında çöplükte oturmak, zenginlerin arasında
başköşede oturmaktan çok daha üstün ve faziletlidir. Bütün himmet
ve gayreti, şu günleri, fakirlik ve yeis halinde yaşamayı tercih etmeye
harcamalıdır.
Ahireti unutturan zenginlikten ve ahireti unutan zenginlerden
aslandan kaçtığından daha çok kaç.
Herkese selam olsun.

1. CİLT
117. MEKTUP
Molla Muhammed Yar Bedahşî’ye;
İlk başlarda kalbin hislere tâbi olduğunu,
Nihayette ise bu tabiîyetin kalmayacağını beyan hakkında
yazılmıştır.
Umulur ki, Mevlana Yar Muhammed, bir müddet kalbin
hislere ve zâhiri duygulara tabi olduğunu unutmamıştır. Şüphesiz bir
şey histen ve zâhiri duyulardan uzak olduğu zaman, kalbten de uzak
olur.
Bu makam ve mertebede; “Kim gözlerine sahip olamazsa
onun kalbi yanında olmaz.” Hadis-i Şerifi varit olmuştur.
İşin nihayetinde, kalbin his, duyu ve duyguya tabiiyeti
kalmayınca, bir şeyin histen, duyu ve duygudan uzak olması, kalbten

352

uzak olmasına tesir etmez. Bilakis kalbin durumuna göre, his ve
duyu yönüyle uzak olsa da o şey kalben yakın olur.
Bu sebepten dolayı, tarikat şeyhleri, daha işin başında olanlar
ile ortada olanların, kâmil ve mükemmil şeyhin sohbetinden ayrı
kalmalarını caiz görmediler.
Hulasa olarak; bir şey tam manasıyla yapılamaz ise külliyyen
terk edilmez, hükmünce, bu yolda bulunup en beliğ şekilde kendi
cinsinden olmayan kimselerin sohbetlerinden uzak durman, Şeyh
Meyan Müzemmilin oraya gelmesini saadetin başlangıcı olduğuna
inanıp onu bir ganimet bilmen lazımdır. Ekseri vakitlerde onun
sohbetinde bulun, çünkü onun mevcudiyeti cidden aziz ve
kıymetlidir.
Herkese selam olsun.

1. CİLT
161. MEKTUP

Molla Sâlih Bedahşî’ye,
Seyrusülükten maksadın iman-ı hakikiyi elde etmek olduğunu,
İman-ı hakikiyi elde etmenin de nefsin mutmainne mertebesine
kavuşmasına bağlı olduğunu,
Nefsin de mutmainne mertebesine kavuşması için kalbin
masivâdan alâkasını kesmesinin icap ettiğini beyan hakkında
yazılmıştır.
Sen bil ki; tasavvuf ve tarikatte seyrusülük makamlarını
aşmaktan maksat ve gaye; hakiki imanın elde edilmesidir. Hakiki
imanın elde edilmesi de; nefsin mutmainne mertebesine kavuşmasına
bağlıdır. Nefs mutmainne mertebesine ermedikçe, necat ve kurtuluş
düşünülmez. Kalbin nefs üzerine siyaset ve hâkimiyeti olmadıkça
nefs de mutmainne mertebesine ulaşamaz.
Kalbin nefse hâkimiyeti ise ancak; kalb, nefs tarafından gelen
bütün kötü his ve düşüncelerden, istek ve arzulardan fariğ olup
kurtulduğu zaman, aynı zamanda, Hakk subhanehünün mahabbet ve
rızasından başka şeyler ile alâkalanmaktan kurtulup selamet bulduğu
zaman, mümkün ve müyesser olur.
Kalbin bu alakalardan kurtulup selamet bulduğunun alamet ve
işareti; kalbin, masivâllah diye tabir edilen, Allah Teâlâ’nın
muhabbet ve rızasından başka şeyleri unutmasıdır.

353

Kalbte bir tüy kadar dahi, Allah sevgisi ve rıza-i ilahi
düşüncesinden başka bir düşünce ve gaye, hedef ve maksat kalırsa,
kalbin selameti ve kurtuluşu uzaktır.
Kalbi Rabbi için salim olup kalbiselim sahibi olan kimselere
müjdeler olsun. Kalb selamet şerefiyle müşerref oluncaya kadar, nefs
de mutmainne mertebesine kavuşuncaya kadar gayret etmek
lazımdır.
Bu Allah subhanehünün bir lütfu ve fazlıdır ki, Allah
Teâlâ bunu dileyen kimselere ve dilediği kimselere verir. (Cuma
Suresi,62/4)

1. CİLT
278. MEKTUP

Abdülkerim Senamî’ye;
Her insana, akaidini tashih ettikten,
Şeriatın ahkâmına uygun amel ettikten sonra,
Kalb selametini elde etmenin lüzum ve ehemmiyetini beyan
hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehüye hamd olsun. Seçtiği kullarına salatü selam
olsun.
Kardeşin mektubu ulaştı. Sevinmemizi mucip oldu. Ashap ve
arkadaşlara, yapmaya devam ettiğim ve ömrüm bitinceye kadar
yapmaya devam edeceğim nasihat; evvela, Ehl-i sünnet vel-cemaata
mahsus kelam kitaplarında anlatılan şeylere uygun olarak, itikadı
tashih edip düzelttikten sonra, (Allah Teâlâ onların çalışmalarını
kabul etsin) ikinci olarak da; farz, vacip, sünnet, mendüp, helâl,
haram, mekruh ve şüpheli olan şeylerden yerine getirmek ve
sakınmak yönüyle şer’i hükümleri de yerine getirdikten sonra, Hakk
sübhanehüden başka şeyler ile alâkalanmasından, kalbin selamet
bulmasıdır.
Kalbin selameti; faraza bin senelik bir hayat mümkün olsa
dahi, kalbine Hakk sübhanehüden başka bir şey gelmeyecek şekilde,
kalbinde masivâ düşüncesi olmadığı zaman, ancak mümkün ve
müyesser olur.

354

Bu kalbe Allah sübhanehüden başka şeylerin düşüncesi
gelmeyecek manasına değildir. Ancak kalbe gelen şeyleri, Hakk
sübhanehüden bilip onları başkasından bilmez demektir.
Şu yukarıda anlatılan mana, tevhit murakıplarının bidayetinde
müyesser ve nasip olan bir manadır. Kalbin selameti için, esas
anlatılmak istenen ise kalbe asla bir şeyin hatırasının gelmemesidir.
Bunun oluşması da kalbin; masivâ denilen her şeyi, yani Allah
sübhanehüden ve onun rızasından başka her şeyi, unutmasıdır. Başka
şeyleri aklına dahi getirmemesidir. Öyle ki, bu haldeki birisine, zorla
Allah Teâlâ’dan başka şeyler hatırlatılmak için uğraşılsa hatırlamaz.
İşte bu hale, fenâ-yı kalb denilir ki, maneviyat yolunda ilk basamak
budur. Diğer velayet kemâlâtı bu manevî devlet ve nimet üzerine
meydana gelir.
Şiir;
Kim ki Mevla’sının mahabbetinde fani olmaz,
Mevla’sının büyüklüğünü anlamakta nasibi olmaz.
Bu büyük manevî devlete kavuşmak için en kısa ve kolay yol,
Tarikat-ı Aliyye-i Nakşibendiyye yoludur. (Kaddesellaü esrarehüm).
Çünkü Tarikat-ı Nakşibendiyye büyükleri, âlemi emirden başlamayı
tercih edip kalbten mukallibulkulüp olan Allah sübhanehüye bir yol
talep ettiler. Diğer tasavvuf erbabının, riyazet ve mücahedelerinin
yerine, Sünnet-i Seniyyeye tabi olmayı ve bid’atlerden sakınmayı
lüzumlu ve mecburi gördüler.
Hâce Bahaeddin (kuddise sirruhu) şöyle buyurdu; “Bizim
yolumuz yolların en kolayı ve en yakınıdır. Ancak Sünnet-i
Seniyyeyi yerine getirmek cidden müşkil bir iştir.”
Onlara uyanlara ve onların yollarına girenlere müjdeler olsun.
İkinci maruzat; muhibbanımızdan Kadı Muhammed Şerif’in
mektubu ulaştı. Bu, dervişlere muhabbetinden haber veriyor.
Sevinmemize vesile oldu ona selamımı tebliğ et.
Üçüncü maruzat; kardeşimiz Şeyh Habibullah’ın mektubu da
ulaştı. Merhum babasının vefatı haberini yazmış. İnna lillah ve inna
ileyhi raciun. Sizden ricam, ona da bu fakirin duasını tebliğ etmeniz
ve taziyede bulunmanızdır. Merhum babasına dua ederek imdatta
bulunsun. Fatiha okuyarak, sadaka vererek ve istiğfar ederek
yardımda bulunsun. Zira ölmüş olan denizde boğulmakta olan

355

kimseye benzer. Evladından veya babasından veya kardeşinden veya
dost ve arkadaşından ulaşacak bir dua bekler.
Dördüncü maruzatım; bana keşif yoluyla ulaşan haberde,
Şeyh Ahmed bu yolun büyüklerini tercih edip tesirinde kalmış. Allah
sübhanehü bu yolda istikameti nasip etsin. Öyle ki, müşarünileyh o
zat yeni Müslümanlardandır. Ona farsça kitaplarda anlatılan ehl-i
sünnet akaidini ve fıkhi hükümleri öğretmelisin ki, farzları, vacipleri,
sünnetleri, helâl ve haramları, mekruh ve şüpheli hususları öğrenip
uygun şekilde amel etsin. Bostan ve Gülistan kitaplarını öğrenmek ve
öğretmek mâlâyanîye dâhildir.
Herkese selam olsun.

1. CİLT
182. MEKTUP

Molla Sâlih Külabî’ye;
Kalbe gelen vesvese ve düşüncelerin, imanın kemâlâtından
olduğunu beyan hakkındadır.
Günlerden bir gün dervişler toplanmış oturuyorlardı.
Tasavvuf talebelerinin kalblerine gelen düşüncelerden ve
vesveselerden söz açıldı. Bu esnada şu Hadis-i Şerif zikir edildi.
“Ashab-ı Kiramdan bazıları Nebi aleyhissalatu vesselama, kalblerine
gelen kötü ve düşük düşüncelerden şikâyet ettiler. Biz içimizde öyle
düşünceler buluyoruz ki, onları söyleyip anlatmaktan ise kafamızın
üzerine atılmayı daha hayırlı görürüz dediler. Aleyhissalatu
vesselam, böyle oluyor mu? Diye sordu. Ashab-ı Kiramın evet ya
Resulullah demeleri üzerine aleyhissalatu vesselam; Bu mahza
imanın kemâlâtındandır.” Buyurdu. Başka bir rivayette de; “Bu
apaçık imandır buyurdu.”
Bu Hadis-i Şerifin te’vili hakkında şu an bu fakirin hatırına
şöyle geldi; en doğrusunu Allah Teâlâ bilir. İmanın kemâlâtı, yakinin
kemâlâtından, kesin ve şüphesiz olarak inanmaktan ibarettir. Yakînin
kemâlâtı ise Allah Teâlâ’ya kurbiyyet ve yakınlığın kemâlâtı üzerine
terettüp eder. Kalb ve onun üstündeki letaifler için Allah
sübhanehüye yakınlık ziyadeleştiği zaman, iman ve yakîn de daha
çok ziyadeleşir. Kalbin ve sair letaifin beden ile alakasızlığı daha çok
olur. Durum böyle olunca, kalbe gelen his ve düşünceler çok daha

356

fazla olur. Uygun olmayan vesveseler de daha açık olur. Şüphesiz
düşük ve çirkin, his ve düşüncelerin sebebi, bizzarure imanın
kemâlâtındandır. Tam ve kâmil bir imanın mevcut olmasından olur.
Bu takdirde müntehî, maneviyatta son mertebelere çıkmış,
nihayetinde nihayetine çıkmış olan kimsede kalbe gelen his ve
düşünceler çok fazla olunca, son mertebelere çıkmış olan müntehi de,
imanın tam ve kâmil olması daha şiddetli ve daha kuvvetli olur.
Çünkü imanın kâmil olması, latifelerin en latifi ile kalıbın latifesi
arasında münasebet olmamasını icap eder.
Bu anlatılan münasebetin yokluğu çok oldukça kalıp çok boş
olur. Zulmete, kedere ve bulanıklığa çok daha yakın olur. Kalıba
kötü his ve düşüncelerin gelmesi de çok daha fazla olur. Tasavvuf ve
maneviyatta daha yolun başında olanlar ile son mertebeye ulaşmamış
orta mertebede olanlarda durum böyle değildir.
Bu iki mertebede olanlar hakkında, kalbe gelen his ve kötü
düşünceler ve vesveseler onlar için öldürücü bir zehirdir. Onların
manevî hastalıklarını arttırmaya sebeptir. Sen dar ve kıt düşünen
kusurlu kimselerden olma. Bu marifet ve bilgiler bu fakire mahsus
derin marifetlerdendir.
Hidayete tabi olanlara ve Mustafa aleyhissalatu vesselama
tabi olmaya devam edenlere selam olsun.
3. CİLT
45. MEKTUP
Mevlana Sultan Serhendî’ye;
Mü’minin kalbinin şanının büyüklüğünü,
Kalb kırmanın mahzurlarını beyan hakkında yazılmıştır.
Âlemlerin rabbine hamd olsun. Muhammed Resulullaha ve
âlinin tamamına salatü selam olsun.
Allah Teâlâ’ya hamdüsenâ ve Resulüne salatü selamdan sonra
siz biliniz ki; kalb Allah subhanehünün komşusudur. Kalb gibi Allah
sübhanehüye yakın olan hiçbir şey yoktur.
İster Mü’min olsun ister asi olsun, kalbe eziyet etmekten
sakınınız. Zira komşu, asi olsa da himaye olunur. Sakın ha! Sakın
kalbe eziyet etmeyiniz. Allah sübhanehüye eziyet etmeye sebep olan
küfürden sonra, kalbe eziyet etmek kadar büyük bir günah yoktur.

357

Zira kalb, Allah sübhanehüye ulaşan en yakın şeydir. Halkın tamamı,
Allah subhanehünün kullarıdır. Hangi şahıs olursa olsun bir kulu
dövmek ve ihanet etmek Mevla’sına eziyet etmeyi icap eder.
Mutlak malik olan, Mevla’sının şanı nedir? Düşünmek
lazımdır. Onun mahlûkunda ancak emrettiği miktar tasarruf olunur.
Emir edilen miktar eziyete girmez. Bilakis o Allah subhanehünün
emrine imtisal etmektir.
Mesela; zina eden bekâr birisine yalnız yüz deynek vurulur.
Eğer yüz bir değnek vurulursa o zulüm olup eziyet etmeye dâhil olur.
Biliniz ki; kalb, mahlûkatın en üstünü ve en şereflisidir. İnsan
âlemdeki her şeyi camii olup cem ettiği ve mücmel olduğu için üstün
olduğu gibi, kalb de insandaki özellikleri cem ettiği, kâmil manada
basit ve mücmel olduğu için üstün ve faziletlidir. Bir şey ne kadar
şiddetli mücmel ve ne kadar çok camii ve toplayıcı olursa, Cenab-ı
Teâlâ’ya o kadar yakın olur.
İnsanda olan şeyler, ya âlem-i halktandır. Yâ da âlem-i
emirdendir. Kalb âlem-i halk ile âlemi emir arasında bir yerdedir.
Manen yükselme mertebelerinden, insan letaifinin tazammun ettiği
şeylerden, asıllarına uruc edip yükselir.
Mesela; yükselmesi evvela suya, sonra havaya, sonra ateşe
sonra letaifin asıllarına, sonra da terbiye eden cüz’i isime, sonra
külle, sonra Allah subhanehünün dilediği yere olur.
Kalb böyle değildir. Onun yükseleceği aslı yoktur. Bilakis
kalbten yükselme evvela zata olur. Çünkü kalb hüviyet gaybının
kapısıdır. Ancak şu tafsilat olmadan, yalnız kalb yoluyla vuslat ve
kavuşma çok zordur. Şu anlatılan tafsilatı tamamladıktan sonra vuslat
ve kavuşma kolaylaşır. Görmüyor musun? Kalbteki camiiyyet ve
genişlik ancak, şu tafsilî mertebeleri aştıktan sonra olur. Buradaki
“kalb”ten murat; inasandaki bütün özellikleri cem edip toplayan
kalbtir.
Yoksa et parçası olan kalb değildir.

358

ZİKİR HAKKINDA
MEKTUPLAR
2. CİLT
25. MEKTUP
Hâce Şerafeddin Hüseyin’e;
Şeriata muvafık olarak yapılan her işin bir zikir olduğunu
beyan hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehüye hamd olsun. Seçtiği kullarına selam olsun.
Aziz evladımın Mevlâna Abdurreşit ve Mevlâna Can
Muhammed ile gönderdiği mektup bize ulaştı. Aynı şekilde adak ile
alâkalı meblağ da ulaştı. Allah sübhanehü sizi hayır ile
mükâfatlandırsın. Sağlık ve sıhhat haberiniz bizleri çok sevindirdi.
Ey evlat; fırsat bir ganimettir. Sağlık ve boş vakitte
ganimettir. Şu halde vakitlerin tamamını, Allah sübhanehüyü
devamlı zikir ederek geçirmelidir. Şeriatı garrai ahmediyeye muvafık
ve uygun olarak yapılan her iş, alış veriş de olsa, zikre dâhildir.
Yapılan her şeyin zikir olması için, tüm harekât ve sekenatlarda,
şeriatın hükümlerine riayet etmelidir.
Çünkü zikir; gafleti tart edip kovmak ve gafletten kurtulmak
demektir. Bütün işlerde, ilahi emir ve yasaklara riayet edildiği
zaman, emirleri veren ve günahları yasaklayan Allah Teâlâ’dan gafil
olma esaretinden kurtuluş nasip ve müyesser olur. O zaman Uhrevî
Kurtuluş tahakkuk etmiş olup Allah sübhanehü devamlı zikir edilmiş
olur. Bu anlattığımız zikir Hacegan tarikatında “yaddaşt”
mertebesinin de ötesindedir. Çünkü o sadece bâtın ve kalb ile yapılan
bir zikirdir.
Bizim anlattığımız zikir, her ne kadar zor olsa da hem bâtın
iledir. Hem de zâhire tesir etmektedir.
Allah sübhanehü bizi ve sizi şeriatın sahibi aleyhissalatu
vesselama tabi olmaya muvaffak kılsın.

359
1. CİLT
93. MEKTUP

İskender Han Lodi’ye;
Vakitleri, Allah sübhanehüyü zikir ederek geçirmeye teşvik
hakkında yazılmıştır.
Beş vakit namazı cemaatle edâ ettikten sonra, namazlardan
önce ve sonra kılınan revatip sünnetleri de edâ ettikten sonra,
vakitleri Allah sübhanehüyü zikir etmeye harcamak lazımdır. Bu
vakitler, ister yemek vakti veya uyku vakti veya yürüme anında
olsun, bütün vakitlerde zikirden başka bir şeyle meşgul olmamalıdır.
Zikrin nasıl yapılacağı size anlatıldı. Şu halde bilinen yol ve
tarzda zikir ile meşgul olmalıdır. Kalbin derli toplu olmasında bir
gevşeklik arız olursa onun sebebini araştırmak lazımdır. Evvela
sebebini tayin ve teşhis edip sonrada o kusurların giderilmesine ve
telafisine teşebbüs etmelidir. Aynı zamanda, Hakk sübhanehüye
iltica edip tam bir tazarru ve yakarma ile yönelmelidir. Allah
sübhanehüden o gevşekliğin ve taksiratın zulmetini def etmesini
istemelidir. Bunlarla beraber, zikir vazifesini aldığı şeyhine de
tevessül etmelidir.
Her türlü zorluğu kolaylaştıracak olan Allah sübhanehüdür.
Herkese selam olsun.

1. CİLT
146. MEKTUP

Şerafeddin Hüseyin’e;
Zikrin tekrar edilmesine dair nasihat hakkındadır.
Oğlum Şerafeddin Hüseyn’in mektubu ulaştı. Bu dervişleri
hatırlama saadetine nail olduğu için Allah sübhanehüye hamd ve
şükür olsun.
Aldığı zikir vazifesini tekrar ederek vakitlerini mamur etsin.
Geçici kuvvet ve saltanat nimetlerine aldanmasın. Şu az ve geçici
hayatı ganimet bilsin. Fırsatı kesinlikle kaçırmasın.

360

Hak subhanehünün bir kuluna, gençlik zamanında tövbe
etmeyi ikram etmesi, tevbe üzerine istikamet nasip etmesi ne güzel
nimettir.
Şöyle söylenmesi mümkün ve doğru olur. Hakk
subhanehünün ikram ettiği bu nimetin yanında, dünyanın bütün
nimetleri, okyanusun yanında bir damla hükmündedir. Çünkü bu
nimet, dünya ve ahiret nimetlerinin hepsinin fevkinde ve üstünde
olan, Allah subhanehünün rızasını muciptir.
Allah subhanehünün azıcık razı olması hepsinden daha
büyüktür. (Tevbe Sûresi 9//72. Ayet)
Hidayete tabi olanlara ve Mustafa aleyhissalatu vesselama
tabi olmaya devam edenlere selam olsun.
1. CİLT
166. MEKTUP
Molla Muhammed Emin’e;
Dünya hayatına aldanmamak,
Çok zikir yaparak kalb hastalığını gidermek hakkında
yazılmıştır.
Ey mahdum; şefkatli bir anne gibi nefsine merhamet edip
acıyorsun. Nefsinden dolayı birçok keder ve üzüntüleri yudum,
yudum içiyorsun. Şefkatli bir kardeş gibi nefsine gamlanıyor ve
üzülüyorsun. Hepsini his ve hareketten uzak, ölü ve cansız olarak
farz etmen lazımdır. Bu manada; “Sen de ölüsün onlar da
ölüdürler.” (Zümer Suresi,39/30) ayeti kat’i bir delildir.
Şu kısa hayatta, çokça zikir yaparak, kalbin manevî
hastalığını gidermeyi düşünmek en mühim işlerdendir. Şu az ve kısa
ömürde, Celil olan Allah Teâlâ’yı zikir ederek, kalbin manevî
hastalığını tedavi etmek en büyük gaye ve maksatlardan ve Allah
sübhanehüye yaklaştıran en büyük işlerdendir.
Allah Teâlâ’dan başkasıyla alâkalı bir kalbten, hayır ve
bereket nasıl beklenir? Kötülük ve şerre meyilli bir ruhtan, nefs-i
emmâre daha üstün ve daha hayırlıdır.
Burada bizden istenenin tamamı, kalbin selametidir. Ruhunda
sefası ve kurtulmasıdır. Ruhun ve kalbin alâka sebeplerini elde etme
fikrinde biz daima kusurluyuz. Heyhat ki, heyhat.

361

Biz ne yapalım? Allah Teâlâ onlara zulüm yapmadı. Ancak
onlar kendilerine zulüm yaptılar. (Âl-i İmran Suresi,3/117)
Zâhiri yönden zafiyet ve hastalık sebebiyle üzülmemelisin.
inşaalah bu za’fiyyetin sıhhat ve afiyete dönüşmesi ümit edilir. Bu
tarafta bu yönden hatırınızı rahatsız edecek bir durum yoktur. Bu
dervişin giydiği bir elbiseyi istediniz, bir gömlek gönderdim.
Neticesini ve semeresini bekleyerek giymelisin zira bu niyetle
giymenin bereketi çoktur.
Şiir;
Kalbi hasta olarak sabahlayan perişan oldu.
Keskin ve doğru düşüncesi olan kurtuldu.
Hidayete tabi olanlara ve Mustafa aleyhissalatu vesselama
tabi olmaya devam edenlere selam olsun.
1. CİLT
189. MEKTUP

Şerafeddin Hüseyin’e;
Dervişleri hatırlamanın faziletini,
Dünya metaına aldanmamayı,
Kalble zikir yapmaya tazim ve önem vermeyi beyan hakkına
yazılmıştır.
Âlemlerin Rabbine hamd olsun. Seyyidülmürselin olan
peygamberimize salatü selam olsun.
Aziz, reşit ve necip oğlumuz Şerafeddin Hüseyin’in mektubu
ulaştı. Ferahlanmamızı mucip oldu. Sevinmemize de vesile oldu.
Muhtelif alâka ve meşguliyetlere rağmen, sermayesi ve değeri
olmayan şu dervişleri unutmamak ne güzel bir nimettir. Bu hatırlama
faideli olmanın ve faide elde etmenin sebeplerinden olan, şiddetli
münasebetin habercisidir. Mektupta yazılan bazı vak’a ve rüyalar
güzel ve asil olup manevi irtibat ve bağlılığın en güzel delilidir.
Ey evlat; şu denî ve değersiz dünyanın tazelik ve güzelliğine
aldanmaktan ve hiçbir faidesi olmayan, şenî, kötü ve süslü
görüntüsüne meftun olmaktan sakın. Çünkü dünyanın hiçbir değeri,
itibarı ve kararı yoktur. Bu mana, bu gün sizin için bilinip
anlaşılmasa da yarın elbette anlaşılacak, lakin fayda ve menfaat
vermeyecektir.

362

Şiir;
San ki kulakların da sağırlık var onun
Razı olmaz işitmeye nasihat ve ağlama sesimi.
Allah sübhanehüyü zikir etmenin, Allah Teâlâ’nın en büyük
nimetlerinden olduğuna inanarak kalb ile zikri tekrar etmeye çok
hırslı ve istekli olmalısın. Aynı zamanda tembellik ve gevşeklik
yapmadan beş vakit namazı cemaatle edâ edip canu gönülden
severek ve isteyerek fakirlere ve miskinlere malların zekâtını edâ
etmelisin. Bunlarla beraber haramlardan ve şüpheli şeylerden sakınıp
mahlûkata karşı şefkatli ve merhametli olmalısın.
İşte necat ve kurtuluş yolu budur.
Herkese selam olsun.

1. CİLT
190. MEKTUP
Mir Muhammed Numan’a;
Zikre devam etmeye teşvik,
Nakşibendiyye tarikatını tercih,
Zikrin nasıl yapılacağını beyan hakkındadır.
Âlemlerin rabbine hamd olsun. Seyyidülmürseline ve temiz
âlinin cümlesine salatü selam olsun.
Sen bil ve uyanık ol ki; senin saadet ve mutluluğun, hatta
bütün âdemoğlunun saadet, mutluluk ve kurtuluşunun tamamı, Allah
sübhanehüyü zikir etmelerine bağlıdır. Şu halde imkân nisbetinde
bütün vakitleri, Allah celle celalühüyü zikir etmekle doldurmalıdır.
Bir lahza dahi zikirden gafil olmayı caiz görmemelidir.
Allah sübhanehüye hamd ve şükür olsun ki, zikrin devamlı
yapılabilmesi, daha işin başında Hacegan yolunda mümkün ve
müyesser oluyor.( Kadesallahü esrarehüm.) Devamlı zikir hali, sonun
başta münderiç ve dürülmüş olması yoluyla bu yolda hâsıl oluyor.
Öyle ise talipler için bu yolu tercih etmek daha münasip ve
daha evladır. Hatta o taliplere bu Nakşi yolunu tercih etmek vacip ve
lazım olur. Şu halde başka cihetlerin tamamından dönüp külliyen bu
tarikat-ı aliyyenin büyüklerine yönelmen, onların bâtınî ve manevî
yönlerinden himmet ve yardım talep etmen lazımdır.
İlk başta, zikir olmazsa olmaz şekilde elbette lazımdır.

363

Zikir yaparken armudumsu şeklindeki kalbe yönelmelisin.
Çünkü o et parçası hakiki kalb için bir hücre ve ev gibidir.
Sonra Allah ism-i celalini o kalb üzerine icra edip okumalısın.
Bu esnada kasten, bilerek hiçbir uzvunu hareket ettirme.
Tamamen kalbe dönük olarak otur.
Kalbin suretini asla hayal gücünle düşünme.
Kalbin suretine kat’iyyen iltifat etme.
Çünkü maksat kalbe yönelmektir.
Maksat kalbin suret ve şeklini düşünmek değildir.
Zikir esnasında Allah ism-i celalinin manasını, hiçbir şey
onun misli ve benzeri olmadı, manasına geldiğini düşünerek
söylemen lazımdır.
Hatta hâzıriyyet ve nâziriyyet, Allah hâzır ve nâzırdır diye
düşünmek dâhil, bu manaya gelen sıfatların düşüncesini dahi
eklememelisin.
Aksi takdirde Zat zirvesinden sıfat mertebesine inmiş olursun.
Böylelikle kesrette vahdeti müşahede vuku bulmuş olup
misalden münezzeh olan kimse ile alâkalanmak ve ona teveccüh
etmek yerine, misalini müşahede ile mutmain olursun. Çünkü misal
aynasında zâhir olan her şey, hiçbir şey onun eşi ve benzeri olmaz
sözünü tasdik etmez.
Kesrette müşahede edilen her şey, elbette hakiki vahit olmaz.
Hakiki vahit o değildir. Akıllı kimsenin, misali olanın ötesinde
misalden münezzeh olanı araması lazımdır.
Basiti hakikiyi, kesret çizgisinin haricinde aramalıdır.
Zikir esnasında mürşidinin sureti zorluk çekmeden zâhir olup
görünürse kalbe onunla gitmelisin. Kalbte onun suretini muhafaza
ederek zikir ile meşgul olmalısın.
Mürşid kimdir sen bilir misin?
Mürşid; Cenab-ı Hakk’a kavuşma ve ulaşma yolu
kendisinden öğrenilen ve istifade edilen kimsedir.
Mürşid; Allah sübhanehüye giden yolda medet ve yardım
aldığın kimsedir.
Sadece külah giymek, hırka giymek, baston ve asa tutmak,
bunlardan başka, insanlar arasında örf, adet ve resmiyet olmuş şeyler,
hakiki mürşitlikten ve müritlikten ayrı ve hariç şeylerdir. Ancak

364

hırka, kâmil ve mükemmil bir şeyhden hâsıl olursa, itikat ve ihlas ile
muamele ederse bu surette netice ve semerelerin hâsıl olması
kuvvetlidir.
Sen bilesin ki; rüyalara ve kerametlere güvenilmez, Onların
bir değer ve itibarı olmaz. Bir insanın, kendisini rüyasında sultan
görmesiyle veya vaktin kutbu görmesiyle hakikatte sultan ve vaktin
kutbu olmaz.
Gerçekten durum böyle ise zaten denecek bir şey yoktur.
Aynı şekilde manevî haller ve vecdler şuuru yerinde iken itimada
şayan olur. Aksi takdirde onlara da itibar ve itimat edilmez.
Sen bil ki; yapılan zikrin menfaat vermesi, zikir ile güzel
neticelerin elde edilmesi, Şer’î hükümleri yerine getirmeye bağlıdır.
Şu halde farzları ve sünnetleri edâ etmekte ihtiyatlı ve dikkatli olmak
lazımdır. Aynı zamanda, az çok demeden haram ve şüpheli şeylerden
kaçınmak da, âlimlere müracaat etmek ve onların fetvalarına uygun
amel etmek lazımdır.
Herkese selam olsun.

1. CİLT
203. MEKTUP

Molla Hüseyin’e;
Zikir meclisine iştirak etmenin,
Zikir edenlerle beraber olmanın faziletini beyan hakkında
yazılmıştır.
Allah sübhanehü halinizi güzelleştirsin. Allah sübhanehü
amellerinizi islah etsin.
Dervişlere olan mahabbet ve sevgiyi düşündüren şerefli
mektubunuzun ulaşmasıyla oldukça ferah ve sevinç hâsıl oldu. Allah
sübhanehü gün be gün bu taife-i aliyyeye olan mahabbet ve sevginizi
ziyade etsin. Onlara yapılan tevazu ve ilticayı ömrün sermayesi
kılsın.
“Kişi sevdiği kimse ile beraberdir.”, hadis-i şerifi mucibince,
onları sevenler de onlar ile beraber olacaktır. Onlar ile oturanlar
şekavetten, eşkıya olmaktan korunurlar. Nebevi hadiste şöyle rivayet
olundu. Aleyhissalatu vesselam. Allah subhanehünün kiramen
kâtibin meleklerinden başka birçok melekleri vardır. Yollarda ve

365

çarşılarda dolaşarak zikir ehlini ararlar. Zikir edenleri bulduklarında,
bazıları bazılarına seslenirler. Dikkat aradığımızı bulduk buraya gelin
derler. Onları kanatlarıyla kuşatırlar. Hatta böylece yer ile gök arasını
doldururlar. Zikir edenler dağıldıkları zaman, melekler semaya
çıkarlar. Zikir eden kulların halini herkesten daha iyi bildiği halde,
Allah Teâlâ o meleklere, kullarımı ne halde buldunuz diye sorar.
Melekler, Rabbimiz biz onların yanına gittiğimizde onlar,
Elhamdülillah diyerek sana hamd ediyorlardı. Onlar, Sübhanallah
diyerek seni methüsenâ ediyorlardı. Onlar, Allahu Ekber diyerek
tekbir getiriyorlardı. Onlar, la havle vela kuvvete illa billah diyerek
seni temcit ediyorlardı. Onlar, Sübhanallah diyerek seni tesbih
ediyorlardı diye cevap verirler. Allah azze ve celle meleklere; Peki
onlar beni gördüler mi? diye sorar. Melekler; Hayır ya Rabb, derler.
Allah azze ve celle; Peki beni görseydiler onların hali nasıl olurdu?
diye sorar. Melekler; Elbette daha çok tahmid, temcit ve tekbir ile
zikir ederlerdi, derler. Allah azze ve celle; Onlar benden ne
istiyorlar? Diye sorar. Melekler; Senden Cennet istiyorlar derler.
Allah azze vecelle; Onlar Cennetimi gördüler mi? diye sorar.
Melekler; Hayır görmediler ya Rab derler. Allah azze ve celle;
Cennetimi görseydiler halleri nasıl olurdu? Diye sorar. Melekler daha
çok isterlerdi. Onların istek ve arzuları ve hırsları ziyadeleşirdi
derler. Sonra melekler; ya Rab o taife senin Cehenneminden sana
sığınıyorlar derler. Allah azze ve celle; Onlar benim cehennem
ateşimi gördüler mi? diye sorar. Melekler; Hayır görmediler derler.
Allah azze ve celle; Onlar benim Cehennem ateşimi görseydiler
onların hali nasıl olurdu? diye sorar. Melekler; Elbette şimdikinden
daha çok sana sığınıp o Cehennemden daha ziyade firar ederlerdi
derler.Allah sübhanehü meleklere; Ey meleklerim şahit olun ki ben
onların hepsini af ettim, buyurur. Melekler hayretle; ya Rab onların
içerisinde falan kişi zikir için hazır olmamıştı, dünyevî bir ihtiyaç
için onların yanına gelmişti, derler. Allah sübhanehü; Ben beni zikir
eden kimselerin komşusuyum. Hadis-i Kutsisi mucibince onlar
benim komşularımdır. Onlar öyle bir topluluktur ki, onlar ile
oturanlarda şaki ve eşkıya olmaz, buyurur.

366

Bu Hadis-i Şeriften ve yukardaki Hadis-i Şeriften anlaşıldı ki,
bu taifeyi sevenler onlar ile beraber olacaklar. Onlar ile beraber
olanlar da şaki ve eşkıya olmazlar.
Allah sübhanehü bizi ve sizi ümmî ve Haşimî olan Nebi
aleyhissalatu vesselam hürmetine bu muhteremlerin mahabbati ve
sevgisi üzerinde sabit kılsın.
Şeyh Meyan Elhaddad’ın mektubunda yazdığınız ahvalinize
gelince, bilesin ki bu yokluk ve şiddetler bu yolun taliplerinin başına
çok gelir. Mevcut olan ile kanaat etmeyip gayret üzere olmak
lazımdır. Şiir;
Benden başkası hayaliniz ile yetinse de
Ben ona kavuşmakla dahi yetinmem.
Bu taifenin sohbeti dinin zaruriyyatındandır. Allah sübhanehü
bizleri onların sohbetlerinde kılsın.
Şiir;
Sen sarhoşların etrafında dolaşırsan onların örfüne kavuşursun,
Onların örfüne kavuşamazsan onları görmen sana yeter.
Şeyh Muhammed Baki’den aldığın zikre devam etmelisin.
Hiçbir şey onun misli değildir. Manasında düşünerek, Allah ism-i
celalini kalbinle zikir et. Zikir esnasında tamamen kalbine yönel.
Zikir ederken Allah hazır ve nazırdır gibi, diğer sıfatlardan hiç
birisinin manasını düşünme. Zikir esnasında sana lazım olan,
yukarda anlatılan teveccühten sonra, Allah ism-i celalini devamlı
kalbte hazır tutmaktır. Bazı zaruri durumların anlatılması, huzurda ve
sohbette olmana bağlıdır. Buluşma ve kavuşma nasip ve müyesser
olursa inşaalah o zaman anlatılır. Buluşuncaya kadar, yeni durumlar
olursa yazmalısın. Zira onları mütalaa etmek te gıyaben teveccühe
sebep olur. Vesselam.

1. CİLT
307. MEKTUP
Mevlana Abdülvahid Lahori ’ye;
Sübhanallahi ve bihamdihi, tesbihatının manası ve faziletini
beyan hakkında yazılmıştır.
Bismillahirrahmanirrahim.
Allah Teâlâ’ya hamdü senâ, Resulüne salatü selamdan sonra,
bilinmesi lazımdır ki; ibadet eden kimsenin ibadet esnasında,

367

ibadetinde bulduğu güzellik ve kemâlâtın hepsi, Allah Teâlâ’nın
muvaffak kılmasına ve Allah Teâlâ’nın hüsnü terbiyesi ve ihsanına
bağlıdır. İbadetlerinde bulduğu kusur ve noksanların hepsi de nefsine
ait olup onun cibilliyetindeki pislik ve çirkinliklerden meydana gelir.
Bunların hiç birisinde asla, Allah Teâlâ’ya raci ve ait olan bir şey
yoktur. Bilakis bu makamda mahza hayır ve kemâlât vardır.
Aynı şekilde; Âlemde olan her türlü güzellik ve kemâlât;
Allah Teâlâ’ya raci olup şer ve noksanlıklarda, bütün şerlerin ve
noksanlıkların menşei ve çıkış noktası olan yokluk ve ademiyyete en
üstün adımı teşkil eden, imkân ve mümkünat dairesine ait ve raci’dir.
Sübhanallahi ve bihamdihi güzel kelimesi ve tesbihi bu iki hususu en
beliğ ve en güzel şekilde beyan etmektedir.
Aynı zamanda bu tesbih; Allah sübhanehüyü zatına layık
olmayan şeylerden, eksik ve noksanlıklardan tam ve kâmil bir tenzih
ve takdis ile tenzih ve takdis etmektedir.
Hamd kelimesi; şükrün tamamının başı olduğu için, bu
tesbihte geçen hamd kelimesi ile Allah Teâlâ’nın güzel sıfatları ve
güzel işlerine, sayısız nimetlerine ve çok bol ihsanlarına şükür ve
teşekkür edâ edilmektedir. Bu sebeplerden dolayıdır ki, Hadis-i
Nebevide şöyle buyuruldu; Kim bu güzel kelimeyi bir günde veya bir
gecede, yüz kere söylerse, bu güzel kelimeyi kendisi gibi söyleyen
hariç, o gün veya gecede amelde hiçbir kimse ona denk ve müsavi
olamaz. Nasıl müsavi olabilir ki? Çünkü her amel ve ibadet; Allah
Teâlâ’ya yapılacak şükürlerden bir şükrü edâdır.
Bu tesbihin bir kısmı olan Sübhanallahi ve bihamdihi
kelimesi ile bu şükür edâ edilmiş oluyor. Tesbihin, diğer kısmı olan
Sübhanallahil azim kelimesi ise bu mana üzerine artı ve ziyade
olarak, Allah Teâlâ’yı tenzih ve takdis manasını ifade ediyor.
Şu halde her gün ve her gece bu tesbihi, yüz kere söylemeniz
lazım gelir. Muvaffak kılan Allah sübhanehüdür.
Nebi sallallahü aleyhi vesellemin Hadis-i Şerifinde,
“Sübhanallahi ve bihamdihi adede halkihi ve rıdae nefsihi ve zinete
arşihi ve midade kelimatihi” diye de rivayet edildi. Başka bir
rivayette de “Sübhanallahi mil’el mizan” diye de rivayet var. Başka
bir rivayette de “ed’afe ma hamidehü cemiü halkihi” diye de rivayet
var.Bunları söyleyen bir kereden başka söylemedi bunlarda, birden

368

başka adet olmadı. Durum böyle olunca hangi itibar ile halkının
adedince deniliyor? Nefsinin rızası ne manaya geliyor? Arşının
ağırlığı nasıl oluyor? Kelimelerinin sayısı demek nasıl sahîh ve doğru
olabilir? Hangi mana ile bütün mahlûkun hamd edenlerinin kat kat
fazlası diye söyleniyor? Diye bir sual sorulursa, ben cevap olarak
derim ki; İnsan; Âlem-i halkı ve âlem-i emri içine alan bir varlıktır.
Âlem-i halkta ve âlem-i emirde her ne var ise bunlara zait bir şey ile
beraber hepsi insanda mevcuttur. O zait olan şey; insanın âlem-i halk
ve âlem-i emirin birleşiminden meydana gelen bir hey’et olmasıdır.
İşte bu hey’et insandan başka bir mahlûk için mümkün ve
müyesser olmadı. İşte bu hey’et; acayiptir, gariptir. Çok güzel bir
zübde ve özettir. Allah Teâlâ’ya hamd olsun ki; insan bütün
mahlûkatın hamdinin kat kat fazlasıyla hamd ediyor.
Diğer soruları da buna kıyas et. Buradaki mahlûkatın
hepsinden ifadesinden maksat ve murat; insandan başka diğer
mahlûklardır. Şayet insanı o manaya dâhil edersek, o zaman şöyle
deriz; kâmil insan; Âlemin fertlerinin hepsini, nefsinin cüzleri olarak
bulduğu gibi, aynı şekilde insan fertlerini de nefsinin cüz’ü olarak
bulur. Ve nefsini tüm ve kül için bir tüm ve kül olarak görür. Bu
takdirde; insan, nefsinin hamdini, kendi nefsinin hamdinin kat kat
fazlası ve bütün insanların hamdlerininde kat kat fazlası olarak bulur.
Hidayete tabi olanlara ve Mustafa aleyhissalatu vesselama
tabi olmaya devam edenlerin üzerlerine selamın en üstünü ve
tahiyyatın en mükemmeli olsun.
1. CİLT
308. MEKTUP

Mevlâna Feyzullah’a;
Sübhanallahi ve bihamdihi sübhanallahilazim, tesbihatı hakkında;
İki kelime vardır ki, söylenmesi çok kolay, Mizanda çok ağır,
Allah Teâlâ’da çok seviyor. Hadis-i Şerifinin manasını beyan hakkında
yazılmıştır.
Sen bil ki; Allah Teâlâ seni irşad etsin, Aleyhissalatu
vesselam şöyle buyurdu; İki kelime var ki; söylenmesi çok kolaydır.
Mizan ve terazide çok ağırdır. Allah sübhanehü de o iki kelimeyi çok
seviyor. Onlar da, Sübhanallahi ve bihamdihi sübhanallahilazim.

369

Kelimeleridir. Lisana hafif gelmesinin sebebi, harflerinin az
olmasından olduğu açıktır.
Mizan ve terazide ağır gelmesi ve Allah Teâlâ’nın bu iki
kelimeyi sevmesinin sebebi ise şudur; Bu tesbihin ilk başındaki
birinci cüz’ü; Allah subhanehünün mukaddes zatına layık olmayan
şeylerden münezzeh ve mukaddes olduğunu, Cenab-ı Kibriya’nın,
noksan sıfatlardan, sonradan olma ve yok olma, hudüs ve zeval
alametlerinden uzaklaştırmayı ifade ediyor.
Bu tesbihin ikinci cüz’ü ise; kemâl sıfatları ve Allah Teâlâ’ya
mahsus güzel işleri, Allah Teâlâ’ya ispat etmeyi ifade ediyor. Sıfatlar
ve işler, ister üstün ve faziletli işler olsun, isterse üstün olmayan
fuzûlî görünen işler olsun fark etmez. Çünkü bütün işler Allah
Teâlâ’nın iznumüsadesi, takdir ve tensibi ile vaki olur.
Tesbihin her iki cüz’ünde de; izafetin istiğrak için yapılması,
tenzihlerin ve takdislerin hepsinin sabit olmasını, aynı zamanda
Allah Teâlâ için kemâl ve cemal sıfatlarının da sabit olduğunu ifade
ediyor. Tesbihte; birinci kelimedeki her iki cüz’ün ifade ettiği
mananın neticesi; tenzihat ve takdisatın tamamını, Allah
sübhanehüye döndürmek ve kemal ve cemal sıfatların tamamını da
Allah azze ve celleye ispat etmektir.
Tesbihte; ikinci kelimenin cüzlerinden hâsıl olan mana ise
azamet ve kibriya sıfatlarıyla beraber, tenzihat ve takdisatın
tamamını, Allah Teâlâ’ya ispat etmektir. Aynı zamanda; burada
noksan sıfatları Allah Teâlâ’dan nefy ve selb etmenin, başka bir şey
için olmayıp ancak Allah subhanehünün azameti ve kibriya’sından
dolayı olduğuna da bir işaret vardır.
Durum böyle olup bu tesbih bu manaları ifade edince
şüphesiz, iki kelimeden ibaret olan bu tesbih mizan ve terazide çok
ağır olur. Allah sübhanehüde bu iki kelimeyi çok sever.
Bu tesbih; aynı zamanda tövbenin anahtarıdır. Hatta tövbenin
aslı ve zübdesidir. Bu iki kelimenin manasının hulasası; bazı
mektuplarımda tahkik ettiğim gibi, bu tesbih günahların silinmesine,
seyyiat ve kötülüklerin af edilmesine vesiledir. Durum böyle olunca
da şüphesiz, mizan ve terazide ağır olup hasenât tarafının tercih
edilmesine sebep oluyor. Bu iki kelime rahman olan Allah
sübhanehüye sevimli geliyor. Çünkü Allah sübhanehü af etmeyi

370

seviyor. Aynı zamanda; Allah sübhanehüye hamd edip tesbih eden
kimse, Allah sübhanehüyü layık olmayan sıfatlardan tenzih edip
Allah sübhanehüye kemal ve cemal sıfatlarını da ispat edince, kerim
ve cömert olan, her şeyi karşılıksız olarak meccanen veren Allah
celle celalühüden beklenen, tesbih eden kulunu, ona layık olmayan
ve yakışmayan şeylerden temizlemektir. Aynı zamanda hamd eden
kulunda, kemal sıfatları var edip oluşturmaktır.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor; İyiliğin karşılığı ancak
iyiliktir. (Rahman Sûresi,55/ 60. Ayet)
Şu halde; şüphesiz iki kelimeden ibaret olan bu tesbih; tekrar
edilmesi sebebiyle günahları sildiği için, mizan ve terazide ağır olur.
Bu iki kelime vasıtasıyla kul ahlâkı hamide sahibi olduğu için, bu iki
kelime rahman olan Allah sübhanehüye sevimli olur.
Vesselâm.

371

KELİME-İ TEVHİT HAKKINDA

MEKTUPLAR
2. CİLT
37. MEKTUP

Fakir, hakir Abdülhayy’e; (mektubatı şerifeyi toplayan)
Kelime-i tevhidin fazileti hakkında yazılmıştır.
Bismillahirrahmanirrahim.
La ilahe illallah
Allah celle sultanuhünün gadap ve öfkesini teskin etmekte, bu
güzel kelimeden daha faydalı ve menfaatli bir şey yoktur. Bu
Kelime-i tevhit, kulun cehenneme girmesi hususunda, Allah
subhanehünün gazabını ve öfkesini teskin ettiğine göre, evleviyetle
bundan başka diğer gazaplarını ve öfkelenmelerini de teskin etmek
için sebep olur.
Nasıl teskin etmesin? Kul bu güzel Kelime-i tevhidi tekrar
edip nefyederek, masivâdan yüz çevirdiğini, Allah Teâlâ’ya arz
ediyor, yönünü mabudun bil hak olan, Allah sübhanehüye çeviriyor.
Allah subhanehünün gazaplanmasının menşei ise kulun
müptela olduğu muhtelif yönlerdir. Âlemi mecaz olan şu dünyada
bunun misali şudur: Bir şahıs, hizmetçisi olan kölesinden incinip ona
öfkelense, böyle bir durumda o hizmetçi köle, güzel muameler ile
herkesten ve her şeyden vaz geçip sadece efendisine yönelse,
bizzarure efendisi kölesine şefkat ve merhamet izhar eder, öfke ve
incinme ortadan kalkar. Ben bu güzel kelimeyi, doksan dokuz tane
rahmet hazinesinin anahtarı olarak görüyorum.
Ben bu rahmetten ahiret için ayrılmış olan rahmeti kast
ediyorum. Ben küfrün zulmetlerini, şirkin keder ve bulanıklıklarını,
defedip yok etmekte, bu güzel kelimeden daha şefaat eden bir şey
olmadığını biliyorum. Kim bu güzel kelimenin, mana ve mazmununu
tasdik edip, imanın zirvesine ulaşsa, bununla beraber, küfrün adetleri
ve şirkin rezaletlerini işlemeye de müptela olsa, bu güzel kelimenin
şefaatiyle azaptan çıkması ve cehennemde ebedi kalmaktan

372

kurtulması ümit olunur. Bu ümmetin diğer büyük günahlarının
cezalarını, def etmekte, Muhammed Resulüllah sallallahü aleyhi
vesellemin şefaati, daha menfaatli ve daha tesirli olduğu gibi, bu
güzel kelimenin şefaati de büyüktür. Ben burada, bu ümmetin büyük
günahları dedim, çünkü diğer ümmetlerde büyük günahları irtikâp
etmek bu ümmetten çok daha azdı. Hatta diğer ümmetlerde küfür
adetleri ve şirk rezaletleri ile imtizaç etmek, bu ümmetten çok daha
azdı.
Şefaate en çok muhtaç olan bu ümmettir. Geçmiş ümmetlerde
bir topluluk, küfürde israr ediyorlardı. Fakat diğer bir topluluk ise
Allah subhanehünün emirlerine imtisal eden halis ve samimi mü’min
idiler. Şayet bu ümmetin, kelime-i tevhit gibi bir şefaatçisi olmamış
ve Hatemürrüsul aleyhissalatu vesselam gibi şefaat edecek bir
peygamberleri olmamış olsaydı, bu ümmet helâk olmuştu. Günahkâr
bir ümmet çok af edici bir Rab geçmiş ümmetlerin tamamının, bu
ümmetin nail olduğu af ve mağfiret kadar çok affa nail oldukları
bilinmiyor. Sanki doksan dokuz rahmet günahlarda boğulan bu
ümmet için ayrılmış.
Kerem ve rahmete en çok muhtaç olan asiler ve
günahkârlardır.
Allah sübhanehü affetmeyi ve bağışlamayı sevince, affetmek
içinde bu ümmete müsavi kimse de olmayınca, şüphesiz bu ümmet
ümmetlerin en hayırlısı oldu. Ve bu ümmetin şefaatçisi olan Kelime-i
Tayyibe ki, la ilahe illallah kelimesi zikrin en faziletlisi ve en üstünü
oldu.
Bu ümmetin şefaatçisi olan, Nebi aleyhisselam da; Allah
Teâlâ onların günahlarını sevaba çevirecek, zira Allah çok af
edicidir. Çok merhametlidir. (Furkan Suresi,25/75.ayet) hitabına
muhatap oldu.
Evet; Erhamurrahimin böyle olur. Ekremülekremin böyle
yapar. Kerim olanlar ile hiçbir işte zorluk olmaz. Bu affetmek Allah
sübhanehüye çok kolaydır. Rabbimiz günahlarımızı ve
işlerimizdeki israflarımızı af et. Ayaklarımızı sabit kıl. Kâfirlere
karşı bize yardım et. (Âl-i İmran Suresi,3/147.ayet)
Yine sen bu güzel kelimenin faziletlerini dinle; Resulullah
sallallahü aleyhi vesellem; “Kim la ilahe illallah derse Cennete

373

girer.” buyurdu. Aklı ermeyenler; Bir sefer la ilahe illallah demekle
Cennete girmek nasıl mümkün ve müyesser olur? Diye taaccüp
ettiler. Bunlar bu güzel kelimenin bereketlerine vâkıf olmadıkları için
taaccüp ediyorlar. Müşahade edildi ki; bu güzel kelimenin bereketleri
o kadar çoktur ki, sadece bir sefer bu güzel kelimeyi söylemekle
bütün âlemin günahları affedilse ve Cennete girseler caiz ve
mümkündür.
Yine şuna da şahid olundu ki; bu güzel kelimenin bereketleri,
âlemin tamamına taksim olunsa ebedülabada kadar tamamına kâfi
gelir. Birde bu güzel kelime ile beraber, Muhammed ün Resulüllah
kelimesi de bir arada söylenip tevhit ile tebliğ muntazam olursa,
Velayet ile Risalet bir arada bulunursa, o zaman bunun bereketi nasıl
olur bir düşün. Bu iki kelimenin mecmuu, velayet ve nübüvvet
kemâlâtının tamamını camidir. Her iki saadetin yoluna ulaştırıcıdır.
Allah’ım bu yüce kelimenin bereketlerinden bizi mahrum
etme, bizi bu güzel kelime üzerinde sabit kıl. Bu güzel kelimeyi
tasdik ederek ölmeyi nasip et. Bu güzel kelimeyi tasdik edenler ile
bizi dirilt. Bu güzel kelime hürmetine ve bu güzel kelimeyi tebliğ
eden aleyhissalatu vesselam hürmetine bizi cennetine dâhil et.
Aynı zamanda görme ve adım atma acze düşüp himmet
kanatları indiği zaman, muamele sırf gaybe vaki olduğu zaman la
ilahe illallah Muhammed ün Resulüllah ayağı olmadan o makamda
yürümek mümkün olmaz. Bu mukaddes kelime ile zikir yapmadan, o
mesafeyi kat etmek mümkün olmaz. Seyrusülük yapan kimse, bu
makamda bu güzel kelimeyi bir kere söylerse bu kelime ve bu
kelimenin hakikati ile ve yardımıyla bu mesafeden bir adım kat etmiş
olur.
Böylece nefsinden uzaklaşıp Hakk sübhanehüye yaklaşmış
olur. Bu mesafeden her bir cüz, bir kat ziyadesiyle imkân âlemi
dairesininin tamamından daha ziyadedir. Şu halde bu anlatılan
şeylerden, bu güzel kelime ile yapılan zikrin fazilet ve üstünlüğünü
bilmek lazımdır. Öyle ki, dünyanın tamamının onun yanında bir
değeri ve kıymeti yoktur. Keşke bahr-i muhitin yanında bir damla
kadar kıymeti olsaydı. Bu güzel kelimenin, azameti ve büyüklüğü,
söyleyen kimsenin manevi derecesine göredir. Söyleyen kimsenin

374

manevî derecesi ziyade ve yüksek oldukça bu azamette daha evla ve
daha çok olur.
Şiir;
Sen ona baktıkça onun güzelliği de ziyadeleşir.
Şu Dünyada, bir köşede, lezzet ve haz duyarak, bu güzel
kelimeyi tekrarlama istek ve arzusuna müsavi olacak bir temenni
bilinmez. Ancak ne yapalım? Temenni ve arzuların hepsi mümkün
ve müyesser olmuyor. Gaflet ve halk ile beraber olmakta kaçınılmaz
oluyor.
Rabbimiz nurumuzu tamamla, Bizi af et, sen her şeye
kadirsin. (Tahrim Suresi,66/8.ayet)
Sübhane rabbike rabbilizzeti amma yesıfun ve selamün
alel mürselin vel hamdü lillahi rabbilalemin. (Saffat
suresi,37/180.ayet)

2. CİLT
9. MEKTUP

Molla Arif Bedahşî’ye;
La ilahe illallah kelimesinin fazileti hakkında yazılmıştır.
Allah Teâlâ’ya hamd olsun. Seçtiği kullarına selam olsun.
Mevlana Ârif, evvela bâtıl ilahları yok etsin, ikinci olarak
mabudun bil hak celle ve alayı ispat etsin. Keyfiyet ve kemiyet ile
alâkası olan her şeyi, la, yok kelimesininin altına dâhil etmek
lazımdır. Allah subhanehünün keyfiyetten ve misalden münezzeh
olduğuna imanı elde etmekte ve nefiy ve ispatta, ibarelerin ve
sözlerin en tamamı, Kelime-i Tayyibe olan la ilahe illallah
kelimesidir.
Allah sübhanehüden hikayeten Nebi aleyhissalatu vesselam;
“Şayet yedi kat gökler ve içindekiler, yedi kat yerler ve içindekiler,
terazinin bir kefesine konulsa la ilahe illallah kelimesi de diğer
kefesine konulsa la ilahe illallah kelimesinin olduğu taraf daha ağır
gelirdi.” buyurdu.
Nasıl olur da daha faziletli olmasın? Nasıl olur da daha ağır
gelmesin? Çünkü bu güzel kelimeden “la” kelimesi Allah Teâlâ’dan
başka, gökler, yerler, arş, kürsi, levh, kalem, âlem, âdem her ne varsa
her şeyi, nefyediyor.

375

Diğer kelime “illa” kelimesi de, yerleri, gökleri, yaratan
mabudun bil hak olan Allah sübhanehüyü ispat ediyor. Allah
sübhanehüden başka, âfakta ve enfüste her ne var ise hepsi keyfiyet
ve kemiyet ile damgalanmıştır. Âfak ve enfüsün aynalarında tecelli
eden her şey bizzarure keyfiyet ve şekil, kemiyet ve sayı ile alâkalı
olur. Dolayısıyla onların hepsi “la” kelimesi ile nefyedilmeye
müstahak olur. Bizim bildiklerimizin, düşündüklerimizin, şahid
olduklarımızın, his ettiklerimizin hepsi keyfiyet, şekil ve misal ile
muttasıftır. Hudüs ve imkân, sonradan olma ayıplarıyla kuşatılmıştır.
Bizim bildiklerimiz, hissiyatımız yontup yapılmıştır. Bizim ilmimize
göre olan tenzih, aynen teşbihtir. Bizim anladığımıza göre olan,
kemâl aynen noksandır. Her ne ki bize tecelli eder, bize açılırsa,
bizim gördüğümüzü zannettiğimiz şey Hakk sübhanehüden başka bir
şeydir.
Allah Teâlâ ötelerin de ötesindedir.
Allah sübhanehü İbrahim aleyhisselamdan hikayeten; Siz
kendi yonttuğunuz şeylere mi ibadet ediyorsunuz? Hal bu ise sizi
ve sizin yaptıklarınızı Allah yarattı. buyuruyor. Bizim
yonttuklarımızın, düşüncelerimiz ile uydurduklarımızın hepsi Allah
subhanehünün mahlûkudur. Onlar ister ellerimiz ile ister akıllarımız
ile ister vehimlerimiz ile yontulmuş ve uydurulmuş olsun, Hepsi
mahlûktur. Onlar ibadete müstahak değildirler. İbadete müstahak
olan ancak, düşünce elimizin idrak eteğine dahi ulaşmakta eksik
kaldığı, Keşif ve Şuhut gözlerimizin hayrette kalıp azamet ve celalini
müşahede etmekten aciz kaldığı, keyfiyet ve misalden münezzeh
olan Allah Teâlâ’dır. Keyfiyet ve misalden münezzeh olan Allah’a
iman ancak, gayb yoluyla mümkün ve müyesser olur.
Zira bu âlemde şuhudi iman, Allah Teâlâ’ya iman değildir.
Bilakis böyle bir iman, Allah Teâlâ’nın mahlûku olan nefsin
yonttuğu ve uydurduğu bir şeye imandır. Allah Teâlâ’ya imana,
Allah’tan başkasına imanı ortak etmek, yalnız Allah’tan başkasına
iman etmektir. Böyle bir durumdan Allah Teâlâ bizleri korusun.
Gaybe iman ancak, seyri, seri olan vehme bir şey gelmediği
zaman, kuvvei mütahhilede bir nakış kalmadığı zaman olur. Bu
mana, vehim ve hayal dairesinden hariç olan yakınlıkta tahakkuk
eder. Zira bir şey ne kadar uzak olursa, vehmin mecali daha ziyade

376

ve daha geniş olur. Hayal saltanatının altına girmesi daha yakın ve
daha sür’atli olur. Bu devlet, Enbiya aleyhimüsselama mahsustur.
Gaybe iman, asaleten Enbiya aleyhimüsselamın nasibidir.
Tebaiyet ve veraset yoluyla, hakkında bu durum kendisine
murat olunan herkeste müşerref olur. Avam mü’minler için hâsıl olan
gaybi iman da vehim kavramından hariç değildir. Çünkü avam
hakkında ötelerin ötesi, vehme mecal olan uzaklık tarafındadır.
Bu büyüklerin hakkında ötelerin ötesi, vehme mecal olmayan
yakınlık tarafındadır. Dünya ayakta durdukça, dünyevî hayat mevcut
oldukça, gaybe iman olacaktır ve elbette lazımdır. Zira dünyada
meşhuda iman hastalıklıdır.
Uhrevi neş’e olduğu zaman, vehim ve hayal duvarı yıkıldığı
zaman, şuhudi iman makbul olur. Kılma ve yontmadan hali olur. Ben
zannediyorum ki, Muhammed sallallahü aleyhi vesellememin,
rü’yetullah nimeti ile müşerref olması tenzihi olup ahirette başkaları
için mev’ud olan bu nimet onun için, dünyada müyesser oldu. Bu
Allah subhanehünün bir lütfudur, dilediği kullarına nasip eder, Allah
azim fazlın sahibidir. Bilinmesi lazımdır ki; Nefiy kelimesini
Halilurrahman İbrahim aleyhisselam tamamladı. O şirk kapısından
kapanmayan bir kapı bırakmadı. Bu sebepten dolayı Enbiyanın
imamı oldu. Kıdem bakımından en önde oldu. Dünya neş’esinde,
kemâl mertebesinin nihayetinin zuhuru, bu nefiyi tamamlamaya
bağlıdır.
İspat kelimesinin kemâlâtının zuhuru, ahiret neş’esine
bağlıdır. Nebi Aleyhisselam bu dünyada, rü’yet ile müşerref olunca
bu dünyada ispat kelimesinden bol bir nasip buldu. Hatta bu neş’eye
kıyasla, Nebi aleyhisselamın gönderilmesiyle, ispat kelimesinin
tamam olduğunu söylemek mümkün olur. Nebi sallallahü aleyhi
vesellem hakkında, bu dünyada tecelliy-i zatiyi ispat etmek mümkün
olur.
Hidayete tabi olanlara ve Mustafa aleyhisselamın şeriatına
bağlı olanlara selam olsun.

377

ÂLİMLER HAKKINDA
MEKTUPLAR
1. CİLT
33. MEKTUP
Hâce Muhammed Lahori’ye;
Dünya sevgisinin esiri olmuş âlimlerin kötülüğü,
Dünyadan yüz çeviren âlimlerin methi hakkındadır.
Âlimlerin dünyaya karşı sevgi ve muhabbetleri, onların
dünyaya rağbet etmeleri, güzel yüzlerine kara bir lekedir. Her ne
kadar onlar insanlara faideli olsalar da onların ilmi kendileri
hakkında faideli olmaz. Her ne kadar şeriatı teyit ve dini takviye,
onlar tarafından yapılsa da bunun bir itibar ve değeri olmaz. Çünkü
dini takviye ve şeriatı teyit işi, bazen facir ve günahkârlar, zayıf ve
güçsüzler tarafından da yapılabilir.
Zira aleyhissalatu vesselam şöyle buyurdu; Muhakkak Allah
Teâlâ bu dini, günahkâr ve isyankârlar ile de kuvvetlendirir.
İlmiyle amel etmeyen dünya ehli olan âlimler, fars taşı
gibidirler. Öyle ki fars taşına, bakır ve demir gibi sert olan bir şey
dokunursa dokunan bakır ve demir altın olur. Fakat kendisi hali
üzere, taş olarak kalır. Veya o dünya ehli âlimler; çakmak taşı gibi
âleme faideli olur, lakin o ateşten kendisinin bir istifadesi olmaz.
Hatta ben derim ki, sahip oldukları o ilim onların hakkında
zararlıdır. Çünkü sahip oldukları ilim ile onların aleyhinde hüccet ve
delil tamamlanmış olur.
Nitekim Aleyhissalatu vesselam; “Kıyamet gününde en
şiddetli azâb, sahip olduğu ilmi kendisine menfaat vermeyen
âlimdir.” Buyurdu.
Durum böyle olunca ilim onun hakkında nasıl zararlı olmaz?
Çünkü Allah Teâlâ yanında eşyanın en azizi ve kıymetlisi,
mevcudatın en şereflisi olan ilmi, mal, makam, eş dost gibi değersiz
ve kıymetsiz olan bir avuç dünya malını toplamak için vesile kıldılar.
Hal bu ise dünya; Allah Teâlâ yanında zelil, düşük, hakir ve
değersizdir. Mahlûkat içerisinde Allah Teâlâ’nın en çok buğz ettiği
şey dünyadır. Allah Teâlâ yanında aziz ve değerli olan bir şeyi, zelil
ve düşük kabul etmek, Allah Teâlâ’nın yanında zelil ve değersiz olan

378

bir şeyi de kıymetli ve değerli kabul etmek son derece çirkin ve
kabahattir. Hatta böyle bir durum; Allah Teâlâ’ya muarız olup karşı
gelmektir. Ders okutmak, fetva vermek; ancak sırf Allah rızası için
yapılıp makam ve riyaset sevgisi, dünya malı elde etme arzusu,
insanlar arasında itibar sahibi olmak şaibelerinden hali ve uzak
oldukları zaman faideli olurlar.
Ders okutmanın, fetva vermenin, şu yukarıda anlatılan
dünyevi şeylerden hali olduğunun alameti ve işareti; dünya ile alâkalı
hususlarda zahit olup dünyaya rağbet etmemektir. Bu belaya müptela
olan, dünya sevgisinin esiri olan âlimler, dünya âlimleridir. Onlar
kötü âlimlerdir. Onlar insanların en şerlileridir. Onlar din hırsızıdır.
Hal bu ise; onlar kendilerine, dinde uyulması lazım gelen
âlimler olarak inanıyorlar. Onlar kendilerine, insanların hepsinin en
üstünü olduklarına inanıyorlar.
Allah sübhanehü şöyle buyuruyor; Onlar bunun kendilerine
bir yarar sağlayacağını zannedecekler. Dikkat edin, gerçekten
onlar yalancıların ta kendileridirler. Şeytan onları avucunun
içine almış, kendilerine Allah’ı anmayı unutturmuştur. Onlar
şeytanın yandaşlarıdır. Biliniz ki, şeytanın yandaşları zarara
uğrayanların ta kendileridir. (Mücadele Sûresi. 18-19. Ayetler)
Allah dostlarından birisi, şeytanı insanları adatma ve
sapıtmayla uğraşmadan, boş oturduğunu görünce acayibine gidip
bunun sebebini sordu. Mel’un şeytan; “Bu devirdeki kötü âlimler,
büyük ölçüde bana yardım ettiler. İnsanları sapıtma işini onlar
üstlendiler. Beni boşa çıkardılar.” dedi.
Şu zamanda Şeriatın emirlerini yerine getirmekte vuku bulan
her türlü zayıflık, dini takviye ve Şeriatı yayma hizmetlerinde ortaya
çıkan her türlü gevşeklik, bu kötü âlimlerin uğursuzluğundan ve
niyetlerinin bozukluğundandır.
Evet; Âlimler dünyaya rağbet etmeyip makam, riyaset, mal
elde etme, itibar sahibi olma esaretinden kurtulurlarsa, onlar ahiret
âlimleridir. Onlar Enbiya aleyhimüsselamın vârisleridir. Onlar
mahlûkatın en faziletlileridir.
Kıyamet gününde onların mürekkepleri ile şehitlerin kanları
tartılacak, onların mürekkepleri ağır gelecektir. Âlimin uykusu
ibadettir. Sözleri onlar hakkında söylenmiştir. Onların nazarında

379

güzellik, Ahiretin güzelliğidir. Onların nazarında dünyanın kabahat
ve çirkinliği zâhirdir. Onlar, ahirete baki ve kalıcı nazarla bakarlar.
Onlar, dünyaya yok olacak nazarla bakarlar. Şüphesiz onlar, fani
olan şeylerden kaçıp baki olan ahireti müşahedeye yöneldiler. Bu
durum ancak fani ve zail olmayacak, zül celali müşahedenin
neticesidir. Dünyayı zelil görmek ve dünyada olan şeyleri hakir
görmek, ahireti müşahede etmenin levazımı ve neticesidir. Çünkü
dünya ve ahiret iki kuma gibidir. Birisini razı edersen diğerini
darıltırsın.
Dünyayı aziz edersen ahireti tahkir etmiş olursun. Dünyayı
tahkir edersen ahireti aziz etmiş olursun. Bu ikisini bir araya
getirmek zıtları bir araya getirmek gibidir.
Şiir;
Din ile dünya bir arada yürütülebilse ne güzel olur.
Evet; nefslerinin esaretinden ve tabiatlarının isteklerinden, külliyyen
kurtulmuş olan meşayihden bir topluluk, sureta dünya ehli gibi
görünmeyi tercih ettiler. Onları zâhirde dünyaya istekli olarak
görürsün, lakin doğru niyetleri vasıtasıyla onların dünya ile asla
alâkaları yoktur. Hatta onlar, tamamen dünyadan yüz çevirmişlerdir.
Onlar dünyadan kurtulmuşlardır.
Öyle adamlar var ki, onları ticaret ve alış veriş, Allah’ı
zikir etmekten alıkoymaz. (Nur Sûresi,24/ 38. Ayet)
Onlar dünya ile alakalı gibi görünürler. Fakat dünyadan hiçbir
şeyle alakaları yoktur. Hâce Bahaaddin (kuddise sirruhu), “Ben Mina
çarşısında bir tacir gördüm. Takriben elli bin dinar tutarında alış veriş
yaptı. Fakat kalbi bir lahza dahi Allah sübhanehüden gafil olmadı.”
buyurdu.

1. CİLT
48. MEKTUP
Seyyid Nakip Şeyh Ferid Buhari’ye;
Âlimlerin, ilim talebelerinin, şeriatın hizmetçileri ve taşıyıcıları
olduğunu,
Onlara tazim etmeye teşvik edilmesinin lazım olduğunu beyan
hakkında yazılmıştır.

380

Seyyidülenbiya aleyhi ve aleyhimussalatü vesselam
hürmetine, Allah sübhanehü tüm düşmanlara karşı sizlere yardım
etsin.
Dervişlere iltifat yönüyle gönderilmiş olan şerefli
mektubunuzun mütalaası ile müşerref oldum. Mektupta; Mevlana
Muhammed Kılıç Muvaffak, ilim talebeleri ve sofiler için bir miktar
yardım ve harçlık gönderdiğini yazdı. Azim ve gayret bakımından
ilim talebelerinin, sofilerden önce zikr edilmesi hakikaten ve cidden
güzel oldu. Zâhir bâtının unvan ve yansımasıdır. Hükmünce, ilim
talebelerinin bâtında da önde olmalarını ümit ederiz.
Şiir;
Her kap içindekini sızdırır.
İlim talebelerine, öncelik verilmesinde şeriatın hükümlerini
yaymak vardır. Çünkü onlar Nebi aleyhisselamın Şeriatının
hizmetçileri ve taşıyıcılarıdırlar. Çünkü Mustafa sallallallahü aleyhi
vesellemin din ve milleti onlar ile kaimdir.
Kıyamet gününde insanlar, sadece ve yalnız Şeriattan sual
olunacaklardır. Tarikattan sual olunmayacaklardır. Cennete girmek
ve cehennemden kurtulmak bunların hepsi, Şeriatın hükümlerini
yerine getirmeye bağlıdır. Kâinatın en faziletlisi ve en üstünü olan
Enbiya aleyhimussalatü vesselam, insanları sadece ve yalnız
Şeriatlerine çağırdılar. Enbiya aleyhimüsselam; Necat ve kurtuluşun
çaresi Şeriattır dediler. Enbiya aleyhimüsselamın gönderilmesindeki
maksat; Şeriatın hükümlerini tebliğ etmektir.
Şu halde; hayırların en büyüğü, Şeriatın hükümlerini yaymak
için gayret etmektir. Şeriatın ahkâmından bir hükmü ihya edip hayata
geçirmek, hayırların en büyüğüdür. Bilhassa, İslâmî esasların ve
usullerin yok olduğu bir zamanda, Şer’i meseleleri ihya etmek, o
kadar büyük bir hayırdır ki; diğer hayır yollarına, Allah için binlerce
para harcansa, onun sevap ve mükâfatı, Şer’i meselelerden bir
meseleyi yaymaya eşit ve müsavi olmaz. Çünkü Şer’i meseleleri
yaymakta, mahlûkatın en büyüğü olan Enbiya aleyhimussalatü
vesselama uymak ve o büyüklere ortak olmak vardır.
Bilinen bir gerçektir ki; hasenât ve sevapların en mükemmeli
ve en büyüğü peygamberlere verilmiştir. Binlerce para vererek hayır
yapmayı, Enbiya aleyhimüsselamdan başkaları da yapabilir.

381

Şeriatı yerine getirmekte ve onun ahkâmıyla amel etmekte
nefse muhalefet vardır. Çünkü Şeriatın hükümleri nefsin isteklerine
muhaliftir. Şeriat nefse muhalif olarak gelmiştir.
Binlerce para vermek bazı kere nefsin hoşuna gidebilir. Evet;
binlerce parayı vermek, Şeriatı teyit etmek ve dini yaymak için
olursa onun için çok yüksek bir derece vardır. Dini ihya ve Şeriatı
yaymak niyet ve maksadıyla bir pul dahi vermek, diğer hayır
yollarına binlerce para harcamaya müsavi olur. Eğer sen; nefsine esir
olmuş bir ilim talebesi nasıl olur da sofilerin üzerine tercih edilir?
Diye soracak olursan, cevap olarak derim ki; böyle düşünen ve
söyleyen kişi sözün hakikatini anlayamadı. Söylenmek istenilen asıl
merama vâkıf olamadı. Zira ilim talebesi nefsine esir olmakla
beraber insanların kurtulmasına sebeptir. Çünkü her ne kadar ilim
talebesinin kendisi menfaat elde edemiyor ise de, Şer’i hükümleri
tebliğ edip anlatmak onlara bağlıdır. Sofinin kurtuluşu söz konusu
olsa bile o sadece kendisni kurtarır. Onun insanları kurtarmaya bir
yönelmesi yoktur. Birçok insanın kurtulması kendisi ile alâkalı olan
kimsenin, sadece kendisini kurtaran kimseden daha faziletli ve üstün
olması kesin bir husustur.
Evet; sofi de fenâ, beka, seyir anillah, seyir billah
makamlarından sonra, insanları davet etmek için âleme dönüp davet
makamı olan Nübüvvet makamından bir nasip elde edecek olursa,
böyle olan sofide, Şeriatı tebliğ eden âlimler sınıfına dâhil olur.
Onun içinde, ümmetin eşrafı olan âlimlerin hükmü vardır.
Bu Allah Teâlâ’nın bir fazlı ve lütfudur.
Allah sübhanehü bunu dileyen insanlara verir.
Allah Teâlâ azim fazlın sahibidir. (Cuma Suresi,62/4.ayet)

1. CİLT
53. MEKTUP
Seyyid Nakip Şeyh Ferid Buhari’ye;
Kötü âlimlerin ihtilaf etmesinin, âlemin bozulmasına sebep
olduğunu beyan hakkında yazılmıştır.
Allah sübhanehü sizi değerli ecdadınızın yolunda sabit kılsın.

382

İslâm ve Müslümanların sultanın, cibilliyetinde var olan,
İslâm neş’enin güzelliğinden, yaptığı işlerde şeriata muhalif bir iş
vuku bulmasın diye, devamlı kendisi ile beraber bulunup kendisine
şer’i meseleleri anlatmaları için, ilmiyle amil olan mütedeyyin
âlimlerden dört kişi seçip tayin etmenizi size emrettiğini duydum.
Bundan dolayı Allah sübhanehüye hamd olsun. Müslümanlar
için bundan daha güzel bir müjde ne olabilir? Matem tutan
Müslümanlar için, bundan daha büyük teselli ne olabilir?
Ancak bu fakir; daha önce de tekrar tekrar açıkladığım gibi,
bu maksatla zatıâlinize yöneldim. Bizzarure bu hususta bir şeyler
yazmadan, susup oturmak hususunda kendime müsamaha
etmeyeceğim, kendime ruhsat vermeyeceğim. Bana müsamaha
etmenizi rica ederim. Zira bir gayesi ve hedefi olan mecnun gibidir.
Gözü başka bir şey görmez. Şu anda maruzatım şudur; Dinine bağlı
mütedeyyin âlimler çok azdır. Mütedeyyin âlimler; makam ve riyaset
sevgisini aşıp arkalarına atmış kimselerdir. Mütedeyyin âlimler;
Şeriatın yayılması ve dinin kuvvetlendirilmesinden başka bir istek ve
maksatları olmayan kimselerdir. Çünkü onların içerisinde makam
sevgisi olursa, her birisi kendi maksadına uyan tarafı alır, ona yapışır,
o yönden kendi üstünlüğünü ortaya çıkarmaya çalışır. Araya birçok
hilaf ve ihtilaflar sokar. Dolayısıyla o şeyi sultana yakın olmaya
vesile kılar. Böylece elbette din işleri beter olup kesintiye uğrar.
Geçen asırda İslâm âlemini belaya sokan; Âlimlerin ihtilaf
etmesidir. Bu hastalık devam ettiği ve bu ihtilaflı sohbetlerde
yapıldığı takdire, Şeriatın itibar görmesi ve kabul edilmesi nasıl ümit
edilebilir? Din ve milleti teyit etmeye nasıl çare bulunur? Bilakis
böyle durumlar, din ve milletin yıkılmasına sebep olur. Bu durumdan
ve kötü âlimlerin fitne ve zararlarında Allah sübhanehüye sığınırız.
Eğer siz bu maksatla, dört âlim değilde bir âlim seçip tayin
ederseniz, bu daha güzel ve daha faziletli olur. Eğer o âlimi, ahiret
âlimlerinden seçmek mümkün ve müyesser olursa ne büyük saadet
olur. Çünkü onun sohbeti kibriti ahmer gibi kıymetlidir. Eğer ahiret
âlimlerinden bulmak mümkün ve müyesser olmazsa, o zaman sağlam
bir şekilde düşündükten sonra mevcutların en iyisini seçiniz. Zira bir
şey tam manasıyla olmuyor diye tamamen terk edilmez.
Daha ne yazayım? Bilmiyorum.

383

İnsanların kurtuluşu âlimlerin mevcudiyetine bağlıdır. Aynı
şekilde âlemin zarar ve ziyan görmesi de âlimlere bağlıdır. Âlimlerin
faziletlisi âlemin en üstünüdür. Âlimlerin şerlisi mahlûkatın en
şerlisidir. İnsanların hidayeti ve dalaleti âlimlere bağlanmıştır.
Büyüklerden bir tanesi, mel’un iblisi boş otururken görünce
hayret edip sebebini sormuş, İblis; bu zamanın âlimleri benim
yükümü aldılar. İnsanları aldatıp sapıtmakta benim vazifemi
üstlendiler. Ben de boş oturuyorum diye cevap vermiştir.
Bunları yazmaktan maksat; iyi ve doğru düşünüp sağlam bir
fikre sahip olduktan sonra, bu işe önemle başlamanız içindir. Çünkü
iş işten geçip elden çıktıktan sonra ilaç ve tedavi kabul etmez.
Ben her ne kadar anlayış sahibi kimselere bu ve emsali sözleri
yazmaktan hayâ edip çekinsem de, bu işin büyük bir saadete vesile
olduğunu bildiğim için başını ağrıtmama sebep oldum.

1. CİLT
213. MEKTUP

Seyyid Ferid’e;
Ehl-i sünnet âlimlerine tabi olmaya teşvik,
İtikadı kötü olan âlimlerin sohbetinden sakındırmak hakkında
nasihatlere dair yazılmıştır.
Şerefli ceddiniz aleyhissalatu vesselam hürmetine, size layık
olmayan şeylerden Allah sübhanehü sizleri korusun.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor; İyiliğin karşılığı ancak iyilik
olur. (Rahman Sûresi,55/ 60. Ayet)
Şerefli vakitlerde, iki cihanda selametiniz için dua etmekten
başka, sizin ihsanınıza hangi iyilik ile karşılık verebilirim? Allah
sübhanehüye hamd ve şükür olsun ki; bu mana benim istek ve
tercihimin dışında müyesser olan bir durumdur. Mükâfat olmaya
layık olan diğer ihsan, size vaaz ve nasihatte bulunmaktır. Kabule
şayan olursa vaaz ve nasihat büyük nimettir.
Ey necip ve nakip; vaazların hulasası, nasihatlerin özü ve
zübdesi, şeriatı yaşayan, dinine bağlı mütedeyyin kimseler ile
beraber olmaktır. Mütedeyyin olmak, şeriatı yaşamak, İslâmın diğer
fırkaları arasında, hakikaten fırkâ-i Nâciye olan Ehl-i sünnet vel-
cemaat yoluna girmeye bağlıdır. Ehl-i sünnet büyüklerine tabi

384

olmadan necat ve kurtuluş muhaldir. Ehl-i sünnet âlimlerinin
görüşlerine tabi olmadan felah bulmak mümkün değildir. Naklî, aklî
ve keşfî deliller bunun şahididir.
Bunda asla hilaf ve şüphe yoktur. Sırat-ı müstakim olan Ehl-i
sünnet büyüklerinin yolundan, hardal tanesi kadar ayrıldığı bilinen
bir şahıs ile sohbet etmenin, öldürücü zehir olduğuna inanman
lazımdır. Böyle biriyle oturmayı ef’a yılanı ile oturmak gibi tehlikeli
görmelisin. Hangi fırkadan olursa olsun, Şeriat hassasiyeti olmayan
ilim erbabı din hırsızlarıdır. Aynı şekilde, onların sohbetlerinden de
uzak durmak zaruridir.
Dinde vuku bulan fitne ve fesatların tamamı, ahiretlerini
değersiz ve kıymetsiz bir avuç dünya malını toplamak için heba
eden, bu toplulukların uğursuzluğundandır.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor; Şu işaret edilen kimseler
hidayeti verip karşılığında dünyayı satın aldılar. Onların bu
ticaretleri kar etmedi. Onlar hidayette de olmadılar. (Bakara
Sûresi,2/ 16. Ayet)
Bir şahıs; İblis aleyhilla’neyi, insanları aldatmak ile meşgul
olmayıp istirahat halinde boş boş otururken görünce, bunun sebebini
ve sırrını sormuş, O mel’un; “Bu zamanın sözde âlimleri, benim
işimi daha iyi yapıyorlar, insanları benden daha iyi aldatıp
sapıtıyorlar. Onlar benim işimi üstlendiler. Ben de istirahat
ediyorum.” Diye cevap vermiştir.
Şu anda, burada mevcut talebeler arasında Mevlana Ömer;
güzel siret ve güzel seciye sahibidir. Ancak onun kalbini takviye edip
hakkı açıklamasına yardım etmeniz şarttır.
Hafız İmam da aynıdır. Onda da İslâmi bir mecnunluk vardır.
İslâmda bu delilik olmazsa olmaz şekilde elbette lazımdır.
“Sizden birisine mecnun denmedikçe kesinlikle Mü’min
olamaz.” Hadis-i Şerifi, tarafınızca malumdur.
Bu fakir; söz ve yazı ile güzel sohbete teşvik etmek
hususunda kusur etmedi. Kötüler ile sohbet etmekten sakınman ve
terk etmen hususunda da mübalağa etmekte kendime ruhsat
vermedim. Bunu, büyük bir esas ve usul olarak görüyorum. Kabul
etmek size aittir. Hayır, yapmak için vesile kılınan kimseye müjdeler
olsun.

385

Sizin iyiliklerinizi hatırlamak, bunları söylememe vesile oldu,
Başınızı ağrıttığımı ve sizi usandırdığımı unutturdu.
Vesselam.

3. CİLT
47. MEKTUP

Zamanın Sultanı’na;
Âlimlerin ve sâlihlerin methi,
Duanın esrarı ve faidesi hakkında yazılmıştır.
Duacıların en küçüğü olan Ahmed; Bu yüce kapının
hizmetçilerine tevazu ve inkisar izhar edip Avam ve havastan
herkese şamil olan, eman ve emniyet nimetinin şükrünü edâ eder.
Duaların kabul edildiği zan ve tahmin edilen vakitlerde ve
dervişlerin toplandığı zamanlarda, İslâm askerleri için, Allah
sübhanehüden fetih ve yardım talep eder. Zira her kes bir iş için
yaratılmıştır. Herkes niçin yaratılmış ise yaratılmış olduğu şey ne ise
ona nasip ve müyesser olur. Allah Teâlâ’nın işlerinde abes ve boş bir
şeyin olması mümkün değildir.
Mücahit gazi askerlerin yapmaları lazım olan vazife, kahir
devletin ayaklarını kuvvetlendirmek, Şeriatın revaç bulması ve
yayılması kendisine bağlı olan açık saltanatın rükünlerini ve
temellerini teyit edip sağlamlaştırmaktır.
Zira şöyle söylendi; “Şeriat kılıçların gölgesi altındadır.”
Kadri ve şerefi büyük olan bu iş; aynı zamanda dua askeri olan
fakirlerin ve bela ashabının dualarına da bağlıdır. Zira fetih ve
yardım iki türlüdür.
Birinci kısmı; sebeplere bağlı kılınmıştır. Bu sureten olan
fetihtir ki, gaza askeriyle alâkalı bir yardımdır. İkincisi; hakiki
fetihtir ki, bu da müsabbibülesbabtan olan bir yardımdır.
Allah Teâlâ’nın; Yardım ancak Allah’tandır. (3/126) sözü
bu manaya işarettir.
İşte bu dua askeriyle alâkalıdır. Dua askerinin zillet ve
inkisarı, alçak gönüllü ve kırık halleri, gaza askerini geçip onlar,
sebepten müsebbibe yükseldiler. Aynı zamanda dua kazayı önler.

386

Muhbir-i Sadık aleyhissalatu vesselam; “Kazayı ancak dua
önler.” buyurdu.
Kılıç ve cihadın kazayı önlemede bir kudretleri yoktur. Dua
askeri zayıf olmakla beraber, bu hususta gaza askerinden daha
kuvvetlidir. Aynı zamanda, dua askeri gaza askeri için, bir ruh
mesabesindedir. Gaza askerî de, dua askeri için bir kalıp
mesabesindedir. Gaza askeri için, kesinlikle dua askeri lazımdır.
Çünkü ruhsuz olan bir kalıbın, yardım etmeye ve kuvvete bir
kabiliyeti olmaz.
Bu hususta; Gaza askerleri mevcut oldukları halde,
muharipler her tarafı doldurdukları halde, Resulullah sallallahü
aleyhi vesellem, muhacirlerin fakirlerini vesile ederek, Fetih için
yardım talebinde bulunurdu diye rivayet olundu. Çünkü zillet ve
meskenetleri mevcut olmakla ve itibarsız olmakla beraber fakirler,
dua askerleridir.
Zira fakirlik dünya ve ahirette yüz karasıdır denildi. Buna
rağmen bazı yerlerde onlara ihtiyaç vaki olur. İtibarları olmadığı
halde, bazen itibarlı olurlar. Bu bir vakıadır. Bu gibi yerlerde
akranlarından üstün olurlar.
Muhbir-i Sadık aleyhissalatu vesselam; “Kıyamet gününde
âlimlerin mürekkepleri şehitlerin kanlarıyla tartılacak, Âlimlerin
mürekkepleri ağır gelecek.” buyurdu. Sübhanallahi ve bihamdihi.
Cenab-ı Hakk’a sonsuz hamdü senâ olsun ki, onların mürekkepleri
ve siyah yüzleri, onların izzetli olmalarına ve derecelerinin
yükselmesine sebep oldu. Dereceleri en aşağı çukurdan en yukarı uca
kadar ulaştı. Evet, karanlıkların içinde abıhayat vardır.
Şu fakir; kendisini her ne kadar, dua askerlerinin sınıfından
saymasa bile, ancak, sırf isminin fakir olmasından ve duasının kabul
olma ihtimalinden dolayı, düşmanları kahreden devlete dua etmekten
geri kalmıyor. Hal ve kal diliyle devamlı olarak, Fatiha okumakla ve
dua etmekle meşgul oluyor.
Rabbimiz yaptığımız dualarımızı ve ibadetlerimizi kabul et.
Muhakkak sen her şeyi işiten ve bilensin. (Bakara Suresi.2/127)

387

TARİKAT ŞEYHLERİ HAKKINDA

MEKTUPLAR
1. CİLT
23. MEKTUP
Hanlar Hanı Abdürrahim’e;
Ehil olmayan kimselerden tarikat dersi almanın zararlarını,
Kâfirlerin lakaplarına benzeyen lakapları kullanmanın
mahzurlarını beyan hakkında yazılmıştır.
Siyah ve beyaz bütün insanlara gönderilen beşerin efendisi
aleyhissalatu vesselam hürmetine. Allah sübhanehü bizi ve sizi,
hayata geçirilmeyen boş sözlerden ve amelsiz ilimden korusun. Allah
Teâlâ, âmin diyen kuluna merhamet etsin.
Gönderdiğiniz mektubunuzu sadık ve sâlih kardeşimiz tebliğ
etti. Tarafınızdan anlatılması lazım gelen hususları bir, bir anlattı.
Şiir;
Sa’di ve elçiye merhaba, hoş geldi sefa geldi,
Gönderen sebebiyle elçinin yüzü de güzel oldu.
Ey kemâlât ve manevi güzelliklere kabiliyetli kardeşim, Allah
sübhanehü işlerinizi kuvveden fiiliyata çıkarsın.
Sen bilesin ki; şu dünya ahiretin tarlasıdır. Dünya tarlasına
sâlih amel tohumlarını ekmeyen, istidat arazisini atıl ve boş bırakan
ve amel tohumlarını zâyi’ eden kimseye yazıklar olsun. Bilinmesi
lazım gelen husus şudur; araziyi zâyi’ etmek, onu atıl ve boş
bırakmak, iki şekilde olur; ya araziye bir şey ekmemekle olur. Veya
bozuk ve kötü bir tohum ekmekle olur. Tarlaya kötü ve bozuk tohum
ekmenin zararı birincisinden çok daha şiddetlidir. Tarlayı ifsat etmesi
çok daha fazladır. Bunda anlaşılmayacak bir durum yoktur.
Tarlaya kötü ve bozuk tohum ekmek; ilim, amel, itikat, takva
ve maneviyat bakımından noksan olup şeytan ve nefsin vesvesesiyle
şeyhliğini ilan etmiş, her yönden eksik ve noksan bir kimseden
tarikat dersi almakla ve onun yoluna girmekle olur.

388

Çünkü anlatılan noksanlıklar kendisinde bulunan, kendisini
tarikat şeyhi ilan eden kimse, nefsine ve nefsin arzusuna tabi
kimsedir. Havailik ve nefsanilik karışmış şeylerin manevî bir tesiri
olmaz. Tesir etse bile nefsanî arzularına yardım eder. Kalbte zulmet
üzerine zulmet oluşturur. Çünkü eksik ve noksan olan kimse, Allah
sübhanehüye ulaştıran yol ile Allah sübhanehüye gitmeyen yolun
arasını ayıramaz. Çünkü kendisi Allah sübhanehüye giden yola asla
ulaşamamıştır.
Aynı zamanda böyle birisi, talebelerin muhtelif istidat ve
kabiliyetlerini de bilip ayıramaz. Cezbe yollarını, seyrusülük
yollarından ayıramadığı zaman, çoğu kere bir talibin istidat ve
kabiliyeti ilk başta cezbe yoluna münasip ve uygun olup seyrusülük
yoluna uygun olmaz. Maneviyat sahasında eksik ve noksan olan
kimse bu yolların arasını ve muhtelif istidat ve kabiliyetlerin arasını
ayıramadığı için, daha yolun başında talibi seyrusülük yoluna koyar,
kendisi sapıttığı gibi o talibi de sapıtır.
Kamil ve liyakatli, ehil olan şeyh ise bu talibi terbiye edip
yola koyacağı zaman, evvela noksan şeyhten isabet eden zararları
temizlemeye, onun sebebiyle bozulan şeyleri düzeltmeye ihtiyaç
duyar. Sonra istidat ve kabiliyetine uygun olan tohumu eker,
peşinden de çok güzel bitkiler ve mahsuller biter.
Kötü ve pis kelime, pis ve kötü bir ağaç gibidir. Köksüz ve
karasızdır. Güzel kelime ise güzel bir ağaç gibidir köklüdür
dalları da göğe doğru yükselmiştir. (İbrahim Sûresi,14/ 24 Ayet)
Kamil ve mükemmil olan bir şeyhin sohbetleri, kibriti ahmer
gibi kıymetlidir. Onun nazarı gönüllere deva ve ilaçtır. Onun Sözleri
kalblere şifadır. Bu sohbetler olmazsa dikenli ağaç misali bir fayda
yoktur. Allah sübhanehü bizi ve sizi Mustafa aleyhissalatu
vesselamın şeriatında sabit kılsın. Çünkü işin aslı ve esası budur.
Kurtuluş yolu budur. Saadet sebebi budur.
Şiir;
Muhammed Arabi olup iki cihanın seyyididir.
Onun kapısında toprak olmaya razı olmayana yazıktır.
Bu makaleyi Seyyidülmürseline Salatü selam ile bitirelim.
Çok taaccüp edilecek bir husus ta şudur; sadık kardeşin
anlattığına göre meclisinde olan faziletli şairlerden birisinin yazdığı

389

şiirleri “küfrî” lakabıyla yazmasıdır. Hâl bu ki o Sadatı kiramdan ve
faziletli nakiplerdendir. Çirkinliği açık olan bu ismi tercih
etmesindeki sebep nedir? Bir Müslümanın bu isimden yırtıcı
aslandan kaçar gibi kaçması lazımdır. O ismi gayet çirkin görmelidir.
Çünkü küfür ismi ile müsemması olan kâfir, Allah Teâlâ ve
Resulullah sallallahü aleyhi vesellem yanında mebğuz ve mel’undur.
Müslümanlar ehl-i küfre düşmanlık yapmakla ve onlara karşı sert ve
şiddetli olmakla memurdurlar. Bunun gibi, çirkin isimlerden
sakınmak vaciptir. Bazı meşayihin manevi sarhoşluk halinde
söyledikleri, küfrü öven, zünnar takmayı teşvik eden ve benzer
sözleri, zâhirinden anlaşıldığı gibi olmayıp te’vile muhtaçtır.
Çünkü manevi sarhoşların sözleri söylenildiği gibi olmayıp
başka manaya hamledilir. Manevi sarhoşluğun galip olması hasebiyle
onların bu sözler gibi mahzurlu şeyleri irtikâp etmeleri mazur
görülüp nazarı itibara alınmaz. Doğru kabul edilmez. Manevî
sarhoşluk hali kendilerinde bulunmayan kimseler ne onların yanında
ne de şeriat ehli yanında mazur olmazlar. Çünkü her şeyin bir
mevsimi ve ona ait, onun olgunlaştığı ve güzel olduğu bir vakti
vardır. Aynı şey başka mevsimde çirkin olur. Aklı başında olan
kimseler onlardan birisini diğerine kıyas etmez.
O şaire küfrî lakabını daha hayırlı bir isim ile değiştirmesini,
küfrî lakabı yerine İslâmi lakabını kullanmasını, benim söylediğimi
söyleyiniz. Zira bu isim Müslümanın haline ve sözüne daha muvafık
ve daha uygundur. İslâmi lakabı, Allah Teâlâ’nın ve Resulüllah
sallallahü aleyhi vesellemin razı olduğu dine intisap etmek demektir.
Aynı zamanda bu lakap, sakınmamızla memur olduğumuz
töhmetten sakınmak ve kaçınmak demektir. Nitekim töhmet altında
kalacağınız durumlardan sakınınız sözü sadıktır. Hadis-i şeriftir.
Onda bir şüphe yoktur.
Allah sübhanehü şöyle buyurdu; Kesinlikle mü’min olan bir
köle müşrik olan bir efendiden çok daha hayırlıdır. (Bakara
Sûresi,2/ 221. Ayet)
Hidayete tabi olanlara selam olsun.

390

SOHBET HAKKINDA
MEKTUPLAR
1. CİLT
54. MEKTUP
Seyyid Nakip Şeyh Ferid Buhari’ye;
Bid’at ehlinin sohbetinden sakınmanın lazım olduğunu,
Bid’at ehli ile sohbet etmenin kâfirler ile sohbet etmekten daha
zararlı olduğunu beyan hakkında yazılmıştır.
Seyyidülbeşer aleyhissalatu vesselam hürmetine, Allah
sübhanehü size büyük ecir ihsan etsin, şerefinizi yüceltsin,
Göğsünüzü genişletsin.
Hadis-i Şerifte, “İnsanlara teşekkür etmeyen Allah Teâlâ’ya
da teşekkür etmez.” Buyuruldu. Dolayısıyla sizin iyiliklerinize
teşekkür etmek bize lazımdır. Çünkü siz evvela, Şeyhimiz
hazretlerinin cemiyetine sebep oldunuz. Sizin bereketiniz sebebiyle
biz o cemiyette hakkı aradık. Hayır ve bereketten büyük bir nasibe
nail olduk. Nöbet bu tabakaya gelince büyüklerin ölmesiyle sen de
büyüdün sözü hükmünce, ikinci kere dervişlerin toplanmasına vasıta
oldunuz. Gurebadan olan taliplerin nizam ve intizamına sebep
oldunuz. Allah sübhanehü bizden dolayı sizi mükâfatların en hayırlısı
ile mükâfatlandırsın.

391

Şiir;
Tenimin kıl biten her bir yerinde olsaydı bir dilim,
Teşekkür edip dursa teşekkürde eksik olur idim.
Hakk sübhanehüden dileğim, seyyidülmürselin aleyhissalatu
vesselam hürmetine, dünya ve ahirette size layık olmayan şeylerden
sizi muhafaza etmesidir. Bu fakir sizin sohbetinizden uzak kaldı.
Şerefli meclisinizde insanlardan kimler var? Faideli ve temiz
mahfilinizde beraber oturduğunuz arkadaşlarınız kimlerdir?
Bilmiyorum.
Şiir;
Düşünceden gözlerimden uyku uçtu, gitti.
Yanınızda eşten dosttan kimler var diye.
Şu yakinen bilinmelidir ki; Bid’at ehli ile sohbet etmenin
verdiği zarar, Kâfirle sohbet etmenin verdiği zarardan çok daha
fazladır. Bid’at ehlinin en kötüsü ve en hasis ve düşüğü, Resulullah
sallallahü aleyhi vesellemin ashabına buğz eden taifedir.
Allah Teâlâ bu taife için, Kur’ân-ı Mecidinde; Kâfirler
öfkelensinler için (Fetih Sûresi,48/29. Ayet) buyuruyor. Onlar
hakkında Kâfirler ifadesini kullanıyor.
Kur’ân-ı Kerimi ve şeriatı, tebliğ eden Ashab-ı Kiram
hazretleridir. Eğer Ashab-ı Kiram incitilir, kınanır ve onlara itiraz
edilirse Kur’ân-ı Kerime ve Şeriata itiraz edilmiş olur. Kur’ân-ı
Kerimi cem’ eden ve toplayan Osman bin Affan radıyallahü anhtır.
Eğer Hazret-i Osman suçlanır ise Kur’ân-ı Kerime itiraz edilmiş olur.
Allah sübhanehü böyle olmaktan, zındıkların bâtıl itikatlarından
bizleri korusun.
Ashab-ı Kiram arasında vuku bulmuş olan ihtilaflar,
mücadeleler ve savaşlar, nefsanî istek ve arzulardan olmuş değildir.
Çünkü onların nefsleri, Hayrulbeşer aleyhissalatu vesselamın
sohbetlerinde temizlenip nefsleri, emmâre olmaktan kurtulmuştur.
Ancak biz, Hazreti Ali’nin tarafının haklı olduğuna itikat
ederiz. Muhaliflerinin hatalı olduğuna inanırız. Ancak bu hata
içtihadi bir hata olup fasıklık derecesine varmaz. Hatta bu hususta
kötülenmelerine bir sebep olmaz. Çünkü içtihatta hata eden kimse
için dahi sevaptan bir derece vardır.

392

Saadetten mahrum ve uzak olan Yezit, ashabtan değildir.
Onun saadetten uzak olması hususunda hiç kimse için söz hakkı
yoktur. Onun yaptığı işleri Frenk kâfirleri dahi yapmaz. Ona lanet
edilmesi hususunda bazı Ehl-i sünnet âlimleri tevakkuf edip
beklediler. Lakin onların bu lanet etmeyişleri onun yaptığı işten razı
oldukları için değildir. Tövbe edip Allah’tan af dilemiş olma
ihtimalinden dolayıdır. Nebi aleyhisselamın ashabını nasıl medih
ettiğinin ve onları anlatırken hangi edeb ile anlattığının bilinmesi
için, Şerefli meclislerinizde her gün kutbuzzamanın mektuplarından
okunması lazımdır ki, muhalifler mahcup ve perişan olsunlar.
Bu günlerde bu azgın taife, büyük ölçüde azıttılar, her tarafa
yayıldılar. Sizin meclisinize de sızmasınlar, bir yol bulamasınlar
sizin temiz mahfilinizde bir itibar sahibi olmasınlar, diye bu sebeple
onların fesatlarını anlatmak için birkaç kelam yazdık.
Allah sübhanehü sizleri razı olduğu yolda sabit kılsın.

1. CİLT
120. MEKTUP
Mir Muhammed Numan’a
Sohbet dinlemeye teşvik hakkında yazılmıştır.
Mir Muhammed Numan sanki unuttu bir selam ile dahi
hatırlamıyor.
Bu dünyada fırsat çok azdır. O fırsatı en mühim işlere
harcamak lazım ve zaruridir. Bu zamanda en mühim iş, kalbi derli
toplu olan kimselerin sohbetlerini dinlemektir. Ne olursa olsun hiçbir
şey sohbete denk ve muadil olmaz, sohbetin yerini tutmaz.
Görmüyor musun? Resulullah sallallahü aleyhi vesellemin
ashabı, sohbet sebebiyle peygamberlerden başka her kese üstün
oldular. Hatta sohbetten başka birçok kemâlâta ve manevî derecelere
ulaşmalarına rağmen, Veys’el -Karanî ve Ömer Mervanî’den de
üstün oldular.
Şüphesiz; Hazret-i Muaviye’nin hatalı bir ameli, Resulullahın
sohbetine nail olması bereketiyle, onların doğru yaptıkları
amellerinden çok daha hayırlıdır. Amır bin As radıyallahü anhın

393

yanılarak yaptığı bir iş, onların şuurlu olarak yaptıkları işlerden çok
daha faziletli ve üstündür.
Çünkü Ashab-ı Kiram; Resulüllahı görmekle, meleğin
huzurunda olmakla, vahye şahit olmakla ve mucizeleri görmekle,
imanları, şuhudi iman oldu. Diğer kemâlât ve faziletlerin aslı ve esası
olan imanı şuhudi mertebesi, Ashab-ı Kiramdan başkaları için nasip
olmadı. Şayet Veys’el Karanî hazretleri; bu hususiyet ve özellikler
ile sohbetin fazilet ve üstünlüğünü bilmiş olsa idi, onu Resulullah
sallallahü aleyhi vesellemin sohbetinden hiçbir sebep ve mani
engelleyemezdi. Bu fazilet ve üstünlüğe başka bir şeyi tercih
etmezdi.
Allah sübhanehü rahmetine, dilediği kullarını nail ve mazhar
kılar. Allah Teâlâ azim fazlın sahibidir. (Cuma Suresi,62/4)
Şiir;
Zulkarneyn abu hayata mal ve kuvvet ile kavuşmadı,
O bu nimete Allah Teâlâ’nın lütfu ile nail oldu.
Allah’ım bizleri onların zamanında yaratmadıysan da,
Seyyidülmürselin aleyhissalatu vesselam hürmetine, ahiret hayatında
bizleri onlarla beraber diriltilenler zümresinden kıl.

1. CİLT
156. MEKTUP

Şeyh Müzemmil’e;
Allah dostlarının sohbetlerinde bulunmaya teşvik hakkında
yazılmıştır.
Dehlî’de iken Kadızade Calenderi ile beraber gönderdiğiniz
mektubunuz ulaştı. Dervişlere olan muhabbetten dolayı Allah
sübhanehüye hamd ve şükür olsun.
“Kişi sevdiği ile beraberdir.” Hadis-i Şerifi hükmünce o da
onlar ile beraberdir.
Recebi şerif ayı her ne kadar zaman ve vakit itibariyle yakın
ise de ancak cidden uzaktır.
Şiir;
Arkadaşlarıma diyorum ki şu güneşin ziyası yakındır.
Lakin o güneşe ulaşmak için yol çok uzundur.

394

Erbab-ı hukukun haklarına riayet etmen vasıtasıyla bu manayı
tercih ettin. Sen bu manada dosdoğru devam et. Recebi şerif ayına
kadar bu fakirin de orada olması ümit edilir. Her şeyin en doğrusunu
Allah sübhanehü daha iyi bilir. Dönüş onadır. Şu kısa ömürde, her
halde ve zamanda fakir dervişler ile beraber bulunmalıdır.
Sen sabah akşam Allah Teâlâ’ya dua eden, onun rızasını
isteyen kimseler ile beraber olmaya sabır et. (Kehf Suresi,18/28)
Ayeti bu hususta kat’i bir delildir. Öyle ki Allah sübhanehü Habibi,
sallallahü aleyhi veselleme bunu emir etti.
Büyüklerden bir zat şöyle dedi; “Allah’ım dostlarını öyle
yaptın ki, onları tanıyan seni buldu. Seni bulamayan onları
tanıyamadı.”
Allah sübhanehü bizlere ve sizlere Allah dostlarını sevmeyi
nasip etsin.

1. CİLT
228. MEKTUP
Mir Muhammed Numan’a
Tekmil makamı ve tarikatı talim ile alâkalı bazı nasihatler,
hakkındadır.
Seyadet membaı kardeşin mektubu ulaştı sevinmemize vesile
oldu.
Ey kardeş; Bu yolun esasının, iki şeye bağlı olduğu sana
defalarca söylendi. Birinci asıl ve esas; en küçük bir edebini dahi terk
etmeye razı olmayacak şekilde şeriatın hükümlerine göre dosdoğru
hareket etmek ve istikamet üzere olmaktır. İkinci esas; müridin
nazarında şeyhinin bütün harekât ve sekenatının güzel görünmesi,
asla bir itiraza mecal olmayacak şekilde, tarikat şeyhine son derece
muhabbette sebât etmektir.
Bu iki esas ile alâkalı hususların herhangi birisinde vuku
bulacak olumsuzluktan Allah sübhanehüye sığınırız. Allah
subhanehünün inayet ve yardımıyla bu iki esas istikamet üzere
olduğu zaman, en büyük kazanç olan dünya ve ahiret saadeti elde
edilmiş olur. Kulağınıza başka nasihatler ve tavsiyelerde ulaştı.
onlarada riayet etmekte dikkatli ve ihtiyatlı olmalısın, taksirat ve
kusurların telafisi için Allah sübhanehüye yalvarıp yakarmalısın.

395

Ramazanı şerif ayında itikâf yapılamadığı takdirde
Ramazanın son on gününün itikâfını kaza etmek niyetiyle, şu
içerisinde bulunduğumuz Zilhicce ayının onunda itikâf yapmalısın.
Bu niyyetle yapıldığı zaman sünnetle amel etmiş olursun. Bu itikâf
esnasında tazarru ve inkisar ile yalvarıp yakararak bütün kusurlardan
dolayı Allah sübhanehüye özür dilemelidir. Bu fakirde bu hususta
inşaalah size yardımcı olur.
Tarikatı talim icazeti, sana verildiği halde icazetin yazılması
hususundaki bu mübalağa ve ısrarın hepsinden maksat ve sebep
nedir? Bu yeterli değil ise icazet yazmanın faydası nedir? Hatıra
gelen her şeyi elde etmek için gayret edip çalışmamalıdır.
Bazı şeylerin terk edilmesi, elde edilmesinden daha evla ve
daha uygundur. Bu nefs bir şeyin peşine düştüğü zaman iyi mi, kötü
mü? Hak mı? Batıl mı? Olduğuna bakmadan onu elde edip
tamamlamak ister. Ben sizin hakkınızda birçok şeyler yazdım. Allah
sübhanehü bu yazdıklarım ile sizi faidelendirsin. Sen kendi nefsin ve
kendiişlerin hakkında iyice düşünmelisin ki, iman selameti ile
gidebilesin. İcazet ve müritlerin sana ne faydası olur?
Sen kendi işin ile meşgul olurken sadık bir talip ve istekli
gelirse o zaman ona tarikat derslerini öğretirsin. İşin aslı ve esası
tarikat öğretmek değildir. Bizzat esas maksat tarikat öğretmek
değildir ki, sen işlerini ona tabi ve bağlı kılıyorsun. Bizzat tarikatı arz
etmeyi maksat haline getiriyorsun. Böyle davranman, sana mahza
zarardır. Sana sırf hüsran, ziyan ve yıkımdır.
3. CİLT
2. MEKTUP
Mahdumzade Muhammed Masum’a;
Allah sübhanehüye iltica hakkında yazılmıştır.
İyilikte ve zararda, kolaylıkta ve zorlukta, nimette ve
nikmette, rahmette ve zahmette, şiddette ve genişlikte, ihsanda ve
belada, âlemlerin Rabbi olan Allah sübhanehüye hamd olsun.
Her peygamberden daha çok eza ve belaya maruz kalan,
bundan dolayı da âlemlere rahmet olup evvelkilerin ve sonrakilerin
seyyidi olan Nebiyyizişana salatü selam olsun.

396

Ey evlat; bela vakti her ne kadar acı olsada fırsatı ganimet
bilmelidir. Öyle ki bela vaktinde size bir fırsat verilmiştir. Allah
sübhanehüye hamdi ve şükrü edâ etmelisiniz. Kendiniz için bir an ve
bir lahza dahi boş vakit bırakmadan işinize yönelmelisiniz.
Üç şeyden hali kalmamalısınız. Kur’ân-ı Mecidi tilavet
etmek, kıraatleri uzunca okuyarak namazı edâ etmek, La ilahe illallah
kelimesini tekrar etmek lazımdır. ‘La’ kelimesi ile nefsin istek ve
arzularını nefyetmelidir, nefsin maksatlarını ve muratlarını def
etmelidir. Zira insanın muradının peşine düşüp talep etmesi ulûhiyet
davasında bulunmak demektir.
İnsanın gönül sahasında, asla muradına bir yol ve mecal
olmamalıdır. Katiyen hayalinde bir heves kalmamalıdır ki, hakiki
ubudiyet ve kulluk tahakkuk etsin. Kulun murad ve isteğinin hâsıl
olmasını istemesi, Mevla’sının muradını def etmeyi, Rabbine muarız
olmayı icap eder. Dolayısıyla bu mânâ, Mevla’sını nefyetmek, kendi
nefsinin Mevlâ olmasın ispat etmektir. Bu işin kabahat ve çirkinliğini
idrak edip anlamalı, Mevlâ’sının muradından başka istek arzu, heves
ve murad kalmayıncaya kadar, nefsinden ulûhiyet davasını
nefyetmelidir.
Şu bela günlerinde ve bela ile müptela olduğunuz şu
vakitlerde kolaylıkla, Allah subhanehünün inayet ve yardımıyla bu
mânânın mümkün ve müyesser olmasını ümit ederiz. Fakat bu bela
günlerinin haricinde bu istek ve arzuların ve heveslerin her bireri,
ye’cüc seddi gibidir.
Şu halde zaviyelerde, kenarda, köşede oturarak bu işle meşgul
olmalıdır. Çünkü fırsat ganimettir. Fitne zamanlarında yapılan az
ameller çok kabul edilir. Fitnenin olmadığı günlerde, çok riyazetler
ve çok mücahedeler lazımdır. Mülakat olur veya olmaz haber vermek
şarttır. Nasihat budur ki; Allah subhanehünün rızasından başka asla
bir murat ve hevesin kalmamasıdır. Validenizi de bu mânâya vâkıf
kılınız. Ona da bu durumu gösteriniz. Bu neş’enin halleri geçtiği
zaman biz bundan ne anlatalım? Siz, küçüklere merhamet ediniz,
onları okumaya teşvik ediniz. Mümkün oldukça tarafımızdan olan
hak sahiplerini razı ediniz. İman selameti için dua edip yardımcı
olunuz. Biz kuvvetli bir şekilde tekrar tekrar vakitlerinizi faidesiz
işlerde harcamayınız diye yazdık. Öyle ise bu günlerde kitap

397

mütalaası ve talebelere talimde olsa Allah celle şanühüyü zikirden
başka bir şeyle meşgul olmayınız. Zira bela ile müptela olduğunuz bu
vakit, zikir vaktidir.
Nefsani istek ve arzularınızı la kelimesinin altında kılınız ki,
tam manasıyla, yok olsun. Gönülde başka bir maksat kalmasın.
Bilfiil yok etmek en mühim maksadınız olsun. Sizin için başka bir
muradın olmaması lazımdır. Allah Teâlâ’nın takdirine, işlerine ve
muradına razı olunuz. Kelime-i Tayyibenin ispat tarafında hayallerin
ve bilinen şeylerin ötesinde olan gaybi ulûhiyetten başka, ev, köşk,
kuyu, bostan, kitaplar gibi başka şeylerin düşüncesi ve hayallerinin
olmaması lazımdır. Hiçbir şey, sizin vaktinize zahmet vermemelidir.
Hak subhanehünün razı olmadığı hiçbir şeyi murad etmemelisiniz,
öyle bir şeyden razı olmamalısınız. Zira biz gidersek o şeylerin hepsi
de gider. Onlar hayatımızdan gitsin. Onların hakkında düşünmeyin.
Evliyaullah bu işleri kendi istekleriyle bıraktılar. Bizde onları Allah
Teâlâ’nın ihtiyarı ve tercihi ile bırakalım, Allah sübhanehüye şükür
edelim. O zaman umulur ki, ‘muhlesiin’ mertebesindeki kullarından
oluruz. Oturduğunuz her yere, vatan olarak itikat etmelisiniz. Şu kısa
günlerin geçtiği her yerde, Hakk celle ve âlâyı zikir etmelisiniz.
Dünya işleri kolaydır, ahiret işlerine yönelmek lazımdır.
Validenizi teselli edip onu ahiret işlerine teşvik etmelisiniz. Şu
dünyada kavuşmak mukadder ise mümkün ve müyesser olur. Eğer
mümkün olmazsa, Allah subhanehünün takdirine razı ve teslim
olmalıdır.
Lütfu ve keremi ile dünyadaki görüşmeyi ahirete bırakarak,
selam diyarı olan Cennette bizi bir araya getirmesi için Allah
sübhanehüye dua etmelidir.
Her halde elhamdü lillah.

398

DİN DÜŞMANLARI HAKKINDA

MEKTUPLAR
1. CİLT
139. MEKTUP
Cafer Bey Tehanî’ye;

Allah dostlarına hakaret edip dil uzatan sefihler topluluğunu
hiciv edip kötülemenin caiz olduğunu beyan hakkında yazılmıştır.
Şerefli mektubunuzun gelmesi bizi şereflendirdi. Allah
sübhanehü size selamet versin. Dervişlerin hallerini araştırıp
soruyorsunuz. Huzurda ve uzakta olmayı bir sayıyorsunuz.
Ey mahdum; Kureyş kâfirleri, Ehl-i İslâmı kötülemekte ileri
gidince, saadetten tam manasıyla mahrum olmaları ve son derece
perişan olmaları sebebiyle, Müslümanlara sövüp hakaret etmeye
başlayınca, Nebi aleyhissalatu vesselam bazı Müslüman şairlere, o
şerli kâfirleri kötülemelerini emir etti.
Resulullahın emir ettiği şair, Nebi aleyhissalatu vesselamın
huzurunda minbere çıkıp inşad ettiği şiirle toplum içerisinde kâfirleri
kötülüyordu. Bu esnada, Nebi aleyhisselam, kâfirleri kötülemeye
devam ettiği müddetçe Ruhulkudüs onunla beraberdir buyuruyordu.
Sen bilesin ki; kötülenmek ve eziyet olunmak Allah aşıkı olan
insanlar için bir ganimettir. Allah’ım seyyidülmürselin aleyhissalatu
vesselam hürmetine bizleri o âşıklardan kıl.
1. CİLT
163. MEKTUP
Seyyid Nakip Şeyh Ferid’e;
İslam ve küfrün bir birinin zıddı olduğunu,
İkisinin bir arada toplanmasının muhal olduğunu,
İkisinden birisine kıymet ve değer vermenin diğerini küçük
düşürmek manasına geldiğini beyan hakkındadır.
Bize nimet veren, bizi İslâma hidayet eden, Bizi Muhammed
aleyhissalatu vesselamın ümmetinden kılan Allah sübhanehüye hamd
olsun.

399

Sen bilesin ki; dünya ve ahiretin saadet ve mutluluğu, sadece
seyyidülkevneyn Muhammed aleyhissalatu vesselama tabi olmaya
bağlıdır. Ona tabi olmak ise ancak; İslâmın hükümlerini yerine
getirip o hükümleri insanlar arasında icra etmekle, küfrün resmiyetini
ortadan kaldırıp iptal edip hükümsüz kılmakla, küfrün hükümlerini
havas ve avamdan def edip uzaklaştırmakla olur. Çünkü küfür ve
İslâm birbirlerine zıttır. Kıyamet kopuncaya kadar ikisi birleşmez.
İslam ve küfürden birisini ispat etmek, diğerini ortadan
kaldırmayı icap eder. İslâm ve küfürden birisini aziz, kıymetli ve
değerli kılmak, diğerini zelil ve hakir kılmayı icap eder.
Allah sübhanehü Nebisi ve Habibi sallallahü aleyhi veselleme
hitaben şöyle buyuruyor; Ey nebiyyi Zişan; Kâfirler ve münafıklar
ile cihat et. Onlara karşı sert ve şiddetli ol. (Tevbe
Suresi,9/73.ayet)
Allah sübhanehü azim ahlâk ile mevsuf olan Resulüne
kâfirler ile cihat etmeyi, onlara karşı sert olmayı emir ettiğine göre,
onlara karşı sert ve şiddetli olmanın hulukı azim olan güzel ahlâka
dâhil olduğu bilinir.
İslâmın izzeti, küfrün ve ehl-i küfrün zilletine bağlıdır. Kim
ehl-i küfrü aziz kılarsa ehli İslâmı zelil kılmış olur. Ehl-i küfrü aziz
kılmak, elbette sadece onlara tazim etmekten onları başköşelere
oturtmaktan ibaret değildir. Bilakis onları meclislere sokmak, onlarla
sohbet etmek, onlarla onların dillerinden konuşmak, bunların hepsi,
onları aziz kılmak, onlara değer ve kıymet vermek demektir. Onlara
layık olan ve onlara yapılması lazım gelen, kapıdaki köpekler gibi
onları uzak tutmaktır.
Şayet onlara, başka türlü halledilmesi mümkün olmayan
dünyevî bir takım işler düşerse, onlara iltifat etmeden, onlara itibar
etmeden zaruret miktarı bir arada bulunmalıdır. İslâmın kâmil
manada olması, bu maksatla dahi olsa onları tamamen terk etmek,
onlara iltifat ve itibar etmemek, onlar ile beraber bulunmamakla olur.
Allah sübhanehü Kur’ân-ı Keriminde ehl-i küfrü, Allah’ın ve
Resulullahın düşmanı diye isimlendirmiştir.(Mümtehine Sure.60/1)
Allah’ın ve Resulullahın düşmanları ile bir arada olmak
cinayetlerin en büyüğüdür. Allah düşmanlarıyla bir arada olmanın,
onlar ile beraber karışık oturmanın ve onlarla sohbet etmenin en az

400

zararı; şer’i hükümlerin icrasında ve uygulanmasında güç, kuvvet ve
kudretin zayıflaması, onlarla ünsiyet ve arkadaşlık etmekten
meydana gelecek olan, utanma sebebiyle, küfrün çirkin resmiyetini
ve kanunlarını ortadan kaldırma hususunda, zayıflık ve gevşekliğin
meydana gelmesidir.
Bu zarar cidden çok büyük bir zarardır. Çünkü Allah
Teâlâ’nın düşmanlarına ülfet, meveddet ve muhabbet, işi Allah azze
ve celleye ve Resulullah sallallahü aleyhi veselleme düşmanlığa
kadar götürür. Öyle ki; Çoğu kere insan o kâfirin ehl-i İslâmdan
olduğunu Allah ve Resulüne iman ettiğini zanneder. Ancak bilmez
ki, bu gibi çirkin ve şeni işler böyle davranan Müslümandan İslâm
nimet ve devletini tamamıyla yok eder. Nefslerimizin şerlerinden ve
amellerimizin kötülüğünden Allah sübhanehüye sığınırız.
Şiir;
Düşmanımı seviyor sonra da benim seni sevdiğimi zan ediyorsun,
Gerçekten akıl senden çok uzaktadır.
Din düşmanı bu mel’unların meşguliyetleri, faaliyet ve
planları, fırsat bulduklarında bizi İslâmdan çıkarmaktır. Veya
hepimizi öldürmeyi dört gözle bekleyip İslâm ile istihza ve alay
etmek, Müslümanları maskaraya almaktır. Bu durum karşısında Ehl-i
İslâmın utanması korunması ve gayret etmesi lazımdır. Zira hayâ ve
utanmak imandandır.
Ehl-i İslâm için Hamiyyeti İslâmiyye, İslâmi gayret zaruridir.
Ululemre, devlet idarecisine layık olan ve yakışan bu rezil kâfirleri
daima zelil kılmaktır.
Hind diyarında re’sen ve bizzat ehl-i küfürden cizye
kaldırıldı. Bu ehl-i küfrün sultanlar ile beraber sohbet etmelerinin bir
uğursuzluğu vasıtasıyla olmuştur. Hal bu ise onlardan cizye almaktan
asıl maksat; ehl-i küfrü zelil ve hakir kılmaktır. Bu zelil kılma
durumu öyle bir raddeye ulaşmalıdır ki, cizye alınma korkusundan
onlar nefis ve güzel elbise giymeye cesaret edemeyecekler.
Süslenmeye cesaret edemeyecekler. Bilakis devamlı mallarının
alınmasından korkacaklar. Durum böyle iken, nasıl olurda sultanlar,
cizye almaktan vaz geçmeye cesaret edebiliyorlar?
Hal bu ise Allah Teâlâ cizyeyi onları zelil kılmak için koydu.
Onlardan cizye almaktan maksat; onları rezil etmektir, onları zelil

401

etmektir. Onlara Ehl-i İslâmı galip kılmaktır. Onlara karşı Ehl-i
İslâmı aziz kılmaktır. Zira küfrün zelil olması İslâmın aziz olması
demektir. İslam devlet ve nimetinin hâsıl olmasının alameti. Ehl-i
küfre buğzetmek ve onları kötü görmektir. Allah sübhanehü Kur’ân-ı
Keriminde onları necis olarak isimlendirdi. Başka bir yerde rics,
pislik olarak isimlendirdi. Şu halde Ehl-i İslâm nazarında ehl-i
küfrün pis ve necis olması lazımdır.
Ehl-i İslâm ehl-i küfrü bu şekilde gördükleri takdirde
şüphesiz onlarla sohbet etmekten sakınacaklardır. Onlarla oturmayı
çirkin göreceklerdir. Herhangi bir hususta onlara müracaat etmek,
onların görüşleri, kararları ve kanunlarıyla iş yapmak, onlara tam
kıymet ve değer vermektir. Onlardan bir yardım bekleyenin ve onları
vesile edenin hali ne olur?
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor; Kâfirlerin duası ancak
dalalettedir ve boştur. O düşmanların duaları bâtıl ve boştur.
Meydana gelmekten uzaktır. Onların dualarının kabul olma ihtimali
nerede? Onlardan dua beklemek o köpeklere kıymet verildiği için,
büyük bir fesat ve bozukluğun meydana gelmesini icap eder. O
reziller dua etmeye başladıklarında putlarını vesile ederler. Bir
düşünün iş nereye varıyor? Hatta böyle bir durumda İslâmın kokusu
dahi kalmaz.
Büyüklerden bir zat şöyle buyurdu; “Sizden biriniz cinnet ve
delilik haddine ulaşmadıkça İslâma ulaşamaz.” Buradaki delilikten
maksat; kendi menfaatine ve zararına iltifat etmemesidir. İslâm ve
Müslümanların yücelmesinde, kendisinin bir şey elde etmesini ve
kayıp etmesini önemsememesidir.
İslam elde edildiği zaman Hakk subhanehünün ve Resulü
sallallahü aleyhi vesellemin rızası elde edilmiş olur. Allah
subhanehünün rızasından daha büyük bir devlet ve nimet yoktur. Biz;
Allah’ımızın, Rabbimiz olduğuna, İslâmın, dinimiz olduğuna,
Muhammed sallallahü aleyhi vesellemin, Nebimiz ve Resulümüz
olduğuna razı olduk. Yarab; seyyidülmürselin aleyhissalatu vesselam
hürmetine bizi bu itikat üzere yaşat ve dirilt.
Ben zaruri olanları ve elbette ve kesinlikle lazım olan
hususları aceleyle kısa olarak yazıp gönderdim. Bundan sonra Allah
sübhanehü fırsat ve imkân verirse, tafsilatlı olarak yazıp gönderirim.

402

İslam küfrün zıttı olduğu gibi ahirette dünyanın zıttıdır. Birisi
diğeri ile birleşmez.
Dünyayı terk etmek iki şekilde olur; birincisi; zaruret miktarı
hariç bütün mubahlarıyla beraber dünyayı terk etmektir. Bu kısım,
dünyayı terk etmenin A’la ve en faziletli kısmıdır. Diğeri ise;
mubahlardan istifade etmekle beraber haram ve şüpheli hususlardan
sakınmaktır. Bu ikinci kısımda kıymetli ve değerli olup bilhassa bu
zamanda cidden az bulunur.
Şiir;
Semayı arş ile kıyas ettiğimizde sema aşağıda kalır.
Semayı yer ile kıyas ettiğimiz zaman yukarda kalır.
Altın ve gümüş kullanmaktan, ipek giymekten, Muhammed
aleyhissalatu vesselamın şeriatında haram kılınan emsal şeylerden
bizzarure sakınmak lazımdır. Altın ve gümüş kapları kullanmayıp
evde süs ve ziynet eşyası olarak kullanıyorsan bunda bir mahzur
yoktur. Bilakis bu hususta cevaz vardır. Lakin yemek, içmek, koku
koymak, sürmedanlık olarak kullanmak gibi hangi maksatla
kullanılırsa kullanılsın onları kullanmak haramdır.
Netice olarak; Allah sübhanehü mubah dairesini cidden çok
geniş yaptı. Hatta mubahlar haramlardan çok daha fazladır. Bununla
beraber, mubahları işlemekte Allah subhanehünün rızası vardır.
Haramları işlemekte ise Hakk subhanehünün gazabı vardır.
Aklıselim sahibi bir kimse, Allah Teâlâ kendisine haram olan
lezzetlerin yerine mubah olan lezzetleri caiz görmüşken Mevlâ’sının
razı olmayacağı fani ve geçici lezzetleri tercih etmez.
Allah sübhanehü sizlere ve bizlere, Şeriatın sahibi
aleyhissalatu vesselama tabi olma istikametini nasip etsin.
Bütün muamelelerde daima, günahlardan sakınan takva
âlimlere müracaat etmek, onların fetvasına uygun amel etmek
lazımdır. Çünkü kurtuluş yolu şeriattır.
Şeriatın haricinde ne varsa hepsi batıldır.
Onların hiçbir itibarı ve değeri yoktur.
Haktan sonra ancak dalalet vardır.
Başında ve sonunda herkese selam olsun.

403
1. CİLT
269. MEKTUP

Murtaza Han’a;
Din düşmanlarına ihanet,
Din düşmanlarının bâtıl ilahlarını yıkmak hakkında
yazılmıştır.
Allah sübhanehüye hamd olsun, seçtiği kullarına selam olsun,
Sen bil ki; Her şahsın bir istek ve arzusu vardır. Bu fakirin
istek ve arzusu ise Allah celle ve âlânın ve Resulüllah sallallahü
aleyhi vesellemin düşmanlarına karşı şiddetli ve sert olmak, o
nasipsizleri aşağılamak ve onların bâtıl ilahlarını tahkir etmektir.
Kesin olarak bil ki; Hakk subhanehünün en çok razı olduğu
amel budur. Bu sebepten dolayı, Allah Teâlâ’nın razı olduğu bu
amele sizi tekrar tekrar teşvik ediyoruz.
Bu ameli yerine getirmek İslâmın en mühim işlerindendir.
Öyle ki; o yeri şereflendirmeye muvaffak oldun. Bu kesif bir zulmet
içindeki yer parçasını tahkir etmek ve ehlini küçümsemek için tayın
olundun. Evvela bu nimetin şükrünü edâ etmek lazımdır. Çünkü o
makama ve o makamın ehline tazim etmek için oraya büyük
kalabalıklar gidiyor.
Bu bela ile bizi müptela kılmayan Allah sübhanehüye hamd
ve şükür olsun.
Bu büyük nimetin şükrünü edâ ettikten sonra, ben derim ki; o
saadetten mahrum zavallıları tahkir edip onların batıl ilahlarını
küçümsemek hususunda çok gayret etmelidir. Gizlide, aşikârda o
cemaati yok edip dağıtmak için, imkân nisbetinde son derece
çalışmak lazımdır. Envaı çeşit hakaretler ile onlara ve putlarına
hakaret etmelidir ki, böylelikle onalar hakkında vuku bulan bazı
müdanelerin, tavizlerin ve yağcılıkların telafisi yapılabilsin. Böylece
bu yapılanlar daha önce yapılan yanlışların ve günahların kefareti
olsun.
Bedenimin zayıflığı ve şiddetli soğuk oraya gelmeme mani
oluyor. Yoksa bu işe teşvik etmek için sizin hizmetinize gelirdim. Bu
münasebetle o taşa tükürürdüm, bunuda saadet sermayesi yapardım.
Bundan daha fazla ne yazayım?

404

RAMAZANI ŞERİF HAKKINDA

MEKTUPLAR
1. CİLT
4. MEKTUP
Büyük Şeyhi Baki Billah’a;
Mübarek ramazan ayının fazilet ve üstünlükleri,
Ve hakikati muhammediyeyi beyan hakkında yazılmıştır.
Hizmetçilerin en hakirinin maruzatıdır. Uzun zamandır
görüşme yoluyla ve mektupla yüce kapınızda hizmet edenlerin
hallerine vâkıf olamadım. Şu andada mübarek Ramazan ayının
gelmesini bekliyoruz. Bu mübarek Ramazan ayının, asıl yapılması
lazım olan işlerin ve kemâlâtı zatiyyenin tamamını içinde toplayan
Kur’ân-ı Mecid ile tam bir münasebeti vardır.
Öyle ki, asla ona gölge düşmedi. Birinci kabiliyet onun
gölgesidir. Bu münasebetle Kur’ân-ı Kerimin inmesi bu ayda oldu.
Öyle bir ramazan ayıdır ki, Kur’ân o ayda nazil oldu ayeti
bu manayı tasdik eder. (Bakara Suresi,2/185.Ayet)
Bu münasebetle bu mübarek Ramazan ayı bütün hayır ve
bereketleri üzerinde toplamıştır. Senenin tamamında, hangi şekilde
olursa olsun herkese ulaşan her hayır ve bereket, şanına ve şerefine
nihayet olmayan şu muazzam ayın bereket denizinden ancak bir
damladır. Bu ayda manevi yönden derli toplu olmak, senenin
tamamında derli toplu olmaya sebeptir. Bu ayda manevî yönden
dağınık olmak senenin tamamında dağınık olmaya sebeptir.
Bu mübarek Ramazan ayını, kendisinden razı olarak geçiren
kimseye müjdeler olsun. Bu mübarek Ramazan ayını razı etmeden
geçirip birçok bereketlerden, iyiliklerden, hayırlardan mahrum olan
kimseye de yazıklar olsun. Bu mübarek Ramazan ayında, Kur’ân-ı
Kerimi hatim etmenin sünnet olması, Asli kemâlâtın ve onların
gölgesi mesabesindeki bereketlerin tamamını, elde etmeye vasıta ve
vesile olmasındandır.
Kim bu mübarek ayda oruç ile Kur’ân-ı Kerimi hatim etmeyi
cem edip ikisini beraber yaparsa Ramazanı şerif ayının hayırlarından
ve bereketlerinden mahrum olmaması ümit edilir. Bu ayın günleriyle

405

alakalı olan bereketler, başka günlere benzemez. Bu ayın geceleriyle
alâkalı olan hayırlara, başkaları kıyas olunmaz. İftarda acele etmenin,
sahuru tehir etmenin evla olmasındaki sırrın hükmü, iki vaktin
cüzlerinin arasını tam ayırmak için olmalıdır.
Yukarda anlatılan birinci kabiliyet; hakikati
Muhammedîyyeden ibarettir. Ona Salatü selam olsun. Bazılarının
karar verdiği gibi, bütün sıfatlar ile vasıflandığı için kabiliyeti zat
değildir. Bilakis hakikati Muhammedîye, kemâlâtı zatiyyenin ve
işlerin tamamının kemâlâtıyla alâkalı olan ilmi itibardan dolayı
kabiliyeti zattır bu da Kur’ân-ı Mecidin hulasasıdır. Kabiliyeti sıfata
gelince; Sıfatların vatanına münasiptir. O da Zat ile sıfat arasında bir
berzah ve aralıktır. Bu da diğer peygamberlerin hakikatleridir.
Onların hepsine salatü selam olsun. Kendisinde toplanmış olan
itibarları düşünmekle beraber, bu kabiliyetler müteaddit hakikatlere
intikal eder.
Hakikat-i Muhammedîye olan kabiliyette, her ne kadar gölge
olsa bile onunla sıfatların rengi imtizaç etmez. Aralarında asla perde
olmaz. Muhammediyülmeşrep olan, cemaatin hakikatleri bu
kemâlâtın bazılarıyla alakalı olan ilmi itibardan dolayı zat
kabiliyetlidirler.
Muhammedî kabiliyet, zat ile şu müteaddit kabiliyetler
arasında bir berzah ve aralıktır. Bazıları şu anlatılan şeylere, sıfatların
makamında yalnız bir ayak yeri olması sebebiyle karar verdiler. Bu
makamda son çıkılacak yer bu kabiliyete kadardır.
Şüphesiz o makamda sallallahü aleyhi veselleme nisbet
vardır. Kabiliyyeti ittisaf; asla yükselmeyince bazıları hakikat-i
Muhammedîye daima perdelidir diye karar verdiler. Hal bu ise
hakikati Muhammedîye zati itibardan ibaret olup gözden kaybolması
mümkün olur. Hatta kaybolması vakidir. Kabiliyeti sıfat; her ne
kadar itibarî olsa da, zait bir mevcudiyetle sıfatlar hariçte mevcut
olduğu halde berzahiyet vasıtasıyla sıfatların rengini ve vasfını alır.
Onun gözden kaybolması, imkân dairesinden hariçtir.
Durum böyle olunca şüphesiz o perdenin mevcut olduğuna
karar verdiler. Menşe-i asalet ile zılliyetin arasını cem eden bu ve
emsal ilimler, kalbime çokça geliyor. Ekserisini kâğıtlara
yazıyorum.

406

Kutbiyet makamı; zılliyet makamındaki ilimlerin
inceliklerinin menşei ve çıkış makamıdır. Ferdiyet makamı ve
mertebesi; asıl olan bilgi ve marifetlerin gelmesine vasıtadır. Bu iki
devlet bir araya gelmedikçe asıl ile gölgenin arasını ayırmak kolay
olmaz.
Bu sebepten dolayı, bazı meşayih, taayyünü evvel denilen
birinci kabiliyetin zat üzerine ziyade olduğunu söylemedi.
Bu kabiliyeti müşahede etmelerini zati tecelli zannettiler. Hak
ve doğru benim anlattığım gibidir. İş benim izah ettiğim gibidir.
Allah sübhanehü hakkı ihkak eder. Doğru yola ileten odur.
Yazmakla emrolunduğum risaleyi tamamlamaya şimdiye
kadar muvaffak olamadım. Olduğu gibi müsvedde olarak kaldı.
Böyle kalmasındaki sebep ve hikmet nedir bilmiyorum.
Daha fazla cür’et, edebten uzaklaşmak olur.

1. CİLT
162. MEKTUP
Hacı Muhammed Sıddık’a;
Ramazanı şerif ayının fazilet ve üstünlüğünü,
Ramazanı şerif ayının Kur’ân-ı Mecid ile münasebetini beyan
hakkında yazılmıştır.
Sübhan olan Allah Teâlâ’nın ismiyle.
Sen bilesin ki; Allah Teâlâ’nın kelamının şanı, zatının işleri
cümlesindendir. Zatına ait kemâlâtın hepsini içine alır. Sıfatının
işlerinin de tamamını cami olup hepsini içine alır. Bunlar daha
öncede anlatılmıştı.
Mübarek Ramazan ayı da, hayır ve bereketlerin tamamını
cem edip içine alır. Her türlü hayır ve bereket Allah sübhanehüden
akıtılır. Hayırların ve bereketlerin tamamı, Allah subhanehünün
işlerinin neticesidir. Varlık arsasında ortaya çıkan her türlü şer,
kötülük, eksiklik ve noksanlıkların menşei, sonradan var olan zati
şeyler ve sonradan meydana gelen sıfatlardır.
Sana bir iyilik isabet ederse Allah’tandır. Sana isabet
eden kötülük nefsindendir. (Nisa Suresi,4/79) Ayeti bu hususta
kat’i bir delildir.

407

Bu ayın hayır ve bereketlerinin tamamı, kelamullahın şanında
toparlanıp anlatılan, Allah Teâlâ’nın zatına ait, zati kemâlâtın
neticesidir. Kur’ân-ı Mecid bunların hepsini toplayan hakikatin
tamamının neticesidir.
Bu sebepten dolayı; Kur’ân-ı Kerimin bütün kemâlâtı
toplaması, mübarek Ramazan ayı da bu kemâlâtın neticesi ve
semeresi olan hayırların tamamını cem edip toplaması sebebiyle,
Kur’ân-ı Mecid ile mübarek Ramazan ayının tam bir münasebeti
vardır.
İşte bu münasebet; kur’anı kerimin bu mübarek ayda nazil
olmasına sebep oldu.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor; Öyle bir Ramazan ayı ki,
Kur’ân o ayda indirildi. (Bakara Suresi,2/185.Ayet)
Mübarek Ramazan ayındaki Kadir gecesi bu ayın hulasası ve
özüdür. Kadir gecesi çekirdek, bu ayda o çekirdeğin kabuğu
mesabesindedir. Kim bu mübarek Ramazan ayını derli toplu olarak,
hayırlarından ve bereketlerinden haz ve lezzet alarak geçirirse
senenin tamamını derli toplu geçirmeye muvaffak olur. Senenin
tamamında hayır ve bereketlere kavuşmaya nail ve mazhar olur.
Bu mübarek ayda Allah sübhanehü bizleri hayırlara ve
bereketlere nail ve mazhar eylesin. Elde edile bilecek en büyük nasip
ile nasiplendirsin.
Hatemerisale aleyhissalatu vesselam; “Sizden biriniz iftar
edeceği zaman bir hurma ile iftar etsin. Çünkü hurma berekettir.”
buyurdu. Nebi sallallahü aleyhi vesellem hurma ile iftar etti,
hurmanın bereket olmasındaki sebep, aynı insan gibi, hurma ağacının
her faideyi cem edip toplayan unvanı ve her yönden düzgün sıfatlar
üzere yaratılmış olmasıdır.
Bu sebepten dolayı Nebi aleyhisselam; Âdem aleyhisselamın
hamurunun kalan kısmından yaratıldığı için, hurma ağacını,
âdemoğlunun (ammesi) halası ismiyle isimlendirmiştir. Nebi
aleyhisselam şöyle buyurdu; “Ammeniz ve halanız mesabesinde olan
hurma ağacına ikram ediniz. Zira hurma ağacı Âdem aleyhisselamın
hamurunun kalan kısmından yaratıldı.” Hurmanın bereket diye
isimlendirilmesi, bu camiiyyet itibariyle olması mümkündür. Onun
meyvesinden olan hurma ile iftar etmek hurma ile iftar eden

408

kimseden bir cüz olmuş olur. Hurmanın hakikati camiiyyesi, bu
cüz’iyyet sebebiyle iftar eden kimsenin hakikatinden bir cüz olur.
Hurma yiyen kimse, bu itibar ile birçok faydaları içinde bulunduran
hurmanın, hakikatinde münderiç ve mevcut olan sonsuz ve nihayetsiz
birçok kemâlâtı toplamış olur. Bu mana ve faydalar mutlak olarak
yenildiği her zaman elde edilir.
Ancak; şehevi arzulardan ve fani lezzetlerden hali kalmış olan
oruçlu kimsenin, iftar vaktinde hurma yemesinin te’siri ve faydası
çok daha fazla olur. Bu manalar ve faydalar iftar vaktinde daha
tamam ve daha mükemmel olur.
Nebi sallallahü aleyhi vesellemin oruçlu kimsenin hurma ile
iftar etmesi ne güzeldir. Buyurması, yiyen kimsenin bir cüz’ü olması
itibariyle gıdasının, insanın hakikatini tamamlamasındandır. Yoksa
gıdanın hakikatini tamamlaması değildir.
Oruç esnasında bu mânâ yok olunca, bunu telafi etmek için
sahurda hurma yemeye teşvik edildi. Hurma yemekte bütün
yiyeceklerdeki faideler mevcuttur. Gıdaların tamamını içerisinde
toplaması itibarıyla sahurda hurma yemenin bereketi, maddi ve
manevi faidesi, iftar vaktine kadar devam eder. Hurmanın gıda
yönündeki anlatılan faideler; ancak o gıda şer’i ölçülere riayet
edildiği, bir tüy kadar dahi şer’i hududu aşmadığı zaman terettüp
eder.
Aynı zamanda bu hakikatin faydası, ancak hurmayı yiyen
kimse, sûrî yönü aşıp mana ve hakikate ulaştığı zaman, Zâhir ve
görünen şeyler ile değilde bâtın ile mutmain olduğu zaman nasip ve
müyesser olur.
Bu takdirde zâhiri gıda hem zâhirine hem de bâtınına
yardımcı olur. Bâtınını ikmal edip tamamlar. Aksi takdirde yardım,
sadece zâhiri olur. Yiyen kimsede aynen kusur içerisinde olur.
Manevi bir faidesini göremez.
Şiir;
Yediğini cevher yapmaya gayret et.
Sonra başka şeyleri yemeyi arzu et
İftarda acele etmenin, sahuru geciktirmenin sırrı, yiyen
kimsenin tam gıda almasıdır.

409
İÇİNDEKİLER
1-Ehl-i sünnet itikadı hakkında mektuplar…………………..20
2-Ashabı kiram hakkında mektuplar………………………..144
3-Sünnetlerin ihyası hakkında mektuplar…………………..164
4-Şeriata tabi olmak hakkında mektuplar…………………..181
5-Resulullaha s.a.v tabi olmak hakkında mektuplar.………222
6-Farzların ehemmiyeti hakkında mektuplar………………254
7-Namazın ehemmiyeti hakkında mektuplar……………….261
8-Vera ve takva hakkında mektuplar………………………..283
9-Nefsi emmâre hakkında mektuplar………………………..304
10-Dünyevileşmenin zararları hakkında mektuplar…………309
11-İhlas hakkında mektuplar…………………………………..331
12-Tevazu hakkında mektuplar………………………………..333
13-Kalbin ehemmiyeti hakkında mektuplar…………………..338
14-Zikir hakkında mektuplar…………………………………..358
15-Kelime-i tevhid hakkında mektuplar...……………………..371
16-Âlimler hakkında mektuplar………………………………..377
17-Tarikat şeyhleri hakkında mektuplar……………………...387
18-Sohbet hakkında mektuplar………………………………...390
19-Din düşmanları hakkında mektuplar………………………398
20-Ramazanı şerif hakkında mektuplar……………………….404

410

KAYSERİ EĞİTİM VE KÜLTÜR VAKFI YAYINLARI
(KİTAP)
1- İki Kavram Analizi(Laiklik/Aksiyon)-Mustafa CABAT
2- Evsa –Mustafa ÖZER(2.Baskı2012-şiir)
3- Düşüşten Sonra–Mustafa ÖZER (2.Baskı 2012-Deneme)
4- Sis ve Selva –Mustafa ÖZER (2.Baskı 2012-Şiir)
5- Çağrı Sayfaları –Mustafa ÖZER (2.Baskı 2012-Şiir)
6- Sanat ve Aksiyon İçinde Bir Portre Denemesi–Mustafa
ÖZER(2.Baskı 2012-Deneme)
7- Ses ve Heves–Mustafa ÖZER (2.Baskı 2012-Şiir)
8- Şapkamda Saklanan Azrail –Mustafa ÖZER (2012/Şiir)
9- Birlikte Ayrılmak –Mustafa ÖZER (2012/Şiir)
10- Çalakalem Çiçekler –Mustafa ÖZER (2012/Şiir)
11-Düşüşten Sonra-2 –Mustafa ÖZER (2012/Deneme)
12-Necip Fazıl ve Büyük Doğu-Ali BİRADEROĞLU(2012-Deneme)
13-Gönüldaşlarımıza Mersiye (2013-Biyografi)
14-Siyasi Bir Tavır Olarak BÜYÜK DOĞU- Mustafa ÖZER(2013- Deneme)
15-Tarih Üzerine/1 -Ali BİRADEROĞLU (2013- Deneme)
16-Tarih ve Değişim-Ali BİRADEROĞLU (2013- Deneme)

411

17-Düşünme Üzerine-Ali BİRADEROĞLU (2013- Deneme)
18-Oportünist Değişimin Aktörleri-Ali BİRADEROĞLU (2014- Deneme)
19-Tarih Üzerine-II (Trajik Sevinç)- Ali BİRADEROĞLU(2015- Deneme)
20-Muzdarip- Mustafa ÖZER (2015-Şiir)
21-Sığ Kıyıdan-Mehmet KASAP (Biyografi)
22- Oportünizmin İtham ve İlzâmı-1- Ali BİRADEROĞLU(2015-Deneme)
23- Errisaletülledüniye-İmam-ı GAZALİ –(tercüme-Ergün TELİS)
24- Meliklere Altın Nasihatler İmam-ı GAZALİ (2016-tercüme- Ergün TELİS)
25-Düşüşten Sonra-III Mustafa ÖZER (2016/Deneme)

(DİJİTAL)

1-Konferanslar(Necip Fazıl KISAKÜREK-Kendi sesinden//Ayasofya,İman ve
Aksiyon, Dünya bir İnkılap Bekliyor/ 12cd)
2-Konferanslar-2(Necip Fazıl KISAKÜREK-Kendi sesinden//Batı Tefekkürü ve
İslam Tasavvufu,Tiyatro ve Tesiri,Komünist İhtilali / 12cd)
3-Sesli Kitap (Çöle İnen Nur- Necip Fazıl KISAKÜREK)- okuyan

Başkan'ın Mesajı
Aidat Borcu Sorgulama
Köşe Yazıları
Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa Özer (özer Koç)

Ahmed ceemal El Hamevi

Prf.Dr.Serdar demirel

N.Mehmet Solmaz

Mustafa Özer (özer Koç)

Mustafa Miyasoğlu

Mustafa Ekinci

Galip Boztoprak

Şeyma Kısakürek Sönmezocak

Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa cabat

Ebubekir Sifil

Ali Biraderoğlu

İbrahim Ulueren

Mustafa Özer (özer Koç)

Ali Biraderoğlu

Mustafa cabat

Günlük Gazeteler
Sponsorlarımız

Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı

© Copyright 2020  V4.1 Tüm Hakları Saklıdır. | Vakıf Sitesi


Top