Duyurular

kiymetli gonuldaslarımız , vakıf binamızdaki cumartesi sohbetleri Bu hafta Egitimci yazar Mehmet Ayman ın Gazzali düsünce sisteminde bilgi ve süphe adlı sohbeti ile devam etmektedir .27/04/2024 Cumartesi saat 13.00 da Adı geçen sohbete Tüm gönüldaşlarımız davetlidir.


<p>Kiymetli gonuldaslarımız , vakıf binamızdaki cumartesi sohbetleri Bu hafta Egitimci yazar Mehmet Ayman ın Gazzali d&uuml;s&uuml;nce sisteminde bilgi ve s&uuml;phe adlı sohbeti ile devam etmektedir .27/04/2024 Cumartesi saat 13.00 da Adı ge&ccedil;en sohbete T&uuml;m g&ouml;n&uuml;ldaşlarımız davetlidir.</p>


Başbuğ Velilerden 33

 

Ezelle ebed arası Allah'a doğru giden evliya kervanları arasında en şanlısına ait 33 kolbaşılı "Altun Halka - Silsile-i Zeheb" çerçevesidir ki, keyfiyet ölçüsüyle temel sayısını, bütün kainat gibi O'ndan alır.


«Velîler Ordusu» kitabında hayatı anlatılan 333 Velînin içine, «Bir» sayısını Allah Resulüne verdikten sonra mukaddes emaneti O’ndan alıp günümüze kadar getiren, O’nunla beraber 33 büyük velî, esere bilhassa alınmamıştı. ... 


VAKFIMIZIN YENİ YAYIYININI BEKLEYİN 
                 

             "CÜMLE KAPISI"

                YAKINDA


Kayseri Hava Durumu
Anket
Döviz Bilgieri
Merkez Bankası Döviz Kuru
  ALIŞ   SATIŞ
USD 0   0
EURO 0   0
       
Özlü Sözler
Kibirli İnsan Övülmez
Sponsorlarımız
Düşüşten sonra 2 Mustafa Özer

Düşüşten Sonra-2 Mustafa ÖZER 2 *Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı Yayınları:9 *Birinci Basım: Temmuz/2012 *Kapak Düzeni:Mustafa İbakorkmaz *İç Düzen :Mustafa Cabat *Baskı :Orka-Kayseri 3 İçindekiler BİRİNCİ BÖLÜM CANSUYU SANATTA BİRİKİMİN DEĞERLENDİRİLMESİ……………………………2 DİN VE SANAT ÜZERİNE……………………………………………………...3 ŞİİR ÖRTÜSÜ 1…………………………………………………………………..4 ŞİİR ÖRTÜSÜ 2…………………………………………………………………..5 ŞİİR ÖRTÜSÜ 3…………………………………………………………………..6 ŞİİR ÖRTÜSÜ 4…………………………………………………………………..7 YUNUS DÜNYASI………………………………………………………………..8 SANATÇI VE ÇEVRE…………………………………………………………...9 B. D. ŞİİRLERİ …………………………………………………………………..10 YİNE GÜZELE DAİR …………………………………………………………...11 MEHMET AKİF ERSOY-1………………………………………………………12 DİVANIMSILAR……………………………………………………………….....13 DİNSEL ROMAN…………………………………………………………………14 MERHABA SİNA………………………………………………………………….15 ARKADAŞ ÖZGER ÜSTÜNE……………………………………………………16 ÖZLÜ’CE BOŞALIM…………………………………………………………......17 YAZI VE YAZAR ÜZERİNE DÜŞÜNMEK…………………………………….18 ESTETİK BİRİM………………………………………………………………….19 EMİN’ İN RESMİ ÜZERİNE………………………………………………….….20 DİN VE FELSEFE………………………………………………………………….21 KÜFÜR EDEBİYATI…………………………………………………………........22 ESRAR VE RUMUZ İÇİNDE AYDINIMIZ……………………………………..23 YAKIŞAN AĞIT GÜZEL BİR TEBESSÜMDÜR……………………………….24 MİYASOĞLU’NUN HİKÂYESİ…………………………………………………..25 EDEBİYAT GELENEĞİ’NDE MUSTAFA MİYASOĞLU……………………..26 AVARE SU………………………………………………………………………......27 İKİNCİ BÖLÜM MEZELEME OTOBİYOGRAFİ ……………………………………………………………...28 YANLIŞ ADRESE GİDEN MEKTUP ……………………………………….29 HANIMINI CEBİNE KOYAMAYAN MEMUR……………………………..30 BUNA RAĞMEN VAROLUŞ………………………………………………….31 ŞİRİNEVLERİN ŞEREFİ………………………………………………………32 ÇELİŞKİLERDE………………………………………………………………..33 GAZETE KÖŞELERİ…………………………………………………………..34 YOK ETME RUHSALI…………………………………………………………35 AYŞEGÜL………………………………………………………………………..36 ZAMAN VE BEN ……………………………………………………………….37 TV VE KAMU VİCDANI……………………………………………………….38 4 PARLAK KARDEŞLER ŞİRKETİ…………………………………………….39 KAPALI GÖK……………………………………………………………………40 MÜKELLEFİYETLER………………………………………………………….41 SATIN ALINMIŞ ZAMAN ……………………………………………………. 42 ERKEN KALKMA HASTASI ………………………………………………….43 ULUS…………………………………………………………………………….. .44 SUSUZ EV ………………………………………………………………………..45 ÖĞRETMEN……………………………………………………………………..46 ANLAŞMAZLIK VEYA YENİLER……………………………………………47 GÜÇ DENEMESİ ………………………………………………………………..48 YAZAR OLMAK………………………………………………………………....49 BANKETTEKİ SAKATLAR……………………………………………………50 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM FOL H.DE BALZAC’TA SİYASAL BİLİNÇ………………………………………..51 SEVGİ ……………………………………………………………………………52 MUTLULUK ÜZERİNE………………………………………………………...53 BİLGİ ÜZERİNE………………………………………………………………...54 BULUŞLAR VE BİLME MERAKI ÜZERİNE………………………………..55 ÇAĞDAŞLAŞMA VE DEMOKRATLAŞMA…………………………………56 MİKROPOLİTİK………………………………………………………………..57 DOĞAL POLİTİKA……………………………………………………………..58 DENEME :…………………………………………………………………….… 59 SOSYOLOJİK BİR REALİTE………………………………………………….60 NÜANS……………………………………………………………………………61 MİMARİ ÜSTÜNE………………………………………………………………62 MİMARİ ÜSTÜNE NOTLAR…………………………………………………..63 TOPKAPI SARAYINI GEZERKEN……………………………………… …64 ORTAK YANLAR……………………………………………………………….65 MİZAH …………………………………………………………………………..66 ESPRİYE DAİR EK-II- …………………………………………………………67 MİZAH ÜSTÜNE PRATİK NOTLARI ………………………………………..68 BASİT’İ ANLAMAK…………………………………………………………….69 SİYASAL ÖZ……………………………………………………………………..70 İLİM ZİHNİYETİ………………………………………………………………..71 OKUMA ZEVKİ ………………………………………………………………....72 5 --------------------------------------------------------------------- Birinci Bölüm Cansuyu 6 SANATTA BİRİKİMİN DEĞERLENDİRİLMESİ GÖZLEM : Güzelim Türkçenin estetiğini dillendiren “ güzel” kelimesi “göz” kelimesinin bir türevi olarak dünya görüşünü nasıl değerlendirdiğimizi belirler. Gözlem de aynı yolla “göz” kelimesinin türevlerinden biridir. Eşya ve olayları değerlendirmede göz beğenisini “güzel” le açıklarken; güzele varmak için gözün katlandığı çile ve emeğe de gözlem diyebiliriz. Sanatta gözlemin tanımını toparlarsak diyebiliriz ki; güzele varmak, güzeli bulmak için “gayri güzelleri” güzelden uzaklaştırmak, onları dışlamak gerekir. Dahası ulusal ve uluslararası göz kestirimlerinde güzeli bulmak ve oluşturmak için mantığın bütün yönleriyle eşya ve olaylardan güzele yaraşan ne varsa onları almasını sağlamak, gerekli orantı bütünlerini tespiti gerekir. Ki gözlem güzeli tanımlanmış duruma getire. SANATSAL BİRİKİM: Sanata konu olacak, sanatla gündeme getirilebilecek insan ve olayların anlaşılması, tanımı ve tanımlanabilir duruma gelmesi için belirti ve izlerini gözden geçirip, sanat filtresinden sonraki özel ve genel yasalarını tespit etme girişimine gözlem diyebiliriz. Sanatsal fenomenlerin türemelerinin sabrını beklemiş oluyoruz bu tanımla. Bir diğer tanım da sanatın veya sanat eserinin ortaya çıktıktan sonra tarihsel, kültürel, ekonomik boyutlarında sosyalitesinin neler olduğunun genel ve özel yasalarının tespitidir. Bu ikinci tanım daha çok sanat tarihçisi eleştirmen ve bilim adamlarını ilgilendiren bir gerçektir. Sanatçıları daha az ilgilendirir.Ruhunda sanat semalarında uçmak olanların kutup yıldızları da bu alandadır. Bu bilim adamının laboratuar icatları, bir tarihçinin belgeleri neyse, sanatçı için gözlem aynı ihtiyacı karşıladığı gibi onların sınırlarını da aşarak “sentez” döneminde de işe yarar. Sanatta “ input” gözlemle elde edilen yarı mamuldür. GÖZLE DÜŞÜNME: Gözlemin ilk tekniği, gözde oluşmuş birikimi, görmek eylemiyle sanatsal oluşuma sokmaktır. Öncelikle “hayat” dediğimiz olaylar bütünü, zamanın insanla olan işlevi elbette ki gözde bir birikimi toplar. Mantık bu birikime yön verir. Bilgi sonuçları sebeplerle değerlendirmeye yarar. Bu sürekli bir olaydır. Bu cümleden olarak proto-tip gözlemlerden klasiklerin oluşması ne kadar doğalsa değişim ve devrim konusu da gözlemlerle sağlanır. Diyebiliriz. Elverir ki sanatçı gözle düşünme aptallığına düşmesin. Zira görülen varla ilgiler kurulur. Göz ardında dağlar unutulur. Kaldı ki göz yakını sonunda çöp dağı gibi gözükebilir. Yani göz kusuru gözlemin birinci kusurudur. Hasta, olumsuz, kirli, açık, hüzünlü, neşeli, aptal ve daha bilmem ne li göz kendi hastalığını gördüğün de arar veya hastalığını ona da bulaştırırsa 7 gözlem yöntem olmaktan çıkar. Gözlemi mutlaka mantıkla çevirmeliyiz. Akıllı uzaklara yönlendirmeliyiz. Ve gözlemin akıldan mantıktan bir takım üstünlükleri de vardır. Genelin beğenisini kazanma akılda güzeli yaşatabilir. Oysa gözlem şunu iyi bilir ki kuğu güzelliğini hiçbir seçmenin oyuna borçlu değildir. Ve kuğunun gururu başkalarının güzelliğini onaylamaları yüzünden de değildir. Çoğunluk, azınlık vs. gözlemde sorun değildir. Elverir ki sevgiyi uyandıran ezanı duyabilsin.Gözlem gözle düşünme tekniği değildir. Gözle görülemeyeni görmek ve görünür güzelliğe ulaştırmaktır. Sanatta gözlem budur. Meslek öğrenme ilgileri de sanatsal bir gözlem değildir. Onun benzerleridir. GÖZLEM VE GERÇEKLİK: Gözlem yalnızca realizmin güzelini mi tespit edecektir? ( genelde evetlenen bu olay, sanatın diğer algılama kalıplarında da büyük işlevi olduğu yadsınamaz) Bir sürrealist ressam da boya ve rengi, fırça kullanımını gözlemleriyle bir düzeye ulaştırır. Hatta sanat akımlarının çoğu gözlemler sonucu kendi hakkını bulduğunu sanır ve kendini savunur. Hareket halindeki bir atın bacağını, hiç görmemekle, bin tane görmek arasında “gözlem” yönünden hiçbir fark yoktur. Hatta korkusunu yenerken heceleyen şairle, ahırda hayvan kokusundan başka koku duymayan şair, aynı şair olabilir. Gözlem somut öğeyi gözleyecek onu taklit edecek ve orada duracak ise bir gözlem değil fotoğraf makinesi yerine, göz kullanımı somut ya da soyut, nesnel veya öznel, sorun ya da zorunluluklar gözlenebilir. Gerçek yani duyularla algılanabilir olan “şey” den öteye gözlem nasıl gidecek? Evet. “ diz dize otururken yüz yüze hasret kaldık” diyen türkümüzde somut olan’’ biz, “ et-kemik sevgilileri, gündeme yeni ve somut olmayan bir başka düzeyde getiriyor duyarlılığa. Burada “gerçek olan”iskelet teması değil de “hasret”tir. Sanatı soyutlama diye tanımlayan birçok düşünür haksız da değil herhalde. Gözlem açık olan kadar gizili, mantıklı olan kadar saçmaları, uyumlu olan kadar zıtları, uzak kadar yakını somut veya soyut ayırımdan görebilmeli. Göz sanatçı için büyük bir puttur. Bu putu da asmadan bir yere de varılamaz. Putlaşan gerçeklik gerçek üstücülük sürrealizmi yeni gerçekçilik, gerçek dışılık vs. gerçeğindeki bedavacılığı ve bencil yapıyı eritmeden göz hastalığını gözlükle yok etmek yolunu seçmeye benzer. Hastalığı bile görmemek için direnmek bir başka hastalıktır. SANATSAL ÜRETİMDE METOD OLARAK GÖZLEM: Gözlemler olaylar arası noksanlığı anlar ve onları ikmal ederek sanatsal algıyı sağlayabileceği gibi durmuş oturmuş klasik yapıyı altüst de edebilir. Gözlem dinamik bir yapıdadır diye bir yapı tespiti de yapabiliriz. Gözlem diğer bilim dallarında yanlışlığı ve doğruları tespit etmek için daha çok kullanılan metottur. Bunun yanında öznel ve nesnel gelişimi kendi doğallığı içerisinde izlemektir. Oysa sanat eserinin ortaya çıkmasındaki gözlem; insan - eşya, insan – doğa, insan – toplum, insan – insan ilişkileri de maddelerin kullanım değer ve biçimlerinin çerçeveleri nedensellik veya tespit yönünde -hiçbir kişisel uyarım göndermeden- karşı davranışları izlemektir. Bu gözlem sonucu sanata yarayacak fenomenler belirlenmiş olur. Şiir, hikaye, tiyatro, resim, anıt, musiki vs. Sosyal bilimcinin sarhoş üstüne gözlemleri ile sanatçının gözlemi farklıdır. Sarhoş olan kişi kendinin sarhoş olmadığını ileri sürer hep. Sarhoş gözlemini yapmayan bir sanatçının gözünde sarhoş kendini her şeyiyle bırakan birisi olup çıkacaktır. Tiyatroda böyle bir tip çizilecekse eli ayağı uyumsuz hareket eden biri yerine sürekli sarhoş olmadığını söyleyen ve sık sık konu değiştirerek konuşan birini çizmek daha kolay olacaktır. İlk çağ filozoflarının bile bildiği “sanat taklitle başlar” gerçeği, gözlemi sanatsal üretimde zorunlu bir metot olarak gereksindirecektir. Gözlem gelişi güzel bir izleme de değildir. Sesin fiziğini, rengin tuşesini, plastik sanatta maddenin fizik, kimya ve geometrisini kısacası altın orantıyı tam tespit edebilmedir gözlem. 8 Gözlemin öznelliği atılarak varılacak nesnel tespitler realizmin elbette ki kelimesi olacaktır. Realizm gündeme gelince birkaç söz de gerekir. Iceberg denilen buzdağı gemicilerin her zaman korkulu düşü olmuştur. Nedenine gelince gözün gördüğü ile yetinip de kendi tecrübe birikimlerinden yararlanmayan sözüm ona “realite” göz ufkundakini görme hastalığına bağlı olan denizci deniz yüzeyinden yukarıda kalan küçük bir buz parçasını önemsemez. Oysa buz dağının su düzeyinin altında kalan kısmının da “realite”ye katılması gerekir. Ama bu realiteye tarihsel realite veya tecrübe realite demek gerekir. Realizmin gözüne gözlük takarak hastalığını önleyemeyiz yanlış görmesini önleriz. ŞİİRDE GÖZLEM: Divan edebiyatı üzerine söz söylemek istesek bile yanılma payımız çokçadır. Çünkü mazmunları ölçüleri bambaşka bir zamanın ürünüdür. Divan edebiyatında şairlik ve şiir söz konusu olunca bir meslekten söz açmak fazla bir tefekkürü gerektirmez. Yaşayan şair başka, mesleki duyarlılığı olan şair başkadır. Öğrenmek zorunda olduğu şiir tekniği vardır. Halk edebiyatı ürünleri için gözlemin rolü büyük. Bir Köroğlu, bir Karacoğlan’ a, bir Dertli, bir Aşık Ömer’ e benzemezler. Divan klasiğini çağdaş öğeleriyle gruplandırabiliriz. Halk edebiyatında gözlem daha çoktur. Bu yargıyla divanları yargılamak veya küçük görmek gibi bir zorumuz yoktur. Oysa divanlarda da bir gözlemin olduğu gerçektir. Günümüz Avrupa tesirindeki Türk edebiyatı ürünlerinde de gözlem şiirin temelini oluşturmaktadır. Gözlemin zararları yeni şiirin özüne sindi. Gözlem yalnız başına bir doğru olmadığı için güzellikte bir topallık yaratmaktadır. Çünkü şiir ille de bir ihtiyacı karşılamak zorunluluğunda değildir. Veya kıskanç ve şövenist bir devletin sınırlarını çizer gibi bir “realite” tespit etmek zorunda da değildir şiir. Şiirdeki şaire bağlılık ve estetik yapı, genele açık bir özgünlük ve bireysellik taşırsa, gözlemde bu yapının alt yapı birikimini aynı usulle tespit edecektir. Necip Fazıl’ın – otel odaları- şiiri ile Nazım Hikmet’in - memleketimden insan manzaraları- uzun şiiri elbette ki gözlemin şiirleridir. Necip Fazıl’ daki geneli özelleştirme şeklinde ortaya çıkan gözlem Nazım Hikmet’ te de özel bir hayalin genelleştirmesini sağlamıştır. Orhan Veli’ deki basitleştirme ve somutlama özü Behçet Necatigil’ de tekilleştirmeye Sezai Karakoç’ta soyuta ve eşyaların nihilizmine ulaşmaktadır. Bu varışların hepsi de dünya görüşlerinin ileri karakolu olarak güzeli yakalamak yolundaki çabalardır. RESİM, PLASTİK SANATLAR VE MİMARİDE GÖZLEM: Resmin boya, emek ve resimde yer alacak fenomenlerden oluşan üçlü öğesi ayrı gözlemlere konulur. Leonarde ustanın dinamikler üzerine gözlemleri herkesin bildiği bir şeydir. Gözlemsiz resim sanatı olmaz, olamaz. Çünkü resmi ifadede araçlar önemli yer tutar. Malzeme denilen bu araçlar ifadeyi her zaman istenilen yere getiremeyebilir. Çizgi, renk, ışık malzemelerin özüyle yakından ilgilidir. Hele heykel ve benzeri doğal benzeşimler sanattan daha ötede bir teknik bilgiye bağımlıdır. Döküm, metalürji, kalıp vs. Hele çizgi (karikatürün vb) tespiti çok ama çok gözlem isteyen bir iç mimari ise kullandığı malzeme ve oturduğu arsanın peyzajını değerlendirmek zorunda olduğu için gözlem daha çok fiziksel bir nitelik taşır. ROMAN – HİKAYE GÖZLEMİ: İnsanı bilmeden hayattan söz açmak romanın ve hikayenin dışındadır. Kendini bilmek de insanı bilmek cümlesindendir. Tavırlar ve davranışlar yapısı, nesne ve olaylar yapısıyla birlikte gözlemin içine alınarak kelimelerle ifade edilip roman – hikaye oluşturulur. Geriye veya ileriye doğru olan zamanın roman – hikayeleri elbette ki hali hazır uygarlığın insanına oranlanarak gözleme alınmaktadır. MUSİKİDE GÖZLEM: Musikinin doğa peteklerini dolduran bal özü doğadaki benzerleriyle kavramak güzeldir. Doğayı uzun bir çalışma sabrı gerektirdiğine göre gözlem bu sanat dalında da olacaktır. 9 Genel bir deyişle insan beyninin var ettiği (fiction) güzelleme, araca muhtaç değilse gözlem içe (sanatçının benine) doğru, araç kullanılarak çerçeveleniyorsa gözlem dış dünyanındır. Gözlemin genel yapısını irdelerken değindiğimiz gibi gözlem sanat eserini kurmak için kalemin haznesine toplanan kelime, renk, çizgi, ses varlıklarıdır. Somut ya da soyut. Ayrım yapmadan. YENİ EDEBİYAT VE GÖZLEM: İskoç dendiği zaman saf İngiliz olunurmuş. Bu İngilizlerin birtakım fanatik tutumlarına ne tarihi ne de başka bir açıdan anlam veremem. Kendilerini savunmaya başladılar mı majüskül harfle yazılmış bir “ben” oluveriyorlar. Eğer “ben” ardı önü boş olsa hepsini tımarhaneye tıkmak hiçten bile. Ve fakat gururunun onurunu ve kaybettiklerinin bilincinde olduklarını gördüğümüz için “ yaşasın” demekten kendimizi alamıyoruz. Evet İskoç Mr.Bennett diye birisiyle iş arkadaşlığım olmuştu.1981 de hem de İstanbul da,İngiltere de bir espriden söz açtı. ABD vatandaşını kastederek “bu Amerikalılar’ ın beyni kabız, ağzı ishaldir” demişti. Konuya nereden geldik. Şurası açıktır ki Amerikanvari son sanatsal züppelik (Best Seller) adıyla arzı endam etti. Bu yeni konum pragmatizmin boşluklarından istifade edip para kazanma yoludur.Kapitalizmin ‘müşteri’olarak gördüğü insana satacağı bir şey olmalı.sanatı da sanayiye çevirmekte tereddüt etmez. DİN VE SANAT ÜZERİNE Çağdaş tekniğin kendisini bütün görkemiyle estetiği orantı olarak ele alan kadim Yunan felsefesine yasladığını görüyoruz. Kütlelerin, ses demetlerinin renk armonilerinin, uyum ve zıt uyumlarla orantıyı koruduğu akıl ve bilgi düzeyinde tespit edilebilmektedir. Elbette ki “orana” yüklenen anlam bu denli büyülü olmasa gerektir. Fakat temelinde yatan gizemin dinsel bir öz taşıması “orantı”yı mantığın önüne alıyor. Orantı zaman içerisinde mistikliğinden yitirdikleriyle –el alışkanlığına dönüşmesiyle- çeşitli tekniklerin doğmasına neden oluyor. Eski Yunandaki müzik tanrısı yok olurken gizini musikişinasların bilgi, deneyim ve becerilerine terk ediyor. Binlerce mermer damarına gizlenen mistik öz çağdaş heykel atölyelerine poz vermekten öteye geçemiyor. Örnekler çok artırılabilir. Arkeolojik merakın bu düzeyde daha da çok tespitleri olacaktır. Balığın yüzme koşullarından deniz altıları, kuşların uçma koşullarından uçakları, daha nice bilinmezlerin bilinenlere orantısıyla birçok gereksinimlerimizi karşılayan yeni teknolojik oluşum hiçbir öz ve dayanağı olmadan ve hiçbir amaç gütmeden (!) insanlığın hizmetinde olacakmış. Bunu siyasiler böyle söylüyor ve bizlerin ağzı sulanmış inanmamızı istiyorlar. Teklifin amacı yoksa, neden kabule zorluyorlar. Elbette ki eşya ve olaylara gelişi güzel mistik bir eda vermek istemiyoruz ve fakat, yeni tekniği arz edenlerin mistik yapıları ister istemez merak uyandırıyor insanda. Siyasal iktidarları bugün teknokratlar ele geçirmiş durumda birçok yörede. Laisizmanın onlara hizmet etmesi için propagandanın duvarlara majüskülle ve mikrofonlara en yüksek sesle yaslanması gerekmektedir. Karşılığı (ekonomik açıdan)olmayan bu giderler de en çok teknokratları üzüyor. Oysa uyuz kabartıları boyamak için ne masraflara giriyorlar. Lügatimizin sözlerini din ve sanatla ilişkisi içerisinde ele alacaktık. Konunun nezaketi eski- yeni diyalogunu böyle kıldı. Daha çokta tekniğin kaynağı ve doğuş – oluş evresini ele aldık. Bütün koşullarda tekniği temelde kuşatan sanattır. Sanatın fayda – maliyet eğrilerinin toplumsal bütünde çizdiği grafiğin entegrallerinden oluşan seri ve bilimsel ve aklın boyutları içerisinde kalıp teknik adını verdiğimiz bu olgu, estetiğini mühendisinden alan sanatın ileri bir adımıdır. Bilinenler arasındaki ilgiler (kelime, renk, çizgi, döşeme, donatma, .... vs.) kurulmak zorunluluğu güzelleme süzgecinin önüne konan turnusol kağıdından geçerken insansı bir renge bürünür. Bir rengi elde etme iştiyakı da dâhil hepsine birden sanat diyoruz. Sanatın 10 varmak istediği yere bilimsel yapıdan ve çoğunluğu kapsamında tutacak biçimde ulaşmağa ise teknik adını verebiliriz. Maddeler ve insanlar arası ilişkileri kurmak, yaşama sevincine ulaşmak için nasıl sanata yaslanıyorsak, zaman - madde ve zaman – insan boyutunda ve tümüyle soyut ve zihni olan bir ana yaslantı var ki, biraz sonra sanatla ilişkilerinde daha çok üzerinde duracağımız bu dayanak sanatla yapı farkı yönünden tezattır. Din... Öncesiz ve sonrasız var olan, zaman öncesinden gelip zamanı tutan, kuşatan ve zaman sonrasında da insanı, yaşanabilir güzelliklerin ölümsüz olduğu cennette saran sarmalayan... Maveradan masivaya gelen ışık... Masivanın düzeni, varlık nedeni... Maveranın güzelliğinden yansıma... Bir davet bütünü... Maddenin maddeyle, maddenin insanla, insanın insanla, insanın insanlarla, tarihin gelecekle, olması gerekenin olanla, gücün olanakla anlaşma ve barış yapabilme becerilerinin – bütünüyle somut bir dünyayı– çelişkilerle dolu soyutlamalarla kaynaştıran sanat; eğer insanların zaman ile hiçbir bağı olmasaydı yaşayıp ölen insanın, dini varlığı, sanatın içinde kalırdı. Oysa sorun, zamanın nicelik ve nitelik yönünden akıl almaz işlevi, semavi kuralların bağrından beslenmeye çağırır insanı. Din yapısal olarak sanatla tezattır. Sanat, somut ve bilinen öğeden hareketle güzellemeye ulaşıyor. Yine de insanın yörüngesindedir. Din semavidir. Naslar bütünüdür. İzin ölçüsünde yorum varsa da, esasın içerisinde ve özünü bozmayacak biçimde bir yorumdur. Yorum orantı ve benzetmelerle yapılır. Aklileşmiş ve insana ait değildir,diğer yandan teklif olmaklığı nedeniyle aklileştirilmiştir diyebiliriz.Dinin kendi bütünlüğü içerisinde naslara oturtulması gerekir akli yorumların. Her gün bir başka macera peşinde değildir. Genel varlık dengesi zaman içerisinde ne denli sabit ve değişmez ise din de öylesine değişmez yapıya sahiptir. Bazı çağdaş madeni seslerin evrim, devrim, deney, fosil derken insanlık tarihini değiştirdikleri zehabına kapılmaları, çağdaş uygarlığın insanına aklı bir katkıdan daha çok onları özgür – köle yapmaktan öteye geçememiştir.Sanayide gereken kol gücünü devşirme gayretlerini filozofik çalışma olarak laboratuarlara sokmaları büyük yanlıştı. Sanat tekniğe çok büyük coğrafyasını bırakınca, bu durumdan kendisi de büyük oranda zarar gördü. İnsana katkısı gittikçe azalan bir artışla sürüyor. Eskilerde zararı yokken, bugün sanatın zararlarına dair bir kürsü kurulabilir. Tv – sinema, mahut romanlar, hele hele gazete denilen basın aracının daha çok nasıl ve kime hizmet ettiği açıkken, nasıl olurda sanat böylesi teşhir salonlarından kendini soyutlayarak topluma hizmet edebilir. Teknik sanatı iyiden iyiye köşeye sıkıştırmış durumdadır. Tekniğin hakimleri kendilerini devlette yalnız ve tek demokrat olarak koltuğa oturtmak için, siyasal arenada, dine de yer verebilirler. Laiklik diye bir işkence türünü ellerinde tutarak.Oysa bizdeki laikliğin dinle ilişkilendiği yok.Olsa olsa batının rabıtasını temsil eder.belki biraz da inanmama hürlüğünün simgesi olmuştur. Kısaca durumu özetlersek, laik demokratik – teknik diye bir terimle sanat ve dini olguyu, yeni siyasal ve estetik düzeyde, tespit etmiş oluruz. Laik sanata en geniş siyasal tavır olarak ikinci dünya savaşında Hitler’ in ülkesindeki sanata düşkünlük (!) de tesadüf olunuyor. Laiklik halkı ancak sanatla diri tutacağını iyi bilir. Sanatı din yerine oturturlar. Bir süre sonra sanatta söyleyeceğini bitirir. Bu kez de eğlence sanayinin materyali olur sanat. Sanatla dinin bir başka bağlamda daha ilişkisi vardır. Coşku, evet bu olay sanat için önemli bir maniveladır. Bir sanatçı ne kadar ödüllendirilirse ödüllendirilsin, ne kadar sevilirse sevilsin gün gelir unutulur gider. Tarihin süngeri bu duruma çok uygundur. Alkış, tören, ödül, sevgi gösterisi insana bir yere kadar coşku verebilir. Sanatçının kişilik düzeyine bağlı olan bu coşku kaynakları (Nobel ödülünü reddeden veya ödüllere aday olmaktan bile kaçınan deha çapındaki sanatçıları anarak geçiyorum) mutlak coşku kaynağı olma özelliği göstermez. Oysa dini sevgi – saygı – korku – ölümden sonraki hayat özlemi, sanatın önünde eğileceği en temiz boyutlar. Ve dinin sanata gerçekten bahşettiği en büyük özelliklerden biri de zaman kavramıdır. Bu sayede sanat, eşyaları sayıp dökme aritmetiğinden kurtarılmıştır. Bu inanca (iman) coşkunun en solmazını yaratmaktır. Sanata can veren ve diri tutan bu önemli kaynağın 11 altını çizerek belirtmek isteriz. Dini sanatı yalnızca diri tutmak gibi bir işleve indirgediğimiz sanılmasın. Yapısal özelliği dolayısıyla birinci sıradan anmak istedik. Konu, düzey ve derinlik açısından da dinin sanat üzerindeki etki ve katkıları da vardır. Estetiğin etik ve katkı açısından ele alınması sanatı daha iyi anlaşılır ve değerlendirilir kılmaktadır. Sanatın hizmet açısından değerlendirilmesi ise, yine sanatçıyla dini varlığı yan yana getirir. ŞİİR ÖRTÜSÜ 1 Ben şiir devletinde, aksakallarıyla söylemiş, aksakallarıyla düşünmüş,ruhsal giysileriyle var olmuşların toplantısında bulunmuş nice erdemli yüce ozanlarla karşılaştım. Zaman, sayılara sıkıştırılmış tavşan aklığında nice erdem bana sığındığında, ortaya Asya bozkırından Hacer ül Esvede, her biri kendi notalarıyla çınlayan Gırnatadan Kırım nağmelerine değin bir şiir haritası çizmek istedim. Ve ozanlık özelinde ve özlem çevikliğinde, zaman ve mekanı özdeş kılarak. Peygamber çiçeklerinden kelimeler deren erdemlerden “poeterm” in peteğini oluşturmak azmindeyim. Yaratana sığındım. Yalvardım. Bütün gece ve gündüzleri tanık tutabilirim.Kendimden öncekilerin kendi ruhsal gerçekliklerine uygun tanımlarıyla taşınmalarını sağlamalıyım.Kendimi de maddesel ve soyut olan baskılardan azade kılarak konuyu ele almalıyım .Benden öncekilerin varisi sıfatıyla o esteti korumak ve ihya etmek üzere donanmalıyım.Hem çağdaş hem gerçek hem de güzel olmalı donanım.Sürdürülebilir bir sanat için insana hitabettiğimi unutmadan,ve muhatabıma insanlığı unutturmadan. Evet bundan böyle, önündeki dağların ardına kolumu uzatıp bir avuç suyunu aldığım okyanuslardan, tat ve tuzu ayrıştırmakla görevliyim. O muazzam okyanustan avucumun kapasitesi kadar alabildiğim tarih mirası estetikten derleyerek şiir örtüsünü oluşturmakla görevliyim. Ve gücümün dayanağı o perdeyi örenin kendisidir. O perdeleri birleştire birleştire O’ na giden yolu bulacağım. Benden önce arkamdan yürüyenler geçecek bu yoldan. Şiir örtümüz olacak bundan böyle. ŞİİR ÖRTÜSÜ 2 Bu yazıda, şiirin dili ve dil birliği üstünde durulacaktır. Şiir gerek vizyonel ve gerekse nesnel bir yorumdan doğmuş olsun kendine özge kural ve koşulları gerektiren sanattır. Kural ve koşulu kendi dünyasına ait olan bir sanat. Mantık kuralları şiiri yüklenemez. Yüklenenleri yok değildir. Onların şiirliği su götürür. Şiir bir dünyadır. İnancın ses yüklenicisi. Şiir. Şiir; inancın sesi ve inanan insanın doğurgan ve nahif olan yanı. İnançlar değiştikçe sesler değişir. Nahifliği daha gerilere ya da ileri yaşlara alınır. Nahif olan yan doğanın gözdeki resmidir. Ve resim mutlak yaratıcısının “ sıbgatullahı”dır. Şiirin orijinalitesi, ses tellerine bütünüyle yaslanmadığı için musikiden ayrılır. Ve yine nesneleri algılama yargılama biçimi olarak hikaye ve denemeden konu yönüyle ayrılır. Konu derken şurasını açıklamak zorunlu oluyor. Konu beş duyuyla gözlenen olay ve nesnelerin bellekte bıraktığı iz ve izlenimler değildir. Sonuç demek daha doğru olur. Buna bildirisini de eklersek daha iyi açılır. Hepsi birlikte edebiyatı oluştururlar. ŞİİR ÖRTÜSÜ 3 Şiirin sunuluşu imge ve sembolü gizlemeye ve gizemlemeye daha yatkındı. Estetik yönden bütün edebiyat bu yastığa dayanır. Ne var ki şiir bu misyonu çok önceden ( tarihsel ) 12 kullandığı içindir ki, imge ve sembolü daha çok tekeline almıştır. Diğer bir ayrıcalığı da sembol ve imgelerin varlıklarıdır. Şiirde sembol ve imgelerin varlığı gerçek olabileceği gibi, gerçek üstü, gerçek dışı da olabilir. İnsanın çok dışında ama altında ya da üstünde olabilir. Bu imge ve sembollerin sunuluşu direkt insanı hedef seçmeyebilir. Endirekt sunuş şiirde daha çok kullanılır. Şiirin bilim ve bilenini mantıktan geçiren yazılardan ayrıldığı yan daha çok bu yöndedir. Bu konuda son bir söylenecek sözümüzde şiir görevini anlamlı bilince aktarırken çağrışımsal yapıyı harekete geçirir. Akıl bu konuyu kabulle görevlidir. Bir mantık silsilesi aramak zorunluluğu yoktur. Musiki ile ilgisinden söz ederken şiir bütünüyle ses tellerine yaslanmaz dedim. Bunu şiir musikisiz olarak anlamamak gerekir. Olsa olsa agoraya çıkmayan beste diye anmak daha yaraşır şiire. Şiir musikidir. Ama sessiz. Eğrisi ve acısı, sevinci, coşkusu, çağrışımları kurduğu vizyonal bir bestedir. Şiir musikinin negatif resmi ve/ya senaryosu gibidir. Serbest şiirin ne kadar daha hüküm süreceği bilinmez. Yönetim bilimde tümüyle düzen hakim oluncaya dek serbest şiir yaşayacağa benzer. Demokrasinin ve özellikle plüralist sistem duyguların dizginlerini alabildiğine açıyor ve onlar bir düzen verme zorunluluğunu kaldırıyor. Bunun yanında teknik değişimin eski us ve vizyon kurallarını değiştirmesi şiirin ölçeğini değiştirmiştir. Hatta şiirin tümüyle başkalaşım geçirdiğini söylemekde büyük bir sav değildir. Teknik elbet bir gün kurallarını özet halinde sanatçıya sunarsa şair de bu karara yabancı kalamaz. Şiirde düzen kurabilir. Ancak şimdilik bu yargı,istek olarak kabul edilmelidir. Şiir başkalaşımına yeni bir bakış açısını biz şairler su gibi gereksiniyoruz. Zira büyük şiir çok uzaklarda. Bize ışıkları gelmeyen yıldızlar gibi durmaktadır. Bilimsel dekadanlığın yardımcı tutkuların kurbanı olan, şairin, gerek doğası ve gerekse iç dünyası, şaire bağışlanmadıkça gerçek şiir geleceğe de benzemiyor. Ayı güneşi ve yıldızları imaj olarak bir şiir düşünülür. Lütfen bir de, bu seçilen imajların bir kaçı geçmeyen astronotların ayakların ayakları altında kaldığını düşünün. Burada hem şiir görevini yüklenememekte hem de şair suç işlemiş psikozuna düşmektedir. Burada elbette şiirin başkalaşacağı sorusu apaçık ortadadır. Yeni imajlar ve yeni sesler aranacaktır. Her halde. “ Trum trum “ seslerini artacağı diliminde bulunacağız. Ama yeni imaj derken de, temel değer imajlarını bulmaktan kaçınan şair büyük yanıyla yeni sembol ve imgeleri mi getirecektir? Bugünkü durumda bu düzey biraz olumsuzdur. Türk şiiri özden yoksunlaşmaya kaymıştır. Siyasal, sosyal ve ekonomik alandan kovulan insan, şairin dünyasından da çıkarılmıştır. Bir iki asırdır devlet kendi insanını vatandaş seviyesinde budamıştır. Şöyle ki vatandaş dediği kesime yalın-kat bir yasaya uyma alanı bırakmıştır. İkinci Mahmut gelmiş “ sarık yok, fes giy “ bir diğer devlet başkanı yerel giysiyi kaldırmış setreyi zorunlu kılmış. Öyle ki insana kendi estetik yaratma olanaklarını ortadan kaldırmıştır. Yasayla düşünmek, yasayla giymek. Bırakınız sanatçıyı bir canlı olarak insanın evcilleştirilecek düzeye indirgenmesi demektir Zorla evcilleştirilen insan yeni girdiği teknik düzeyi nasıl ortaya koyacak.O düzey insanı, nasıl kapitalizmin kurbanı oluyorsa yasayla düşünen ya da düşünmek zorunda kalan insan da, hem hafıza yoksunu hem de estetikten yoksun olacaktır. Bugün Türkiye’ de argo edebiyat sanayi A.Ş. nin ortaya koyduğu eserler, bu düzeyin yine de iyi birer örnekleridir. Dünyanın her yanında olduğu gibi Türkiye’ de de şiir sloganizmin kurbanı olmaktadır. Bu yüzden şiir insanı kucaklamaz oldu. Sıradan şiirler reklam kampanyalarıyla binler tarafından okunsa da bir anlam taşıdığı sanılmamalı. Çağın sınavından geçiyoruz bocalamak olağan ama şiir şimdilik bücürdür. Necip Fazıl’ ın deyimiyle “ cüceye “ verilecek duruma düşmüştür. Bütün bunlara rağmen kafası çağın gerçekleri karşısında apışan hasta politikacıların önünde yenik düşen şairin şiir vermesi ve üstelik bu durumunu yetersiz de olsa kabul ettirmesi şairin 13 alkışlanmasını gerektirir. Alkış sosyal anlam taşırsa değeri vardır. Söz konusu ettiğimiz sosyal alkıştır. Şiir zaferinin eşiklerindeyiz. Bütün sorun şiire zarar veren düzeni, öncelikle ve bilinçle yıkmalıyız. Ancak Türk şiirinin imge ses ve sembolleri bu yoldan kurulur. Ozanlar kafalarında kendi sorunlarını taşımalıdır. ŞİİRİN ÖRTÜSÜ 4 Şiiri üstüne epey vardık sanırım. Belki büyük yargılar, altından kalkılamayacak sözler ve savlarda vardır içinde. Maksadımızı aşmadığımızı sanıyoruz,zira iyi niyetle ve sanatın korunması amacına yöneliktir. Oysa şu gerçeği kabul etmemek elde mi? Söylemek istediğimin binde birini oluşturmaz söylediklerim. İnsanın kefen bezinden daha ucuz olduğu yeni bir çağdan epeyce bir yıl çalmış bulunuyoruz. Ne denmez bu konu üstüne. Demek istediğim şu; bu konu üstüne şairler varmıyor, varmak istemiyor, korkuyorlar. Sözüm ona birkaç dize yığımlayan – Yükü öküz çeker cızırtısı kağnıya düşer kabilinden – şairleri anmıyorum. Gerçek şiir ustalarının poetika politikasını neden yapmadıklarını yapamadıklarını başka bir yazıya erteleyerek şu kadarını söyleyelim; şiir, amaç, sunuş biçimleri, estetik, inancası ve geleceği için üstünde epey durulmalıdır. Batı şiirlerinin eleştirileri Türkçe’ye kazandırılmakta. Sonuç üstünde durmayacağım. Yanıltıcı bir yöntemdir sonuçtan yargılamak. Nedenselliklerini ve menşeine varmadan olmaz. Batı ozanlarının üstüne (telif) te verilmektedir. İşte bu, tam bir yalan ve yapay olgudur. Olgunsuzluktur üstelik. Buna rağmen kötü değildir. Burada bir parantez açarak söyleyelim. Önemli ile gerekli olan karıştırılıyor birbirine. Batı ürünlerinin tanıtılması bazen önemli olabilir, gereksiz olabilir bunun yanında ve daha çok bu yöndeki yargı bizi ilgilendirir ki; batıyı tanımak gereklidir, ama önemli değildir. Türk şiiri kültür tarihinde yer alan ürünler hem gerekli hem önemlidir. Bu yöne ağırlık verilmesi gerekir. Oysa gereksizlik içinde uğraşmak daha kolay geliyor olmalı ki batıya dönülüyor. Daha önceki yazıda söz konusu ettiğim büyük şiirin verilmeyişinde bu yabancılaşma sorunu da ağırlık kazanmaktadır. Yargılamamızda anlaşılmayan bir durum yok. Üstelik söylenmeyen yanı da hemen hemen yok gibidir. Bizim getirmek istediğimiz nedir öyleyse diye sorulabilir? Evet, kendi demek istediklerimize yeni gelmiş bulunuyoruz. Şair kimdir diye de ek bir soru yöneltmeden konuya giremeyiz. İnsandır, müslümandır, ruhçudur, özgürlükçüdür, artisttir, vb. sürüp gider dırdırı bir yana itip yeni bir yaklaşım denemesi yapmamız gerekli. Tarih içerisinde boğulmaya pek hevesli de değilim. Tarihi önce didiklemekle başlamalı sonra analiz etmeli posayı atmalı kültürün tadını almalıyız ki .şiirseli kaleme aktarabilelim. Şiir geleceğin şair elindeki gökyüzüdür. Kelimeleri göktaşları olan şairin tek kelimesini yerinden oynatırsanız gökyüzü üstünüze çökmüş bilin. Yıldırımlarla kovalar sizi. Bunu başarması için, tarihi bencilleştirmesi ve benini orada eritmesi gerekir. Bu yeni şiirin varlık şartıdır. Sanayi devriminden bu yana açıkça gözlüyorum. İnsan, tarihin doğal insani değeridir. Belki plastik yapısı değişmemiştir. Hayır! Hayır! Plastik yapıda değişti bugünkü insanda. Uzun bacaklı erkek çocuklarına bakınız, tahta göğüslü kadına bakınız. Bunu sizde görüyorsunuz.Ve hatta gelişmiş ülkelerdeki obeziteyi,ki hastalık düzeyinde bir tıkınma ve israf düzeyinde bir tüketme isteği var. Öyleyse şunu biliniz ki insan değişti. Fabrikada yüzlerce kiloluk yükü taşıyan bir işçiye çocuk patiği giymesini nasıl ki söyleyemezseniz – doğal ayrılık vardır.- tarihi insanın yaşama biçimini ona veremezsiniz. İlk konumuzun eşiğinde büyük zorluklarla karşı karşıyayız. Çünkü kuvvetler ayrılığı kuvvetler dengeleminde politikacılar,riyakarlığı hem muhafazakar hem de demokratik hale getirdiler.Oy aldıkları halka mı kuvvetler dengelemine mi,çağın gereği olanaklara mı yüz çevireceklerini kesin olarak bilemiyorlar.İstatistik ve anket kurbanı sosyal bilimciler 14 şartlandıkları kafalarıyla karşınıza dikilecektir. “ Devrimler elden gidiyor “ .“ Anayasa korunmalıdır”. Asker karşınıza dikilecektir.Salt savaş biliyor diye savaşacağını zanneden neyle ve kimle savaştığını bilmeden . Anlattığı üç beş masalım tırak emirleriyle ( gerçek dini ve dindarı tenzih ederiz ) tarikat tayfası karşınıza çıkacaktır. Kuzulaştırdıkları ulusu sömürme yarışında ne kadar kişi, grup ve kurum varsa karşınıza çıkacaktır. Irk sarhoşluğuyla üstünüze kusacaklardır. “ Vatan haini“ ne çıkacak adınız. “ Tarih düşmanı” na. Şimdi söyleyin bakalım tarihe dokunmak öyle kolay bir sorun muymuş? Öyle ki devletin inkar ettiği tarih bölümünü inkar etmek emredilir. Aksi halde ateşle oynanmış olunur. Sosyalist ekol bir dereceye kadar tarihi inkarla başladı. Ama nasıl inkar sosyalistlerin inkarı. “ Kendilerine ait saymadıkları bir milletin tarihi,ve üstelik iktidarı elde etmekte takoz saydıkları için ve hatta tarihin fenomenleri o anda onları yavaşlatacağı için tarihi inkar ediyorlar.Alternatif tarih yazma merakları bu yargımıza yeterince ışık tutuyor. Yalnız bugün ve yarın var şiir için. Bu konu üstüne gelmişken biraz sohbet edelim; YUNUS DÜNYASI İnsandan Yunus’ a, Yunus ‘tan İslam’ a geçmek seyrinden zevk alınan ve zevkinde kalmaya doyum olmayan bir güzelliktir. İnsan – Yunus çifti düşünsel boyutta öylesine çerçevedir ki insanın tarih, doğa, uygarlık önünde sınavı geçilmiş net bir tanımıdır. Öylesine güzelliklerle iç içe bir çerçeve ki tanımı yapılmış yani “efradını cami, ağyarını mani” kılmış ve kesin “insan” tanımı “Yunus” kelimesinde olabileceği en yüksek en geniş tanıma ulaşmış görünüyor. Yunus ve İslam konusu aynadaki seyredilen seyreden gibi bir olgu. İslam nedir? Bu soruya “Yunus” diye tek kelimeyle cevap vermek mümkündür. Öylesine güneş yüzlü güzelliklerle iç içe, yan yana, yüz yüze bulunuyoruz ki bu denemede dilimiz döndüğünce hayalimiz erdiğince Hak nasip ettiğince O’ nu düşüneceğiz. İnsan olarak Yunus’ u devri içersinde ele alarak değerlerine ayrımlaştırmak gereği, o devri ve o devir içersinde Yunus’ un oluşunu erişini, sezişini anlamak içindir. Bugüne de ışık tutabilecek birçok değer aydınlatılabilir. Zira birçok düşünür ve yazarımız veya Yunus Emre denilince oluşan algı ve olgu çok değişiktir. Farklı katmanlarından yaratmıştır. Örneğin; (devlet ana /Kemal Tahir – roman) Yunus Emre bu romanda mezdeke üyesi gibidir. Talat Sait Halman da entelektüel bir hümanisttir. Cemil Sena da filozoftur. Necip Fazıl da Ben’ den bu- nalmış Mutlak’ ın arayıcısıdır. Nurettin Topçu da farklıdır. Kısacası; devrimci, komünist, sosyalist, entelektüel, rasyonalist, hümanist, dindar, kökten dinci, şair, avam, enternasyonal faşist, ırkçı, gezgin, tufeyli, cumhuriyetçi, monarşist, şucu bucu diye birçok ideolojiye sisteme ve isme nispet edilerek demeye sokulan Yunus Emre’ nin “toptancılar” beynindeki yansımasıdır. Oysa bütün insanlar gibi Yunus Emre’ de insan, ama devrinin en iyi bilimlerini özümlemiş, büyük ve üstün sıfatlarını benzerlerine oranla onların muhalefetine rağmen kazanmış birisidir. Zamanın bütün bilim ve teknolojilerini öğrenmiş sabrıyla onları kendine değer olanı katmış rezaleti iyi anlamış ve o gemideki bütün görevlere talip olmuş ve görevlerini sabrıyla Emreleştirmiş üstün insandır. Varoluşun sırrını taşıyan iştiyak dolu gözlerinizle karşı karşıya olmak insana kıvanç veriyor. Gençler! Taşıdığınız sırrın yarınlarda tamamını kullanabilmeniz için, esas ve usul açısından tartışmak için buradayız. Sizin ninniye ihtiyacınız var mı? Elbette olmayacak. Gençler! Geleceğin yoğunlaşmış filizleri! Ne mutlu sizlere... Baharında yakaladığınız dünya evresi, öğretim yoluyla size okulumuzda sunuluyor. Sakın bunu küçümsemeyin. Okulumuzun verdiği bilgiye (en az düzeyde) hayati önemde ihtiyacınız var. Bunu sakın unutmayın o bilgilere hayatın her katmanında ihtiyacınız olacak. Girdiğiniz odanın ışığını nasıl zorluk çekmeden yakıyorsanız ( birde gaz lambaları ya da odun devrinde olduğunuzu düşünürseniz) bu eylemi kendinizi nasıl içgüdüsele yakın bir alışkanlık halinde yakın görüyor ve hatta bunu hakkınız sayma alışkanlığınız oluşmuş ise; bu dönemde ve okullarınızda öğrendiğiniz bilgiler ve bu 15 bilgilerin pratik sonuçları da aynı şekil-de hayat ufkunuzu tutacaktır. Onun için bu asgari bilgileri edinemeyenlerin önlerindeki takvim tüketimi gaz olacaktır. Her haliyle rahat, insanca, onurluca,açık ve katılımcı bir gelecek isteniyorsa bu bilgilerin üzerine daha neler ekleyebiliriz diye çalışmalıyız. Öğretmenlerinizi basın-yayını yakından izleyin; göreceksiniz ki anlatılamayanlar bile anlaşılır olacak. Anlama sınırına girecektir. Şimdi genel hatlarıyla sanat-şiir üzerine ikinci oturumda da şiirin yapısal analizinde bulunacağız. Bazen çok ses içinde bir şey söylemeyen, bazen bir tek sesle çok şey söyleyen hatta çırpınan bütün vücut organlarına rağmen hiç bir şey anlatamayan tutumdan, bir gamze kırışımında “yıldırımlar” getiren davranışa dek bir çizgide yakalayan şiiri; ne zıtlarıyla varolmada, ne uyumlarda yakalamak mümkün, lakin “eşya ve hadiselerin ötesine geçme cehdi” ufku tutunca sözün her türü şiir fısıldar gibi değil mi? Şiiri sunan, yazan, kuran, getiren her neyse sözü takdim edenin cehdi şiirse, her söz mahrecde seçkinleşerek şiirleşir gelir. İşin bir yanı, diğer yanında kulak, yani duyan, dinleyen işiten öncelikle kulak, devamıyla kültür, zevk, akıl, anlak, yürek veya tümüyle dinleyen insan. Duyduğu sözün şiir olduğuna inanması, ısınması, sevinmesi kısaca benimsemesi gerekir... Ki söz dudaktan kulağa veya gönülden gönüle ulaşan sözün diğer adıyla şiir adını fısıldamış olsun. Şiir kelime ya da sözün içerisindeki anlamı ve arka planındaki niyetiyle insanı arama, açıklama ve tanımlama sanatı olarak bakabiliriz. Şiir iyi bir sözlük laboratuarıdır. Sözler o laboratuarda esas mahreclerine oturtularak kendilerine suretlerinden soyulup asli elbiseleri giydirilerek bayram gününe çıkartılır. Mevlana “var”ışını “şeb-i arus”diye niteleyebiliyorsa, laboratuarda vardığı “kesinlik” yüzündendir. O nedenle her şeyi asliyetine vardırma oluşu diyebileceğiniz sanat, kendinden bir asil şube olan şiirde de bu yolu seçer. Benim ricam o ki; anladığınızı, algıladığınızı sandığınız yerde coşkunuz kesiliyorsa ve defalarca yaşadığınız olaylarda şiiriyetiniz sürmüyorsa ya şiirimizde bir eksiğimiz var onu bize iletin isteriz ya da kendinizi kendinize rağmen sorgulayın, birlikte temizlenmekte fayda var. Özellikle iletişimin çok büyük boyutlarda gelişeceğinin izlenimlerini gördüğünüz şu günlerde şiir en iyi iletki olacaktır. Kaldı ki demokrasi ile yansızlaştırılarak yalnızlaştıran insanın dünyasını tanımlayabilmesi için bu yapıya gereksinimi vardır. Bir başka boşlukta sürekli değişen ve gelişen Türkçe’ nin en uygun mantık kalıplarına dökülme zorunluluğu da işin öteki yüzüdür. Ne yapmalı? Nasıl yapmalı? Güzel örnekleri çağlar boyu verilen asaleti sürdüreceğiz. Yani şiir yapacağız........ Şiirce yapacağız............ Kalu – beladan beri yüz binlerce kerbelaya uğrayarak yolumuza yürüyeceğiz.“Sıratı olanca sürat” ıyla geçebileceğimizi düşünmeden hatta gülerek yolumuza yürüyeceğiz. Yolumuzun dolaşık, uzun ve karışık olduğunu; belki de biraz da çözmek aşkıyla daha da karıştırarak büsbütün bencil bir forma koyduğumuz yolumuz... Evet; yine de bizim olan yolumuza, gözyaşları dökerek ve muhal olduğu halde sadece ayaklarının olduğunu düşünerek, evet evet – hiç olmayacak belki de- ama olsun,” fahr-ı kainat geçer bu yoldan” diye gözyaşlarınızla temizlediğiniz ve serinlettiğiniz toprak kokulu bu yoldan, olanca topraklığımızla yeni ruhsal ayaklarla geçip gideceğiz. Bu oluşu müzikle, resimle ve kelimeyle geçmek zorundayız. Bizim sağlıklı soluk olduğumuz ve solmaz renk kattığımız sevinç ve acımız kelimelerle olabilmektedir. Dolayısıyla yazı ve özellikle şiir, iklimlerimizi döndürmektedir. Gözümüz ve kulağımızın sağlığını dilimizle “ikrar” edebilme zevki içersinde şiiri sunuyoruz. Özel – genel ilişkisi içerisinde, genel güzeli, özel koşullarıyla yakalayıp çok özel boyutlarla seslendirme işi de yine şiire düşen yapılanmalardan biridir. İnsanoğlu nefsini (özel ben) anlamak için gösteriler yapar. Sevinç ve kızgınlık durumları, iki örnek olarak gösterilebilir. Şiir yansırken bu durum, olanca tarihsel, coğrafik koşullarıyla şiire taşınır. Elbette ki insan da 16 oluşan bioşimik- anatomik başkalaşımlarda bilimsel ve duygusal yanlarıyla bilinerek değerler skalasına taşınır. Şiir oluşurken konuya uygun, yaygın, bilinen çok özel sözcüklerin kalıplarına dökülür. Geneli anlatmak için özel statüler oluşturulur, fakat özel eğer genelse şiire konu olabilir. Özel genel ilişkisini özel lehine kullanma söz konusu olacaksa yeni, tekrarsız, biricik ontolojik özüyle birlikte yakalanırsa özele saygı sanat adına olacaktır. Hep özelin – neşede olsa – bireyin kendi var ettiği etik- i içerme şansı çok yüksek olduğu için kaçınmak gerekir diye düşünürüm. Herkes biliyor diye ayakkabıdan çoraptan söz açmanın sanat olmadığını elbette biliriz. Lakin şiir diye iç dünyasının lotarya çevirir gibi kelimelerini bularak rastgele dizmenin de sanat olmayacağını kesinkes bilmemiz gerekir. Köylü türkülerini yüz bin defa tercih ederiz bu karanlık dünyaya. Orijinal olmayı şapşallıktan, küfürden, ayıptan, günahtan, yasaktan ötede bulmak zorundayız. Topluma ters olacağız diye sanat sağlanmış olmaz. Halkın uyuz ve ucuz nağmelerin sulandırılmış tekrarlarına da sanat adına katlanmak ve dayanmak zorunda hele hiç değiliz. Çamurun ve hatta tezeğin içerisindeki canlı gözlenebilir bu canlının hareketleriyle büyük sanatın sesleri oluşturulabilir. Lakin sövüp sayarak ciddi birikimleri yakalamak çok zor olsa gerektir. Topluma ters düşmeden onun düzeyini yücelten, ona yaşama neşesi ve sevinci veren ve sanat eserini gür ve her yerde okuma onuru verebilen yapıtlar hem kalıcı hem de değerlidir. Çevremizle.var olduğumuzu unutmadan ve çevremizin bir tarihselliği olduğunu unutmadan ve çevrenin üzerindeki hak ve ödevlerini unutmadan ve utanılacak düzeye ve asla utandıracak düzeye düşmeden, sanatı sevmeli, desteklemeli ve yapmalıyız. Malzemedeki kalite kirlenmeyi ve zamanı gereksiz kullanmayı da önleyecektir. Çevre kirliliği nedeniyle birçok tarihi eserin etrafında sürekli iskeleler görüyoruz. Çünkü eserler kirleniyor onları temizlemek için bir yığın yeni pislikler üretiyoruz. Ah o kovulası kötülük ah... Bir kere sindi mi uygarlığın içine onu çıkartmak için bile ne kötülükler işleriz ya da ne kötülüklere katlanırız. Bunları hak ediyor muyuz diye soruyorum? Gittim kıran ardına yani yılların ardına Her şey duruyordu ben hariç Vardım ben de durdum “Keklik gibi” süzülüp giden özlemler Baklavadan tatlı damat pelitleri “Nirden nire” ki güzel yurdum Kuş vuran herifliği bilirsin Bürümcük altında kız beğenmeyi de Sanki kirpiklerin vakanüvis kalemi Yaklaşan masmavi geceyi garibaldi ufuklarına dek Takip etmeyi bilirsin elemi “Öyle mi?” demeyi ferfene günlerinde Halaoğluna kulak asma Fehmetmez bıyığı batsa pekmeze Siniler donansa da kuru yemişlerle Portakaldan fırıldak olmasa çekilmez gece Burada coğrafya kara sabanla rahatsız edilir ara sıra Tarih takvimlerle yenilenir azar azar Kimsenin renk sevdası yoktur Bunlar bilmem ki neye kızar? Evleri küçücük küçücük Küçük gürültüleri kendilerinde kalsın diye Ve yine onlar yepyeni eskidir yeniye Ne diye konuşuyoruz bunları ne diye? 17 Nesnel bir etkinin insanda kültüre dönüşmesi doğum yeri ile ilgili somut öğeleri yakalaması mümkün...Şairin vardığı yer duanın vardığı yerdir. Şair duanın en doğalını, en gerçeğini, en somutunu ve kısacası en ilahi olanını bilir veya bularak bilir. Öyle ki şairde dua kültüre dönüşmüş doğadır. İnsanı en çok etkisi altında tutan somut çevre bu kültür çevresidir. Her halde doğum yeri ve ilk bebek – çocuk yılları insanda ilk oluşan zaman – mekan kavramı birleşimi, o duanın ilk kaynağıdır. Kültürün üst öğeleri ve alt yapısı bu dönemin doğal verileridir.Onun için Kıranardı çok özel bir bölgedir. Sertliği, yumuşaklığı, soğukluğu, sıcaklığı, din, devlet, su, insan, dağ, renk ve ses hep bu bölgenin bana öğrettiği olgudur. Onun için Kıranardı’ nı önemserim, aile ocağını önemserim. Nesnel olmak gerekir, sanat üzerine üretim yaparken, kelimeleri sağlam ve sesleri olanları seçmelidir. Nesnelciliği çocukluk yıllarımızın bizde işlediği ruhsal oyanın girift köşelerinde bulabiliriz. Onun için iç dünyamız ve onun içerisindeki kelimeler varlığı iyice elenerek dışlanmalıdır. Elbette ki gerçek dışını, gerçek üstünü, gerçeği ve gerçek ötesini iç dünyamızın düş örsüne yatırmadan kullanmamız mümkün değildir. Daha sonra iç dünyanın değerlerini de toplumun kültür örsüne yatırarak biçimlendirmek zorundayız. Ham olarak çevrenin ve tabiatın bize hazırladığı şeylerin fazla değeri yoktur. Onlarsız olunamaz, onlar da sanat eseri değildir. Ben’ in kanlı canlı dudağından dökülmeyen değerler sanat olarak anılmaya değmez. Bu nesnelerin değersizliği anlamına değildir. Bugüne dek ne işe yaradığını anlamadığım dağdağan ağacı bile çok güzeldir. Tabiattaki dağdağan ağacı sanat eseri değildir. Oysa sanatçının ele aldığı ve değerlendirdiği dağdağan ağacı sanat eseri olabilir. “Sanat taklitle başlar”sözü kısmen doğrudur. Gözüyle düşünmenin doğal sonucu gerçek sanat eserinin doğmasına kadar öykünmelerle yetinilmesini gerektirecektir. Aşama geçirilerek taklit (öykünme) yerini sanata veya sanatçıya bırakır. Bu olay sanat veya sanatçının gelişimi ile ilgilidir. Ayrıca “Yaratıcı tekamül” tabiat içinde bir olgudur. Tabiatta her gün bir yeni yaratılışın içersindedir. Yaratıcının “sanı” esmasıyla tabiattaki anlık ve mevsimlik değişiklik, gelişim ve başkalaşımlarını da iyice izlemek (yaratılmış)sanatçı sıfatıyla bir diğer borcumuzdur. Elbette ki tabiattaki değişimleri ne biyolog-botanikçi ve ne filozof nezaketiyle ele alırız. Ama biz de sanatçı gibi ele alırız. Örneğin eskiden yani 1953 – 1973 arası çok kar yağardı. Bu cümlenin arkasında öyle bir dünya var ki ciltlerle roman ve öykü, tablolar dolusu resim ve hatta ciltlerle şiiri var bu yılların anılarında. Şimdilerde mevsimlerden kar çıkmak üzre. Bu bir değişimdir ve tabiatı olduğu kadar, şairi de etkiler. Elbette ki bu değişim toplumsal, hukuksal ve birçok açıdan hatta ekonomik ve estetik açıdan bile ele alıp incelenebilir. Bilimsel incelemeler ayrı konu, değer ve tespit ayrı konu ve fakat sanat fenomeni olma özellikleri apayrı bir konudur. Sanat biraz da şeytan taşlamaktır, bunun da üstünde duralım. İbrahim A. S. Su bulmak için çevreyi dolaşmaya çıkar. Bebek İsmail ve Esra hanım çaresiz ve şaşkınlık içerisinde. Anne Esra bebeğin ağıtlarına dayanamaz, ümit dolu yüreği ile bebeğini enginin ortasında bırakarak tepeye koşar, kocasını arar ufuklarda göremez; diğer tepeye koşar ve o tepede de ufka düşmez kocasının gölgesi, şaşkın. Bebeğin yanına koşar. Bebeğin topuklarında su... Suyun Hz. İsmail’ e zarar vereceği kuşkusuyla “zemzem” diye bağırır. Beytullah’ın ilahi emri gereği ilk imar hareketi... Ve o kutsal suyun öyküsü bu... Şeytan görevi gereği, Hz. İbrahim’ in peşini hiç bırakmaz. O da her fırsatta olanca imanıyla şeytanın üstüne varır. Nihayet Arafat’ ta attığı bir taşla gözünün birini çıkarır şeytanın. Şimdilerde sembolik olarak yapılan hac olayındaki şeytan taşlama Hz. İbrahim’ den mukaddes bir çizgidir. Onun için; sanatın yine süre giden hayat içerisinde o günün anısına insanı şaşırtan ve onu kötülüğe iten oluşumlara atacağız taşlarımızı. O bilinçle atılmayınca güzel olmaz. Gerçek şu ki inanmanın enginliğine somut olarak ve aklını eline indirerek yani bilinçli bir biçimde küçük de olsa taşı alıp şeytana atmak, evet; besmelenin eşliğindeki şeytanı ve ondan olanları taşa tutmak, nefis ve dehşet bir olaydır. Benzeri bir lanet okumayı Kudüs’ te duymuştum. Via deloroza da yani acılar sokağı denen on iki duraklı sokak. Hz. İsa çarmıha gerili durumda... Kan kaybederek ilerler, her düşüp yıkıldığı yere bir istasyon diyorlar. On iki 18 istasyonlu bu daracık sokaktan Hz. İsa’ nın göğe yükseldiği sonradan yapılan o büyük yapıya içiniz bir Yahudi nefreti ile doluyor. Hıristiyan’ lar bir ibadet zevki ile Yahudi müşriklere lanetler okuyarak bu sokağı yürüyorlar ve son durağa geliyorlar. İyi bir şeytan taşlama örneği müthiş.... Şeytanlığı şeytana yanlışlıklar ansiklopedisi olacak kadar ileri götüren “Ebucehil”ve “İbni Cehil”yine de insandır. Cehaletin putu olarak da tarihi melaneti işleyeceklerdir. Şeytan bilgisiz de olsa iyilikleri beceremese de şeytandır. Onun hakkı lanetlenmektir, taşlanmaktır. Konu insan ise “nedenli kötü de olsa – Allah ıslah etsin – “demek ve kötülüklerine engel olarak ona iyilik ve yardım etmemiz gerekir. Buna zorunluyuz. Şairin tek görevi “şeytan taşlamak”değildir. Elbette bu da bir görevdir. Şairin esaslı görevinden birisi de şüphesiz ilhama melekûtî aleme, peygamberî tavra gönlü açık olmalı. Yüreğinde sürekli sevginin neşesini, sesini duymalı ve onunla gönlü dolu olmalı. Allah’ tan korkmalı korkmasına, belki sevmeli demek daha uygundu. Ama Kur’ anı Kerim’ de korkmalı tabiri geçtiği için o tabirle söylemeli diye “korkma-lı”dedim. Stendal’ ın güzel bir sözü vardı “sürekli çığlıklarıyla Cumhuriyet” kendini ve kendimizi duymamızı ve görmemizi engelliyor. Sevgili okurum rahat olmalı şair dediğin.... Rahatlık maddesel egemenlik kurmak olarak ele alınmaz ise, yani söyleyeceğini söyleyebilmeli... Söyleyeceğini söylemeli de iki yön var. Birincisi bilgi olarak konuştuğu konuyu en ince ayrıntısına dek bilmeli bence. Çünkü derler ki “şeytan teferruattadır”. Ayrıntılar önemlidir. Şair en ince ve iç ayrıntıları bilmeli sezmelidir. İkinci yön ise cesur olmakla ilgilidir. Bence kahramanlıkla ilgili bir cesaretten söz açmıyorum. Benim sözünü ettiğim, Fahr-ı Kainat’ ın savaş dönüşü söylediği “küçük savaştan büyük savaşa geldik” sözünün hikmetinde saklı olandır. Yer ve zaman olarak bu değerin cesurluğu, ümran ya da medeniyetin insanları kavramasına moral, etik, estetik açılardan yardımcı ve destek olma... Burası çok önemli. Demokrasilerin gürültülü taraflarına değil de sakin yanından ve insana yönelik temiz ve yalnızca destek çıkmalıdır. Uzun zamandan beri dindarlık suçmuş izlenimi veriliyor. İnsanlara molla, hoca, hacı, hafız vs. lakaplar yakıştıran gürültücü kesim cahilliklerini ve kullanılıyor olmaklıklarını gizlemek için kin ve nefret dolu olan içlerini yönlendirecekleri “muhayyel”bir dindar sınıf yaratarak onları küçük görüyorlar. Gerçekten dindar olanlar bu hale gülüp geçiyor. Birkaç çaresiz ve bilgisiz yobaz da gürültücülere malzeme hazırlıyor, olan bundan ibaret. Şair... O yakıcı hayal gücüyle cehennemden takındığı kelimelerle fezanın uçsuz bucaksız enginlerin de kendine, ölümsüz sevgili arayan... O uzun uçuşlu... O yıldız bakışlı... O şair. Bütün dünyasal ve vücudun muhtaç olduğu düşkünlükten üste çıkabilmiş o güç ince ve zarif ve müthiş ıstırap veren gizlilikler.... Evet şair, meleklerin dokuduğu gözyaşından iplikler temin eden o saf, o duru, o yalın insanın ta kendisi... Meleklerin sürekli izlediği o müthiş görevlinin ne Azrail çıkabilir ilhamından ne Mikail, ne İsrafil ve ne de Cebrail. İlham kristal bir havuzdan billur bir suyun hafızaya taşınması gibi ilahi meyvelerine ermektir asıl olan. İl- ham bazen kristal bir havuzdur..... Bazen billur bir su, bazen her ikisi birden ve dahası, o güzellik havuzundan o güzel suyun hafızaya taşınması eylemidir. Allah hangisini ve ne kadar nasip etmiş ise o kadarını yapmak şiirin işidir. Şair bu zorlu işin kıymetini ve çerçevesini iyi bilmek durumundadır. Zira vahiy ile ilham farklılık arz eder. Bütün şairler peygamberlerini sever, onun görevini bilir. Hiçbir şairin görevi sahte peygamberliğe soyunmak değildir. Hele küfre girmek hiç değildir. Vahiy kullar için yaratıcıdan peygambere gönderilmiş tebliğdir. Sevgili dinleyici ve şairler aman ha... Bu noktayı ve çizgiyi çok iyi bilmeliyiz. Onun için de bol bol Kur’ anı Kerim, hadis-i şerif ve klasik tasavvuf kitaplarından okumalıyız. Böylece vahiy ile ilham tanıma ve ayırma fırsatları yakalamış oluruz. Bol dua ve ibadette insanın içini temizler ve orada köle olunacak dünyalı bırakmaz. Yaratılmışa kulluk insana yakışmaz, bizler asil olmalıyız. Bazıları yüzeysellikten ve avamilikten korkarlar, kaçınırlar. Oysa mutlak olarak kötü, şeytani olandan kaçınmak gerekir; yüzeysellikten muradımız herkesçe anlaşılabilir olmaksa “şairin en önemli yanı burası olmalıdır” derim. Anlaşılmaktan niçin kaçınalım. Ama ucuz zevzeklik ve 19 lümpenlik şiirlerine de kapılmamak gerekir. Günlük olan – biten şiiri yok etmez. Şiiri yok eden soyutlama gücü yokluğu, somutu bilimsele taşıyamamaktır. Hatta yeterince yüzeysel olmak için gayret göstermek toplumsal bir ödevdir de. Yüzeyselliği sağlayan coşku, cana yakınlık tazeliktir. Bunlar şiirin ve şairin önemli öğeleridir. Onun için yüzeyselliği yabana atmamalıdır. Lirizm, yoğunluk, buluş, olgunluk öğeleri ise belki herkese yönelik değilse de anlamak ve almak isteyen herkese açık olmakla beraber biraz da severine notlar gibidir. Doz ve doku, dil bilgi, etimoloji dâhil lügat ve kelime bilgisi ilimlerdeki gelişme ve birikime paralel olarak bugün düne göre önümüzü daha çok aydınlatıyor. Onun için bugünlük ihtiyaçların listesine şair bu araştırma eserlerini de almalıdır. Atasözü, deyim, şive, vecize, taklit gibi hazır verilerden kaçınmak için bu araştırmaları okumak gerekiyor. Orhan Veli bile gülen bir şiiri yazmadı. Ti alay hiciv vs. Gülmeye yakın fakat gülen şiir değildir. Gülen şiiri de bulmalıyız. Birkaç tane gülen şiir besteye de yansıdı ama genel ufku henüz tutamadı. Şiirde henüz savaş naraları var. O da güzeldir. Lakin diğer güzellikleri de bu bahçeden kovmamalıyız. Sonra başka bahçelere taşınmak zorunda kalıyoruz. “Men arefe nefsehu./ Fakat arefe rabbehu” klişesinin sırrını eslafın söylemiyle “bilmek” kişiyi “mesul” kılar, “mükellef” kılar mesul yani sorumlu olmak ve yükümlü olmak, bilmekle başlıyor. Dahası dini mükellefiyette bu yapının temeli üzerine örülüyor. Akıl hastasına mesuliyet ve mükellefiyet yoktur. Köle hukukunda ise bir Zeyl var “köle; kendine ait hukuka değil de başkasınca ihdas edilmiş hukuka uymak zorunda olan” kişi olduğu içindir ki o mesuliyetsizler sınıfına konmuş gibi. Elbette farkıyla... Bu devirde kölelik yokmuş. İnsan alınıp satılmıyormuş. Birileri yukarda öyle diyor... O kişiler aşağıya inip kendileri bile, yukarda söylediklerine inanıyorlar. Ne diyelim... Özgürlük imanın esaslı protoplazmasıdır. Ondan taviz vermek olmaz. Hele ki şair... Esin kaynağının bırakınız engellenmesini bulanmaması için bile mücadele etmek zorunda olan biri. Kim ki kimliğinden, özgürlüğünden ve zamanından kendiliğinden fedakarlık ederse bilsin ki melundur. Şeytanın arka bacağıdır. Edepsiz bir ukaladır. Özgürlükten ve özgünlükten bağışta bulunmak ve sınırları içeri çekmek olmaz. Biricik görevimiz özgürlük ve özgünlüklerimizi uzay geometrisinin verdiği bütün imkanlarla derinliğine, paralel boyutlarda en hızlı, en içli ve acısını duya duya genişletmeye mecburuz. Biz bunun için var olduğumuzu sanıyoruz. Bilmeği bu yüzden seçtik. Her türlü kölelik yok olsun dileriz. Men arefe diye başlamıştık kim ki bildi nefsini... Yani kendini bilmek anatomik ve duygusal ve hatta bütün ilimlerin önünde çırılçıplak olmak bu iskelet ve kas yığınının üzerini örten derinin hakkı içinde bilmenin bütün boyutlarıyla ve en önemlisi – Allah rızası için – bilmek... Ve düşünmek başlar bundan sonra... Rabb’ ini bilir. Yani eğiticisini... Bilmek fiilini yaratanı olanca haşmetiyle bilmek. Evet şairin yükü bu. Bu yükteki yumaklarda bir tek uç var ve hiçbir sarmal kopuk değildir. İnsanlara ve insanla yön veren peygamber, veli, buluş sahibi, önderlerin biyografilerini gözden kaçırmamak gerekir. Hatta bu eserlerde ki satır aralarını iyi okumak gerekir. Zira anlatılamayanı görmek yakalamak biraz da şairin işidir. Birinci sınıf bir hayat sürmeli birinci sınıftakilerle uğraşmalı bence alt katta pislik, nefret, dedikodu, sakız çiğnemek gibi doğallaşmış. Politikayı da keyiflerine uydurmuşlar. Üç beş paralıya kendisi ya da vitrin kiralayarak politika yapıyoruz. Oldukça yanlış bir yoldur. Devleti uçuruma sürükler. Ahlak akılsızlığın hicranına götürür. Yoksa asil anlamıyla politikaya sanat yön vermelidir. Sanatçı politikayla doludur. Salt politika şairin harcı değildir. Madem ki hak adına konuşma hakkı istiyor şair, öyleyse halkın sesi olacaktır şiir. Eslaf “hekimane ve hakimane olmalı söz dediğin”dermiş. Şiirde bu yapı korunmalı, korunmalı da daha önce dediğimiz gibi şiiri basmakalıplıktan, ucuz güncellerden toplumu yazan siyasi sözlerden kurtarmak da lazımdı. Bu konuyla ilgili bir tarihi olaya değinelim: Çok eskiden şiiristan diye bir ülkenin yaşadığı zamanlarda geçiyor olay. Şiiristan ülkesinde her yıl sessiz sedasız bir yarışma olurmuş. Yarışmayı düzenleyen kuruluş encümen-i hamuşan (susanlar cemiyeti) yarışmayı kazanan kişi encümen-i hamuşana üye 20 alınır ve kayd-ı hayat şartıyla bütün giderleri karşılarmış. Yarışmanın çok kuralı varmış ama en önemli yanı o yıl içersinde en az sözle en çok anlam veren şiire bu ödül sunulurmuş. Hakim Zap isimli şair yıllarca başvurmuş lakin her zaman önüne bir damla su konsa taşacak olan bir dolu bardak su konuyormuş. O yıl yine hakim Zap gelmiş. Encümen-i hamuşana baş vurmuş. Cemiyet sekreteri bu yıl ki üye de belirlendi anlamına su dolu bardağı getirip hakim Zap’ ın önüne koyar. Koyar ama hakim Zap kararlıdır bu yıl. Çiçeklikteki gülden bir yaprak koparır, su dolu bardağın üstüne koyar. Ne bardak taşar, ne gül suya batar. Sekreter espriyi çok beğenir. O yıl prensip bozularak hakim Zap’ ta üyeliğe alınır. Evet sevgili dinleyici ve şairler davranışlarda da büyük hayat gizlidir. Onu anlamaya çalışmalı. Şurası bir gerçektir ki insanoğlu yediğine – giydiğine çok özen göstermeli ve özel olmasına dikkat etmeli ki saygı görebilsin. Sıradan, özensiz, lakayt , serkeş halleri sevmek belki birilerine hoşluk verir. Ama toplum önünde bir ilke mücadelesi veriliyorsa bu hoşluktan çok kötülükler davet edilmiş olur. Türkçe’ ye sahip olmak ve onun sözcüklerini düzgün yerli yerinde kullanmak şart. Çünkü şiir söz sanatlarındandır. Türkçe’ miz sözcük dilidir. Türeyen kurallarımız yok denecek kadar azdır. Dilde halkına bağımlı olarak ilerler, geriler, yerinde sayar. Biz şairler dile işlerlik kazandırmak çabasında olmalıyız. Türkçe için söylediklerimizi bir gerilik – ilerilik ifadesi gibi görmemeliyiz. Kuru kuru taraf olma olunan tarafa zarar verir. Oysa bize düşen çalışmaktır. Türkçe’ de bu yüzden deyimlere çok dikkat etmeli ve özenle seçmeliyiz. Bir de vurgulamalar var ki hele... Hiçbir dilde bu denli değil sanırım. Hatta bir güzel sözümüz var “ho ha var öküz durdurur, ho ha var zelve kırdırır”yumuşakça söylenen bir hoo haa seslenmesi öküzün durmasını sağlar. Oysa keskin ve hoha sesi hayvanları kışkırtmaktan başka işe yaramaz demek istenir. Zelveyi merak edersiniz anlatayım. Karasaban döven ve kağnıya koşulan sığırların boyunlarının iki yanından inip dış tarafında sabit ip olan ve içerdekine alttan bağlanan iki sopaya verilen ad. Atlardaki hamut karşılığı. Evet vurgu ve tamlamalar Türkçe’ de çok önemlidir. Bazen işin önemi bazen zaman kipini ayırmaya yarar. Son yirmi yılda dilimizde ve yeni Türkçe’ de epey yol alındı, örnekler ortaya kondu. TV, radyo ve benzeri (audıo – vısual) her ne varsa biraz konuşma bozukluğu ve ifade zorlukları da görülebiliyor. Biraz sabır... Kısa denecek bir senede yüzlerce yayın organı kuruluyor. Eleman sıkıntısı olacaktır. Zaman en iyi öğretmendir. Yine de Hz. Mevlana gibi “bu da geçer ya-hu”deyip geçiverelim. Elbette ki kötü etkilenmelere neden oluyorlar ama biraz sabırla düzeleceğine ve çok iyi yönde dev adımlarla hız yönünden ve binlerce yazarın yapamadığını genişlik açısından yapacaklardır. Öncü örnekleri de gözüktü. Şükretmek ve sabretmek kalıyor bize. Çok dua edelim dindar olalım dedim ya, o konuya iki açıklık getirmemiz gerekiyor. Allah’ ın emirlerini tutmak, yasaklarından kaçınmak buraya kadar anlaşılmayan bir şey yok. Bunun ötesi... Yani eşya ve olayların yargı ve değerler skalasına konuş tarzı var. Eğriyi bile doğru yerinden tutmak gerekir. Kediyi kedi olarak, tahtayı tahta olarak, insanı insan olarak tanımlarını düzgün ve tanımı içinde kalarak algılamak gereği beynimizin en büyük vebali olarak sunulmasını istiyorum. Zira hezeyanla yan yana yaşamak insanın hakkı değildir. İlhamı vahiyden nasıl ayırmak gerekiyor ise ilhamı hezeyandan da temizlemek gerekir. Eşya ve olaylar kendi iç ve özel yasalarına bağımlı ve mahluk olmanın gizemiyle kendi iç içe kendi hukuku içerisinde değerlendirilir. Eşya ve olayları mistifikasyona bağlayarak tanrısallaştırmak ya da efsaneleştirmek her şeyden önce ilahi düzene ters olmalıdır. Çünkü bir mümin “la ilahe illallah”demektir. Öyleyse O’ nun yerine ikame olacak bir beyin sferini bile kabul edemeyiz. Kaldı ki eşyalara tanrısal bir güç izafesi düpedüz müşrikliği teşviktir. Onun için iyi dindar olmak İslam’ ı bilmekle eş anlı bir paralel düşüncedir. Haram – helali iyi tanımlamak, hakkı ve hukuku bilmek, uymak ve uygulamak her zaman bizi temizliğe götürecektir. İkinci konuysa fatalizm. Nefs-i levvame demiş eski büyüklerimiz. Nefis denen – ego, ene, ben – gibi insanın kendini terbiye edip olgunlaştıracağı yapısına... İyi güzelde, nefsin kaderle ilgisi mi var ki konuyu böyle takdim ettik. Evet var... Üstadımız N. Fazıl “bu iş akılla 21 da olmaz, akılsız da”diye naklederdi. Her istediğini yapma ihtiyarına karşılık haram – helal hukuku konmuştur. Yaşamın bütün katmanları İslam’da kayıt altındadır. Yaratıcının esmasıyla tenvir ettiği yapıda kul, kendine bağışlanmış hukuk içinde özgürdür. “men arefe nefsehu”ölçüsü ile ilgili kısım hatırlanırsa bu konu aydınlanır. Hukuku kaldırmaya ne hakkımız var? Kendi bahçemizde özgürüz... Hamd olsun... Yani bizler fatalistte değiliz... Kaderimiz hukuku Kur’ anla taayyün etmiştir. İlham ve yalan yan yana iki kavramdır. Elbette sanat taklit ile başlar... Sonra taklit bitecek mi? Hayır. Sanat kombinezon hesaplarının trilyonlarca varyasyona sahip bir yanında kıpır kıpırdır. İhtimaliyet diyoruz ya; taklide konu, benzetmeye konu, kurguya konu, uydurmaya konu, meydana getirmeye konu.Türkçenin bir başka ifadesiyle yaratmaya konu ne kadar çerçeve varsa hepsi de yalanlanmayacak bir ilhamın, süslenerek, güzelleştirilerek etik ve estetik bütün ruhsalı kuşatılarak yapılan bir sunuştur. Bir bağış bir vazgeçiş değildir. Nesnelliği vardır. Genel olmakla birlikte “spesial özel ve biricik”liğini korur. Gerçek mümin olunacak dini alan varken sanatı din edinmek veya ona olağan üstünlükler vermek insanın inanma ihtiyacın yetesiye gösteriyor. Ve fakat sanat dini ihtiyacı karşı-lamaz snat farklıdır. Sanat dini hayatın güzellemesidir. Son kırk yıllık insanlık dünyasına bakıyoruz da sanata verilen önemi anlamakta güçlük çekiyoruz. Zira sanata bir mukaddeslik mevkii verilirken sanatçı sayılan sözüm ona zanaatkar bile denmeyecek denli kapitalizmin bile zevkine sığmayan sanat tanımını bozup tanınmaz hale getirecek kişilere aynı tarzda tanrısal övgüler yağdırılmaktadır. Bu ayıptır, zorbalıktır. Düpedüz şeytanca ve kapitalizmin düzmece bir cennet vaadidir ki daha önceleri Hasan Sabbah “haşhaşinler”olarak denemişti. Asli ölçüler içerisinde insanların sayılması ve taltifi yine insanca kalmak kaydıyla ne kadar şiddetli, büyük ve sunturlu olursa olsun sevimlidir. İnsan buna layıktır. Ama insan hukuku içerisinde olmalıdır. Gerçi her aşırılık yalanın yakalanma yeridir ya... Neyse... Olumlu sevimli ve gülen yanıyla gündeme yine dönelim. “Marifet iltifata tabidir”. “Güzel ve olağanüstünün yapılması onun sevilmesine bağlıdır”. Diye çevirebiliriz. Atalarımız takdirin önemini vurgulamışlardır. Buna eklenecek söz yok da; mevcudun ruhumuzda hayatımızda yer alması en büyük dileğimizdir. SANATÇI VE ÇEVRE Mevsimlerin değişimi apartman duvarlarında hiçbir iz bırakmıyor. Oysa ahşap ve bahçeli düzen küçük kagir yapılar mevsim başkalıklarını görmek için özel yapılmış gibidir. Küçük hayalleri süsleyen periler, orman kıyılarındaki küçük kulübelerin nasıl sahibi ise, mevsimler de perilere eş bu diyar-hanelerin öylece sahibi oluveriyor. Şehircilik planlarını yapan mimarlar her halde mevsimleri göz önünde tutmuyorlar ki, mahallenin veya şosenin en gözükmez yerine bir arkeolog titizliğiyle park ve bahçeler kurduruyorlar. Bu park ve bahçeler bana birer ağaç ve çiçek hapishanesi gibi gözükür. En iyimser tavırla soyları tükenmeye yüz tutmuş yeşilliklerin kurtarılma ve soyunun korunması için verilen çaba gibi gözükür. Lüzumsuzluklar müzesi aransa parklar ve bahçeleri tereddütsüz gösterebiliriz. Ve yine şehircilik mimarlarının apartmanları cadde önüne, bahçesini de arka yanda gizlemeleri hırsızlanan malları kepenge vurmaya benziyor. Arka balkonlardan düşen kırıntı ve artıklarla dolan bu bahçeciklerin kullanılacak bir yanı da yoktur. Bazı bahçelerin kıyıları da küçük kömür kulübeleriyle süslenmiş. Sekizinci kattan inilip buradan kömür alınacakmış. Hay sevsinler sizi(!). Aydan dünyaya güneş banyosu yapmaya gelenleri görmüş bu adamlar galiba. Kadıköy’de sessiz ve durgunluğun sürdüğü bir pastırma yazında, sokakları, peyniri bulmaya koşan kobay faresi gibi o dehlizden bu dehlize gezdim durdum. Ne cadde kıyılarına çakılmış 22 kalın ağaç kazıkları gibi duran budanmış ağaçlar ne iki gün önce gök yırtılmışçasına inen yağmurun çöpçü sevdasıyla çukur yerlere çöpleri toplaması ve ne de, birbirlerini kundaklayan parti ve derneklerin önüne yığılmış seyircilerde yaşamayı sevdirecek yüz bulabilirsiniz. Sinsiliğini ve boşluğunu bir marketin köşesine avarelik şeklinde gizleyen ortaokul çağındaki gencin, anorağının altında mendile sararak belinde taşıdığı tabancaya karşı, zıddında belirginlik ifadesi olabilecek kitap, dergi veya gazeteyi elinizde gösteremezsiniz. Her şeyiyle (illegal) olan bu toy çocuk öyle bir açıklıkla kendini ortaya koyuyor ki, siz bütün genişlik ve meşruluğunuza rağmen öylesine bir gizlilik içerisinde davranıyorsunuz ki adeta sokağa hakim olanlar onlar. Sizin gizliliğinizi “ite dalanmaktan çalıyı dolanmak” oluşturuyor. Onun gizliğini “başıboşluk ifadesine dur! Demeyen demokratik hukuk” sağlıyor. Bu böyle giderse, filenin dışından gördüğü meyveleri bile kontrol hakkını kendinde bulabilecek bu toylar, devletin olmadığı yerde devlet kuracaklardır. Sanatçının bir de geniş çevresi vardır. Çevreden amaçlanan sanatçının ilgilerini instiktleriyle (çekiciliğiyle) üzerinde toplayan zaman, mekan, insan, bilgi, görgü, basın, aile ve diğer sanatçılar ve eserleridir. Dostoyevski zaman ve toplum çevresini romanın genel çatısı olarak kurarken, kendisinin de içerisinde bulunduğu sanatçıları da romanının kah estetiği yapmış kah asıl öğesi bilmiştir. Kendisini toprağının sahibi saymış ve toprağında dolaşan İngiliz çizmelerine en küstah küfürleri savurmaktan sakınmamış J. Joyce bile çevresini yeni bir teknikle –bilinç akımı- yazmış Sait Faik küçük ilgileriyle çevresinde sessizce objektifini dolaştırmış durmuş. Ahmet Hamdi Tanpınar “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nde günümüzde kaybolan klasik İstanbul ailesini bütün açmazlarıyla ve mizahıyla anlatır. O günün çevresinde onlar vardı. Folklorik bazın ağırlık kazandığı Yaşar Kemal ve Fakir Baykurt’un romanları bile mekân ilgilerini çok az aşabilmektedir. Durali Yılmaz’ın “Ankara’da Ölüm”ü, (yaşamıyor gibi yaşamanın) bir başka türlü sözcülüğünü yapar. Yılmaz çevresinden bir kesiti göstermek çabasındadır. Mustafa Miyasoğlu’nun “Kaybolmuş Günler”i de öğrencilik ilgilerine inen bir deklanşördür. Çevreyi bilgi fenomeninde oluşturan Kemal Tahir, romancılığa savaşkanlığın ve ideallerin ilgilerini sokmayı başarmıştır. Kemal Tahir, sosyalist savaşkanlığa, tarihsel savaşkanlıkta bir meşruluk ilkesi aramayı ve oluşturmayı üslenmiştir. Zaman gerilere kaydırılarak bu mekanda neler yapıldığına ilgileri toplamış, gelecekte neler olabileceğini romanlaştırmıştır. Romancının gerçeklik modeli göz önünde olabilen bir çevre olduğu gibi bilgi ile elde edilen tarihsel de sosyal çevre de olabilir. Tarihseldeki sosyal çevre daha çok düşünsel ve kurgusal olmaktadır. Çevre ile sanatçıyı çeşitli yönlerden oluşmuş eserlerden algılanarak yapabildiğimiz gibi, çevrenin sanatçıyı ne gibi ilgilere sürüklediğini de gözleyebiliriz. Günlük beslenme ve uykusunu ilkokulun hayat bilgisi kitabından öğrenen ve ömrünce bu rejime bağlanmayı ideolojik çapa ulaştırmış semizler arasından nasıl bir sanatçı çıkacağını bir düşününüz. Sezai Karakoç’un bir mısraı var hani; “Büyüyüp de çocuk kalmak” İşte o türlerin öncesiz ve sonrasız halleri böylece özetlenebilir. Bulunduğu mevkinin şöhret ve gürültüsü bir kelimenin anlamını bile düşünmeğe zaman bırakmayan ortamdan da iyi sanatçılar çıkabiliyor. İnsan gerçekten hayret ve dehşete düşüyor. Argo lügatinden başka ne biliyorlar ki, “yedikleri ciğer sûz” “içtikleri kan” Düşünmenin en büyük azap olduğunu bilenler de olacaktır. Olup-biten her bilgi, olay, an ve sanılar bu sanatçılarda eser yapma kıvılcımlarını yıldırıma dönüştürüyor. 23 B. D. ŞİİRLERİ Büyük Doğu 19. yy. dan başlayan yenileşmenin özünü anlamış, onu 20. ve 21. yy. taşıyabilmiş. İslam’ın estetik cephesine renk ve dirilik getirmiştir. Onun için Necip Fazıl bu ekolün kurucusu ve en güçlü sesi olmakla birlikte bu eşsiz aksiyonun edep ekolü olarak değerlendirilmesi gereğine inanıyorum.Bu ekol kesinlikle bir parti ve dar ideolojik kamplaşma değildir; BEN Ben, kimsesiz seyyahı, meçhuller caddesinin... Ben, yankısından kaçan çocuk kendi sesinin... Ben, sırtında taşıyan işlenmedik günahı; Allah'ın körebesi, cinlerin padişahı... Ben, usanmaz bekçisi, yolcu inmez hanların; Ben tükenmez ormanı, ısınmaz külhanların... Ben, kutup yelkenlisi buz tutmuş kayalarda; Öksüzün altın bahtı, yıldızdan mahyalarda... Ben, başı ağır gelmiş, boşlukta düşen fikir; Benliğin dolabında, kör ve çilekeş beygir... Ben Allah diyenlerin boyunlarında vebal; Ben bugünküne mazi, yarınkine istikbal... Ben, Ben, Ben; haritada deniz görmüş, boğulmuş; Dokuz köyün sahibi, dokuz köyden kovulmuş... Hep Ben, ayna ve hayal; hep Ben, pervane ve mum; Ölü ve Münker-Nekir, baş dönmesi, uçurum AYNALAR YOLUMU KESTİ Aynalar, bakmayın yüzüme dik dik; İşte yakalandık, kelpçelendik ! Çıktınız umulmaz anda karşıma, Başımın tokmağı indi başıma. Suratımda her suç bir ayrı imza, Benmişim kendime en büyük ceza! Ey dipsiz berraklık, ulvi mahkeme! Acı , hapsettiğin sefil gölgeme! Nur topu günlerin kanına girdim. Kutsî emaneti yedim bitirdim. Doğmaz güneşlere bağlandı vâde; Dişlerinde köpek nefsin , irade. Günah, günah , hasad yerinde demet; Merhamet, suçumdan aşkın merhamet! 24 Olur mu , dünyaya indirsem kepenk: Gözyaşı döksem, Nuh Tufanına denk? Çıkamam, aynalar, aynalar zindan. Bakamam , aynada, aynada vicdan; Beni beklemeyin , o bir hevesti; Gelemem aynalar yolumu kesti. YİNE GÜZELE DAİR Daha önce değinmiştik güzel sözünün “göz”den kaynaklandığını. Türk kültürüne bu kadar derin oturan ve temel soyutu koruyan bu kelimemiz dünyanın eski kültürellerinde de aynı kaynaklı olduğunu görüyoruz. Bazı kaynaklar Hint ve Arap Sami dillerinde de olduğuna işaret ediyor. Göz insanın fışkırdığı kaynaktır. Ve şimdi şu kelimeye ne demeli? GÖZE..... Evet ne anlamlı bir kelime. GÖZE yani kaynak, merkez, odak. Türkçe’nin tabii ses taklitlerinden olduğunu sananlara aldandıklarını söyleyebilecek biricik kelime. Göze kelimesine yine dönmek üzere göz ‘ e gelelim. Hayatı kazandıran ateşin sönmemesini sağlayan derimiz gibi sırrımızı paylaştığımız evimiz bile göz göz odalardan oluşur. Acı veren yaralarımız “göz göz” olur hep. Ve şampiyonanın kahramanı Gözde’ dir. Kimi haremlerde “gözde”bir kadındır. Oysa “anasının gözü”uyanık birisi gizlice ne işler başarır değil mi ya? Evet göz bu.... MEHMET AKİF ERSOY-1 Batı şiirinin Tevfik Fikret kanalıyla gelen eleştirmeci, kötümser, karamsar, öğütleyici ders verici tarzı Mehmet Akif’le halka indirilerek çağına uygun konuları üslendi. Savaşın ric’atler, yenilgiler, bozgunlarla gelen göç ve kaçış sahneleri, çığlık çığlığa cankurtaran sirenleri gibi parçalanan gırtlaklar, kirlenen sosyal bünyenin haberini yayıyordu. Mehmet Akif henüz İstanbul’a intikal etmiş bir neslin ikinci kuşağıydı ve ne yazık ki babalarının görmediği mutluluğu onlar da göremeyeceklerdi. Bunun yanında babalarının çalışkan, azimli ve planlı davranışı ona da tevarüs etmişti. Olaylar elbette hüzünlüydü ama yaşam da sürmeliydi. Akif’in oluşturduğu olağanüstü koşullar onun direncinde soluklandı ve olanca ihtişamıyla dilinde hareket buldu. Onun dili, dini İslam olan halkın Türkçesi idi. Batının “nedensellik” ilkesini şiire taşıdı. Dahası “Panoramik bakış”ı batıdan aldı. Ortamı ve rengi kendisi katarak veznini -ki Aruz ile yazardı-ve ibret almak için anlatımın öğüt bölümünü yerli malzemeyle şiirinin inşasına taşıdı. Mehmet Akif uzun yıllar camii kürsülerinden halka vaaz etmiş ve bu vaazlarda ülkenin içerisinde yuvarlandığı ekonomik ve sosyal gerilemenin İslam’dan ve ahlaktan uzaklaşıldığı görüşünde temellendirmiş yarı dua yarı öğüt tarzında halkı uyarmaya çalışmıştır. Safahat’ın ve Mehmet Akif’teki ideolojik yapılanmanın amacı, şiiri araç olarak kullanarak halka İslam’ı anlatmaktır. İslam’ı anlatma politikası öğüt şeklinde değişse de amaç devleti kurtarmaktır. Bu politik bir eylemdir. Akif, asırlardır İslam’ın alemdarlığını yapan Türk Milletine ve onun siyasal organizasyonu olan kendine has devlet yapısına meftun ve bununla müftehirdir. Onun içinde her zaman devletin yanında yer almıştır. Çanakkale Destanında ve İstiklal Marşı’nda teressüm eden portre durumu dillendirmektedir. Mehmet Akif şiirinde “geniş zaman kipi”ni kullanmıştır. Sezai Karakoç’un tespit ettiği gibi şimdiki zaman’ı kullanamazdı. Vaazın nasihate yaslanan yapısı ve Kur’andan seçilen hikaye, ahkam ve emirler geniş zamanlı ve sonuçları uzun vadelidir. Dolayısıyla Mehmet Akif, Kur’anî bir zaman Mefhumunu şiirine aldı.geniş zaman kipini seçmekle kendi hayatına denk düşen kesimindeki Osmanlı devletini ittihat ve terakkinin elinde batarken görmesindende ileri gelebilir.Çünkü şimdiki zaman onun 25 gözünde unutulması gerekendir.Onun için övüncü tarihten anlatımını da geniş zamandan seçer. Her şair kendi çağının sosyal gerçeğini öykülendirir. Mehmet Akif gibi realist ve nesneci tutumdan bile kaçmayan onları dahi amacına varmak için araç olarak kullanan bir şair elbette ki panoramik bakışla ele aldığı kendi toplumunun akıp giden hayatıdır. Şark’a, İslam’a, batı kültürüne dair olanıysa didaktizmidir. Alışkanlık hem de gündelik argosu da dâhil Türkçe aruza Akif’in şiirinde rengi sıcak olmasa da destanlaşmıştır. Çanakkale Destanı, İstiklal Marşı da haykıran marş niteliklidir. Yeni bir boyutu vardır. İlahiden ve Mehter müziğinden farklıdır. O bu yanıyla da batılıdır. “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı, Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı…” Mehmet Akif’in Mesnevi tarzını değişik aruz ölçülerinde kullanması el-bette ilk değildir. Türk Şiirinin son evresinde serbest ve heceye karşı zamanında yaşayan ve kamuoyu önünde tekliğidir. Çağdaşı olan Abdülhak Hamid’le vezin dışında ortak yanı yok gibidir. Yahya Kemal’den farklılığı ise şiirinde öğütsel düşünsel boyut kullanmasıdır. Mehmet Akif’in, Yahya Kemal’le kesiştiği yanlarda vardır.(plastik anlayış) her ikisinde de ortaktır. Yahya Kemalle ayrıldığı çizgi ise soğuk renklerle çizdiği manzaradan (ahkam) çıkarmak ibreti göstermektir. Mehmet Akif sanatın bir amacı hizmeti, topluma dair olma zorunluluğuyla Nazım Hikmetle paralelliğe sokulabilir. Nazım Hikmet’te sosyalist değerler yerini Mehmet Akif’te İslâm’a ve ahlaklı olmaya bırakır. Her ikisinde (akli olan) sonuca uyma sorunudur. Oysa Nazım destanıyla halkın halini anlatır. Akif’in espirileri Şeyhi’nin espirileri ile örtüşür. Her ikisinde de esrar perdesi kullanılmaz. Akif’te “bilinir olan meçhul”le “bilinmez olan meşhur” nirengi çizgisi gibidir. Estetik’e gelince Divan Edebiyatı manzumlarıyla gündemden çıkmıştır. Divan Edebiyatının estetik değerleri çok az kullanılır. Bazı ayetler çağrışım için kullanılır ve fakat dikkati temin için ve sonuca zemin hazırlamak içindir. Kitaba konulan isim Safahat; faz-safha-etap gibidir. Divan Edebiyatındaki üretilmiş olan tipler Safahat’ ta yoktur. Safahat ‘insani’dir, toplumsaldır, sonuçları vardır. Düğünlerde güreşe çıkarak hem geleneği sürdüren, hem halkla iç içe olan Akif, sağlığına dikkat etmeyi, dengeli beslenmeyi zorunlu olarak öğreniyor. Baytarlık okulunda öğrendiği anatomik bilgiler de Safahat’ ta çizdiği tiplerin fizyonomilerini oluşturuyordu. Bundan dolayıdır ki, Safahat’taki tiplerle Divan Edebiyatındaki tipler farklılık arz eder. Mehmet Akif düzenli bir aile hayatıyla da diğer şuara’dan farklıdır (Yahya Kemal, Nazım Hikmet, vs.) Mehmet Akif Osmanlı’dır. Osmanlı’yı İslam olarak görür, anlar. Onun içindir ki devlete hürmette kusur etmez. Her zaman Türk Devleti fikrine sadık kalmıştır. Irkçılığı sevmez, seveni de sevmez. Bu yanıyla da bazı şuara’nın milletsizlik anlayışından beridedir. “Milletim nev’i beşer-vatanım ruy-i zemin” demez. İslam Milletini ve Türk Vatanını baz alır. Mehmet Akif İslam’ı hem bireysel inanç ve bu inanıştan hareketle cemiyetin ve devletin dışa karşı temsili içeride ise insanlar arası adaleti tevzide mihenk taşı olarak görür. Önemli olanın müslümanın birey olarak İslam’ın emirlerini yerine getirmesini, diğer dünya insanlarından geri kalmaması ve Müslümanların ayrı devletler olarak değil, Müslüman olarak yönetilmeleridir. Mehmet Akif siyasal ve ekonomik konjonktürün dışında idealini sunmuştur. Devleti tanıdıkça bireyin kıymetini anlamıştır. Ne yazıktır ki politikaya bulaşmak isteksizliği Cumhuriyet döneminde çok belirgindir. İttihat ve Terakki’nin anlayış olarak yansıması Akif’i idealist olmaktan çok bireye yöneltmiştir. Mehmet Akif’in Cumhuriyet sonrası hayatı, hicranla ünsiyet kesp etmesi olarak görülebilir. Babasının ölümüyle leyli okuma zorunluluğu, bu dönemde sosyalleşen ve bir yerlere sığınma gereği duyan bu hassas ve şair kişilik “geçim” için Osmanlı coğrafyasında çok kısa ve küçük devreler haricinde büyük ve uzun zamanlar garip olmuş, küçük yaştaki oğluyla yaşamış, yalnız yaşamış, arkadaşlarıyla yaşamıştır. Bugün bir dervişin yaşamı ona paralel olabilir. Hatta bu dervişlik uluslararası boyutlardadır. Hedefe insanın konulması 26 olunca kah bir dost için deniz aşırı gidiyor, kah bir başka ülkenin askeri karargahında aylarca kalabiliyordu. Sabır, disiplin, bilgi, cesaret, güven, dostluk onun erdemleri ve olmaz ise olmazlarındandır. Şiddet hareketlerinden çok etkilenen bu cins kafa Arapça, Farsça, Fransızca ve Türkçeyi okuryazar olarak biliyordu. Arnavutcası dilini kullanacak kadar mıydı bilmiyoruz. Askeri eğitimi hakkında bilgimiz yok, lakin çok ciddi askeri ve muharebe bilgisi olduğu kesindir. Mehmet Akif’i dini kimliği içerisinde ele alırsak bir yanda rakı matarası boynunda asılı Neyzen Tevfik Kolaylı’yı himayesine alıp okutacak derecede geniş görüşlü, diğer yandan evinde ekmeği olmayan yurttaştan sorumlu devlet ve devlet adamına ‘Hazret-i Ömer hikayesi’ şiiriyle yaptığı göndermedeki vicdani sorumluluğu yasal sorumluluk sayan bir sıkı İslam anlayışı. Genelde tevhidi “milli birlik” konvansiyonunun şartı olarak ileri sürer, diğer yandan iman gibi iç dinamik’e indirgeyerek bireysel ataklığı bu misyona yükler. Aklı “ harici dünya- yığ” anlamakta koşul olarak denkleme alır ve fakat “imansız paslı yürek sinede yüktür.” diye de “nass”a yapışır. O bu yanlarıyla gelenek ve gündelik yaşama taraftadır. Bilimden anlaşılan da teknolojidir. Müslüman’ın hayatını kolaylaştırmak için, konforu sever. Berlin Mektupları’nda bu açıkça görülür. Otelin anlatılışı en güzel örnektir. DİVANIMSILAR “Şair deme hoş meşrebi eda demedir” Şeyh Galip Bir yanıyla gelenekçiler divan yayınlamasalar bile divan şiiri örneklerini sohbet toplantılarında, bazen de çıkan sanat dergilerinde yayınlamaktadırlar. Bu tür sunuşlar pek etkin değil ama, yaygındır. Diğer yanıyla divan şiirinin divan dışı şiirde ustalaşan şairleri de cezbettiği görülmektedir. Meşhur bir söylentiye göre Orhan Veli’ nin Yahya Kemal’ e bir gazel sunarak düşüncesini sorduğunda, Ahmet Haşim’ i bile beğenmeyen Yahya Kemal’ in, Orhan Veli’ ye, -Sen bu işi beceriyorsun, yollu taltifine karşılık; -Biz gazeli çeşni olsun kabilinden yaptık üstat; demesi, ikinci tür divan şiiri ilgisinin temel dayanaklarını açıklara benziyor. Divan şiiri belli zaman ve esprinin ürünleri idi. Bugün onu bütün aydınlığıyla kurmak şöyle dursun, anlatmak bile güç iş. Kapalı toplum, kanaatlı toplum v.b. gibi terimlerle tanımlanabilecek dünkü toplumun yerini açık, aç, doyumsuz bir toplum yapısı aldı. Maddeyi kullanış tarzı öyle belirsiz, düzensiz ve boyutsuz duruma geldi ki her şeyin mahkumu olunabiliyor. Madde insanı aştı. Maddeyi hiçe önemsize ve değersize indirgeyen dünkü toplum insanı, divan şiirini besleyecek yapıdaydı. Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge Ne açar kimse kapım bad-ı sabadan gayrı Fuzuli’ nin şu iki dizesinin oluşacağı toplum yapısının maddi temellerini bir düşünelim. Bahçenin yan başındaki tek katlı ev ve kilerindeki üç beş çeşit yiyecek çeşitlerinin ötesinde duvardaki çiviye asılı bir dış giysi ve bir bohçadan taşmayan iç çamaşırlarının insanı. Bir yanda bu. Diğer yanda motor homurtularını, madeni gıcırtıları yatak odasına dek taşınan apartmanlar. Kileri bakkalla, gardrobu modası geçmiş giysilerden arındırma çabalarının zorlukları. Güneşin doğuşunu görmeyenlerin cemiyeti, rüzgarın adlarını radyo – tv hoparlörlerinden öğrenen düşünce yapısı, doğaldır ki doğayı unutmuş bir cemiyetin gelmesi gözlenebilir. İnsan yirminci yüzyıl şu son çeyreğindeki kadar hiçbir çağda yığınların içerisinde olduğu halde, yalnızlığı yaşamamıştır. “Git vatan Kabe’ de siyaha bürün” dizesiyle yarasını şerh eden Namık Kemal dönemi bile, Fuzuli dönemi şiirinin çok başka bir coğrafyasını dillendirmektedir. Toplumdaki huzursuzluk şiirin dilini bile değiştirmektedir. 27 Kutsal kelimeler bile olumsuzlaşan düşünce tutanakları olmaktadır. Şiirdeki akli unsurlar bile olumsuzlaşan düşünce tutanakları olmaktadır. Şiirdeki aklı unsurlar gittikçe tramını koyulaştırmak yönündedir. Dergilerde ve yayınlanan şiir kitapları arasında divan örneklerine rastlıyoruz. Bunları ikiye ayırarak incelemek gerekirdi. Bu işi edebiyat tarihçilerine bırakalım. Şu kadarlık kısa bir bilgi verelim. a) Divan şiiri örnekleri b) Divanımsılar İlk şık örnekler aruz kalıp ve biçimleriyle sürmesi. Bu tür şiir örnekleri ya gerçekten devrini doldurduğu için veya iyi örnekler ve yeni duyarlıklar yansıtılmadığından pek sevecen değiller. İkinci şık en bol verilen örneklerdendir. Hatta yeni dönem usta şairler bile bu işi oldukça ciddiye almışa benzerler. Bu yazımızda divanımsılar üzerinde duracağız. “Garda bir kış gecesi”isimli şiirimdeki (1) devamlı tekrarlanan “sevgilim sen/sevgilim sen/ sevgilim” dizelerini gören bir şiirsever, beni, divan’ a çok yakın bularak dize kalıbının “failatün failatün failün” olduğunu göstermişti. Yorumu bana giran gelmişti. Oysa benim öyle bir kalıbı ölçek tutmamdan değil de o şiire olan yakınlığımın bir tezahürü sayılması gerekirdi. Durumu ona böylece açıklamıştım. Bu konuyu epeydir düşünüyordum. Ve fakat tam içerisinden çıkabilmek için uygarlıkların yorumuyla ele alınması gerektiği için ertelemiştim. Divan şiirine kurgu yerine aklı unsurlar gittikçe artımlı olarak girmişti demiştik daha önce. Baki’ nin mersiyesi karşısında Tevfik Fikret’ in şiirlerini düşünmek uygarlığın hangi yöne doğru kaydığını gösterir sanırım. Şairlerin estetik anlayışları güzelliklerden sıyrılıp sosyal boyutlu kaygılara dönüşüyordu bundan böyle. Tekkenin değişen uygarlıkta değişmeyen unsur olarak kalması, belki, birkaç eserin orijinalliğini korumaya yetti ise de, tekkelerin etkinliklerinin, görevlerinin ve sorumluluklarının yok olmasına engel olamadı. Cumhuriyet döneminde kapısına kilit vurulan tekke ve zaviyelerin içerisinde yüreği çarpan kimsenin kalmadığını Kemal Tahir bile görebiliyordu. Evet durum bu. Kurumlarıyla tefessüh eden bir uygarlık, tarihi kabuğunu değiştirirken soluk alıp verme biçimini değiştirmişti. Yeni dönemde Yahya Kemal, Mehmet Akif divan tarzının iki ustası olarak kalmıştı. Çoğunluğu heceye abandı. Daha karmaşık bir devlet yapısından daha basit bir devlet yönetimine geçilmiş, uygarlık bilgileri yerini bozkır kültürüne, düşünsel boyutlu algılama yerine hüda-i nabit bir yaşama kanun, ud, tanbur, ney, rebab ve kudüm yerlerini davul, zurna, bağlama ve kavala bırakıyordu. Yeni dönemde de yerinde öylece kalacak değildi ya... O da çok sese dönüştü. Biraz eski kurumlardan adapte biraz yeni buluşlar ve biraz da ithal kültürüyle gittikçe dengesi bozulan bir kargaşaya girdiğinde görülecektir ki, şairler de milli vezinlerini tarihe gömmeye kalkışacaklardır. Serbestlik, başıboşluk, yönsüzlük, belirsizlik diye suçlanan, horlanan ama sonunda kabul edilen biçimler gelişti. Biçimsiz biçim (deforme form) yeni arayışlar içerisinde müstezatlara denk bir azat belgesi olarak sempatik görülecektir. Orhan Veli, Ahmet Haşim’ den, Nazım Hikmet, Mehmet Emin’ den, Sezai Karakoç, Necip Fazıl’ dan farklı görülmeyeceklerdir. Hatta birinciler ikincilerden daha da çok kabul görebileceklerdir. Bu şiirin formel yanı. Bu formel varlığa ek olarak gelişen bir şiir mantığı daha ortaya çıkıverdi ister istemez. Şiir formu serbest olmasına rağmen divan dış formunu öykünen divanlılar da kantite olarak büyük bir hacıma ulaşmış bulunmaktadır. Karşı çıkılır veya çıkılmaz. Gördüğümüz kadarıyla aruz kalıpları uygulanmadığı halde gazel, mesnevi, kaside, müstezat v.b. Klasik formlarını dış benzerlik olarak kullanan epey şair var. Hatta Turgut Uyar’ ın divanı Behçet Necatigil’ in divançesini burada anabiliriz. Dahası Atilla İlhan’ın şiirlerin çoğucası divanımsı bir form göstermektedir. 28 İşin gerçeği şu ki, bir zamanlar halk içerisinde yetişip de divan özelliğinde şiirler yayınlayan Dertli ve benzeri şairlerin yaptığı işten öte değil bu tutum. Sayende sayeban olduk İstanbul şehri Sayende sebil aç kaldık sefil olduk İstanbul şehri Atilla İlhan’ ın dizelerindeki divanı anımsatan özelliğin Dertli’ nin Himmeti bu imiş bize pirlerin Hizmetin eyledim nice mirlerin Çek mütesellimin, çok vezirlerin Sayende bir dertlilik kazandım dörtlüğü arasında formel yönden olan başkalık ses yönünden divanımsılaşmalara engel olmuyor. Atilla İlhan’ın Osmanlı kasidesi ve diğer divanımsılık gösteren eserlerini de fonetik yönden değerlendirebiliriz. Şu kadarını da biliyoruz ki divan şiirinin başat hale gelmesini isteyen devre de halk şairleri de kitaplarına divan adını vermişlerdir. Bağlamanın divan türü bile halk sazındaki fonetiğin yeni yönlere doğru aktığını göstermeye yetiyor. Yeninin son kozlarını oynuyor olması ve ortamın yeni bir kıyamet kaosuna at başı kalması, şairleri eskinin sıcaklığına çekmektedir. Kendi hesabımıza bu tavrı kaçınılmaz görüyoruz. Çünkü kötü şiir iyi şiiri ortalıktan iyice kovdu. Minibüs müziğinin gerçek musikiyi kovması gibi. -------------------------------------------- (1) Evsa/Mustafa ÖZER DİNSEL ROMAN Türkiye, gerek geçmişi ve gerek 923 devriminden sonra, İslâm’ın koşullandırdığı insanın yaşadığı bir ülke olmuştur. Elbette ki Türklerin Anadolu’yu yurt edinmesinden sonraki dönemi kastediyoruz “geçmiş” kelimesiyle. Bu gerçeğin sanata yansıması yazının konusunu teşkil etmektedir. Şurası da açıktır ki; din ve sanatın işlev, görev ve insanlık alanında oluşturduğu atmosferin derinlemesine incelemesini değil de, yüzey açımlaması olarak ele alınacak, daha doğrusu, “Dîni Roman” nedir, ne değildir, onu ele alacaktır bu yazı. J. Joyce’un “Bir Genç Adam Olarak Sanatçının Portresi”ndeki dinsel söylev ve öğütleri çıkarttığımızda, Nasrettin Hoca’nın kuşa benzetmek için ayak ve gagasını kestiği leyleğin halini görürüz. W. Wolf’ta, A. Camus’ta hele hele L. Tolstoy’da aynı durum açıkça izlenir. Bu adlara Steinbeck’i, Stendhal’i elbette ki ithal edeceğiz. Bu romancılarda din bir sosyal olay olarak ele alınır. Yorum, eleştiri, öğüt, toplumsalı yönlendirme ve hatta din bir ideolojik yapı olarak ele alınmaktadır. Musevi literatüründe din tümüyle ideolojik kaygıyla romanın temel öğesi olmaktadır. Kilise çerçevesi kısmen sosyal olay, kısmen demokratik eleştiri için dini roman kapsamına alınmışa benzemektedir. Sanatın dine yaslanması gerçi yeni bir olgu değildir. Eski Yunan sanatı (şiir ve tiyatro) ilkelin dinini kendisine der edinmiştir. Kahramanları bile tanrılar oluşturmaktadır. Çağdaş öğeler kadim tragedya’yı biçim olarak almış ne var ki, tutum tam tersine insansı’yı tanrısal değerlerle süsleme yoluna gitmiştir. Kadim Tragedya’da tanrısal insansı varlarla ortaya konmuştur, ki kaostan kosmos’a yol aramıştır. Dinsel’in sanata konu olması kaçınılmazdır elbette. Zira hangi sanatçı var ki ölümsüz parametrelerle çalışmak istemesin? Değişen mevsimler, eskiyen dağlar, kuruyan denizler, başkalaşan bir dünya tüm kalıcılığıyla hangi sanatın konusu olmuştur? Sanatçılar ister insanların aktıkları yöne gitsinler, ister ruhun engin dehlizlerinde terlesinler, hep ölümsüzü bulmaya çalışacaklardır. Ve yine sanatın ölümsüz problematikini teşkil eden zaman kavramının özüne inmek isteyen, sanatçıdan kıvırcık marul veya yarım kilo domatesten oluşan mide dünyasını elbette ki kimse soramaz. 29 Sevincini bulmaya çalışan insanın, toplum halinde anlaşılma isteği bile sanatı, dinin sınırına getirmeye yeter. DİNSEL ROMANIN KONUSU Dinsel romanın tanımını yapmadan konusuna girmiş bulunuyoruz. Din, hayatın her kesit ve düzeyinde apriorik kural ve yasalarını açıkladığına göre, insanın da bu kurallara uyduğu –sapmaların olmasına rağmen- göz önüne alınırsa, sosyal konulu tüm romanlar dinsel sorun ve hayatı da kapsamına alacaktır. Ve hatta yapıtları sanatçılarının bilinç gölgesi olarak düşününce romanın esprisi bile dinselin dışına taşamayacaktır. Yargılamalarda tarihsel bilinç –ki dinsel koşullanmışlıkla iç içedir- ön plana geçecektir. İdeolojik ve ulusal gibi gözüken ve hatta insancıl ve doğru sayılan düşün yargılamaları bile bu atmosfer içerisindedir. Demek oluyor ki Din ilk işlevini bağrında yetiştirdiği sanatçıya tarihsel bilinç olarak vermektedir. Maddi ve manevi kültür-miras ya da yeni kurulmuş olsun bu basamakta sanatçının bitmez-tükenmez hazinesi olmuştur. Sosyal roman, tarihi roman gibi konulu, tezli, mesajı olan ve olmayan bu grup romanlar dinsel öğretinin kesinlikle alanında oluşmaktadır. Oysa dinsel konuları direkt konu edinen romanlar da vardır. Bu dalda daha çok dini bilgilerde ve alanlarda ilerlemiş kişilerin biyografileri yer almaktadır. A. Cemil Akıncı’nın bir çok romanı bu sahada anılabilir. Hatta bu gibi konular çok önceleri de yapılmıştır. Zira doğunun efsaneci kafası nice liderlere büyük ve olağanüstülükler vererek öykülerini dilden dile aktarmıştır. Horasanlı Ebu Müslim kesinlikle bir roman havasına ulaşmıştır. Bunun gibi niceleri… Bu tür romanlar daha çok biyografik roman sınıfına girerler. Ama kesinlikle dinsel romanın özünü taşır. Gerçekten de bizdeki dinsel roman olarak –geçmişte ve bugün- bu romanlar örnek olarak gösterilebilir. Dini, siyasal bir tavır olarak benimseyen ve romanı –Tolstoyvari- şekilde de görebiliriz. Günümüz romancılarından Hekimoğlu İsmail, Şule Yüksel Şenler, Mustafa Yazgan, gibi yazarlar bu saha da anılabilir. Bu tavırda daha çok dinsel huzursuzluk ve kaygı yerine dindarın toplumdan kovulmasına karşı durulur. Kahramanlar topluma örnek olarak sunularak toplumun dindarı sevmesi öğütlenir adeta. Bu romanlarda estet yerini tozpembe bir renge bırakmıştır. Oldukça yapaydır. Problematiği yoktur. Kahramanlar kameraman titizliğiyle izle- nir. Adeta sanatçı hiç girişimsizdir romanda. Elbette ki bu görünüm bu konulu roman adını ortadan kaldırmaz. Usul kaideyi bozmamak gerek” kuralınca iyi örnekleri henüz oluşan bu türe ve yola kötü bir eleştiride bulunmamak da gerekir. Lakin buraya bir mim konulmalıdır. MERHABA SİNA Gezinirken uzun pembe dilleriyle ağız kenarlarını yalayan evcil hayvanlar gibi, kolay tarafından sanat eserlerini, anladıklarını sanarak “tır”lı cümleler kuran nice akademisyenin bakış açılarını oldum olası benimseyemedim. Kendisi meslek olarak pedagog, psikolog ya da psikiyatrist olan bir ambar dolu teknisyeni kendi mesleki dallarında küçük göremeyiz. Lakin sanat eseri uzmanı olmaları, taşıdığı yükün sahipliği iddiasında olan eserlerle pek farklarını bırakmıyor. Ve hele doktor olan bu zümre genelde ki ticari başarılarını, müşterilerinin hepsini hasta soymasından kaynaklanıyor sanıyoruz. Hele şu basit Freud açmazı onları büsbütün körleştiriyor. Ruh hakkında tüm bildikleri istatistik rakamlarını geçebilse. Ruh nedir ki siz onun doktoru oluyorsanız? Bu ruh nasıl oluyor da hastalanıyor? Siz hangi kimyasal bilginizle ruhu canlandırıp kurtarıyorsunuz? Soru çok cevap tek; bir takım Latince kelimeler. Tedaviyse her ruh için ayrı. Konumuzda yeri geldikçe söz açarız. Edebiyat dışı teknisyenlerin “kehanetlerini” nas gibi kabul eden edebiyat tarihçileri de onlara taş çıkartırcasına “şeyhlerini uçuran” mürit olduklarını kanıtlıyorlar. Bu nedenlerle Sina Akyol; ben senin şiirlerini bu paranoya gözlükleri takmadan okudum. İki yakanın güzelliğini aradaki nehir tadar diyebilirim. Sakın ara sıra bazı şair 30 adlarına yollama yapıyorum diye bir uzantıdan söz açtığımı sanma. Bir diğer yandan da “intihaller” beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Ayağın adı Adem’ den bu yana ayaktır. Benim, senin, onun defalarca ayaktan söz açmamız onun gündemimizi ilgilendirmesinden yani gerçekliğindendir. En azından ben böyle inanırım. Taklide gelince; hani Sokrat’ın saçmalarından “ayakkabı resmi hiçbir zaman ayakkabı değildir” sözü belki en az saçma olanıdır. Ben bu konuda bir önceki paragrafta belirttiğim gibi bakarım. “Kimse yetişemez kalbime benim! Kim ki yetişirse Sevgilim olur benim!” Elbette ki dışımızdaki tabiatı anlamışsak ya da o bize “beni” öğretmişse sevgi çıkar ortaya. Sevgi girince konuya akıl bacada duman. Çevre kirletmekten başka neye yarar ki akıl? Oysa “su tadında””beni” analiz eden o gizil el gözlerimize düşen kızıl bir ateş gibi kumruya çevirir bizi. Sayrı ya da sağlam dudaklarımız kelime arar diriltmeye. Bütün bir genellemeyle insanı veya hayatı tanımlayan; “Onlar ki hayatın Müthiş sevdalıları” Yine de senin sevdanın çok dışındalar. Onlarla ilgimiz belki de balkonlarına ektikleri “fesleğeni” koklamak istemimizin yanında küçük bir mimdir. Bir işaret.... Bir bellek işte.... Asıl olan fesleğen ve onun özgürlüğüne uyan “ben” in özgürlüğü. Her şair az çok tanrılığa özenir. Neden mi? Tanrı Janus onu ilgilendirmez ilgilendirmesine ama Zeus ve onun çocukları da ilgilendirmez şairi. Öyleyse diyeceksin tüm tanrılıkları inkar ederken tanrılığa nasıl özenilir? Yaratmadan söz açmadık ki daha. Senin şiirinde bu var azizim. Olaylar pek komiktir sende, nesnelerin yaratıldıktan sonra tadına bakmadır seninkisi. Lorca usta da en ince yanından bu denenmiyor muydu dersin? Zira senden başka “ben”ler girince şehre aradan hızla kaçıyorsun. Arkana takıp yarattığın hazları da alarak. “Zamanıdır artık Zamanıdır gitmenin Durulmaz buralarda...” Kırda, dağda, bayırda, siste suda, tozda, çamurda hayat var. Hayatı görüyorsun. Lakin kentlerde hayatı yok etmek yarışı var. Bu mudur seni ürküten? “Yeşermesin diye sevda Boğmasın diye sesimi İşte bunun için gövdemi Telaşla tenha Bir dolmuşa Nasıl da atarken Hep aynı sıkıntıyla -Birkaç şiir daha Birkaç şiir daha -Peki ne zaman gideceğim?” Gidersin Sina gidersin sende gitmek istediklerinle demekten kendimizi alamıyoruz. Hatta öyle üzüldüm ki gidemememin acısını bu kadar büyütmene. “Yaşadım bu anı Derin acıyla Gözüm kardeşim Hiçbiri Hiçbiri Yeterli değil ki...” 31 Diyorsun ya madde kombinezonlarına “Birkaç şiir daha Birkaç şiir daha Okusana” Bu dahi avutmaz senin gül yüzlü çocuklarını. Zira “Bu şiir Bilmiyor ki! Tanımıyor ki! Anlatamaz ki!” “Zorlayarak günleri Sahi, becerdim mi?” Sanmıyorum, ne güzel söylemişsin beceriksizliğin kaynağını; “fakat bırakmıyor ki içimizi hayat” Onca şey varken konuşacak onca doğru ve iyi şey varken. Mesela; Dolmuş bizi göle götürdü Gölün üstündeki köprünün Duygusal izleri Dönerken titrek Çizgilerle suya Bir güzel....bir güzel küçümen ki tıpkı Haslet’ in çizdiklerindeki gibi baktı.... baktı bize niye baktı anlamadık. Evet o hınzır tanrılarına isteğinizi yanınızdakilerde kurtarıyorsanız ama neden Haslet vefayı ortak olmak gibi akli bir dengeye düşürüyorsunuz? Ata ali bilmem! Zekai arkadaşınsa bir şey demiyorum! İsmet konusunda uzunca yazışabilirim. Seni yargılamak insanlık suçu olabilir. İnsana tam bir tanım getirmiş olsaydım belki yargılardım da. Henüz vakit erken daha sabah olmadı bile. Güzellikler varken olmayan hayatlardan söz açması için insanın mutlaka çok büyük mazereti olmalı. Ata ali Zekai mazeretsizlerdendi. İsmet’ se iyi bir mersedes marka kusursuz bir şiir teknolojisidir o kadar. Şimdilik sevgilerimi yolluyorum. Hasan Sina /AKYOL SU TADINDA. . Çetin Altan’da üslup Nice zamandır içimden yakinen taze duyarlıkları devşiriyorum. Yazıya dökmemi ya televizyon engelliyor ya da ev bakımı izin vermiyor. Çetin Altan’ ın günlük yazısını üç gün gecikmeyle sindire sindire okuyorum. Ruhsal trafiğe geçit sağlayan üslubun ustalık nümunesi “Hiçbir yere varmamak için daha hızlı gitmenin sevimliliğiyle büsbütün pekiştirdiğimiz, sözde çözmek için düşünüp duruyoruz işte”. Kışın da TV buz pateni artistleri çift çift olunca vücut-müzik karışımını hiçbir eziyete takılmadan içimizde yüzdürüp duruyorlar. Aklımdan oğlum geçiyor. Sesi kesildi ya bir yerde evi yıkmakla meşgul ya da uyumuştur üstü açık. Yerimden kalkıp onu arıyorum. Uyumuş. Hiçbir zaman trafiğine ve eşya kaygısına düşmeden. VETO KEYFİ Siyasiler yarını düne ciro eder. Seçmenler bugünü yarına erteler. 32 Ne geçimden ne seçimden geçilir. Dün ver bugün git, “yarın gel” der. ARKADAŞ ÖZGER ÜSTÜNE Başkalarını yargılarken “ kendi geleceğimizin “ nicelikleriyle örtüşmüş bulmayalım yargıyı. Arkadaş Özger için birisi handiyse böyle demişti de. Pek yadırgamamıştım onu. Zira ona söyleyeceklerim de benim geleceğimmiş gibi geliyor biraz. Peki Arkadaş şiiri iyi midir? Onun gibi söyleyelim. Karın doyurmuyor ki şiir. Erkeklik olgusunu da rahatlatmıyor. Öyleyse nesidir iyi olan? Ekmeklerin hepsi de iyidir; kötülük fırıncıların kapitalist çarka, dişli olmasındadır. Bordo ve arkadaş güzel bir bulunuşun özdeşleştiği noktadalar. Körebe olursunuz bir kere karanlıktır gördüğümüz. ÖZLÜ’CE BOŞALIM Özlü ‘ nün bir öyküsünde “ derince boşalımın “ çizgisinde izlemek bilinci diyordu. Yaşamak ve bilmek çelişen ve çatışan iki kavramdır. Derince boşalım bir olaydır ve yaşamaktır. Yaşamak çizgisinde bunu izlemekse bilme – öğrenme – saptama düzeyinde bilincin işi eylemidir. İzleme isteği, bir yargılamayı ön – isteği gerektiğince yaşamak denen zamanın boyutları içerisinde sanıldığı gibi laboratuar rahatlığında her somutu vermeyebilir. Yaşamak önceden düzenlenemiyorsa iz, varılmak istenen yere konan aynadan yansımayacaktır. İz göz göze diz dize “ akval ” in göbeğinde oluşacaktır. Tadım öz ve ince bir psikolojinin objektifinden bilince aktarılarak izlenecektir. Bir benzetmeyle şöyle diyebiliriz. Yaşamak denen kan koridorlarındaki zamanın dinamiği bir resimde ön – istekle son – umut yoğunlaştırılır. Böylesi tavır da hem yaşanır hem de yaşam bilinçle yönlendirilir. İkinci durumda olayların dialara aktarılması söz konusudur. Bu durumda izlenen olay, anıların güzellemelerinden bir beste olur. Birincide bilme – yaşama – düşünme; ikincide yaşama – bilme – düşünme sırası söz konusudur. Bunca girişe dayanıklı değildi duygularımı aktarmak istediğim yazı. Ama engel de olmadım görüldüğü gibi. Onurumuzu gün boyunca kırıyoruz. Evet hem de kendimiz. Boşboğazlığımızdan. Kendi kendime şöyle demiştim. “ Atasözü, vecize vs. yazıya ne genel bilinçte yer almış hazır kalıplara dilimde yer vermemeliyim. Bu kolay düşünceden korkma kaçma eylemine iten kavramdan çıkmalıyım. Aile, arkadaş, iş ve toplum içinde konuştuklarım benim dilimden yeni bir yaşama ulaşsın “ . Uzun süre bir inatla bu düşüncemi uygulamaya koydum. Çorap giymekten – sigara içmeğe, çocuklarla arkadaşlıktan, arkadaşlarla sohbete değin yaşama çizgisinde bir sevgili gibi kendi düşüncemi kucakladım. Berberin davranışından, belediye şoförüne varıncaya dek benle dinledim, benle izledim, benle yargıladım; belleğimin çiçeklerde, rüzgarda, otobüste ve insanlarda rahat bir boşalımını gördüm. Düşündüğümü izledikçe sevincimi, kendimi buldukça insanı, yaşadıkça toplumu yaşadım. Evlendiğim günlerin biraz önce ve biraz sonrasında, toplumun hazır görüşleriyle dolu bardaklarındaki zehirden içmek zorunda kalışlarımı ömrümden saymıyorum. O günler kendinden uzakta kalmış bir hastanın uzayan ayak tırnaklarıydı. Kimse kendi kalıplı beninden hem de düşünerek vazgeçeceği ben’ in tavrını anlamayacaktı. Bunun ne denli zor olduğunu, evlendiğime kendimi de inandırınca anladım. Işıklı bir izde temizce onlarla gönülden yaşayışı izlemekte o denli saygındır. Elverir ki yaşanmış ve bilinmiş ola. 33 Evlilik üzerine yurdumuzda pek konuşulmaz. Birkaç ömürlük bekarlar düşünse de. Birkaç sevgiliden söz açmalar psikolojik derinliği getirmiyor. Bu noktada aşk toplumsal ve yasal çerçevenin dıştan ekonomik ve kültürel boşluğun içten – ister istemez karı – koca ilişkileri içerisinde aileyi baskı altına alıyor. Bir basınç ki onur kırıcı; karıyı kocanın, kocayı karının malı durumuna indiriyor. Ama derin değildir. Hele özlü hiç değildir. Evlilik somut açıdan bedensel birlik gibi gözükse bile bu değildir. Çünkü kendi bedeninin yarım olduğuna inanan bir yarı’ nın aşk gibi tüm bir olgunluğu tamlaması iki yarım sakar’ ın bir tam sakar etmeyeceği denli kesindir. Hiçbir insanın insan olmak açısından diğer bir öğeye ödün borcu yoktur, veremezde. Oysa evlilik bütünüyle bir ödünleşmedir. Verilecek bütün ödünler verilmiştir. Karşılıksız da olsa salt bir yasal işlem bile olsa bu ödün verme gibi bireyselliği, ortadan kaldırmaz. Belki sosyal bir anlam kazandırır. Öyleyse yasal açıdan da olsa “ statü “ olarak görülmemelidir. YAZI VE YAZAR ÜZERİNE DÜŞÜNMEK Ringde yıllarını verdiği beceriyi ve haklı ününü pırıl pırıl derisini döndürerek izleyicilerden korkunç çığlık ve alkışları toplayan ünlü boksörün karşısına, adı sanı bilinmeyen üflense uçacak gibi bir rakip çıkarılırsa organizatörlerin bir bildiği var demektir.Hiç de şansı olmayan ilk görüşte göz doldurmayan ve izleyicilerden korkunç “yuha” lar ve çeşitli yiyecek maddeleriyle atış tahtasına dönen zavallının loteryacıların oyunuyla ve hakemin maharetiyle sonucun nasıl olacağını bilmemeleri onların kaybı olacaktır.İzleyiciler önünde yenik muzafferin veya muzaffer yeniğin durumları ne ise yazı ve yazarın durumuda öyledir. Doğruyu söylemek gerekirse benzetme düzeyi burada oldum olası yazı ve yazar üzerine şikeli bir boks maçını düşünürüm. Gücünü göstermek zorunda olan yazar herhalde doğruyu yazacaktır. Oysa doğru yazılır mı bunu pek bilmiyorum. Fakat her doğru yazılamıyor. Buna fazla söylenecek söz yok. Ve fakat yanlışı doğru gösterme sorununa ne gibi çözüm getirilir. Bu bile çözüme giden yol. Boğa güreşini izlemek merakından tutunda gladyatörlerin birbirlerini parçalamasını seyretme özlemine, pankreas güreşinin ısırık, tekme ve yumruklarını izleyen gözlerdeki iştihayla, kölelerle yırtıcı hayvanları aynı kafese koyup sonucu hayal etmek isteyenlerin özlemine varıncaya kadar, toplumların çağ ve düzeylerine uygun insan parçalama, yok etme merakları gözle görülür çizgide sürüp gitmektedir. Bugün toplumdaki sözüm ona okuma ve bilgi – haber edinme merakının kimlerle neleri hangi kafeste buluşturduğunu kaç kişi düşünüyor. Hayali geniş ve dişleri yabani bir hayvan kadar yırtıcı bir merak – beyninin kendine dedi – kodu edinmek için mi yazarlar. Büyük! Mukaddes! Saygıdeğer! olarak gördüğü yoksa namus–şeref kavgasında kendisinin düzeyini görmek için mi yazarları önder biliyorlar. “Halk için” diye okuyucularının her tür şımarıklığına sırıtan yazarların acaba gerçekten varoluşu mu böyle... Yoksa şöhretiyle kendini mi savunmaya çalışıyor. Yani korkunun kılıfı mı kalemi? Okur ve yazar namuslu olmalı. Eğer Türkiye’ nin dünya da kendini kanıtlama sorunu varsa bu böyle biline. Evet kartopu dövüşüne gerek yok ve hele kartopuna gizlenen taş varsa bu dövüşü burada bırakmalı. Korkunç bir lümpenlik. Milli lügatimizdeki karşılığıyla züppeliğin bayramını yapıyor. Yazarın-yayıncının gelenek halinde ürün vermeye çalıştığı ve iki gözü iki çeşme sabilere taş çıkarttığı ve hatta enflasyon – devalüasyon derken kapitalist açmazın içinde kıvrandığı kızaktan geniş okuyucu kitlesindeki havalı burun, ukalalık, gözlerindeki pratik ve portatif 34 yılım, beyninde biten dümdüz tüylerin radar benzeşimli madeni algı, bir yanıyla da aldırmasız, kireçlenmiş ve vurdum-duymaz yapı, YAZI denen varlığı düşünün nereye getirir. Bu girişi şunun için yaptım. Necip Fazıl gerçekten ender yazarlarımızdan biriydi. Doğruyu demokratik oylamaya sokamazdı ve sokmadı. Onun gücünden sonra yazılanlar, çizilenler ne denir ki, nasıl anlatılır ki. Körlere fil tanımı. Anlayana anlatmak ne ise anlamayana anlatmakta aynıdır. Sözümüzü yine de anlayanlar sıcak yüreklerinde yer bulur umuduyla öfkelenseler de onlara bırakıyorum. Onun “inmek” yerine “yükseltmek” kavramını getirmesi - Türk düşüncesi adına – gerçekten onurlu bir düzeydir. Namuslu bir düşünür böyle düşünür. O böyle idi. Onun mirası önünde açıkçası duygularım gündeme gelir. Akıl taşlarını su basar çamur olur.. Gönlümüz hüzün dolu. Hoş ne zaman dolu değil ki? “Bugün efkarlıyım açmasın güller” diye bir nağme gülünü açıyor biraz ötede. Günlük yürüyüş sürüyor. Kimyacı bay ve bayan Curie’ nin radyumu bulmak için katlandığı sıkıntıları hepimiz çekeceğiz. Elverir ki bu ışık saçan elementi buluncaya hatta milyarda bir ihtimal dâhilinde bulunsa bile buluruz umuduyla çalışmak zorundayız. Üstadın tekniğiyle hem de. Zira üzerinde bulunduğumuz bu ömür aracının geri vitesi de yoktur. Yazarlık Nedir? • Hamallık meslektir. • Yazarlık değil. • Çadır tiyatrosunda palyaçoluk meslektir. • Yazarlık değil. • İşportacılık meslektir. • Yazarlık değil. • Milletvekilliği meslektir. • Yazarlık değil. • Gazetecilik meslektir. • Yazarlık değil. • Kitapçılık meslektir. • Yazarlık değil. • Dans meslektir. • Yazarlık değil. • Hırsızlık meslektir. • Yazarlık değil. • Sendikacılık meslektir. • Yazarlık değil. • Askerlik meslektir. • Yazarlık değil. • İmamlık meslektir. • Yazarlık değil. • Gardiyanlık meslektir. • Yazarlık değil. Peki her şeyden meslek sahibi olunuyor da neden yazarlık meslek sayılmaz. Her meslek içine aldığı insanın mezarıdır. Oysa kitap yazarını ölümsüzleştiren bir varlıktır. Öyleyse meslekleşemez. Bazılarının her şeyi öldürme şevki ve aşkı ille de meslek hanesinde yazarı da görmek istemesinden de anlaşılıyor. ESTETİK BİRİM 35 Yeni bir varlığı bütün varoluş koşulları ile takdim eden kişinin sorumluluğu çok büyüktür. Her şeyden önce varoluşun gizemi, gündemi bütün boyutlarıyla kuşatmaktadır. Yeni varlık sanat eseridir. Biçim, renk, ses, ritim, çizgi, fayda vs. bütün cepheleriyle varoluş gizemi diye andığımız “ ifade” yeni varlığın tanımını da yapmaktadır. İfade ya da anlatım diyebileceğimiz ve yalnız göze ve kulağa takdim edilen his aleminin bilgisine kısaca estetik de diyebiliriz. Estetik sevilme ve güzel olma demek değildir aslında. Pratik aklın sınırlarında ve günlük dilde “galat” olarak estetiği güzellik veya sevilme şartı gibi sunanlar hiçbir temellenmiş özden çıkış yapmamaktadırlar. Gerçekten de sadece yok olmak reel anlamda olmadığı gibi bu yeni varlığın rüşeymi – reel anlamda – somut öğeleri bir var’ da değildir. Tasavvurda anlatımı tam olan yapı estetiği tanımlamaya yeter. Estetik; pratik olarak, güzellik bilgisi olarak değerlense bile bu duyu bilgisi ile ilgili bir yapı da değildir. Ve hele tabiat ve kesit bilgileri ile hiçbir ilgisi yoktur. Akli ve mantıki bütün sınır ve koşullardan azade bir bilgidir. Neden, niçin, nasıl gibi hiçbir soruya cevap içinde var olmamıştır. Bilimsel hiçbir yargıya yakın uzak bağı da yoktur. Sanatçı ve eser arasındaki ilgi aynılıktan başka yönde görülemez. Eser sanatçının kendisidir. Bu organik bağlamda yönlenme yanından ele alınırsa alınsın beğeni ve tenkit açılımı getirilmeyecekse, anlamsızdır. Böyle de söylemek mümkündür. Eserin somutluğu veya yapısını incelemek onun doğuş ve varlığını incelemek midir? Kesin olarak bildiğimiz ve söyleyebileceğimiz şu ki; eser tasavvurda vardır. Gövde kazanması onu tenkide ve beğeniye takdim içindir. İlerde tenkit ve beğeni üzerinde duracağız. Şu ana kadar estetiğin doğuşu ve varoluşu üzerinde durduk. Estetik objelerin tenkide ve beğeniye açılmış “ ifade” ler olduğunu biliyoruz. Marksist estetikçiler ile liberal, kapitalist veya bilmem dinsel estetikçi ayrımları estetiği hiç ilgilendirmez. Zira var edilen veya estetik birim olarak sunulan sanat fenomeni bütün öğeleriyle algılanamaz. Sanatçıda saklı kalan ve hatta sanatçının bile bilirsiz olarak vardığı ve sanat eserinin özünde kalan giz olacaktır. Seyirci, okuyucu veya dinleyici her üçünü birden içerisine alan duyu bilinci çerçevesinde olan sanat eserini değerlendiricinin bilgi sınırları, zevk sınırları, moda, korku, sevgi, insanın doğal, tarihi, kültürel, ekonomik ve sosyal yanlarıyla sınırlı iç aleme ve sanat eserine değer biçecektir. Altını tonla, elması metreküple ifade etmek ne kadar abes geliyorsa ( ki hiçbir abeslik yok mantıki olarak) sanat eserini mutlak manada değerlendirmek mümkün değil. Doğuşu tasavvurdandır. Sanatçının eseri düşündüğü an o eser ifade edilmiştir. Yani estetik üretim olayı tamamlanmıştır. Bütün bunlara rağmen “ ifade ” edilip edilmediğine kim karar verecek sanat eserinin. Hiçbir kimse diye bir cümleyi evreni bütünüyle kulak sayıp evren kadar büyük bir ağızla o kulağa bir cümleyi rahatlıkla aktarabiliriz. İnsanlar arası ilişkilerdeki komplimanı apriori kabul edecek değil. EMİN’ İN RESMİ ÜZERİNE Resim – fotoğraf çalışması ikisinin barışmasıyla yeni bir düzeye geldi. Ressam negatifsiz pozitif yapıyor. Fotoğraflarla en ücra dağ kovuklarına kadar ce hatta video kayıtlarıyla gece yaşayan canlıların hayatına ve hatta kutupların ayaz resimlerine kadar akışkan yada karelere dökülebiliyor.Üstelik sınır da tanımıyor.En direngen uluslar bile uzaydan televizyon izler gibi izlenebiliyor.Kısacası kameralar zaman mekan farkı gözetmeksizin her yere ve her zaman ulaşabiliyor. Fotoğrafçılar da kendilerine epey çekidüzen verdiler. Ne güzel enstantlar açıp kapatıyorlar. Zamanı yoğunlaştırabiliyorlar. 36 Emin Koç hayalini çok sınırlıyor. Adeta diğer ressamların resimlerine deklanşör indirir gibi onların fotoğraflarını yapıyor. Oysa boyası güzel Emin’ nin fırçası harika. Hayali neden böyle akıllıdır bilemiyorum. Oysa Emin epey de duygusal. Emin merdiven mi arıyor acaba. Bu eleştirinin bir yanı Emin’ in resimdeki konusunu, mesajını açmaya çalışırken diğer yanda onun “postunu yere çalacak” bir çalışma sunacağım. Sayın Koç ciddi ve uzun çalışmalara henüz hazır değil. Bir çırpıda veya öğesi dağılmayacak akıllı resim yapıyor.” Bir çırpıda “ demekle şunu anlatmak istiyorum. Hayalini kurduğu gizli mesajını tuvalin başına oturunca bitirmek zorundadır. Evet bu bir zorunluluktur. Zira duygu ve atmosferi değişince resimde değişecektir. Onu çerçevelemek mutlaka ki bir çırpıda olacaktır. Sayın Koç için bu böyledir zannediyorum. Gerçekten birbirine benzer çok değişik resimler yapıyor olsa şurasını rahatça söyleyebilirim; Emin Koç hayalini kurduğu imini derinlerde gördüğü resmi gün ışığına çıkarmak için arkeolog nezaketiyle varıyor. Oysa durum böyle değil. Yarım yarım resimlerde henüz tespit edilmemiş diyebileceğimiz renklerin bulunması başka bir ressamın hayalinden yola çıkma izlenimi vermiyor da değil. Hani Emin’ in çok eskiz yaptığını bilmesem ve hareket sağlamak için günlerce eşyaları ve canlıları tanımaya çalıştığını yakından görmesem vakit geçirmek için boyalarla uğraşıyor diyeceğim geliyor. Diğer Türk ressamları gibi ille de insan ve minyatüre yönelmemesi Emin’ de bazı umutlarımızı topluyor. Onun bir camı resmetmesi vardı. O kadar cam idi ki ancak cam ona benzeyebilirdi. Rengin gölgesini özellikle beyaz gölgeyi ve yokun varını çok güzel yakalıyor. Bu yanı tebrike değer. Eşyanın fırçadan çıkan geometrisi de çok başarılı. Bunlar akıllı resmin belirgin yanları. Sonsuzluk imajını vermeye çalıştığı dağ, gök, deniz renkleri bana çelişkili geldi. Çünkü düşünen göz resmin hiçbir yanında bakmıyor. Emin ‘ in bence en büyük eksiği gözünü resmine aktarmamasıdır. Bunu başarırsa sonsuzluk simgeleri amacına hizmet edebilir. Madem ki resimden insan kovulmuş ve madem ki eşya ve tabiat gündemde ona bakan gözün nicelik ve niteliği resme geçmelidir. Diyelim dağa avcı gibi mi, kartal gibi mi, koyun gibi mi, kuş gibi mi, çoban gibi mi vs. ne gibi bakıyoruz. DİN VE FELSEFE Her filozof önce peygamberi tavra karşı bir tavır geliştirmekte; karşı olduğu dine karşı bir iman üflemek istiyor. Örneğin B. Russel dünya görüşüm isimli eserinde kaba çizgileriyle “sosyal problemler son bulunca din ortadan kalkacaktır.” diyebiliyor. Russel şurasını iyi biliyordur muhakkak ki insanın olduğu yerde mutlaka sosyal problem vardır. Şu kadar bin yıllık insan tarihi bunu laboratuar tespitiyle kesinlik çizgisinde mahfuz tutuyor. Sosyal problemin olmadığı yeri Campenella’nın ütopik eseri güneş ülkesi’nde hayal gözlüğünün en ileri derece hipermetrobunda bile seçmek zordur. Evet, filozofların problemsiz ütopyaları “hayali cennet” leri bile dinin takdim ettiği cennet kavramının yozlaştırılmış kelimesinden öteye geçemiyor. Mademki cennet dileği var; dinin sunduğu cennet neden rahatsız ediyor. Firavun mukallidi filozofları acaba. Onlar diğer bir ifadeyle dinin baki olduğunu onaylıyorlar. İnada ne gerek var. Yok deseniz de var deseniz de o var. Çünkü onu insanın onayı var etmiyor. Din seçimle gelmiyor ki onu oylamayla tasdik edelim var kılalım. KÜFÜR EDEBİYATI Her dilde küfür ve sövme kelime ya da cümleleri vardır. İnsanoğlunun güçsüzlüğünden olacak karşısındaki kişiye dilinde bulunan o kelimelerden hakaret silahları yapıp ,kullanır.yani kaba güç kullanımı öncesi sözlü sataşmadır. Her dilde küfür için bol bol kelime ya da cümleler 37 vardır. Dil bir ifade ve anlama aracı olduğuna göre yapısında yer alan küfür kelime ve cümleleri de ifade tarzıdır. Kültürü dini yargıda yaratıcıya ortak koşma veya dinin yasaklarını bilerek ve kendi isteği içerisinde başkalaştırmak olarak tanırız. Kısacası Kur’ anı yalanlayacak tüm tavır ve davranışları küfür olarak tanımlayabiliriz. Bu yazıda ele almak istediğimiz “ küfür “ dinin yasaklısı olan değildir. İnsanın topluma bireye ve olaylara nesnelere karşı göstermiş olduğu tepkinin ifadesi olan sövmek diye bilinen küfürü ele almaktır amacımız. Neden küfür edilir? Ve neden küfre karşı tepkimiz sert ve aceledir? Her davranış düşüncede dolayısıyla dilde ifadesini bulur. Sövgü temelde bir tepkinin karşı koymanın üstün olmanın kışkırtmanın aracı olduğu gerçeğini belirttiği açıktır. İnsanoğlunun kin, nefret, güç gösterisini kısacası düşmanlığını ifade etmenin bir aracı olarak bu eylemi göstermesi aslında güçsüzlüğünü örterken güçsüzlüğünü ortaya koymanın bilinçsizliğidir. Küfür bilince dayanmaz. Sosyal psikolojinin alanına giren bireysel bir davranıştır. Toplumda korunup gözetilmesi amir durumunda bulunan kutsallığı herkesçe belli gizeme ulaşan kavram ve varlığa karşı bir eylemdir. Dinsel küfürle mahiyet farkı pek yoktur. Buna karşın dine bir tepki olmadığı için sövgüyü ayrıca ele alabiliriz. Toplumsal anlaşmada ortak değer olarak belirlenmiş töresel bir başkaldırı niteliği vardır. Sosyologlar nasıl incelerler bilemem ama sopalamak, dövmek, öldürmek, gebertmek, sindirmek, korkutmak gibi eylemlerin dil ile ifadesi genelde sövmeyi oluşturur. Herkes egemenliği altındaki gizemi korumak zorundadır. Söven kişi eylemiyle karşısındaki egemenliği yok etmek istemektedir. Karşı tepki aynı şekilde olacağı gibi ifade yerine eylemi seçebilir. Sövenin boşaldığı doğrusu sövülenin gerilmesi ve dolması ile yalanlanma ortamına çekilir. Sonuç bilindiği gibi kavga veya savaştır. Sövmeye bireysel odaktan bakıldığında durum bu. Genelde cinselliğin hastalanması (namusa dil uzatma) olarak ortaya çıkan sövgü, kavga gerilimine gelen kişinin karşısındaki hedefe keşfi taarruzu şeklinde de olabilir. Veya kavga anında konsantreyi sağlamak için de kullanabilir. Karate, judo, ve savaşlarda dövüşenlere. Yah! Hayt!... veya Allah narası nidaları attırılır.Herhalde gerekmektedir. Elbette ki dövüşe benzese de spor bir üstünlük kazanma yarışıdır. Öyleyse morali sağlam olan eşit güç karşısında kazançlı çıkacaktır. Sövmenin moral etkinliğinin (meşru olmasa da ) olduğu gerçeğini belirtmekten kaçınmadık. Toplumsallaşmanın hukuk sonrasına doğan her birey ekonomik yeterlilikle donatılsa bu tür güç gösterileri belki en aza iner. Lakin yok edildiği bir ortamı beklemek nafiledir. Entelektüel insanın sövmeyeceği varsayımı onun her zaman güçlü olduğu varsayımına dayanır. Gövde arzuları çerçevesinde sövme edebiyatı her zaman var olacaktır. Aşk ilahi veya insani olsa bile sövgünün ateşini söndürecek tek itfaiye şebekesidir. Sevgi de bu itfaiye şebekesinin suyu gibidir. İçki, kumar ve cinsellik bu edebiyatın her zaman gübresi olmuştur. Onu hep beslemiştir. Sövmek argodur. Argonun temelinde sövmek isteği yatar. Toplumsal değerlerin korunmasını fert veya kanun üslenir. Fertlerin olumsuz tavırları kanunların yetersizliğinden kaynaklanır. Kanunlar ki yalnız yazılı olarak değil uygulama olarak varsa ve bireyin katkısını istemeden sosyal kabiliyetinin aslına uygun uygulanırsa sövme de en aza inebilir. Polemikleri bu konuda ele almak insanın kızgınlıkla neler söyleyebileceğini göstermek bakımından önemlidir.Peyami Safa /Nazım Hikmet örnek kavgalardan biridir. Diğer yandan argo ve benzeri sözlük çalışmaları da dilin nelere uzanabildiğini gösteriyor.Bu konuda Ferit Develioğlu/argo sözlük ile Ali Püsküllüoğlu/argo sözlüğü örnek verilebilir. Hiciv konusuna burada fazla girmeyeceğim.Lakin Şair Eşref’ten Neyzen Tevfik’e kadar Türkçede şair sayılabilir.Türkçe bu konuda oldukça zengindir. 38 ESRAR VE RUMUZ İÇİNDE AYDINIMIZ Batılı aydın kendi toplumunun çıkarı gündeme gelince sorumluluğunu bilir. Politik yelpazede savrulmadan yerini saptadığını yakınçağ basın organları ve televizyonlar bolca kanıtlıyor. Oysa yerli aydın (münevver)’ın kafası karışık. O hep dekadan, o hep muhalif, o hep toplumla, o hep marjinalist, o hep bencil olabilirdi; eğer vicdanı ve fikri hür olsaydı. Öyle ki ne gerçeği, ne de gerçek fikrini içinde ruh kalıplarına bile dökmüyor. Yabani kendine; hem de kendi kendine (otomatik). Ne yazık… Bir de esrarı var. Rumuz yorganının altında aydınımızın kafası sadece karışık değil bir de bulanık; hem dilde bulanık, hem bilinçte bulanık. Şunu söylemeye dilim varmaz: Sempatik gözükmenin haylaz ve toraman tavrı ile şapur şupur şebeklik yaparak şirin gözüktüğü, çoğuncası kaygulu, çirkin ve abus bir suratın üzerine toplumla örtüşmeyen bir donanımla efelendiği deklanşöre yansır. Esrarını dilinden rumuzunu fikriyatından alan yarı bürokrat yerli aydınlarımız yarattıklarını yok etmekle de ünlenebiliyorlar. Tanzimatın dilini daha sonra gelenler yok etti. Hümanizm, sosyalizm, çevrecilik v.s. toplumsal gerekirlik kaygulardan değil yenilik peşinde (buluş) yapmanın ardılı. Bir başka riske dikkat çekmemi mazur gösterecek o kadar sıkıntı var ki; kendine kimi zaman devrimci süsü verilerek yapılan edilenler toplumdaki orta katmanı ortalama aydını çok etkiliyor. Ortalama aydınlar: Demokrat cumhuriyetçi, muhafazakar veya muhafazakar demokrat adlarla anılmasına rağmen “devleti, varlığının kaynağı ve devamının yatağı olarak görenler” diyebileceğimiz bir zihniyetin sahipleridir. Onlar aydının eskiyen ve bıraktığı ideolojik posayı bir evre sonra kabul ederek devamlılığını sağlamakta gerçekten muhafazakar davranmaktadırlar. Erbakan’ın sadece partisine yönelmesi ve partileri de kendine yönlendirmesi neticesinde cumhuriyet döneminde İslam, örgütlenme ve ideolojik algılama, toparlanma sosyolojisi ve zihniyet ile bilgi ve edebiyat olarak başka mecralarda akarak önce Süleyman Demirel ve AP’sine giderek Abdullah Gül ve arkadaşlarıyla oluşan AKP’sini arenaya sürmeye müncer oldu. Erbakan’ı siyasal arenadan da silip süpürdüler. Ana sebepler arasında İslam’ı ibadet düzeyinde toplumsallaştırma yatmaktadır. İslam bu fazda ele alındığı sürece de aldanmışlığı bitmeyeceğe benzer. YAKIŞAN AĞIT GÜZEL BİR TEBESSÜMDÜR İstanbul otogarı o yıllarda Sirkeci’de özellikle de Ebussuud Caddesi ile bir iki sokakta hizmet veriyordu. 1969 yılının yaz ayı. Burunlu “cemse”lerin son örneklerine binip Kayseriİstanbul yapmışız. 15 saat civarı yol sürmüş. Yorgunluk yorgunluk… uykusuzluk… bin bir merak… “Otobüsün arabalıya binince bavulunu eline al; otobüsü bırak… Vapurdan şahsen in. İndiğin yer Sirkeci’dir. Otobüs durağında bekle. Üzerinde gideceği semtin tabelası yazılı. Ona göre bin git… Otobüste biletçiler var onlara sor, seni Beyazıt’ta indirir.” Talimata uyduk… durakta bekliyoruz elimizde “bavul”. Beyazıt yazılı hiçbir otobüs geçmiyor. Sonunda sorduk. Hepsi de ordan geçer dediler. Devlet denen “mahbubeyle” millet denen “gelenek” statükoculuğu bu konuda bana iyi bir ders vermişti. Beyazıt meydanına devlet adına İstanbul belediyesi Hürriyet Meydanı adını koymuş. Oysa İstanbullu oraya İslamlaşan İstanbul’un sembolü olarak yüzlerce yıldır Beyazıt Meydanı demiş. Her otobüste de yazıyor aslında. İstanbul’u ilk o yıl gördüm, gezdim, seyrettim, tanıdım. Sonraki yıllar detaydı benim için. Beyazıt ve hürriyet meydanı ikilemi sonuçta 1960 ihtilalinin ürettiği bir fenomendi. Öyle ki kendini devlet zanneden bir emir kumanda zincirinin emriyle konan “Hürriyet” ismi yönettiğini zannettiği halk üzerinde halka halka genişlemiş, massedilmiş, sonuçta sonuçlarıyla beraber kaldırılmış, ne yapılanlar ne yapanlar hatırlanmıyor. Kitap sayfalarına düşmüş birkaç 39 satırlık not ihtilal diye bir olayı doğruluyor ama Beyazıt meydanının hürriyet meydanı oldu- ğunu unutuyor. Hele benim “hürriyet meydanı” “Beyazıt meydanı” ikileminden bu kadar etkileneceğimi ve hatta zarar bile gördüğümü kim bilecekti. Beyazıt meydanındaki Çınaraltı’nda bavulum yanımda oturuyorum. Hemşehriler geldiler… “Mustafa abi” bekleniyordu. Nihayet O’da geldi. Tanıştık. Mustafa Miyasoğlu Türkoloji’de okuyordu. Okul da yakınmış v.s. Yürüyerek Vezneciler’de arayatı vererek ki ilk İstanbul “kuru pilav” yiyip Fatih’teki Vakıflar yurduna vasıl olduk. Benim için o yurtta geçen günler “kaybolmuş günler” değildi. Mustafa abi tabiiliği, zarifliği, kıskançlığı, edebiyle tam bir öğretmendi. Hatta öğretmenliğinin zevkiyle ilk hamimiz İstanbul’da O idi. Hayat kısa… Gülmek ve ağlamak arasındaki endişe dönüşümüyle sürüp gidiyor. Çok yükseğe uzanmanın erken göçe neden olduğunu kanıtlar gibi, eylül ortasına yakın bir zamanda yapraklarını rüzgara bırakan kavaklar, oldum olası güzün sembolüdür. Caddede kavak yaprakları var. Sabahın erken saatleri, Bilecik’teyiz. Hava serin mi serin. Hafiften esse de kavakların bıraktığı yaprakları kovalayan rüzgar duldaları çöplük yapıp çöplerini oraya topluyordu.Bilecik, şirin mi şirin, mini mini bir şehir ve medeniyet maketi. Hüzün gibi bayırları, doğası ve bitki örtüsü ile bambaşka bir mekan. Film çekmek için kurulmuş gibi küçük geldi bize. İstanbul’dan bakınca Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıldönümü ihtifaline katılmak bahanesiyle o bölgeyi güzelce öğrenecektim. Bir otobüs dolusu gittik. Bilecik, Söğüt merkezli yöreyi ve Osmanlının mukaddeslerini gezdik gördük. Nohutlu pilavını yedik… Ham bir yolun kenarında Mustafa Miyasoğlu ile beraberdik. Yolun iki geçesi kalabalık kıravatlı şehirlilerden oluşmuştu. Kortej’in ortasında ayaklarında “kardeş lastiği” sırtlarında solmuş “zıbın” ve “kirlik”leriyle, elleri çatlamış, yüzleri rüzgar yanığı, başlarında solmuş “yapık” “yemeni” örtüleriyle.. dahası sırtına bohçaladığı “bebe”siyle Yörük kadınları yürüyordu. Sıralar halinde “organize”den uzak, doğal, kırsal kesimde normal olarak görülebilecek doğallıkta kadınlar. Ve onların ayaklarına dolanmış yoksullukları, ama dudaklarında dua da saklanan sessiz umutları yürüyordu. Gözlerim dolmuştu. Çünkü “Yörük” olduğum için onları ve yoksulluklarını, dayanma gücü veren irade ve imanı içimde duydum, gözümü toplumdan sakınarak yana döndüğümde Miyasoğlu’nun yanakları ıslanmıştı. Burnunu, o kartal burnunu çekip duruyordu. Dudakları kıpır kıpırdı. İlahi Miyasoğlu… sen ne doğal insansın. Ve kafire direnme gücünü bulduğun yüreğin ne mukaddes. O gün seninle arkadaş olmak istedim. Bu gün de o günün benzerini kovalayıp duruyorum. Günler gelir geçer. Bizle bağlı olsa da bizi bağlasa da… Günler gelir geçer. İnsanların arasından arkadaş ve dost seçmek mevsimsiz olmuyor. Seçildikten sonra da, insanların sorumluluk ortak olmak kaydıyla, sonsuza atılmış kurşun gibi günler gelir geçer. Bizden bağımsız da olsa, bizi bağımsız kılsa da, günler gelir geçer. Ama dostluğun kaynadığı o pınar hep yerli yerinde durur. Neredeyse otuzbeş yılının dış dünyasında yansıyarak o hayatın içerisindeki canlı- cansız, var-yok ilişkilerini gözlemliyoruz. Yakışan ağıt ve yakışan gülmeler nice uzun ve bol eserli yıllar diliyoruz. MİYASOĞLU’NUN HİKÂYESİ Hikâyesi olmayan tek konu şiir olmalı. Onun dışında her öznel ve nesnel olgu, yapı, kılgı, ürün ve sonuç’un bir hikâyesi vardır. Gözün görebildiği, kulağın duyabildiği, elin ulaşabilip dokunabildiği, dilin tadına varabildiği ve burnun kokusunu alabildiği şeyler ve ötesi, beynin açılmasına kaynak olabilir. Bu anahtar ufukları açar, açar, açar… ufuklar perdeler misâli toplandıkça konular ve konuklar yenilenir… Hikâye başlar; “atlas sedirinde mavera dede”…. 40 Mustafa Miyasoğlu Necip Fazıl’la başlayan edebî çizginin önemli isimlerinden biridir. Necip Fazıl’la başlayan ve Büyük Doğu adıyla mektepleşen bir okul, Türkiye’ye davet edilen yeni batı medeniyetinin inanç, sosyal, iktisadî, hukukî, siyasî ve ideolojik açılımlarını yapan en önemli İslamî ekollerden başlıcasıdır. Necip Fazıl bu ekolün başyücesidir, kurucu ve öğretmenidir. Mustafa Miyasoğlu bu ekole 1960 ihtilalinden sonraki yıllarda katılmıştır. Bunu şunun için anlatıyorum. Büyük Doğu Edebî bir ekoldür. Metodik olarak ideolojik açılımlarını edebiyat yoluyla yapan, sanatçılar grubudur. Davet edilen yeni medeniyet Lozan anlaşmasıyla resmileşmiş ve hukukileşmiş olabilir. Ama, batının doğuda diktiği Türkiye Cumhuriyeti anıtının içerisindeki insan unsuru ihmal edilerek veya yok sayılarak yapılmıştır. Sonra devrim adı altındaki projeksiyon halkın süslenmesinden öteye geçememiştir. Bir açıdan batı da aldatılmaya çalışılmıştır. Oysa bütün bunlar tartışılabilecek şeylerdi. “O gün öyle” “şartlar böyle” gibi totaliter sebeplerle geçiştirildi. Hala da tabu sayılarak geçiştirilmektedir. Ve üstelik AB’ye girme çabaları varken. Büyük Doğu Edebî Okulu’nun soyut’u temsilde Sezai Karakoç ne ise, Necip Fazıl’ı izlemede klasik yoldaki temsilcisi de Mustafa Miyasoğlu’dur. Karakoç, soyutu maddeden, tarihten ve umutlardan da soyutlayarak ele aldığı için, Miyasoğlu, Büyük Doğu’nun anlaşılmasında daha önemli bir kilometre taşı olmuştur. Miyasoğlu Büyük Doğu’nun dava edindiği yapıyı insanî misyonla ele almıştır; bu çok önemlidir. Şehir’de, kasaba’da, köy’de, semt’inde, sokağı’nda, apartman dairesinde, müstakil evinde yaşlar arası insanî alışverişi, akrabalık ilişkilerindeki alışverişi, kan ve sıhrî hısımlıkların alışverişlerini, etkileşimlerini, hiyerarşilerini, umutlarını, hallerini ele almakta, onların portrelerini çizmektedir. Öyle ki O’nun hikâyelerinde kahvehane mutlaka vardır ve bir Türk kurumudur. Kadınsız, eğlencesi olmayan “çay” dolu bu mekânlar hüznün, sıkıntının, acının açılamadığı ama kesinlikle kefenlendiği mekanlardır. Daha sonraki yıllarda kulüpler ve butik ilişkilerin alanları oteller gündeme gelebilir. Miyasoğlu henüz vasat insanı, Osmanlı’nın artığı, Cumhuriyet’in de önemsemediği sadece Mîsak-ı M

Başkan'ın Mesajı
Aidat Borcu Sorgulama
Köşe Yazıları
Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa Özer (özer Koç)

Ahmed ceemal El Hamevi

Prf.Dr.Serdar demirel

N.Mehmet Solmaz

Mustafa Özer (özer Koç)

Mustafa Miyasoğlu

Mustafa Ekinci

Galip Boztoprak

Şeyma Kısakürek Sönmezocak

Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa cabat

Ebubekir Sifil

Ali Biraderoğlu

İbrahim Ulueren

Mustafa Özer (özer Koç)

Ali Biraderoğlu

Mustafa cabat

Günlük Gazeteler
Sponsorlarımız

Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı

© Copyright 2020  V4.1 Tüm Hakları Saklıdır. | Vakıf Sitesi


Top