Duyurular

kiymetli gonuldaslarımız , vakıf binamızdaki cumartesi sohbetleri Bu hafta Egitimci yazar Mehmet Ayman ın Gazzali düsünce sisteminde bilgi ve süphe adlı sohbeti ile devam etmektedir .27/04/2024 Cumartesi saat 13.00 da Adı geçen sohbete Tüm gönüldaşlarımız davetlidir.


<p>Kiymetli gonuldaslarımız , vakıf binamızdaki cumartesi sohbetleri Bu hafta Egitimci yazar Mehmet Ayman ın Gazzali d&uuml;s&uuml;nce sisteminde bilgi ve s&uuml;phe adlı sohbeti ile devam etmektedir .27/04/2024 Cumartesi saat 13.00 da Adı ge&ccedil;en sohbete T&uuml;m g&ouml;n&uuml;ldaşlarımız davetlidir.</p>


Başbuğ Velilerden 33

 

Ezelle ebed arası Allah'a doğru giden evliya kervanları arasında en şanlısına ait 33 kolbaşılı "Altun Halka - Silsile-i Zeheb" çerçevesidir ki, keyfiyet ölçüsüyle temel sayısını, bütün kainat gibi O'ndan alır.


«Velîler Ordusu» kitabında hayatı anlatılan 333 Velînin içine, «Bir» sayısını Allah Resulüne verdikten sonra mukaddes emaneti O’ndan alıp günümüze kadar getiren, O’nunla beraber 33 büyük velî, esere bilhassa alınmamıştı. ... 


VAKFIMIZIN YENİ YAYIYININI BEKLEYİN 
                 

             "CÜMLE KAPISI"

                YAKINDA


Kayseri Hava Durumu
Anket
Döviz Bilgieri
Merkez Bankası Döviz Kuru
  ALIŞ   SATIŞ
USD 0   0
EURO 0   0
       
Özlü Sözler
Kibirli İnsan Övülmez
Sponsorlarımız
A-LAİKLİK AKSİYON( İki kavram analizi) Mustafa cabat

 

 

LAİKLİK ÜZERİNE

                                                          Mustafa CABAT

 

       
 
 
 
 
   

Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı Yayınları :1

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

1.  Basım        : Haziran 2007

Baskı Yeri     : KEK Vakfı

İrtibat Tel      : 0 352 222 54 17

Faks               : 0 352 222 70 84

Web                : www. kekvakfi. gen. tr

 

 

 

 

 

 

 

 

LAİKLİK ÜZERİNE

 

  Kısaca “Siyasî düzenlemelerde dinin herhangi bir belirleyiciliğinin olmaması”diye tanımlanabilecek olan laiklik kavramını anlayabilmek için en azından Hıristiyanlığın geçirmiş olduğu serencamı bilmemiz gerekmektedir. Bunun için bu kavramın etimolojisine daha sonra girmek üzere Hıristiyanlık tarihini mümkün olduğunca özetleyerek,   konuya başlamak istiyorum.

a)Hıristiyanlığa yapılan zulümler:

   Tarihçi Renan’a göre İsa,   düşüncelerini yayarken karşısına dikilen yıkılmaz engel bilhassa Ferîsî’lerin (1) temsil ettiği Ortodoks Yahudilikten çıkıyordu. İsa gitgide eski kanundan (=Tevrattan) uzaklaşıyordu.  Ferîsîler Yahudiliğin sinirini,  kuvvetini teşkil eden hakiki Yahudilerdi. İsa daha Galile (2) şehrinde iken Ferisiler kendisini yok etmeye çalıştılar. İsa etrafını çeviren tehlikeleri hissediyordu. 18 ay Kudüs’e hacca gitmekten çekindi. Sonradan hacılar kervanı Kudüs’e hareket edince kimseden habersiz yola koyuldu. Bu onun Galile’ye son vedaı oldu. Kudüs’te tuzaklar ve itirazlarla çevrilmiş bir halde kötü niyetli Ferisiler tarafından durmadan takip ediliyordu. Galile’de bulduğu ve genç ruhlarda bir Tanrı vergisi olan o sonsuz inanma hasleti yerine burada adım başına o kadar başarı ile tatbik ettiği tesir vasıtalarına pek aldırmayan inatçı bir imansızlıkla karşılaşıyordu. (3)

   Vaazları buradaki taş yüreklilere hiç tesir etmiyordu. Bir gün mabette canı sıkılmış ağzından şu ihtiyatsız sözü kaçırmıştı;

   -- İnsan eliyle yapılmış olan bu mabedi görüyor musunuz?İstersem onu yok ederim ve üç günde insan eli ile yapılmamış bir mabed kurabilirim!

   Bu söz İsa’nın ölüm kararını mucip sebepler arasına girdi. Ferîsîler henüz Roma hakimiyetinin lağvetmediği müsamahasız bir teokrasinin kanunlarını İsa’nın aleyhinde kullanmak için onun her söylediğini kaydederlerdi. (4)

   İsa Kudüs’te önsezilerini artık gizlemeyerek yakında öleceğini arkadaşlarına bildirdi. Ferisiler ve Rahiplerin adamları İsa’yı yakalamağa karar verdiler. Bu hususta onun çıraklarının zayıf taraflarından faydalanabile-ceklerini umarak bunların ağzını aradılar. Aradıklarını Keriot’lu Yahuda’da buldular. Bu bedbaht,  anlaşılması imkansız sebeplerle üstadına ihanet etti. Lazım gelen bütün malumatı verdi. Hatta İsa’yı tevkif edecek olan müfrezeye kılavuzluk etme işini üzerine aldı. (5)

   2 Nisan akşamı çırakları ile son yemeğini yiyen İsa yemeğin sonunda;

   --Doğrusu ve doğrusu size derim,  içinizden biri beni ele verecektir!.  (Yuhanna-13/21)

dedi. Yemekten sonra Zeytin Dağı eteğinde bir bahçede otururken Mabedin eli sopalı çavuşları ve Roma askerleri müfrezesi tarafından tevkif olundu. Mahkeme edildi. Ortodoks Yahudilik bakımından gerçekten bir kâfir,  kurulu mezhebi yıkmaya çalışan bir adamdı. Kanun bu gibileri ölüm cezasına çarptırırdı. Mahkeme oybirliği ile İsa’yı ölüme mahkum etti. Fakat bu kararı valiye imzalatmak lazımdı. Vali Pilatus bu kararı tasdik etmekte çekimser davrandıysa da Yahudilerin kendisini Kayser’in düşmanı olarak gösterebileceğinden çekindi. Olup bitecek şeylerin bütün sorumluluğunu Yahudilere yükleyerek kararı imzaladı. Yahudiler;

   “Kanı bizden ve çocuklarımızdan sorulsun!” diye bağıraraktan bu sorumluluğu tamamen üzerlerine almışlardır. Demek ki İsa’yı mahkum eden ne Pilatus’tur ne başkası. Bu işi yapan eski Yahudi Partisidir. Musa’nın kanunudur. (6)

   İsa’nın ölümünün gerçek sebebi dini olmakla beraber,  düşmanları onu devletin emniyetine kasteden bir kimse olarak göstermeye muvaffak olmuşlardı. Haç’a germek kölelere mahsus bir roma cezası idi. Bunu İsa’ya tatbik etmekle ona hırsızlara,  haydutlara,  şakilere yapılan muamele yapılmış oluyordu. Romalılarda cellatlığı askerler yapardı. Yeni fatihlerin zalim itiyatlarının getirdiği işkenceler olanca iğrençliği ile İsa’ya tatbik edildi. Yargıç kürsüsü önünde geçit resmi için çıkarmış oldukları elbiselerini ona tekrar giydirdiler. Taburun elinde evvelce ölüme mahkum edilmiş iki hırsız bulunduğu için,  üç mahkum bir araya getirildi. Kafile idam yerine doğru yola koyuldu. Kudüs’ün dışında Golgota denilen yerde kendisini soydular ve haça gerdiler. Haç birbirine T şeklinde bağlanmış iki direkten yapılırdı. Evvela haçı dikerler sonra mahkumu çivi ile ellerinden çakarlardı. Ayaklar da çok zaman çivilenirdi. Haçın büyük direğinin ortasında mahkumun bacakları arasına girerek vücudun sarkmasını önleyecek şekilde bir ağaç çakılırdı. Bu olmazsa eller yırtılır,  vücut yığılırdı. İsa bu işkenceleri içine sindire sindire tattı. Haça gerilenlere su verilmediği için içi yanıyordu. Su istedi. Bir asker bir süngeri yanında bulunan sirkeli suya batırdı,  bir kamışın ucunda İsa’ya uzattı. İsa süngeri emdi. Galile’li sadık kadın dostları uzakta duruyor,  kendisini gözden ayırmıyorlardı. İsa’nın zayıf bünyesi işkenceye fazla dayanamadı,  üç saat sonra kalp damarlarının birinin çatlamasıyla öldü. (7) Burada bir parantez açarak bizim inançlarımızla asla örtüşmeyen yukarıdaki tablonun aslını Kur’an-ı Mübîn’den meal olarak vermek istiyorum;

Nisa; 155- Verdikleri sözden dönmeleri,   Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri,   haksız yere peygamberlerini öldürmeleri ve "kalblerimiz kılıflıdır" demelerinden dolayı (başlarına türlü belalar verdik).  Doğrusu Allah,   inkârları sebebiyle onların kalplerini mühürlemiştir.  Pek azı hariç onlar inanmazlar.

156-(Kalblerinin mühürlenmesinin diğer bir sebebi de İsa'yı) inkâr etmeleri ve Meryem'e büyük bir iftirada bulunmalarıdır.

157- Bir de "Biz Allah'ın peygamberi Meryem oğlu İsa Mesih'i öldürdük" demeleridir.  Oysa onu ne öldürdüler,   ne de astılar.  Fakat öldürdükleri kimse,   onlara İsa gibi gösterildi.  Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler,   ondan yana tam bir kuşku içindedirler.  O hususta bir bilgileri yoktur.  Sadece zanna uyuyorlar.  Onu kesinlikle öldürmediler.

158- Fakat Allah onu kendisine yükseltmiştir.  Allah,   aziz (daima üstün)dir,   hikmet sahibidir.

159- Kitap ehlinden hiçbir kimse yoktur ki,   ölmeden önce ona (İsa'ya) iman etmiş olmasın.  Kıyamet gününde o,   onlara şahitlik edecektir.

160/161- Yahudilerin zulmetmeleri ve birçok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları,   yasaklandıkları halde faiz almaları ve insanların mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle daha önce kendilerine helâl kılınan temiz şeyleri haram kıldık.  Onlardan kâfir olanlara can yakıcı bir azap hazırladık.

Hadid; 26.  Andolsun,   Nuh'u ve İbrahim'i elçi gönderdik,   peygamberliği ve kitabı bunların zürriyetleri arasına koyduk.  Onlardan yola gelen de vardı,   ama onlardan çoğu yoldan çıkmışlardı.

27.  Sonra bunların izinden ard arda peygamberlerimizi gönderdik.  Meryem oğlu İsa'yı da arkalarından gönderdik,   ona İncil'i verdik ve ona uyanların yüreklerine bir şefkat ve merhamet koyduk.  Uydurdukları ruhbanlığa gelince onu,   biz yazmadık.  Fakat kendileri Allah rızasını kazanmak için yaptılar.  Ama buna da gereği gibi uymadılar.  Biz de onlardan iman edenlere mükafatlarını verdik.  İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır.

Saff(İsa); 6- Meryem oğlu İsa da: "Ey İsrailoğulları! ben size Allah'ın elçisiyim.  benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici olarak (geldim). " demişti.  Fakat onlara apaçık delillerle gelince "Bu,   apaçık bir büyüdür. " dediler.

7- İslâm'a davet olunduğu halde Allah üzerine yalan uydurandan daha zalim kim olabilir? Allah zalim toplumu doğru yola iletmez.

Enfal; 30- Yahudiler,   "Uzeyir Allah'ın oğlu" dediler,   Hıristiyanlar da "Mesih Allah'ın oğlu",   dediler.  Bu onların kendi ağızlarıyla uydurdukları sözlerdir.  Daha önce inkâra sapmış olanların sözlerine benzetiyorlar.  Allah onları kahretsin,   nasıl da saptırıyorlar!

31- Onlar,   Allah'dan başka bilginlerini ve rahiplerini de kendilerine Rab edindiler,   Meryem oğlu Mesih'i de.  Oysa onlar bir olan Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı.  Allah'dan başka hiçbir ilâh yoktur.  O,   müşriklerin ortak koştuğu şeylerden de münezzehtir. (8)

   Bizim konuyla ilgili inançlarımızı böylece belirttikten sonra şimdi,   Fransız tarihçisi Ernest Renan’ın eserinde Hıristiyan dünyasının  Tanrı’nın oğlu diye inandığı kişiye yapıldığına inanılan muameleleri tekrar hatırlayalım. Batı kültür ve tarih çevresi içerisinde yetişen insanların büyük bir çoğunluğu Fransız tarihçi Renan’ın İsa’nın Hayatı adlı eserini,  bunun yanı sıra benzeri yüzlerce dökümanı okumuş,  seyretmiş,  dinlemiş,  yukarıda anlatılan sahneleri hafızasına ve hattâ genlerine kazımıştır. Batı kültür ve medeniyeti içerisindeki Yahudi düşmanlığının gerçek sebebi Hz. İsa’ya yapıldığı zannedilen bu işkence sonucu ölüme,   Yahudilerin sebep olmasıdır kanaatin-deyiz. Kitapta bilhassa vurgulanan “-Kanı bizden ve çocuklarımızdan sorulsun!” ifadesi  buna delil olarak gösterilebilir.

   Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği zannedilişinden 5 yıl sonra Yahudilerin tuzağa düşürdüğü ilk kurban Sen Etyen oldu. Havarilerin en hararetli ve gözükarası olan Etyen’i küfürle itham eden Yahudiler onu recmederek öldürdüler. İsa dini 36 yılından sonra henüz yavaş yavaş ilerliyor bu ilerleyiş Yahudilere müthiş dehşet veriyordu. 39 yılında Yahudi ülkesinin kralı Herod,  ilk hamle olarak havarilerden Jak’ı kısa bir soruşturmadan sonra öldürdü. Jak’ı ihbar eden Yahudi,  havarinin yargıçlara karşı gösterdiği heybetten o hale geldi ki,  mahkemede “-Ben de İsa dinine giriyorum beni de öldürün!” diye bağırdı ve beraberce öldürüldüler. Kral Herod havarilerden en meşhuru Sen Piyer’i de yakalatıp zindana attırır. Burada müthiş işkencelere tâbi tutulan havari her nasılsa hapisten kurtulur. Gece karanlığında Kudüs’ün dar sokaklarından geçerek yoldaşlarına durumu anlatır ve meçhul bir semte doğru uzaklaşır. Yahudi Kralı bu firara çok öfkelenir ve bütün Kudüs’ün bunlardan temizlenmesini emreder. Silahlı askerler şüpheli evleri basar,  içindekileri hicrete zorlarlar. Hz. İsa bağlılarının çekildikleri yer yeni dinin ikinci merkezi olan Antakya şehridir. Miladın 50. yılında yeni dinin sesi Filistin’de kesilmiş gibidir. O sırada An isimli bir hahambaşı İsevî birliğini yok etmek için yapmadığını bırakmaz. İsevileri mabette halka karşı İsa Peygamberi inkara zorlar. Fakat “-Asla! Asıl sizin Mabedinizi inkar ediyoruz!” cevabını alır. Bunları uçurumdan aşağı atarlar. Ölmeyenleri taşla öldürürler. Yahudi Krallığı Romalılar tarafından ortadan kaldırıldıktan sonra İsevi’ler,  Suriye’den Roma’ya kadar yeni dini yaymaya başlayacaklar ve buralarda Yahudilerin taş yağmuru yerine aç aslanlara atılacak-lardır.

   Miladi 64 yılında Roma’da bir yangın başlar. Nüfusu taşkın ve ahşap evlerin yaygın olduğu bu beldede yangın sık sık olmaktadır. Fakat bu sefer bütün Roma sanki yüz yerinden kundaklanmış gibi her tarafından yanar. 150 saat sürüp her şeyi bitirdikten sonra söner. Roma halkına göre şehri deli imparator Neron yakmıştır. Kargaşalık müthiş bir şekilde artınca saray telaşlanır. Yangına bir sorumlu aramaya başlar ve hâlâ ne istediği,  nereye doğru yol aldığı Romalı kafasınca meçhul İsevîlere bu sorumluluk yüklenir. Derhal tevkifler başlar. Fakat bütün sorgular boşa çıkar. İsevî zanlıları kamçı,  kerpeten,  mengene işkence çarkı altında sükûta devam ederek hiçbir şey bilmediklerini söylerler. Şimdiki Sen Piyer kilisesinin yerinde her gün çarmıha gerilenler,  çarklarda uzuvları koparılanlar tümenleri geçer. Bunlarla yetinilmeyerek İsevîlerden kadın,  erkek,  genç,  ihtiyar,  çocuk demeyip bir çoğunu soyarak üzerlerine geyik postu geçirirler. Sarayın korusuna bırakarak,   üzerlerine çoban köpeklerini saldırtıp parçalanışlarını seyrederler. Neron bu zulümlerin tamamlandığı gece zafer arabasıyla facialar koruluğundan geçer. Yolun iki yanında meşale yerine kullanılan İsevîler tepeden tırnağa tutuşturulmuş cayır cayır yanmaktadır. Hadise sırf Roma’da da kalmayıp imparatorluğun her köşesindeki İsevîlerin yok edilmesi emredilir. Miladî 64 den 314 e kadar İsevîler zalimlerin zulmü altında korkunç bir şekilde ezildiler. Onları zorla Roma Putlarına itaate zorladılar. Eski imparator Ogüst’ün eşkiyalara karşı icadettiği insanları aç aslanlara parçalatmak cezasını onlar aleyhinde kanunlaştırdılar. Afrika’nın en yırtıcı hayvanları bu iş için tutulup Roma’ya getiriliyor,  günlerce aç bırakılıyor,  kan safası günü halk,  seyirlerin en cazibelisine kavuşmak için sırtında en parlak tuvaleti,  sirke can atıyordu. Aslanlara atılmakta çocuk,  genç,  ihtiyar İsevîlere hiçbir istisna yoktu. Sadece eski Roma kanunları bakire kızların öldürülmesini engellediği için,  küçük kız çocuklarının cellatlar tarafından ırzına geçiliyor,  sonra da meşru bir iş yapıldığı emniyetiyle aslanlara parçalatılıyordu. İsevîlik halkın gözünde o hale gelmişti ki harp patlasa,  kıtlık olsa,  yer sallansa hep bir ağızdan “İsevîler aslanlara,  İsevîlere ölüm!” diye bağırıyorlardı. İsevîlik 380 yılında Roma tarafından resmî din kabul edilinceye kadar bu vahşet devam etmiştir. (9)

   b) Hıristiyanların yaptığı zulümler:

   Engizisyon;Meşhur engizisyon reislerinden Fransua dö Masedo adlı kilise adamı; “-Biz Adem ve Havva’dan gelmiyor muyuz?Öyleyse engizisyon da Allah’tan gelmektedir. ” diye sakat ve ahmak bir mantıkla kendi zulmünü Allah’a isnat etmekte ve “İlk engizitörlük vazifesini ceza meleklerini yaratarak bizzat Allah gördü. Adem ile oğlunu cezalandırmakta ve insanlığı tufana boğmakta onları görevlendirdi. Ondan sonra Allah engizitörlük vazifesini Sen Piyer’e devretti. O da Anani ve Zafira’yı öldürerek vazifesini yaptı. Sen Piyer’in halefleri papalar ise bu vazifeyi devam ettirdiler. ” demektedir.

   İşte kilisenin engizisyon anlayışı budur. İlk engizisyon 1208 de kuruldu. Kuruluş sebebi Güney Fransa’da yayılmaya başlayan kilisenin küfür saydığı itikatlardır. Papa 3. İnosan adında bir rahip Gol ülkesinde ilk mahkemeyi kurmaya memur edilmiştir. Mahkeme reisi 12. Asrın aziz bilinenlerinden Dominik dö Güzman ve emrindeki 12 cellat papaz Katolik Roma Kilisesi’nin düşmanlarını aramak,  bulmak ve cezalandırmak gayesiyle harekete geçip Güney Fransa’daki kilise inanışlarını reddeden Albijua isimli mezhebin mensuplarından binlercesini ateşte yaktılar. 1216 da Kardinaller Meclisi “En ücra kovuk ve mağaralara kadar sızmak ve oralarda saklanan sapıkları yakalamak. ” Kararını aldı. Bunlar bir zamanlar böyle mağaralarda ilk İsevi’lerin saklandığını ve kendilerini oralarda putperest Romalı’ların aradığını unutuyorlardı. Şimdi de münezzeh İsa dini asliyetinden uzaklaştırılarak yüzde yüz putperest-liğe götürülmüş bulunuyor,  bu abeslere karşı direnenler de ateşte yakılmak üzere aranıyordu.

   3. İnosan’dan sonra 3. Honorius kilise mensuplarının hamlelerini artırmalarını emretti ve engizisyon sahasını genişletti. Sen Dominik ise “Engizisyon Yakınları” teşkilatını kurarak “Dominiken” adlı dinî rütbe icad etti. 1232 de Papa 9. Greguar yeni hamlelere girişerek Almanya İmparatoru ve Sicilya Kralı 3. Frederik’in,   engizisyon teşkilatını himayesi altına almasını sağladı. Fransa Kralı Filip Ogüst,  Dominikçi katliamları teşvik ediyor,  peşinden gelen 8. Lui,  ordusunun başında engizitörlere yardıma koşuyordu. 1233 de İspanya’da mevzuu öbürleri gibi sihirbazlık ve küfür olan ilk engizisyon kuruldu. Burada o kadar ileri gidildi ki sapık oldukları söylenen kimselerin kemikleri mezarlarından çıkarılarak atıldı. Binlerce insan yakıldı. İspanya engizisyonu Napolyon’a kadar sürmüş,  ondan sonra yine hortlayarak 19. Asır ortalarına kadar devam edebilmiştir. İspanya’da yeni fikirciler,  düşünenler,  düşündüğünü söyleyenler,  Yahudiler takibe uğrayarak niceleri tahtakurusu gibi yakılmıştır. 3-4 asır içinde sırf İspanya engizisyonunda 35 bin kişi diri diri yakılmış,  19 bin kişi işkenceyle öldürülüp cesedi yakılmış,  290 bin kişi küreğe ve müebbet hapse çarptırılmış,  200 bin kişinin muhtelif surette izleri kaybedilmiş,  5 milyon kişinin malları yağma edilip kendileri sürülmüştür. (10)

   Engizisyonun suçlandırdığı kimseler mahkum oldular mı,  mallarına mülklerine el konur,  servetleri yerine göre devlet,  kilise ve kendilerini ele verenler arasında bölüşülürdü. Çocukları mirastan mahrum kaldıktan başka,  öteki kilise düşmanlarını ele vermek suretiyle ana babalarının günahlarını ödemedikçe herhangi yüksek bir makama seçilemezlerdi. (11) 

 Engizisyon idaresi denince akla 13. Asırdan 17. Asra kadar cihanda eşi görülmemiş bir zulüm ocağı gelir. Engizisyon idaresinin Büyük Engizitör isimli temsilcileri her memlekette kraldan üstün bir salahiyete sahipti. 15. asırda İspanya umumî engizitörü “Torkemada” isimli biriydi. Bu adam 1425 yılında 65 yaşında olmasına rağmen çok sağlam ve anlatılamaz derecede kadına düşkündür. Adamları sayesinde elde ettiği kadınlar engizisyon korkusuyla dize gelmektedir. Aksi halde dinsizlikle suçlandırılıp ateşte yakılırlar. Torkemada ve emrindeki vilayet engizitörleri İspanya’da ırz,  mal,  şeref,  vicdan,  fikir gibi aziz şeylerin hepsine birden musallattır. İspanya engizisyonunun en büyük zulüm hedeflerinden birisi de Yahudiler olmuştur. Torkemada 1487 de Papa’dan bir ferman koparmıştır. Bu fermanla bütün krallar,  prensler ve idareciler,   Yahudileri ve onları koruyanları yakalatıp engizisyona teslim edeceklerdir. Kral Ferdinand’ın askerleri Araplar’ın elindeki Malaga’yı düşürünce âdil Müslümanların serbest tuttuğu Yahudiler engizisyonun eline geçer. Bunlardan bilhassa 7 erkek,  3 kadın ve 2 çocuktan ibaret 12 sine yapılan zulüm yürekler acısıdır. Kamış işkencesi yapılmak üzere soyulan bu Yahudiler direklere bağlanır ve karşılarına bir okçu kıtası dizilir. Okçular ince ve sert kamıştan uçları sivriltilmiş oklarla öldürücü noktalara vurmadan zavallılara binlerce kamış yağdırır. 3-4 saat halk bıkıncaya kadar devam eden işkence sonunda Yahudilerin gözleri patlamış,  dudakları parçalanmış,  memeleri delinmiş,  karınları iğne yastığına dönmüştür. İspanya Yahudilerinden bu 12 kişi 24 saat can çekişerek,  kıvranarak ölür. İspanya’da tek Yahudi kalmadığı gün huzurumu bulacağım diyen,  105. 294 kurbanı içinde çoğu Yahudi olan Torkemada 78 yaşında öldü. Ondan sonra daha neler geldi ve ne zulümler yapıldı. Biz burada Kilisenin Bruno (Giordano Bruno 1548- 17 Şubat1600-İtalyan Filozof) ve Galile’ (Galileo Galilei,   (1564-1642),   modern fiziğin kurucularından olan İtalyan bilim adamı. ) ye yaptığı zulümlerden bahsedip geçeceğiz;

   Avrupalı,   Bruno’yu uyanış devrinin meydana getirdiği en büyük felsefî düşünce adamı olarak görür. 1548 de İtalya’da doğdu. Genç yaşında Dominiken Papazı oldu. Henüz bıyıkları terlerken etrafını sual yağmuruna tuttu. Hocaları hakkında; “-Bu gençte Rafızîliğe istidat var. ” Hükmünü verdiler. Ufak tefek disiplin cezalarından sonra iş engizisyon mahkemesine götürüldü.  Bruno takiplere aldırmadı ve İtalya’dan çıkıp gitti. Gezmediği yer kalmadı. Her gittiği yerde insanoğlunu bekleyen fikir inceliklerini anlattı. Cenevre,   Oxford,  Prag ve Frankfurt’u gezdi. Bir ara Paris’te dersler verdi. Taarruz hedefi olarak ta karşısına kilise fikriyatını aldı. 1591 de Venedik’e gelerek kendisini belanın tam merkezine atmış oldu. Bir yıl sonra tevkif edilip engizisyon huzuruna çıkarıldı. Eserlerinin sorgu müessesesince tahlilinden sonra; “-Bütün bu Rafızî fikirlere karşı ne dersiniz?” diye sordular.  Bruno; “-Bunlar benim felsefî kanaatimdir. Onları Katolik akidelerine hücum etmek için yazmadım. ” dedi. Gayet cesur bir eda ile başlayan müdafaaları kırıla kırıla o hale geldi ki son celsede “-İşlediğim günahların affını Allah’tan ve siz aziz efendilerimden alçak gönüllülükle niyaz ederim. ” diyecek kadar zillete düştü. Onun bu haliyle Roma engizisyonu karşısındaki kahraman edayı anlamak imkansızdır. Büyük ihtimal kendisine ağır işkenceler tatbik edilmişti. 1592 de Roma engizisyonu onu Venedik’ten isteyerek Roma’ya getirdi. Burada 7-8 sene nasıl yaşadığı meçhul olan Bruno’yu 1600 yılında birdenbire engizisyon huzurunda görüyoruz. Kendisine fikirlerini düzeltmesi için 40 günlük mühlet verilmesine rağmen düşüncelerinde açıkça bir dönüş görülmez. 8 Şubatta baş hakimin sarayında diz çöktürülerek karar dinletilir. Kararda Bruno’nun fikir kaynakları,  eserleri,  felsefesi,  kendisini nedamete çekmek için gösterilen alâka ve onun bunları inatla reddedişi yer almaktadır. Bütün bunlardan sonra o aforoz edilmiş biri olarak ateşte yanmaya mahkum edilmiştir. Kararın okunması bitince Bruno ayağa kalkar salondakileri hakaretle süzdükten sonra onlara; “-Hakimler,  siz aleyhimdeki bu kararı,  onun bana saldığı dehşetten daha büyük bir korku içinde veriyorsunuz. ”der. Hemen yaka paça muhafızlar tarafından zindana götürülür. 8 gün sonra meydanda bir ateş yakılır. Filozof,  askerler arasında gezmeğe çıkmış gibi sakin sakin yürüyerek ; “-Ben savaştım ya bu yeter!Gelecek nesiller tasdik edeceklerdir ki Bruno ölümden korkmadı. Ölü bir candansa,  canlı bir ölümü tercih etti. ” der ve ateşin üstüne çıkar. Duman bulutu arasından dudaklarını ısırarak iki büklüm kıvrılır. Bu arada kendisine bir haç gösterilir. O bunu,   başının sert bir hareketiyle iter,  istemez. Daha sonra alevler arasında gözükmez olur. Buruno,   küçük bir alçalma buhranı geçirdikten sonra zulme karşı yükselmesini bilmiştir.

   16. Asrın ikinci yarısında yaşamış olan Galile’ye gelince,   o müsbet bilgilerde devrinin en yüksek adamıdır.  Din bahsinde hiçbir cephe tutmamış olan Galile,  âlemin sadece fizik cephesi üzerinde derinleşmesi yüzünden ölüm saçan kilise tarafından Rafızî sayılır. Mücadeleci bir ruh taşımayan ve engizisyonun ne mal olduğunu bilen Galile her türlü ihtiyatına rağmen bir noktada boş bulunarak,   Kopernik sistemi hakkındaki görüşlerini mektupla  bir talebesine bildirir. Dünyanın döndüğünü doğrulayan bu mektubu düşmanları tarafından engizisyona sunulur. Engizisyon hemen bilgine pusu kurar. Bir buçuk asırdır resmî tepki görmeyen Kopernik sistemi Galile vasıtasıyla Rafızîlik ilan edilir ve bu davayı doğrulayan bilgin hesaba çağrılır. Galile kendi isteğiyle hesap vermeye gider. Kendisine Güneşin sabit,  Arzın hareket halinde bulunduğu fikrinden vazgeçmesi ihtar edilir. Rivayete göre Galile bu emre baş eğer. 1632 de “Dünya Hakkındaki İki Sistem” adlı kitabını neşreder. Kitap büyük bir alâka toplar. Kilisenin tepkisini de son haddiyle kamçılar. Eserin satışı durdurulur ve bilirkişi kurulundan şöyle bir rapor alınır; “Kitapta dinin kabullendiği hakikatler bir budalanın ağzından müdafaa edilmekte fakat zıt iddia kuvvetle savunulmaktadır. Kitabın kaçamaklı üslubu yazarının bu nazariyeyi benimsediğine şüphe bırakmamaktadır. ” Ayrıca bu raporda Galile’nin ahdini bozduğu ve papayı aldattığı da belirtilir. Bundan sonra tevkif edilip hemen Roma’ya gönderilmesi ve prangaya vurulması emri çıkar. Galile,  Papanın ayağına kapanacak kadar ürkmüştür. 1633 de Roma’ya getirilen bilgini engizisyon huzuruna çıkarırlar. Engizisyonun korkunç zulmü Galile’ye işkence edip öldürmek değil,  ruhî durumu her zillete müsait olan bu adamı sınırsız derecede alçaltmak olacaktır. Galile ilk önce 17 yıl evvelki ahitlerine ihanetten sorguya çekilir. 30 Nisan celsesinde yüzükoyun yere kapanmış olarak kilisenin ayaklarını öpmekte ve “-Suçumu itiraf ederim,  yazılarımda ahdime aykırılık kokusu vardır. ”demektedir. Baskı arttıkça da; “-Şunu da itiraf ederim ki benim suçum boş bir hırstan ve cahillikten gelen bir şeydir. Arz ve Güneş hakkındaki yasak fikirleri müdafaa etmeyeceğimi göstermek için bana gerekli zaman verilirse bütün bunları yerine getirmeye hazırım. ”  “-İlk ahdimi unutmuş olmamı mazur görünüz. Suçumu hafifletici sebep olarak ta ihtiyarlığımı ve acınacak derecede düşkün vücudumu göze alınız. ”der.

   Bir Avrupalı tarihçiye göre Buruno’yu yakan mahkeme mi,  yoksa şen’î vasıtalar ve kurtuluş vaadiyle böyle haysiyetsiz itiraflar koparmaya tenezzül eden yargıçlar mı daha fena hareket etmişti?

   21 Haziran celsesinde “-Kopernik’in fikirlerini terk ettim,  sözlerimi geri alıyorum,  bana istediğinizi yapın vazifem itaattir. ” diyerek alçalmanın zirvesine ulaşmaya mecbur edilir. 22Haziranda yüzlerce insanın önünde fikirlerinden dönme merasimi yaptırılarak hayatını şu zillet ifadesiyle korur; “Kopernik mesleğini müdafaa etmek yolunda Mukaddes Ofis’in emirlerine aykırı hareket ettim. Samimi kalb ile iddialarımı geri alıyor kiliseye aykırı her kanaate lanet ediyorum. ”

   Tarihte,  kanaatlerini kendi ağzıyla reddeden başka bir insan bulmak çok zor olduğuna göre bunu Galile’nin korkusuna değil,  engizisyonun korkutma şekline bağlamak lazımdır. Kuvvetini,  ihtiyarın zaafından almaya tenezzül eden engizisyon,  ona manevî işkencelerin en ağırını revâ görmüştür. Bu bakımdan aslında zulme uğrayan Galile’nin şahsında hakikat arayıcılığı ve insan şerefi,  zalim ise kilisenin ta kendisidir. (12)

   Engizisyonun kovuşturma bilançosuna bakılınca ürpermemek elde değildir. 1227 ile 1493 arasında engizisyona kurban gidenlerin sayısı Roma’nın kovuşturmalarına kurban giden Hıristiyanların sayısından kat kat üstün olduğu gibi,  engizisyonun işkence usullerinin yanında Romalılarınkinin pek basit kaldığı düşünülürse engizisyon tarihinin,   insanlık tarihinin en karanlık sayfalarından biri olduğu söylenebilir. (13)   Halkın maddî ve manevî yardımıyla desteklenen engizisyon,  Batı Hıristiyanlığının parçalanmasını en az 300 yıl geri atmaya muvaffak olmuştur.

   İsevîlere; Yahudilerin ve onların kışkırtmasıyla Romalıların yaptığı zulüm ve işkenceleri yukarıda Ernest Renan’ın İsa’nın Hayatı adlı eserinden takip etmiştik. Bu zulümler 313 yılında Roma İmparatoru Konstantin’in yayınladığı Milan Fermanıyla yeni dini himaye altına almasına kadar hemen hemen üçyüz yıl boyunca devam etmiştir. Milan Fermanıyla imparatorun topraklarında yaşayan Hıristiyanlar bir parça nefes almaya başlamışlardır. 380 yılında vaftiz olan Roma İmparatoru 1. Thedosios’un Hıristiyanlığı Roma İmparatorluğunun resmî dini ilan etmesinden sonra durum tersine dönmüş,  Hıristiyanlar devlet otoritesine sırtlarını dayadıktan sonra bu sefer kendileri Hıristiyan olmayan “aykırı inanlı”lara karşı onların daha önce kendilerine uyguladıkları vahşetin daha büyüğünü uygulamaya başlamışlardır. Böylelikle ilk İsevi’lerin intikamını fazlasıyla almışlardır. Hıristiyanların akıl almaz,  havsala yakıcı zulümleri 1789 Fransız İhtilaliyle birlikte yeni bir kavramın doğmasına yol açmıştır. Batının kanlı tarihi içerisinde bu yeni kavramın ortaya çıkması özellikle papaz tasallutunu göz önüne aldığımızda gerekli,  zorunlu ve anlaşılabilir bir durumdur. Her biri ayrı bir din olan yüzlerce kilisenin 1789 yılına gelinceye kadar birbirine savaş ilan etmiş olan dağınık yapılanmasına belki de bu ihtilal sayesinde dur denilmiş,   toplumun kiliseler eliyle parçalanmış durumdaki yapısı devlet eliyle kontrol altına alınmış olabilir.

 

c)Laikliğin anlamı ve doğuşu:

   Şimdi bu noktada Laiklik kavramının tanımını vermeye gayret edeceğiz.  Kavramın etimolojik açılımı bize en azından kavram hakkında bir ön fikir sağlayacaktır kanaatindeyim;

 (laîc=laiqe)Grekçe (laikos=  ‘halka’,   kalabalığa,   kitleye ait),   Latince (laîcus) aslından alınmış Fransızca bir kelimedir. Lugat manasıyla ruhanî olmayan kimse,  dinî olmayan şey,   fikir,   müessese,   sistem,   prensip demektir.  Dinî olmayan,  ruhanî bir mahiyet taşımayan fikir,   müessese,   prensip ve hukuka laik denildiği için,   laik hukuk denince bundan dinî olmayan,   esaslarını dinden almayan hukuk,   laik devlet denince de dinî akîde ve esaslara dayanmayan devlet anlamak lazım gelir. Yukarıdaki açıklamalar ışığında laiklik şöyle tanımlanabilir: Sosyal,  siyasî ve benzeri faaliyetlerin tümünde dinin hiçbir belirleyici tesirinin bulunmaması.

 Terim olarak lâiklik,   Grekçe "laikos" sıfatından elde edilmiştir.  Grekçe’de din adamı sınıfından olmayan,   halktan kişilere "laikos" denilmekteydi.  Lâtince’ye "laicus" ondanda Fransızca’ya "laigue" olarak intikal etmiştir.    Laiklik terimi Fransa’da 1870 li yıllarda kullanılmaya başlanmış Larousse’a 1873 te girmiş ‘laik olanın özelliği’diye tanımlanmıştır.  Terim,   ilkçağ Grek medeniyetinden sonraki yüzyıllarda,   Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde,   dînî düzenle kurulmuş bir toplumsal yapıda,   din adamları sınıfı (clerici) dışında kalan müminler topluluğuna yunanca "laikoi" İtalyanca "laici" denilmekteydi.  Fransızca’daki laicite,   laic,   laicisme sözcükleri bu kökten gelmiştir.  İngilizce’deki "secularism",   "secular" kelimeleri de dünyevîcilik,   dünyaya ait anlamında laikliği karşılamaktadır.  Ancak din ve devlet ilişkisi bakımından secularizm ile laiklik arasında bir fark vardır.  Laikliğin,   Grekçe bir kökten gelmesine Katolik,   Ortodoks ve Fransız kültüründe kullanılmasına karşılık,   ‘secular’kelimesi Latince kökenlidir ve Protestan,   Anglikan Kilisesi,   İngiliz ve Alman kültüründe kullanılmıştır.  Secularism ,  din ve devletin ayrı ayrı bağımsız kurumlar olmalarını savunurken; laiklik,   Katolik Hıristiyanlığın etkili olduğu ülkelerde dinin,   devletin mutlak otoritesi altında olması gerektiğini savunur.  Dünyevîleşme anlamına gelen secularizm,  dinî olan bütün kaideleri hayatın dışında kabul etmek demektir. Çoğunlukla laiklikle anlamdaş olarak kullanılmasına rağmen,  secularizm bir hayat tarzını ifade eder,  laiklik ise o hayat tarzının siyasî teşkilatını gösterir. Demek ki secularizm bu dünyanın anlamını yine bu dünyanın içinde bulur. Ötelere ait hiçbir düşünce ve inanca sahip değildir.

  Meydan Larousse’a göre; Felsefî bakımdan laiklik,  iman ve inanç yerine aklın hakimiyetini kabul eden bir anlayıştır. Bu anlayışa göre devletin dine karşı çıkması gerekir. Siyasî açıdan laiklik,  siyasi iktidarların dini kudretten ayrılmasıdır. Laikliğin hukukî anlamı,  soyut olarak devlet ile dinin birbirine barışmaması şeklinde ifade edilebilir.

   Bugünün Garp memleketleri hukukunda laiklik,  din ile devletin ayrılması ve devletin din,  dinin de devlet işlerine karışmaması,  memlekette mevcut din ve mezheplere karşı devletin tarafsız bir vaziyet alması,  bunlardan hiçbirini diğeri aleyhinde hususi surette imtiyazlandırmaması,  buna mukabil dinin de devlete karşı nisbî de olsa bir muhtariyet içinde ahlakî ve manevî hayatın nizamı olarak hüküm sürmesidir. (14)

   Laiklik din ile devletin birbirinden ayrılması,  dinin manâ ve ruh âleminde ve ferdin hususi hayatı ile ailesi harîminde,  devletin de madde ve cisim âleminde ve cemiyetin umumî hayatında hükümran olması demektir. Laik devlette din,  vatandaşın ruhunda ve ahlâkiyatında,  hususi ve manevî hayatında,  devlet ise cisminde ve umumî münasebetlerinde hüküm süreceğine göre,  ferdin ruhu ile cismi birbirinden ayrılmış ve iki ayrı kumanda merkezine bağlanmış olacaktır. (15)

     Devlet ve din ilişkileri değerlendirildiğinde bunların belli başlı iki kategoride düşünülebileceği fark edilir. Bunlardan ilkinde dinle devlet arasında sıkı bir ilişki söz konusudur. Buna göre devlet ya belirli bir din veya mezhebin esaslarına göre yönetilir ki buna “teokrasi” adı verilir ya da belli bir din ve mezhebi destekler yahut hüküm sürdüğü ülkedeki dinî hayatı kontrol ve idare eder. İkinci kategoride ise devlet ve din tam anlamıyla birbirinden ayrılmakta,  ne devlet dinî alana müdahale etmekte ne de inançlar devlet işlerinde bir etkide bulunabilmektedir ki buna laiklik adı verilmektedir. (16)

    Laik anlayış devletler tarafından uygulamaya konunca siyasi ve hukuki nitelik kazanmıştır.  Meseleye bu açıdan bakıldığında tanımını şöyle yapmak mümkündür;

   “Otoritenin ve hukukun kaynağı olarak ilahi bir kaynak ve otorite tanımamak,   devlet otoritesini dini unsurlardan ve tesirlerden uzak tutmaktır” (17)

        Buraya kadar yapılan tanımlardan da anlaşılacağı üzere,  hemen hemen bütün kavramlar hakkında olduğu gibi,   Laiklik kavramı üzerinde de mutabık kalabilece-ğimiz bir tanım bulmakta oldukça zorlanıyoruz. Bu ülkede sosyal yapı cemiyetin hayat tecrübeleriyle değil,  devlete egemen güçlerin zihinlerinde şekillenmiş kalıpların cemiyete giydirilmesi biçiminde teşekkül ettiği için,   üzerinde anlaşabileceğimiz bir kavram bulmakta güçlük çekiyoruz. Bu yüzden zihnimizde şekillenen her kavramı tek tek yeniden hasaba çekmeli ve yeniden tanımlamamız gerektiği kanaatindeyiz.

   İşte yeri;       

 “İnanmıyorum,   bana öğretilen tarihe!

   Sebep ne,  mezardansa bu hayatı tercihe?

(Muhasebe/Çile’den)

Laiklik,   ortaçağın ikinci yarısından itibaren anlam değişikliğine uğrayıp,   felsefî ve hukukî bir mahiyet kazanarak devlet yönetimi ile din ilişkilerinin bir tarzını ifade etmeye başladı.

Felsefî lâiklik,   iman karşısında insan aklının kendisini yönetecek ilkeleri yine kendi apriori (=deneyden önce)ilkelerinden elde edebileceğine olan sonsuz inançtır.  İmmanuel Kant'ın(1724-1804); "Aydınlanma,   insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olamama durumundan kurtulmasıdır.  Bu ergin olamayış durumu ise,   insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır.  

İşte bu ergin olamayışa insan,   kendi suçu ile düşmüştür; Bunun nedenini de aklın kendisinde değil,   fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aranmalıdır. "  ifadesi,   Batı dünyasının kendi tarihindeki ‘aydınlanma çağı’ diye nitelediği dönemin felsefî lâisizmini dile getirir.

Siyasi lâiklik,   devlet otoritesinin sınırlandırılmasının gelişmesinde,   siyasî kudretin dini kudretten ayrılmasıdır.

Hukukî lâiklik ise,   temel hak,   özgürlük ve eşitlik ilkelerinden hareketle,   doğrudan doğruya devletin yürütme organ ve ilkelerinden ayrılması prensibine dayanır.  İlke gereğince devlet hiç bir dini tanımayacağı gibi,   fertlerin bir dine sahip olma ya da dinî ihtiyaçlarını tatmin etmedeki tavır,   davranış ve eylemlerinde mutlak özgürlüklerini kabul eder.  Devlet,   dinî kurallara dayalı kanunlar çıkaramayacağı gibi,   dindarların dinî yaşantılarını olumlu veya olumsuz yönde sınırlandırıcı ilkeler dikte edemez.

Siyasî-hukukî bir anlam taşıyan "lâiklik" ile doktriner anlamdaki "lâisizm (=laicisme)" kapsam bakımından birbirinden farklıdır.  Doktriner anlamda lâisizm,   temelini fesefî lâiklikten alan ve bireysel ya da toplumsal hayatın en geniş bir biçimde dünyevî-uhrevî diye ikiye bölünmesini ifade eder.  Bu anlamda din,   iman,   vahiy,   ahlâk,   ilim,   sanat,   hayat ve akıl gibi genel kavramların lâik fikir akımları çerçevesinde yorumlama girişimlerinin genel bir formudur.

Meselâ; "lâik ahlâk" denilince,   dinî inanç ilkeleri ile ilişkisi olmayan,   otoritesini ya toplumdan ya da ferdin vicdan ve iradesinden alan,   kendisini akıl ilkelerine göre düzenleyen ahlâk anlaşılır.  Bu anlayışın felsefî kökeninde,   ilkçağın "mutlu olmak için nasıl yaşama-lıyım?" sorusuna bireysel haz (=hedone) düzleminde cevap arayan,   bireyin eylem ve isteklerinden hareket eden faydacı (=utilitarist) ilkeleri gözeten ahlâk söz konusudur.  Lâik-utilitarist ahlâk yüzyıllar boyunca bizzat kilisenin daha sonra feodal senyörlerin çıkarlarına,  1789 Fransız İhtilali sürecinde zengin elitlerin sermaye biriktirmesine,   kapitalizmin evrensel sömürü anlayışının teşekkülüne ve nihayet,   Marksist ideolojinin kurmaya çalıştığı siyaset teorisine kaynaklık teşkil etmiştir.

Lâik ahlâk,   ahlâkî değer ve davranışların temelinden dini çekip almak; yerine din dışı,   söz gelimi Liberalist veya Sosyalist ilke ve kuralları yerleştirmek demektir.  Lâik ahlâk,   zaman zaman toplumsal özelliklerde de ortaya çıkmıştır.  Bu anlamda,   dini ahlâk bir "Cemaat ahlâkı" iken; lâik ahlâk putlaştırılmış akıl olan üniversal aklı kendisine prensip olarak seçen bir "vatandaş ahlâkı"dır.  Bu vatandaşlık ahlâkı Fransız İhtilalinde burjuva sınıfının çıkarlarını korumak için ihdas edilmiş ve ilkçağın ateizmini örnek almıştır.  Böyle bir ahlâk da Kapitalist ahlâkın ilk kaynağıdır.  Kârı ve kazancı tahrik eden her şey (Kapitalist anlayış çerçevesinde) ahlâktır.  Böyle bir ahlâka göre dünyada kim daha zengin olursa,   Cennette de o kadar rahat ve müreffeh olacaktır.

Siyasî-hukukî bir ilke olarak Lâikliğin varlığı tümüyle "teokrasi" diye nitelenen "dine dayalı tanrısal devlet" karşısında anlam kazanmaktadır.  Bunun için lâikliğin açıklanabilmesi,   tanrı ve din kavramlarının Batı tarihi içinde ne gibi bir anlama sahip olduğunu açıklığa kavuşturmaya bağlıdır.

Batıda Fransa ihtilâli ile gerçeklik kazanmış olan lâiklik,   batı tarih ve kültür kavramı içinde özel anlamlar taşıyan theos-religion kavramında hayat bulan din-devlet ilişkisine "karşı olma" tarzında kurumlaşmıştır.  Bu anlamda lâiklik,   dünya tarihinin belirli bir kesitini işgal etmiş olan Greko- Lâtin medeniyetinin aşama aşama belirleyip şekillendirdiği,   Avrupa’nın uzun ve karanlık tarihi gelişiminin sosyal,   siyasal ve psikolojik şartlarının ortaya çıkardığı ve özellikle 1789 Fransız ihtilâlinden sonra devletin varlığını ve siyasî gücünü Hristiyanlık (Katoliklik) dini ve din adamları sınıfına karşı koruyabilmenin vazgeçilmez bir şartı olarak kabul edilir.

   Papalar ruhanî bir lider olarak her zaman kendilerini "Sezar'ın varisi" kabul ediyor,   krallar ise "imparatorlar nasıl hükmederlerse krallarda öyle hükmederler" diyerek otoriteyi elde bulundurma adına kıyasıya rekabet ediyorlardı.

Batıda kilisenin otoritesini zaafa uğratan nedenlerden birisi de "akıl" olmuştur.  Düşünce ve felsefenin,   kilisenin etkisinde olduğu skolastik dönemde "akıl" Hristiyanlık teolojisinde inanç konularını kavranılır hale getirmenin bir aracıydı.  Saint Clemens'in "anlamak için inanıyorum (credo ut intelligam)" şeklinde dile getirdiği ilke buna yöneliktir.  Ancak akıl,   dogmatik tutumu nedeniyle kilisenin kontrolünden uzaklaşarak muasırların elinde Rönesans çağının kiliseye karşı başlattığı çok boyutlu savaşın tek ve en önemli saldırı aracı oldu...  Bunun için Rönesans,   kilise dogmalarına karşı muhalefet olarak,   insan aklının yeniden kendisini keşfetmesi olarak tanımlandı.  İlkçağın din,   inanç (deizm),   sanat,   tabiat olaylarının izahı,   insanın birey-sel özgürlüğü,   evrenin yeni tanımı gibi konular Grek (Yunan) akıl geleneği içinde ama kiliseye aykırı bir biçimde yorumlandı.  Bu "akıl-kilise" çatışması Batı tarihinde gittikçe bilim-din çatışması olarak özel bir nitelik kazandı.

Teokratik düzene bir başka darbe de,   Reformasyon adı altında Hristiyanlık dini içinde meydana gelen büyük değişme-yenileşme hareketi tarafından vuruldu.  Reformasyon,   Rönesansın son dönemlerinde din-devlet ilişkisini yeni bir yorumla açıklıyordu.  Bu yeni yorum tarzı Almanya'da Luther(1483-1546),   Fransa’da Jean Calvin (1509-1564) tarafından temsil edilen Protestanlık idi.  Protestanlığın temel görüşü "Din kendi kabuğuna çekilmeli,   ruhbanlar manastırlarında ibadetleri ile meşgul olmalıdırlar ve dünya otoritesi sadece devletin olmalıdır" şeklinde özetlenebilir.  Bu şekilde 18. yüzyıla gelindiğinde Batı medeniyeti geleneksel Hristiyanlık (Katoliklik) hüviyetinden uzaklaşarak,   bunun cismanîleştirilmiş şeklini (Protestanlık) benimsedi.  Eckehard,   "Dinin doğrularının,   kilise doğrularından değil,   insanın gönlünün derinliklerinde yattığını,   salt doğruluğun bireyde bulunduğunu,   her dinsel inancın aslında bireysel vicdan işi olduğunu" vurgulayarak kilise inancından lâik inanca geçişin temellerini kurdu.  Luthercilik,   "katolikliğe reddiye,   protesto" anlamına gelen protestanlık yoluyla,   Katolik kilisesinin (dinin) devlet üzerindeki denetim ve otoritesine son verip bireyi vicdanî olarak kilisenin köleliğinden kurtararak devletçiliğin köleliğine geçiş yolunu açmış oldu.  Böylece,   Rönesans'ın son dönemlerine doğru Batılı aydınların aradığı,   aslında mitoloji (efsane) ile karışık karizmatik liderlerin maniple edebileceği dünyevî bir inanç şekli olan ilkçağın deizmi denilen "doğal din" ya da "akıl dini" akımının hızla yayılmasına zemin hazırlamaktı.  Teokratik yönetim biçimi karşısında gittikçe güç kazanan siyaset teorileri de hızla gelişmekteydi.  Kilise,   Roma İmparatorluğunun "hayaletine" bürünerek evrensel bir imparatorluğun temsilcisi oldu.  Oysa Rönesanstan sonra ilkçağın site-ulus devleti akımları Avrupa'daki ulusal krallıklar tarafından desteklenmekteydi.

Machiavelli (1469-1527),   antik çağdaki ulusal nitelikli devlet anlayışı ile Rönesansın dinden koparılmış devlet anlayışını,   yeni siyaset teorisi ile birleştirdi.  O,   "Hükümdar" adlı eserinde,   "Bütün gücünü milletten alan devlet,   milletin iradesinden başka güç tanımamalı" diyordu.  Bu görüşüyle o,   artık Avrupa’da kilisenin ruhanî otoritesinin yerini,   ulusal egemenliklere bırakması gerektiğini dile getirmiş oluyordu.  Bu görüşler milli krallıklar tarafından da desteklenmekteydi.  Çünkü ulusal krallar,   kilisenin daha fazla işlerine karışmasını istemiyorlardı.  Machiavelli'nin siyaset teorisi iki önemli varise sahipti.  Bunlar,   Montesguieu (1689-1755)ve J. J.  Rousseaue (1712-1778)idi.  Montesguieu'nun devlet teorisi papa veya krallar tarafından tek elde toplanan yasama,   yürütme ve yargının birbirinden bağımsız olması gerektiği görüşüne,   J. J.  Rousseaue ise çoğunluğun iradesine dayalı bir siyasal rejim -İngiltere modeli parlamentarizm- önermekteydi.  Her iki filozofun görüşleri Fransa'da patlak verecek olan 1789 ihtilâlini hazırlayan fikrin kaynağı oldu.  Bunun yanında Voltaire'in(1694-1778) ilkçağ deizmine dayalı "doğal din" anlayışı da kilise dininin yerine önerilmiş bir din olarak yeni politik doktrinin bir parçası ve tamamlayıcısı olarak aydınlanma çağı aydınlarının inanç ve akidesini oluşturdu.

Fransa'da ihtilâl arifesine gelindiğinde Zümreler Meclisi (Etats Generaux) papalığa danışmadan Fransa'daki kilise mallarına el koymakla yetinmemiş,   bir yeminle devlete sadakatlerini beyan etmelerini silah zoru ile temin etmeye yönelmişti.  Bu durum kilise ile krallık arasında önemli sorunlar oluşturmuştu.  Öte yandan kral ile kilise arasındaki ittifak ortak düşmanları olan senyörlere karşı devam etmekteydi.  Yine ihtilâl arifesinde çok keskin ayırımlara sahip sınıflar sorunu,   Avrupa toplumsal yapısının en önemli sorunu olma özelliğini göstermekteydi ve Avrupa'yı ihtilâllerin vatanı yapan geleneğin bir unsuru olarak birinci derecede bir etken rolündeydi.  Kilise büyük ölçüde bu sınıflaşmayı teşvik etmiş,   hatta sınıflaşmanın oluşmasına hem teorik hem pratik planda katılmıştır.  Kilisenin metinlerinden birinde,   "Tanrı insanlardan bir kısmının seigneur (toprak mülkiyetine sahip),   bir kısmının da serf (toprağa ve seigneur'un mülkiyetine bağlı) olmasını istedi "der.  (17). Fransa'da kral otoritesi sınır tanımaz bir genişlik göstererek bireyin en mahrem ve dokunulmaz haklarına uzanacak kadar aşırılıklar göstermekteydi.  Kral kendisini canlı kanun olarak tanımlıyor,   yargı,   hiç bir hukukî ilke tanınmadan keyfi uygulamalarla yürütülüyordu.  Bütün bunlar,   Avrupa'da laik devlet biçimine geçişi hızlandırıcı etkiler olarak rol oynarken,   sosyal yapıda önemli bir değişiklik teşekkül etmekteydi.  Bu yeni teşekkül,   burjuva sınıfıydı.  Kral,   senyörlerin etkisini kırmak için "kral imtiyazlıları" (kral burjuvası) adı ile bir toplumsal katman oluşturmuş ve bunlar kral parlamentosunun büyük bir çoğunluğuna sahiptiler.  Burjuvalar kralın himayesinde gelişerek ekonomik yönden söz sahibi oldular ve statülerini (sermayelerini) korumak için krala,   senyörlere ve kiliseye karşı örgütlü bir mücadeleye giriştiler.  Burjuvalar yoğun pozitif etkiler altında kalarak kilise-krallık sisteminin metafizik temelini Fransa'dan söküp atmakla önlerindeki en büyük engeli atacaklarına inanmaktaydılar ve bunda yanılmadılar.  1789'da İspanya'dan sürülen Yahudi asıllı bir aileye mensup Marat'ın da aralarında bulunduğu burjuva sınıfı Bastille'i zaptederek tüm burjuvaları serbest bıraktılar.  Arkasından 3 Kasım 1789'da "İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi" yayınlandı.  Bu beyannameye göre,   kanun hükümleriyle sağlanmış olan kanun düzenini bozmamak şartıyla hiç bir kimse,   dinî de olsa kanaatlerinden dolayı tedirgin edilmemelidir. (18) İnsan Hakları Beyannamesi,   bu ilkeleri ile doğrudan din-devlet ayırımını kabul ederek din ve dünya işlerinin birbirlerine müdahalesini reddederken her birinin kendi alanındaki özerkliğini de vurgulamaktadır.  Bu,   aynı zamanda dünya ve hayat hakkında düzenleyici ilkelere sahip olmayan kilisenin ilkelerine de uygundur.

1789'da başlatılan ihtilâl ile,   kralla beraber en büyük destekçisi kilisenin toplum-devlet hayatından tasfiye edilmesi sonucunu doğurdu ve yönetim burjuva sınıfının çıkarlarına hizmet edecek şekilde lâikleştirildi.  Getirilen yeni rejim,   anayasasını,   servete dayalı (sansiter) bir iktidar oluşturacak biçimde hazırlattı.  İhtilâlle Fransa'da değişen,   sadece iktidar sahipleriydi.  Doğuştan getirilen soyluluk iktidarı uzaklaştırılıp,   mal ve servete dayalı bir soyluluk iktidarı kuruldu.  İhtilâlciler,   ekonomik ve sınıfsal imtiyazı olmayan halk yığınlarını açıkça aldatarak,   onları kralın ve soyluların köleliğinden kurtarıp kendi köleliğine intisap ettirdiler.  Bunlar halkın siyasal fikirlerini serbestçe beyan etmelerini,   kraldan daha şiddetli bir şekilde engellemek için tedhiş ve terör kanunları denilen kanunlar çıkarttılar.  Bunun için Fransa ihtilâli literatüründe bu kanunları uygulayan hükümete "tedhiş hükümeti",   din aleyhine yoğun ve acımasız kovuşturmalar yapan Fransa lâikliğine de "saldırgan lâiklik" dediler. (19) İhtilâl,   eski rejimin tüm kalıntılarını kan dökmeye doymayan bir tavırla kazımak yolunu tuttu.

Fransız ihtilâli,   1793 yılında tüm kiliseleri kapattırıp,   kendi politikasına uygun olarak yeniden açtırdı.  10 Kasım 1793 tarihinde Notre-Dame kilisesinde yapılan hürriyet şenliği açıkça Hristiyanlık aleyhtarı bir mahiyet aldı.  Chaumette,   meclis önünde,   halkın bundan böyle tabiatın verdiği ilâhlardan başka Tanrı da,   papaz da istemediklerini söyledi. (20).  Fransa lâikliği,   böyle bir tutumla yoğun ateizm etkileri altında kurumlaşmaya başladığının göstergesini sergiledi.  Birçok din adamı sadece papaz olma suçu ile yargılanarak -giyotinle- idam edildi.  18 Mart 1793 günü Convention meclisi,   sürgün cezası alan papazların Cumhuriyet toprakları üzerinde nerede rastlanırsa tevkif edilerek askerî bir jüri önünde yirmi dört saat içinde yargılanıp hemen idam edilmelerini karara bağladı.  Hatta sürgünde iken vatanlarına geri dönen papazlar,   iki şahidin "Bu sürgün cezası almıştı. " şeklindeki sözlü şahitliklerine dayanılarak,   o papazların derhal 18 Mart 1793 kanunu kapsamına alınmasına karar veriliyordu.

Devrimciler,   Fransa'da Yüksek Varlık dini adında bir "Cumhuriyet Dini" kurma yolunu seçtiler.  1794te Katolikliğin yerine geçmesini düşündükleri Yüksek Varlık dinini kuran ve düzenleyen bir kararname çıkardılar.  Bu din Fransa'da Cumhuriyet Dini olarak kabul edilecek olan,   aslında dünyanın gidişatına karışmayan Cicero'nun,   M.  Aurelius'un ve Voltaire'nin deizmi,   yani ‘Akıl Dini’ idi.

Fransa'da kurulan bu "Devlet Dini",   Cumhuriyet dininin iyi evlat,   iyi baba ve iyi koca olmaktan ibaret bulunduğunu; Cumhuriyetçiliğin bir fazilet tamamlayıcısından başka bir şey olmadığını ilan etti.  (21)Bu lâikleştirme doğrultusunda Katolik dininden ne varsa imha edildi,   yasaklandı.  Pazar günlerinin ibadet günü olması,   Gregoryen takvimi,   dini eğitim,   açıkta bir dini kisve ile gezme gibi bir toplumun değerlerini yansıtan her şey Fransa lâikliği doğrultusunda şiddetle yasaklandı.  1795 yılında Convertion Meclisi katolik dinine kısmî bir özgürlük tanıyınca,   halk iş ve gücünü bırakıp kiliselere akın etti.  Çıkarılan kararnamede din-devlet  ayırımı açıkça korunmuş,   vatandaşların din hürriyeti sağlanmış,   devletin hiç bir dini tutmayacağı,   bunun için para harcamayacağı kararlaştırılmıştı.  Ayrıca herhangi bir din adına açıkça yapılacak merasim ve bu merasime mahsus olan süs ve kıyafetler yasaklanmıştır.  Dinî merasim ve toplantılar polis nezaretinde yapılacaktı.  (22)Bu kararname tüm din adamlarının devlete bağlılık yemini etme koşuluyla din adamı olabileceğini de beyan etmiştir.

Napolyon iktidara geldikten sonra politik amaçlarla 1802 yılında papa ile konkordato imzalama yoluna gitti ve yeni bir anayasa hazırlattı.  Bu anayasa'da "Fransa'da çoğunluğun dini katoliktir" şeklinde bir madde koydurarak ihtilâl lâikliğinden geri adım attı.  Bu adım bir Avrupa imparatorluğunu elde etmeye yardımcı olacağı umuduyla Vatikan'da Papa'nın siyasî desteğini elde etmeye yönelikti.  Napolyon'un konkordato rejimi 1905 Anayasasına kadar devam etti.  1905 yılında Papa (Vatikan)'nın konkordato'ya dayanarak Fransa'daki papazı istifaya zorlamaya kalkması,   Fransa'nın din-devlet ilişkisini yeniden gözden geçirmesine neden oldu.  Bu doğrultuda kabul edilen ilkeden birincisi; kamu düzenine aykırı olmamak koşuluyla,   Cumhuriyetin,   din,   vicdan ve tören özgürlüğünü garanti etmesi; ikincisi ise,   Cumhuriyetin hiç bir din tanımaması,   hiç bir dine yardım etmemesi ve bütçeden ödenek ayrılmamasıdır. (23) Bu gelişmeler doğrultusunda Fransa'da lâiklik,   hem siyasal hem hukukî açıdan din-devlet otoritesinin birbirinden ayrılmasını sağlamış oldu.  Zaten teorik olarak Hıristiyan inançlarının sadece vicdanî oluşu,   devletin bu ayırımda,   dünya işlerini yerine getirmesi bakımından,   aklî oluşu,   lâikliğin ortaya çıkmasını ve kabulünü kolaylaştırmış oldu. (24)

  

   d)Laikliğe düşman akımlar:

1-Dini devletin emrine veren sistemler:

   Devlet nizamıyla dini idare etmeye soyunan bu akımlar kendi amaç ve hedefleri doğrultusunda dinde reform yaparlar,  yeni mezhepler icad eder veya dine direktifler verirler. Dinî hayatı devlet menfaatine uygun olarak bir devlet kurumu halinde idare etmek isterler. Bu hareketlerini hakikate uygun göstermek için de her türlü kitle iletişim aracını kullanır ve dini,   siyaset hayatının oyuncağı haline getirirler. (Faşizm,  Nazizim,  Sosyalizm)

2-Devleti dinin emrine vermek İsteyenler:

   Dinî devlet,  dinin emirleriyle memleketi idare eder. Fertlerin her türlü hukuki münasebetlerini dinin kaide ve prensiplerine bağlamak ve onlarla düzenlemek ister. Böylelikle din,  devletin otoritesini kendi emrinde bulur. (25)

   Laiklik kavramı ne şekilde tanımlanırsa tanımlansın gözden kaçırılmaması gereken ana düğüm noktası otoritenin kaynağı meselesidir. Otoritenin kaynağı İlahî mi,  insanî mi olmalıdır?Laiklik kavramın tanımını kim yaparsa yapsın herhalde laiklikte otoritenin kaynağının beşerî olduğunu inkar edemez.  

   Laiklik üzerine kalem oynatan her fert kendi ideolojik penceresinden bu kavramı açıklamaya çalışmaktadır. Mesela Niyazi Öktem’e göre; Laiklik rasyonalizmdir (usçuluk-akılcılık).  İnsanın,   doğanın ve toplumun kural ve yasalarını kendi aklı ile algılaması,   kavraması ve yine kendi gücü ve aklı ile doğa ve topluma egemen olması,   akılcılıktır.  Aklın rehber alınması; safsata,   hurafe bilim dışı açıklamaların,   irdelenmemiş "nakillerin" atılması akıllı davranış modelleridir.  Devlet yönetiminde bu yöntem izlenirse onun adı laikliktir.  Başka bir anlatımla devlet yönetiminde din adamlarının yorumlarına dayanan dinsel,   irdelenmemiş "nakiller" ilke olarak benimsen-mişse o ülkede teokrasi vardır.  Yok eğer bilimin,   aklın sesi rehber alınmışsa laik devlet işte budur. Hüseyin Hatemi’ye göre; Laiklik ilkesinin maddi anlamı; İlâhi Vahiy ile toplumsal hayatın ilişkilerinin kesilmesi ve bu kesilmeyi sağlamak için de araya en çağdaş caydırıcı vasıtalarla takviyeli bir Pozitif Hukuk seddi inşa edilmesidir. Taha Parla’ya göre; Laikliğin en beylik (ve kısmî,   dolayısıyla yetersiz) tanımı,   din ile devletin/siyasetin ayrı olması.  Ortaçağ'ın "iki kılıç" teorisinin türevi olan,   her biri kendi yetki alanında (biri dünya,   öbürü ruh işlerinde) egemen olan iki sektör ve temel meşruiyet normu söz konusudur.  Kilise-devlet,   cami-devlet,   havra-devlet ayrıştı ama ikisi de vardır.  Ya yetki alanlarını ayırıp barış içinde birlikte yaşarlar ya da iktidar için kapışırlar.  (Ve laiklik bozulur. ) Prensip,   birbirinin kuyruğuna basmamalarıdır,   uygulamada,   terazinin kefeleri iner çıkar.  (Nakaratı: 'Siyasette rakip olarak din adamı istemezük'tür. ) Laikliğin bir başka -ve yine kısmi ve yetersiz- tanımı,   din işlerinin devletçe/siyasetçe denetim altına alınmasıdır.  Yine iki kılıç teorisinin türevi olan bu tanım,   eşitlikçi fakat ayrı yanyanalık değil,   eşitsizlikçi devlet/siyaset üstünlüğünü vaz'eder.  Cemaat(ler),   özerk bırakılıp azmasınlar diye,   siyaset kadrolarının,   devletin baskı aygıtlarının,   sivil ve asker bürokrasilerin kontrolünde ve yedeğindedirler.  Hatta din kurumu devletin,   ayrışma ne kelime,   bir parçası,   bir dairesidir.  "Laik(!)" devlet,   "doğru dini",   bordrolu devlet memuru din adamları eliyle yurttaş kitlesine öğretir.  Risksiz harcı,   toplumsal istikrar ve itaat temeline kendi koyar.  Laikliğin bir üçüncü tanımı veya boyutu,   dinin devletten,   siyasetten,   kamusal alandan (hukuk,   eğitim,   teamül,   ahlak -sosyal ve bireysel-,   psikoloji,   epistemoloji vs. ) gerçekten çıkarılmasıdır.  Bu tanımın/yaklaşımın bir gereği de -yine hiç itibar etmediğimiz- devletin tüm dinlere/mezheplere/ din temelli olmayan,   örneğin hümanist,   vicdani inançlara eşit mesafede duran,   hiçbirine ayrıcalık tanımayan bir hakemlik ve trafik memurluğu yapmasıdır.  Eşit mesafede durmak,   dini resmen de fiilen de siyasetten/kamudan   ihraç etmektir.  Bu doz sekülerlik ve sekülerlik ötesi için bir ara istasyondur.    
 

 Laiklik hakkındaki görüşlerini Necip Fazıl Kısakürek’de 1950 Büyük Doğu’larında şöyle ifade etmiştir;

   Laiklik tabiri Fransız inkılabının bir icadıdır. Aslından inhiraf ettirilmiş ve zaten dünya ile alakasız bir din olarak yerleşmiş bulunan Hıristiyanlık gitgide kendi davasını kendi mümessilleriyle ayak altına alınca,  Fransız İnkılabı sırf Hıristiyanlığı Hıristiyanlıktan ibaret bırakmak ve rahiplerin Hıristiyanlık dışı tasallutlarına engel olmak için laiklik ölçüsünü meydana getirdi.  “Din,  yani Hıristiyanlık,  kendi kendisinden ibaret kalacak ve zaten müdahale salahiyetinden uzak bulunduğu dünyayı da kendi haline bırakacaktır. ” Ölçü şudur:

Hıristiyanlık ruhanî nüfuz ve murakabesinde istediği gibi devam edebilir;fakat bunu,  kendi nefsine uygun olarak,  cismanî sahaya teşmil etmemelidir.

  Fakat bizde bunu ne bilirler ne de bildirmek isterler. Laiklik bizzat Hıristiyanlığa karşı tahdit edici bir engel değil,  ruhanî nüfuzdan faydalanarak dünyayı idareye kalkan papazların nefislerine karşı bir maniadır. Bizde ise bunu doğrudan doğruya dini dünyadan ayırmak manasına alıyorlar. Bu işte muazzam bir cambazlık yapılıyor. Din,  bizzat dünya hükümlerine malik olunca onu ya topyekun red ve nefyetmek yahut kabul etmek mümkündür. Herhalde dünyadan ayırmak mümkün değildir. Dini hem kabul hem de dünyadan ayrı mütalaa etmek,  bütün mevcutları yaratan Allah’ı tasdik ettikten sonra,  O’nun dünyaya karışmayacağını iddia etmektir ki,  bu da abeslerin ve muhallerin şahı olur.

 Hem dünya,  hem de ukbanın hesabını veren bir dine sırf Hıristiyanlığa mahsus hususi bir ölçü olan laiklik tatbik edilemez. Edilecek olursa o dini kaldırmak,  fakat kaldırıldığını söylememek manasına gelir. Laikliğin İslamiyete tatbiki kabil olmayan bir ölçü olduğu hem gerçek laikler hem de kafirler ve müminlerce hakikattir. Onun içindir ki ben laiklik üzerinde müsbet veya menfi hiçbir hüküm izhar etmeden onun,  bütün kainatı ihata edici dine mahsus bir ölçü olmadığını bildirmekle iktifa ediyorum... (26) Ve Konferanslardan;

 

    Birtakım vicdan baskılarından ibaret olan ve Şeriat hükmü ifade etmeyen,  dünya nizamında hiçbir parmağı olmayan Hristiyanlık,  Fransız İhtilalinden sonra meydana gelen ‘Laisizm’daha doğru kelimeyle ‘laisite’prensipleriyle dünyadan ayrıldı. Yani devlet işinden uzaklaştırıldı. Şeriat ve dünya hükmü olmayan bir dinin kendi kendine,  papaz tasallutuyle ettiği küstahlıkları ve kendine yakıştırdığı salahiyetleri devlet,  nefsinden ayırıyor,   “-Sen kendinle meşgul ol! Vicdanlara baskı yapacaksan kabul edene yap,  etmeyene yapma,  fakat benden ayrı ol. ”diyor. Avrupa’da laisite büyük dinsizlik cereyanlarıyla başladı,  o ayrı…Ama direkt İsa dini zannedilen bir uydurma dine karşı yapılmamıştır. O halde dünyayı en küçük atomdan,  en büyük cismine kadar bütün mükevvenatı ihata eden bir dinin ‘laisite’ kanununa tabi tutulması mümkün müdür,  değil midir?...  Ben bunun cevabını vereyim. Biz ne laikiz diyoruz,  ne laik değiliz diyoruz. Birinden biri,  ama söylemiyoruz. Laiklik,  ne iyidir,  ne kötüdür diyoruz. Dikkat edin onu da söylemiyoruz. Ama diyoruz ki,  laiklik dünya hükmü olan bir din hakkında kabil-i tatbik değildir…Bir gün,  mahkemede hakim bana sordu,  dedi ki;

   “-Kuzum Necip Fazıl,  zapta geçirmeyeceğim,  hükümde de esas teşkil etmeyecek,  şahıs olarak,  dost olarak,  dostluğa kabul ediyorsanız,  bir sual soracağım. ” “-Buyursunlar. ” dedim.

   “-Siz laik misiniz,  değil misiniz?”

Dedim ki; “-Efendim,  böyle sual olur mu?Ben belki bunun için huzurunuzdayım. Ve şimdi anlayacaksınız laik miyim,  değil miyim!Fakat bir şartla cevap veririm. Hem zapta geçmesi hem de hükme tesir etmesi şartıyla…” Ve devam ettim; “-Ben Allah’a inanıyorum,  yani Halik’a,  bütün âlemlerin Rabbına,  nasıl istersiniz ki,  Allah’ı ve onun emirlerini dünyanın dışında kabul edeyim. Şimdi ben laik miyim,  değil miyim,  siz karar verin!”(27)

   Sözü daha fazla uzatmadan bu konuda son olarak şunu ifade edelim ki; mesela ‘Sih’ dinine inanan bir kişi başına geçirdiği o özel sarığı müteal (=aşkın) bir varlığa inancının gereği olarak giyiyorsa laik değildir. Fakat o sarığı sih meclisinin aldığı “Sakıncası yoktur,  giyilebilir” kararına binaen giyiyorsa laiktir.

 

 

 

DİPNOTLAR:

1-a)Milattan önce 2. yüzyılda ortaya çıkan bir Yahudi mezhebi (İslam Ansiklopedisi,  T.D.V.)

   b)Ferisilik İsa’nın zamanındaki Yahudiliğin başlıca mezheplerinden biriydi.  Ferisiler,   büyük bir özenle Tanrı buyruklarını ve din yetkililerince saptanan kaideleri (yani,   Yahudi Şeriatı’nı) tutmaya uğraşır-lardı.  Çevrelerindekilere dindar,   “iyi insanlar” olarak görünürlerdi.  Gerçi bir dereceye kadar iyiliği sever-lerdi,   ama aynı zamanda onların arasında gururlanma,   kendini beğenme ve başkalarını hor görme çok yaygındı.  Çoğu zaman yoksul,   zavallı kimselere karşı gerçek bir merhamet duygusundan daha çok,   bencil bir sevap kazanma düşüncesi ve insanlar tarafından övülme arzusu,   davranışlarını yönlendirirdi.

(Yusuf Çetin,  Süryani-Ortodoks Toplumu Patrik Vekili)

2-Antik Filistin'in kuzey bölgesi.  Ürdün Nehri'nin batısında kalır.  Genellikle Hz. İsa dönemi ile bağlantılı konularda bahsi geçer. Bugünkü İsrail 'in kuzeyindedir.  İsrail topraklarının üçte birine tekabül eder.  Yukarı Galile,   Aşağı Galile ve Batı Galile olmak üzere üç bölgeye ayrılır.

 

3-(İsa’nın Hayatı-Ernest Renan-Sh-216,  218)

4-(a. g. e-Sh-230)

5-a)(a. g.  e. -sh-246-247)

    b) Yahuda adlı birinin yaşadığından 500 yıl önce İbrani Kutsal Yazılar'da,   Tevrat'ın peygamber Zekeriya tarafından kaleme alınan bölümünde gelecek Mesih'in 30 parça gümüş karşılığı ihanet edileceği açıklanmıştı (bkz.  Zekeriya 11:12-13).  Orada İsrail halkı,   İyi Çoban'ın sevgisine karşılık ölü bir köleye biçilen bedeli olan otuz gümüş vereceğini bildiriyor (Çık. 21:32).  

Bu peygamberlik sözü nasıl gerçekleşti? Halkın önderleri,   İsa'yı ele vermeyi teklif eden Yahuda İskariyot'a otuz gümüş tartıp verdiler (Mat. 26:15).  Bu alışverişi yapan her iki taraf için de akıl almaz bir olaydı: İsrail'in ruhsal önderleri masum bir kişiyi soğukkanlı bir şekilde öldürtmeyi tasarladılar! Öte yandan,   üç yıl boyunca İsa'yla yaşamış olan Yahuda dünyanın tek kusursuz insanına ihanet etti.  (Kutsalkitap. org)

6-(a. g. e. -sh-267-268)

7-(a. g. e. -sh. 274-277)

8-(Hak Dini Kur’an Dili-M. Hamdi Yazır-Cilt-3,  Sh- 115-123)

9-(Büyük Mazlumlar-Necip Fazıl Kısakürek-Cilt-1,  Sh-35-69)

10-(a. g. e,  -cilt-1,  sh-281)

11-. (Will Durant,  The Story Civilization,  sh780-782)

12-(Büyük Mazlumlar-Necip Fazıl Kısakürek-Sh-313)

13- (Batıda Tolerans Fikrinin Gelişmesi,  Hüseyin Batuhan,  sh,  182-183)

14-(Ali Fuat Başgil,  Din ve Laiklik,  Sh-157)

15-(a. g. e. ,  Sh-161)

16-(İslam Ansiklopedisi-T. Diyanet Vakfı- Cilt-27,  sh;61)

17-(Selçuk Üniversitesi uzaktan eğitim programı)

18-(Fellicien Challaye,   Mülkiyetin Tarihi,   Çev.  Turgut Altuğ,   İstanbul 1944,   s.  53).

19-(Mehmet Toplamacıoğlu,   Din Sosyolojisi,   Ankara 1983 s.  274)

20-(A.  Aurald,   Fransa ihtilâlinin siyasi tarihi,   Ankara,  1987,   II,   656)

21-(A.  Aurald,   a. g. e.,   II.  s.  740)

22-(A.  Aurald a. g. e. ,   II,   793,  )

23-(Mehmet Toplamacıoğlu,   Din Sosyolojisi,   s.  278)

24-(İslam Ansiklopedisi-İsmail Çebi,  C. 4,  Sh,  7-11)

25-(Sosyoloji-Nurettin Topçu,  Sh,  72)

26-(20. 1. 1950-Büyük Doğu-sayı,  15)

27-(İslam ve Öbürleri,  Necip Fazıl Kısakürek,  Sh268)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

AKSİYON NEDİR?

                                    Mustafa    CABAT                        

  Aksiyon lugatte kudrettir, mücerret kudretin, işte, iş üzerinde, iş halinde tecelli ve cümbüşü demektir. Bir başka fakat basit ifadeyle, sadece şuurlu hareket, teşebbüs, hamle, tesir… Bir işin mücerret manası, kıymet hükmü, aksiyon… Gaye ve muradı olmayan iş, kendi kendisinden ibaret iş, madde planına bağlı miskin kıpırdanışlar ona uzak…Aksiyon basit lugat manasıyla bile, fiilde erimiş fikir oluyor… Fikrin, eşya ve hadiseler üzerinde nakşı… Bir başka teşbihle, ruhun, eşya ve hadiselere çevirttiği film, oynattığı tiyatro…Ruhun, eşya ve hadiselere sinerek, madde, buut, hacim, şekil, renk ve ses kazanması… İşte aksiyon…Buna benzer bir kelime var Fransızca’da(Akt)…O, parça hareket demektir ve keyfiyetten ziyade kemiyet ifadesidir. Aksiyon anlamına da hudutsuz uzaktır. Aksiyon bir işle, bir oluşla, onu doğuran fikir arasındaki ahenk ve münasebet manasınadır ve lisanımızla barışabileceği tek kelime (amel) dir.  Barışabileceği değil, bütün hakikatini bulabileceği tek kelime…Amel, dinimizin baş kelimelerinden biri…Ama bizim dar anlayışımız içinde bellibaşlı işlere ait olarak sınırlandırılmış ve gerçekte sınırsız olan delaletinden düşürülmüş…

   Nebati, hayvani, tabii, zaruri fiiller aksiyon değildir.  Yapıcı, doğurucu icad edici fikir olmadan aksiyon olamaz. Fikrin de bu vasıfları kazanması için imana bağlanması şart olur.

   Kur’an , insanı Allah tarafından, eşya ve hadiseleri teshir etmesi, hükmü altına alması için yaratılmış olarak ifade eder…. İslam’ın baş vazifesidir ebedi oluş yolunda sonsuz hareket…

   Evvela mutlak aksiyonun mutlak manasına el atalım. . Mutlak vasfı Allah’a ait. Mutlak aksiyoncu da Allah…Hadisin bildirdiği gibi, Kamil Kudret’in kamil işi aksiyon, mutlak aksiyon, Allah’ın fiilidir. Yani “Halik” sıfatının halkediş fiili, mutlak aksiyonun ta kendisidir. Yaratıcının ebedi fiili…İşte şimdi İlahi isimler arasında “Fa’al” isminin mevkiini anlıyorsunuz. . Allah ezeli ve ebedi “Fa’al”dir. Birçok yarım akıllılar şöyle der; “Canım Allah bu işe karışmaz! –haşa-  Allah’ın işi mi yok?” Ve atalet isnat ederler Allah’a... Yaratmıştır –haşa- kenara çekilmiştir, seyreder durur. ”. Halbuki tasavvuf inceliklerini bilenler bilir ki, Allah her an var eder ve her an yok eder. Birbiri arkasından şimşek hızıyla gelen bir varlık vardır, bir yokluk... Fakat yağmurun su damlaları gibi, o kadar hızlı akar ki bu varlık ve yokluk, biz onu devamlı bir varlık sanırız. İşte bu dünyada zekalarını yırtacak kadar germiş olan cins kafalar, varlıktaki bu yokluğa sarkacak kadar ileriye varmış ve aralarında iman nasibine malik olmayanlar yokluk uçurumunda heba olup gitmişlerdir. Varlığa sıçrayıp da yoklukla beraber bunun bir “Sun’u İlahi-Allah Sanatı” olduğunu anlayanlarsa -zira hem varlık, hem de yokluk Allah’ın mahlukudur-akıllarını kaybedercesine hayran ve teslim olmuşlardır...   Evet bir varlığı bir yokluk, bir yokluğu bir varlık takip eder;Allah her an var ve yok eder. Bu mutlak (aksiyon)a ait bir oluş ahenginin izahıdır. Allah’ın bir ismi de “Gaalib”...  “Ya Faâl, Ya Gaalib!”... Her an her mekanda fa’âl O’dur ve işlerin başında, sonunda her yerinde galip kendisidir. Çünkü zaman ve mekan kaydı bizim içindir ve bunların içinden tecelli nurları fışkırtan Hak, hakikatte ve zatıyla bunlardan münezzehtir. Mutlak (aksiyon)un, akıl ötesi varılmaz ve sarsılmaz hikmeti bu noktada...

   Nihayet Hak, Tekvir Suresi’nde, bütün bu (aksiyon)un neticesini şöyle haber verir:

   “-Güneş dürülüp kaldırıldığı zaman, yıldızlar düşürülüp dağıtıldığı zaman, dağlar koparılıp yürütüldüğü zaman, gebe develer boşanıp koştuğu zaman, yırtıcı hayvanlar bir araya gelip baş başa verdiği zaman, ruhlar kalıplarını bulduğu zaman, diri diri gömülen kızın hesabı sorulduğu zaman, defterleri açılıp yayıldığı zaman, gök yerinden sökülüp yarıldığı zaman, o alevli ateş daha çok yaklaştırıldığı zaman, Cennet müminlere gösterildiği zaman... ”

   Bu da İlahî (aksiyon)un son perdesidir.

   Nemrud’un  karşısındaki İbrahim Peygamber, her büyük  (aksiyon)cu peygambere, hatta Allah davasının her (aksiyon)cusuna mukadder olduğu gibi,  devrinin düşman kutbunu ve şeytanî temsilcisini bulur. Put heykeltıraşı babasından, ufuklanıp sarabildiği kadar insan yığınlarını, en ateşli (aksiyon) üslubiyle uyandırmaya gelen Peygamber, nihayet ateşe atılmaya kadar varır. Ateş gül bahçesi olur. Mezopotamya’dan Hicaz’a ve Kabe noktasına kadar uzayan aksiyon yolu... Nesli 20. Asra kadar uzayan Nemrut, mücerret manası ve tipiyle, her türlü madde hakimiyet ve şevketine rağmen, bu büyük (aksiyon)cu Peygamberin kayaları eriten iş ve hamle nefesi önünde perişandır. Ondan sonra Musa Peygamber…  Muazzam (aksiyon) bünyesi...  Esir ve mazlum kavmine bir  “Arz-ı Mev’ud=vaadedilmiş toprak” sözü verilmiştir. Bu kavim, küfrü tepeleyerek, tevhidin bayrağı altında bu vaat edilmiş toprakta saadete ulaşacaktır. Aksiyonların aksiyonu...  Firavunla mücadelesi, taşıdığı asânın dokunduğu her yerde aksiyon yolları açan sırrı, ikiye bölünen sular arasındaki geçit, hep malum... Fakat bu kavim, Peygamberine hıyanet eder ve kendi içinden, kendi münezzeh aslına rağmen Yahudi tipini yoğurur ve ayrıca nesilleştirir, milletleştirir.

   Musa peygamberin mucizeleri sayısız... Koynuna sokup çıkardığı “Yed-i Beyza=Beyaz El” onda bir aksiyon sembolüdür. Yılanları yutan ve denizleri bölen asâsından, yine bir aksiyon sembolü olarak bahsettik. Sina Dağı’na çıkış, orada İlahi hitaba eriş ve döndüğü zaman kavminin ihanetine şahit oluş... Peygamberi Sina Dağındayken altun buzağıya tapmaya başlayan ve hiçbir kurtuluşla yetinmeyip hiçbir nimetle doymayan bu kavim, sonra sonra mikrobik intişarlarla dünyaya yayılacak, kendi kendisini mayalandırıp artık muayyen ve yeni bir ırk vâhidine bağlayacak, bu yeni ırk vahidi yeryüzünde dinî ve millî bütün birlikleri çürütmekten ve kendi hizbini korumaktan başka gaye tanımayacak ve böylece Benî İsrail’den, leylek yumurtasından karga çıkarcasına bambaşka bir kol zuhur edecektir. Hazret-i Musa ise, hem kavmine zulmedenlere hem de nefsine zulmeden kavmine karşı, öz nesebinin münezzehliği içinde, aksiyoncu peygamberlerin en büyüklerinden biri kalacaktır.

   Hazret-i İsa’da aksiyon,  birdenbire göze çarpmaz. O’nun havalara üflediği nefes, derinliğine bir iç aksiyon içinden bir müddet sonra meydana çıkar ve dünya İmparatorluğu Roma’yı silip süpürür. Ölüleri dirilten, körlerin gözünü açan İsa Peygamber’de dış aksiyon ayrı bir mana taşır ve kendisinden sonra belirir.

   Sırayla, derecede ikinci, üçüncü ve dördüncüyü, birer kısa şimşek ışığı altında gösterdik. Şimdi birincideyiz. Birincilerin Birincisinde; Peygamberlerin Peygam-berinde...  Her davanın, meselenin, gayenin zirve noktasında;Kısaca topyekûn oluşun biricik hikmetinde...

   Allah’ın; “Sen olmasaydın;kâinatı yaratmazdım!” dediği ve bütün varlık hikmetini O’na bağladığı Peygamberlik Tacı... Her şeyle beraber aksiyon davasının da hikmet zirvesi O’nda olduğu için, bahislerini, bahsimizin ana temeli bildik ve bu yüzden sona bıraktık. Bu son, başın başı olmanın sonu... Yakıcı hürmetimiz yüzünden anamadığımız mukaddes isme salât ve selâm olsun...

   Nübüvvete erince geçirdiği haşyetler, heyecanlar, o büyük memuriyet önündeki, beşerî-beşer olmaya beşer fakat beşerin en üstü- dehşet içinde… Birdenbire İlahî emir;

   “-Ey örtülere bürünen Nebi, kalk ve insanlara emirlerimi bildir!” Aşağı yukarı meâli bu...  Ve işte İslam aksiyonu açılmıştır. İslam tarihini biliyorsunuz. Bir sürü, çile, mücadele... Bir gün Kureyş büyükleri O’nun yanına gider, her tehdidi, her işkenceyi yaptıktan ve netice alamadıktan sonra dönerken derler ki;

   “-Nedir senin gayen?Başımıza reis olmak istiyorsan, buyur ol!Hasta isen bütün malımızı vereli, dünyanın en iyi hekimlerini getirelim, kurtul!Saltanatsa muradın, sultanların sultanı yapalım seni!Ne mümkünse bu madde aleminde ve elimizde, hepsini verelim. Tek bu davadan vazgeç!” Vereceği cevap birçoğumuzun bildiği cevap, gerçek aksiyona, Allah’ın emriyle başlayan büyük aksiyona sahip insanın en ulvî cevabıdır;

   “-Sağ elime güneşi, sol elime kameri verseniz, bir de bana muhal farz, ebedi hayatı bağışlasanız davamdan dönmem!”

   İşte bir aksiyoncunun her an tekrara ve içinden pay devşirmeye mecbur olduğu büyük ölçü...

   Artık anlıyoruz ki , mutlak planda aksiyon’cu Allah, kul planında da mutlak aksiyoncular peygamberlerdir……….

    Aksiyonun ciddi, olgun insan elinde bir ifadesi vardır, bir de deli mukallitler elinde. Ayırmak lazım bunları. Deli aksiyonculardan da bahsedeceğim. Kendi tarihimizden. İttihat Terakkinin bir Enver Paşa’sı vardır ki büyük aksiyoncu gibi görünür. Halbuki o bir mecnundur…. Birinci Dünya Harbinde Allahuekber dağının bir eteğinden yokuşa sürülen yüzbin kişilik ordu, öbür eteğinden bir manga olarak inmiştir. Donup gitmiştir…

  Şimdi bir an aksiyonsuzluğun neticelerini muhakeme edelim. Aksiyon olmadığı yerde evvela şahsiyet yoktur… Taklit başlayınca, oluş ıstırabı sona erince aksiyon da kendi kendisine pörsür ve her hassasıyla beraber ruh ölür… 400 yıllık bir aksiyon mahrumluğu devrimiz var bizim… Allah için muhabbet, Allah için buğz… Yani sevgi ve nefretimiz yalnız Allah için olacak. Bu ölçüler aksiyon ruhunun emme-basma tulumbalar halinde, sağlı sollu iki kanadıdır... (İman ve Aksiyon Konferansı’ndan)

   AKSİYON RUHU:Sahabide iki büyük haslet vardır:Hikmet ve aksiyon ruhu…Yani fikir ve onu işe tahvil edici hareket…Sahabi bu demek... Fransızların aziz tanıdığı “Sen Fransua d’Asis” isimli bir adamın bir sözü var:

“-Eğer hemen değilse ne vakit?”

Bunun çok daha mükemmelini, gerçek İslam velîsi Şeyh Muhammed Pârisa Hazretleri söylüyor:

“-Gafil halk, yorgun ve bitkin bir laf eder;Yarın olsa da bir iş işlesem!... Bilmez ki bugün dünkü günün yarınıdır. Bugün ne işlemiştir ki, yarın ne işlesin?. .

Gerçek İslam anlayışı, geçen her saniyenin çerçevelediği işi sormak ve aramaktadır.  (Özlediğimiz Neslin Vasıfları Konferansından )

     Aksiyon kavramının içini  özetle bu şekilde dolduran merhum Üstadım Necip Fazıl Kısakürek’in,  yukarıda isimlerini verdiğimiz konferanslarından alıntıları sizlere aktarmaktaki maksadım,  gençlerimizin zihinlerinde oluşmuş kavramların hesabını yeniden yapmalarının zaruretine işaret etmek içindir. Günümüz gençliği misalini verdiğimiz aksiyon kavramını en çok televizyon reklamlarında duyduğu “aksiyon sineması” ifadesiyle özdeşleştirmekte bir bakıma aksiyon kavramının içini Çin filmlerinin el-ayak hareketleri veya Amerikan filmlerinin silah teknolojileriyle doldurmaktadır. Çünkü en çok duydukları iki kelime “aksiyon sineması” kelimeleridir. Amerikanizm’in, dolayısıyla Allah’sız Batı Medeniyetinin her şeyi ucuzlaştıran, sıradanlaştıran, metalaştıran,  kısaca hayvani nefs putuna irca eden ruhu,  gözüyle düşünen toplumları çok çabuk etkisi altına almakta, hiçbir mücerret fikre tahammül edemez, iki-üçyüz kelimelik lügatleriyle günlük,  sefil hayatlarını sürdüren yığınlar haline getirmektedir.

İnsanlar kelimelerle düşünür. Kelimeler içi boş şişelere benzer. Bu şişeler zamanla içleri teori ve pratikle doldurulan muhteva ile kavram haline gelirler.  Kavram bir objenin zihindeki tasarımıdır. Kelime bu tasarımın harflerden oluşan sembolüdür. Tarihi süreç içinde bir obje hakkında toplumun bilincinde oluşan ortak imajlar bir sembolü yüklenmekte ve bu sayede anlaşma veya tartışma imkanı ortaya çıkmaktadır. Şu anda hakim kültürün etkisiyle kendi öz kültüründen tamamen yabancılaşmış muhtevalarla doldurulan boş şişeler- teşbih değil gerçekten boş şişeler- gibi şangır şangır ses çıkarmakta, ikiyüz ila üçyüz şişeyle muhtevasız, manasız, yivsiz, setsiz bir gecekondu hayat, yaşanmaya değer hayatmış gibi takdim edilmektedir. Bu manzara  karşısında gençlerin konuştuğu veya yazdığı dildeki kavramların tefekkür dünyalarındaki yerini örümcek titizliğinde yeniden inşa etmesi gerektiğine inanıyoruz. Bugün kullanılan içi okyanus ötesinden ithal cıscıvık batı gübresiyle doldurulmuş şişelerle İslam’ı anlamak veya anlatmak ruhlarda gübre lezzeti bırakmaktadır. (Allah Resulü’nün,   Müşrikler topluluğunun da kullandığı mesela -Allah kavramının –o zaman diliminde anlaşılan-içini tamamen boşaltarak müminlere; Allah, ruh, kader, iman, vahiy, kitap, resul, zekat. vb.  kavramlarından ne anlaşılması gerektiğini vazettiği gibi,  her kavramın yeniden gözden geçirilmesi, içlerinin İslâmî özle doldurulması gerektiği kanaatindeyiz.)En azından bugün zihnimize yerleşen birtakım kavramların üzerinde iyice bir düşünmemiz gerekmez mi? Hocam Ali Biraderoğlu “Oportünist değişimin Aktörleri” isimli kitabında der ki; Hiçbir muhasebe yapılmıyor… “Konservatif” karşılığı kullandığımız, “muhafazakârlık” üretildiği Batı Uygarlığı içindeki anlamları ne derece ifade edebiliyor… Batı Uygarlığı içinde üretilen “konservatizm” İslâmla bağdaşır mı? Hıristiyan değerlerine karşı savaş açan Batı Uygarlığı’nın inşâ ettiği yeni kutsallara, gûyâ kendi dilimizden karşılıklar bulduk… Bu durumda Batı kavramlarını tercüme etmek için bulduğumuz, kendi kavramlarımızın içerikleri de çarpıtıldı ve böylece ne Batı düşüncesini anlayabildik; ne de çarpıtılan kavramlarla, kendi tefekkür iklimimizi yeşertebildik! Batı uygarlığının “nation”u ile “millet”i; “patrie”siyle “vatan”ı, “ foundation”ı ile “ vakıf ”ı, “flama”sı ile “sancak, liva”yı.… karşılamaya kalktık. Ayrı uygarlıklara ait farklı muhtevaları olan kavramlar… Ve biz Batı’yı tercüme ettiğimizi sandığımız kendi kavramlarımızla anlamaya kalkınca; zihniyet burkulması, mantık kamaşması meydana geldi, hem Batı’yı hem de kendimizi kaybettik… Zihniyet depreminin meydana getirdiği fay kırıklarımızdan îmânımızın ve dolayısıyla kişiliğimizin özsuyu buharlaştı!... 

Evet zihnimiz malum toplum mühendislerinin istediği tarzda oluşturulunca da Müslüman gibi düşünme yerini Batılı,seküler,laik,siyonca kısaca gavurca düşünceye terketti kısacaFaiz kavramından bugün ne anlıyoruz,  toplum veya fert olarak? Kapitalist-Küresel anlayışta helal veya haram gibi kavramların olmamasına kâr veya zarar kavramlarının olmasına rağmen,  Amerikan “think-tank” kuruluşlarınca kurgulanmış dine inananların hâlâ bu kavramları kendi cüce akıllarının ürünü dinlerine göre eğip bükerek,  ılıman ve cıvıklaştırmaları karşısında gençleri uyarmak beyhude bir uğraş mıdır? Gerçek  münevverler -en azından fikir namusu gereği-bu kavramları tek tek sorgulayarak onların içinin yeniden İslamî özle doldurulması ve genç nesle aktarılması cehdinin en temel vazifesi olduğunun şuuruyla hareket etmek zorundadır. 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

               

 

 

 

 

 

 

 

         

 

 

 

 

 

 

 

 

            İmam-ı A’zam Ebû Hanife

 

 

 

           FIKH-I EKBER 

 

 

 

 

 

 

 

 

                          Tercüme eden;

                      Hasan Basri Çantay

 

 

 

 

 

 

 

                            BAŞLANGIÇ

 

  “Ehl-i Sünnet” itikadının ilk temel bilgilerini kucaklayan ve “Fıkh-ı Ekber” adı verilen bu risâlenin metni “İmam-ı A’zam Ebû Hanife” hazretlerinindir.Arapçadır.(1) Aslına tam sadakatle tercüme edilmeye çalışılmıştır.Öyle ki az çok arapça bilenler metin ile tercümeyi karşılaştırmak suretiyle ayrıca istifade edebilirler.

   İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe,meşhur dört imamın (2) birincisi ve birçok noktalardan efdaldir.Onun mezhebinde bulunan milyonlarca Müslümana “Hanefî” derler.Adı “Nu’man ,babasının adı Sâbit” tir.Sahih rivayete göre 80-H.yılında Kûfe’de doğmuş,150-H.yılında Bağdat’ta vefat etmiştir.Allah gani gani rahmet etsin.

   “Sabit” in  Cenâb-ı  “Ali-R.A.” ın hizmetinde bulunarak onun duasına mazhar olduğu rivayet edilir.

   İmam-ı A’zam’ın pederinin vefatından sonra,validesini “Cafer-i Sadık” hazretleri tevezzüç etmiş,imamımızın tâlim ve terbiyesini başlıca bu zat deruhte etmiştir.

--------------------------------

(1)Buhara’lı Ebu Hanife’ye mal etmek isteyenler “Mu’tezile”dir.Bu iddia ile güya İmam-ı A’zam’ın da kendi mezheplerinde olduğunu isbat etmek istemişlerdir.Halbuki risalenin ruhu bütün açıklığıyla o iddiayı ve usûl-i mu’tezileyi reddetmektedir.İmam Hafız Ed-Din El-Bezzâzî der ki: “Ben bu risalenin en eski hatlarda Hazret-i İmam’a aid olduğunu gördüm.” Fahr El-İslam Pezdevî ve Abd El-Aziz El-Buharî ve sâire de bunu te’yid ediyor.Bu bapta salahiyetli alimler müttefiktir.

(2) İmam Mâlik,Şâfiî,Hanbelî.

  

 

 

 

 

Hazret-i İmâmın ashâb-ı kiramdan bazıları ile de mülâkat ve onlardan ahz-ı feyzettiği meşhurdur.

 

 

 

İmamın mezhebi mezheblerin en güzeli,en mutedili ve en kolay olanıdır.O’nun yetiştirdiği nice büyük alimler ve müçtehidler vardır ki meşhurları şunlardır; “İmam-ı Ebû Yusuf(113-182 yahut 192),İmam-ı Muhammed(135-189) (3) ,İmam Züfer (110-158),Allah cümlesinden razı olsun.

 

                                                    H.Basri ÇANTAY

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

-----------------

(3) Bu iki imama “İmameyn” denilir. “İmam-ı A’zam” ın yüksek menkıbelerine dair birçok eserler yazılmış,onlar da diğer imamların da imamımız hakkındaki âli şehadetleri zikredilmiştir.Biz bunların izahından eserin hacmiyle mütenasip olmayacağı için sarf_ı nazar ettik.

 

 

 

 

               Fıkh-ı Ekber

 

   (Bu kitab) Allah’ın birliğine inanmanın(4) esaslarını ve hangi şeylere itikad edilmenin doğru olacağını bildirir.

     “ Allaha, O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, kaderin hayrının da şerrinin de  Allah-ü Tealâ dan geldiğine (görülecek) hesaba, mîzana, cennet ve cehenneme ve bütün bunların hak ve gerçek olduğuna inandım” demek (boynumuza) borç olur.

Allah-u Teâla birdir.Fakat (bu birliği) sayı yolundan değil de Kendisinin hiçbir ortağı (ve benzeri) olmaması yolundandır.(Nitekim “İhlas” suresinde Cenab-ı Hak  şöyle buyurmuştur“: De ki O, Allah’dır, birdir.Allah sameddir.(Yani bütün mevcudat kendisine  muhtaçtır). Doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. O’nun hiç bir dengi de yoktur.”

   O,yarattığı  şeylerden hiçbir şeye benzemediği gibi. yarattıklarından hiçbir şey de O’na benzemez. Zâtine ve fiiline ait isim ve sıfatlarıyla ezelden ebede(5) kadar bakidir O.

-----------------------

(4)“Lâ ilahe illallah”bunun ifadesidir ki ma’nası “Allah’dan başka hiçbir Tanrı yoktur”demektir.Bu mübarek söze “Kelime-i Tevhîd” ve bunu söylemeye “Tehlîl” derler. Bunun ikinci rüknü de  “Muhammedün resulüllâh” dır ki “Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem Allah’ın elçisi,peygamberidir” demektir.Bu ikinci rüknü de kalbiyle tasdik ve diliyle ikrar etmeyen Müslüman sayılmaz.

(5) “Ezel”başlangıcı olmayan sonsuz zaman, “ebed” nihayeti olmayan,bitip tükenmeyen sonsuz zaman demektir.

 

 

 

(Cenâb-ı Hakk’ın) Zâtine ait isimleri şunlardır; “Hayat (ya’ni diri olması), Kudret (ya’ni her şeye gücünün yetmesi), İlm (ya’ni gizli ve aşikar her şeyi bilmesi), Kelam (ya’ni söylemesi), Sem’ (ya’ni her şeyi işitmesi), Basar (ya’ni her şeyi görmesi), İrade (ya’ni dilemesi, istemesi)”.

   Fiiline (ya’ni işlediklerine ait (mübarek) adları da şunlardır; “Tahlıyk (ya’ni maddeden bir şey’i var etmesi), Terzıyk (ya’ni rızk vermesi,beslemesi), İnşâ’ ya’ni eşyeyı iptidai şeklinden çıkarması), İbdâ (ya’ni maddesiz yoktan var etmesi), Sun’ (ya’ni eşyaya nizam ve intizam vermesi) ve sâire gibi fiile ait sıfatlar”.

   Evet O geçmişde de gelecekde de isimleri ve sıfatlarıyla bakidir.O’na ne bir isim,ne bir sıfat sonradan takılmış ve konmuş değildir.(O) kendi ilmiyle ezelden beri âlimdir.İlm tâ ezelde (ve ezelden beri O’nun sıfat (ı) dır.Kendi kudretiyle gücü her şey’e yetendir.Kudret ezelde onun sıfatıdır.Kendi kelamıyla söyleyendir.Kelâm ezelde (O’nun) sıfat(ı)dır.Kendi yaratışıyla yaratandır..Bu yaratma ezelde (O’nun) sıfat(ı)dır. Ne yaparsa kendi fiiliyle yapandır. Fiil (ya’ni yapma O’nun) ezelde sıfat(ı)dır.Yapan bizzat Allah’tır.Yapma ezelde (O’nun sıfatı olmakla beraber) yapılan (lar böyle değildir.Onlar mahlukdur (Allah’ın yarattıklarındandır.) Allah’ın yapması ise yaratılmış (şeylerden) değildir.

   Bütün sıfatları ezeldedir,ne sonradan meydana gelmiş, ne de mahluk (yaratılmış) değildir onlar.Kim hakikaten onların (ya’ni o sıfatların) yaratılmış,yahut sonradan takılmış ve konulmuş olduğunu söylerse,yahud bu hususta duraklarsa veya bunlar hakkında şek (veya şüphe) ederse (neûzü billâh) Allah-ü Teâlayı inkar etmiş olur.

   Kur’an Cenâb-ı Hakk’ın kelamıdır. Mushaflarda yazılı gönüllerde saklıdır, dillerle de okunandır. Peygamber (imiz Sallallahu aleyhi ve selleme Hak canibinden) indirilmiştir O. Kur’an’ı (ağzımızla) telaffuz edişimiz (ya’ni lafız lafız,kelime kelime söyleyişimiz) mahlukdur.O’nu okuyuşumuz mahlukdur.(Ya’ni bizim o söyleme ve okuma zamanımızda ağzımızdan çıkmakta olması o anda Cenab-ı Hak tarafından yaratılan bir kudret sayesindedir). (Asıl) Kur’an ise (ezelidir) mahluk değildir.

   Allahü Tealanın Mûsâ ve diğer peygamberler aleyhimüs (salatü ves) selamdan,hatta Fir’avndan,şeytandan hikaye (ve nakletmek) suretiyle zikir ve (ve beyan) buyurduğu şeylerin kâffesi, onlardan haber verme kabilinden Allah-ü Tealanın (ezeli) kelamıdır. Allahın Tealanın kelamı mahluk değildir.Mahluklardan(yaratılmışlardan) olan Musa (Aleyhisselam)ın ve diğerlerinin söl (ler)i ise mahluktur. Allah’ın kelamı olan Kur’an (yok mu?) O,kadimdir(ezelidir). Onların kelamı değildir.

   Mûsâ aleyhis(salatü ves)selam Allah’ın (kendisine olan) kelamını işitmiştir.Nitekim Cenab-ı Hak (Kur’an-ı Kerîm’de)Nisa sûresi.ayet 164; “Allah Mûsa ile konuştu” buyurmuştur. Allah Mûsâ aleyhis (selatü ves)selam ile konuşmadan evvel de (ezelden beri) konuşandı. (O’nu da yaratan O idi).Çünkü Allahü Tealâ ezelde yaratıcı idi (Ebede kadar da yaratıcı olacaktır.Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur):

   “O’nun (benzeri bulunmak şöyle dursun) benzerine benzer bir şey (dahi) yoktur.O (her şey’i işiten (her şey’i) görendir”.(Şûra suresi,âyet 11).

    Allah Mûsâ aleyhis(salatü ves)selam ile konuştuğu zaman O’na ezeldeki sıfatının tâ kendisi olan kelâmı ile söyledi.O’nun bütün sıfatları yaratılanların sıfatlarından başkadır.Bilir,bizim bilmemiz gibi değil.Her şey’e gücü yeter,bizim gücümüzün yettiği gibi değil.Görür,bizim görmemiz gibi değil. İşitir,bizim işitmemiz gibi değil. Allah konuşur bizim konuşmamız gibi değil. Biz harfler ve aletler yardımıyla konuşuruz. Allah ise aletsiz,harfsiz konuşur. Harfler mahluktur. Allahın kelamı mahluk değildir.O şeydir, fakat bildiğimiz şeyler gibi değil.O’na  “şey” denilmesi ne cisim,ne cevher (yani atom) ne araz (yani cisim ve cevhere kaaim renk,koku,tat kabilinden) olmaksızın ancak varlığının ispatı manasıyla (ve bu bakımdan)dır.O’nun bir haddi (ve nihayeti,karşı durabilecek) bir zıddı, bir benzeri ve bir dengi de yoktur.

   O’nun eli,yüzü,nefsi vardır.Nitekim Kur’an’da bunları (Yed,vech,nefs kelimeleriyle) zikr etmiştir.Fakat Allah-ü Teâlâ’nın Kur’an’da beyan buyurduğu bu yüz,bu el ve bu nefsten her biri O’nun keyfiyeti bizce asla bilinemeyen sıfatlarıdır.(Yoksa sonradan gelmiş bazı kelamcıların dedikleri vech ile) “O’nun eli kudretidir, yahut nimetidir” denilmez. Zira bunda (O’nun) sıfat(ın)ı iptal etmek(hükümsüz bırakmak tehlikesi) vardır ve bu, “Kaderiye” ve “Mu’tezile”nin sözüdür.Şu kadar ki “O’nun eli keyfiyetsiz sıfatıdır. Gazabı, rızası keyfiyetsiz sıfatlardan iki sıfattır” (diyebiliriz).

   Allah-ü Teâlâ eşyayı (kainatı) herhangi bir şeyden (meydana gelmiş) olmayarak yarattı. Allah-ü Teâlâ ezelde eşyayı oluşlarından zaten bilendi.Eşyayı takdir ve kazâ eden O’dur.Ne dünyada ne ahirette hiçbir şey O’nun dileği,O’nun ilmi,O’nun kazâsı,O’nun kaderi ve O’nun levh-ı mahfuzda yazışı olmaksızın vücud bulmuş değildir.

   O,bütün bunlarrın her birini ancak vasıf(lar)ıyla (yani şöyle olacak,böyle olacak diye) yazmıştır.Hüküm(ler)iyle (yani şöyle olsun, böyle olsun tarzındaki emirleriyle değil.

 

   Kaza,kader ve (onlara taalluk eden) meşiyyet (irade,dileme) ezelde O’nun keyfiyetsiz(yani bizce nasıl olduğu bilinemeyen)sıfatlarıdır.

      Allah-ü Teâlâ yok olanı yokluğu halinde yok olarak bilir. Onu var ettiği zaman da, nasıl olacağını bilir. Allah var olanı varlığı halinde mevcud olarak bildiği gibi onun nasıl fenâ bulacağını da bilir. Allah, ayakta duranı ayakta duruşu halinde ve ayakta dikilen olarak bilir. Oturduğu zaman da oturur halde onu oturan olarak bilir ve bütün bunları ilmi değişmeksizin yahut Onda yeni bir ilim hasıl olmaksızın bilir.(Bu kabil) değişme(ler) ve ihtilaf(lar) ancak yaratılanlarda hâdîs olur.

   Allah-ü Teâlâ) halkı küfürden ve imandan âzade olarak yaratmış sonra onlara hitab etmiş, emr etmiş, nehy etmiştir. Binaenaleyh küfr eden,Allah’ın kendisine hizlânı (yani yardımını terk etmesi) ile,(fakat) kendisinin fiilî (ihtiyarı) ve Hakk’ı inkârı ve bu inkarda ayak diremesi ile küfr etmiş, iman eden de Allah’ın kendisine tevfîki ve yardımı ile, (fakat) kendisinin fiili (ihtiyarı),diliyle ikrarı ve kalbiyle tasdiki ile iman etmiştir.

   Cenab-ı Hak)  Adem (aleyhisselam)ın zürriyetini küçük küçük karınca suretleri halinde onun sulbünden çıkarmış da onları akıllı (insan)lar yapmış,sonra kendilerine (“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”diye) hitabetmiş, (onlar da “Evet,Rabbimizsin” demişler), o halde iman (etmelerini) kendilerine emr etmiş ve küfrü onlara yasak eylemişdir.Hulasa bunların hepsi de O’nun Rab olduğunu ıkrâr etmişlerdir.İşte bu, onlardaki (ilk) iman olmuştur.Bundan dolayıdır ki onlar (yani insanlar) daima bu (selim) fıtrat üzere dünyaya getiriliyorlar.Kim bundan (bu ahidden ) sonra küfr ettiyse (kafir olduysa) muhakkak ki (o fıtrî ve vehbî imanını kendi fiiliyle) değiştirmiş, bozmuş, kim de iman ve tasdik eylediyse hakikaten onun üzerinde sebat ve devam etmiştir.

   (Allah), yarattıklarından hiç birini ne küfr üzerinde,ne iman üzerinde (bulunmaları için) zorlamaz.Onları ne mü’min ne de kâfir olarak yaratmamış, fakat onları (sadece) şahıslar olarak yaratmıştır.İman da küfür de kulların kendi fiilidir.(Bununla beraber) Allah-ü Teâlâ kimin küfrü halinde kafir ve bundan sonra iman ettiği zaman imanı halinde mü’min olacağını bilir ve o (mü’mini) sever.(Allah’ın bu) ilmi ve sıfatı (kulun değişen o kabil halleri gibi) değişmez.

   Kulların harekete, sükuna (küfre, imana, isyana, tâate) ait  bütün fiilleri hakikatte kendi kesbleridir (İsteyerek, bilerek yaptıkları, kazandıklarıdır).O yaratan Allah’tır ve bütün bunlar (yani kulların hayır ve şer bütün fiilleri) O’nun iradesiyle, ilmiyle, kazâsıyla ve takdiriyledir. Taat (ve ibadet) lerin hepsi Allah’ın emriyle, muhabbetiyle, rızasıyla, ilmiyle ,iradesiyle, kazasıyla ve takdiriyle, iradesiyledir, fakat muhabbeti ile, rızasıyla, emriyle değil.

   Bütün Peygamberler aleyhimüssalatü vesselâm küçük ve büyük günahlardan, küfürden, kabahatlerden münezzehtir (uzaktır).Onlardan ancak bazısından ufak sürçmeler ve hatalar vukua gelebilmiştir.

   Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem) Allah’ın sevgilisi, kulu, resulü, peygamberi, mustafası, müctebasıdır.(6). O,aslâ puta (ve Allah’tan başkasına tapmamış,Allah’a bir an bile eş tanımamış,ne küçük ne büyük hiçbir günah işlememiştir.

   Peygamberler aleyhimüssalatü vesselâmdan sonra insanların efdalı (en üstün dereceli olan) Ebû Bekir-is Sıddık,sonra Ömer bin Hattâb,sonra Osman bin Affan,

--------------------

(6) İkisi de beğenilip seçilmiş demektir.  

sonra Aliyy-ül Murtazâ bin Ebû Tâlib radıyallahü anhüm ecmeîndir. Bunlar daima ibadet eden, hak üzerinde sabit ve hak ile beraber olan (büyük zât)lardır. Biz hepsini severiz. Allah’ın Resulünün ashâbından hiç birini hayırdan başkasıyla anmayız.

   Bir Müslümana, günahlardan herhangi bir günahı (işlemesi) sebebiyle, velev ki o günah büyük olsun, onu helâl tanımadıkça kâfir demeyiz, îman adını ondan uzaklaştırıp gidermeyiz. Ona hakikaten mü’min ismini veririz.(Yalnız onun kâfir olmayan, fâsık bir mü’min olması caiz olur).

    (Abdestte) iki  mest üzerine mesh etmek sünnettir. Ramazan ayının gecelerinde teravih (namazı kılmak) sünnettir.Mü’minlerden iyi ve kötü herkesin (yani mü’minin) ardında namaz kılmak caizdir.

   “Mü’mine günahları zarar vermez;o,(günahkar) eteşe (cehenneme) girmez.O,fâsık da olsa,dünyadan mü’min olarak çıktıktan sonra, orada” (Cehennemde) ebedî kalır.” Demeyiz. Mürcie (taifesi)nin dediği gibi “Bizim hasenâtımız (ibadetlerimiz Allah indinde) makbuldür; günahlarımız (muhakkak) bağışlanmıştır.” da demeyiz.       Fakat şöyle deriz: “Kim ifsâd eden (bozan dış) ayıplardan,ibtâl eden (gizli ve iç) mânalardan hâlî olarak bütün şartlarıyla iyilik (ibâdet,hayır) yapar,onu küfr ile,irtidat ile (yani Müslüman dininden dönmekle) iptal etmez ve mü’min olarak da dünyadan çıkarsa Allahü Teâlâ onun o yaptığını zayi etmez. Bilakis kendi (fazl-ü kerem)inden kabul buyurur, ona bundan dolayı sevap verir.”

   Allahü teâlâ’ya eş koşmamak, küfre sapmamak şartıyla irtikâb edilen günahların sahibi mü’min olarak ölünceye kadar tevbe etmezse, o Allah’ın meşiyyetinde (irâdesinde,dileğindedir). Dilerse onu ateşe (Cehenneme) sokmakla azaplandırır, dilerse onu aslâ ateşle (Cehennemle) azaplandırmaz.

   Amellerden (yani ibadetlerden)her hangi biri amelin içine riya girerse bu,o (amelin) ecrini iptal eder(yok eder).Ucub (kendini beğenme) de böyledir.

   Peygamberler (sallallahü aleyhim) için âyetler (mu’cizeler) evliya(ullah) için de kerametler haktır.(vâkidir,gerçektir).Fakat haberlerde (hâdiselerde) rivayet edildiği üzere İblîs, Fir’avn, Deccal gibi (Allah’ın) düşmanlarına ait olup da onların şimdiye kadar vukuâ gelmiş ve gelecek bulunan (hal)lerine ne âyetler,ne de kerametler adı veremeyiz.Onları ancak  “Hacetlerini yerine getirme diye isimlendiririz. Bunun sebebi de şudur;Zirâ Cenab-ı Hak düşmanlarının hacetlerini (sırf) istidrâc (yani onların nimetlerini artırmak, felaket zamanlarını uzatmak suretiyle, derece derece cezaya doğru götürmek) ve nihayet ceza (ya çarptırmak) için yerine getirir de onlar bununla aldanırlar, isyanlarını artırırlar. Bütün bunlar câiz ve mümkündür.

   Allahü Teâlâ yaratmazdan evvel yaratıcı, rızk vermezden evvel rızk verici idi.

   Allah (ın cemali) âhirette görülecektir.(Evet) mü’minler –cennette oldukları halde- kafataslarındaki gözleriyle- bir şey’e benzemeyerek, keyfiyeti bilinmeyerek ve Kendisiyle yarattıkları arasında bir mesafe de bulunmayarak- O’nu göreceklerdir.

   Îman, dil ile ikrar, kalp ile tasdiktir. Gök ve yer ehlinin (yani meleklerle insanların ve cinnin) îmanı, inanılması lazım gelen şeyler bakımından (yani bütün onlara inanmak şartıyla ve esas itibarıyla) ne artar ne eksilir. Fakat yakîn ve tasdîk cihetinden (yani inanışın kuvvetli veya zayıf olması bakımından) artar , eksilir. Mü’minler imanda ve tevhidde (Allah’ı bir tanımakta) müsavi (eşit)dirler. Amellerde birbirinden farklıdırlar.

    İslâm, Allah-ü Teala’nın emirlerine (bütün iç alemiyle teslim olmak,(zahiren de onlara) boyun eğmek (yani onların icaplarını yapmak)dır. (Gerçi) lügat cihetinden îman ve islâm arasında fark vardır. Fakat islâmsız îman, îmansız islâm da olmaz. Bunlar karınla sırt (içle dış) gibidir.

   Din; îmana, islâma ve bütün şeriatlara vaki (ve şâmil) bir isimdir.

   Biz Allahü Teâlâyı kitabında (Kur’an’da) kendisini bütün sıfatlarıyla vasıflandırdığı gibi gerçekten tanırız. Hiç bir kul Cenab-ı Hakk’a, onun şanına lâyık şekilde hakkıyla ibadet etmeye kâdir değildir. Şu kadar ki o, Allah’a -kitabında ve peygamberinin sünnetinde nasıl emr olunduysa- o emirlere göre ibadet eder.

   Bütün mü’minler; ma’rifetin(Allah’ı tanımanın), yakînin(Sağlam inancın), tevekkülün(Allah’a güvenip dayanmanın), muhabbetin (Allah’ı ve Peygamberini sevmenin), rızanın (kazâ ve kaderin cilvelerini hoş karşılamanın), korkunun, ummanın ve bunlara îmânın esaslarında birbirlerine eşittirler. Fakat îmânın gayrisinde ve bu saydıklarımızda derece,(kuvvet ve zaaf itibariyle) farklıdırlar.

   Allah, kullarına karşı fazl(-ü inayet) sahibidir. Âdildir de.Bazan kendinden bir fazl(-ü kerem) olmak üzere kulun hak kazandığından kat kat fazla sevap verir.Bazan da kendinden bir adâlet olmak üzere  kulunu, işlediği günahtan dolayı cezalandırır. Bazan fazlı ile (o günahı) bağışlar.

   Peygamberlerin sallallahü aleyhimin (umumî) şefaati hak olduğu gibi bizim Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem’in cezaya hak kazanmış günahkâr mü’minlere, (hele) onlardan büyük günah işleyenlere şefaat buyurması hak ve sabittir.(Dünyada yapılan) amel (ve hareket)lerin kıyamet günü mîzân ile tartılması haktır. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem’in (cennetteki) havz’ı haktır.Kıyamet gününde (birbirinden) davacı olanlar arasında (haklıya, öbürünün dünyada kazanmış olduğu) sevaplar (verilmek suretiyle) kısas(misilleme yapmak) haktır.Eğer onların (haksız çıkanların) sevapları olmazsa (haklının) günahlarından indirilip diğerlerine yükletilmesi câizdir,haktır.

   Cennet ve cehennem bu gün yaratılmış (ve mevcud durumda)dırlar.Onlar ebedî fenâ bulmazlar. Hûr-î ıyn da ebedî ölmez.  Allah-ü Teâlânın azabı da sevabı da ilel ebed tükenmez. Allah kimi dilerse fazl(ü kerem)i ile  ona hidayet verir; kimi de dilerse adliyle onu saptırırO’nun saptırması hizlânıdır. Hizlân demek (Cenab-ı Hakk’ın) kulunu kendisinin razı olacağı şey’e muvaffak buyurmaması demektir ki bu da O’nun adaletidir. Hîzlana uğrayanı ma’sıyetinden dolayı cezalandırması da böyledir (yani adaletinin neticesidir. “Şeytan mümin kuldan imanını kahr ile zorla soyar” dememiz caiz olmaz.Fakat “Kul imanını terk eder de o takdirde şeytan onu (imanı) kendisinden soyar” deriz.Münker ve Nekirin kabirde (ölüyü) sorguya çekmesi haktır.Kabirde ruhun kulun cesedine geri döndürülmesi haktır.Kabrin sıkması ve azabı haktır.(Bu),bütün kâfirler ve âsî,bazı mü’minler için olan (şey)dir.

 İsmi (de Kendisi gibi), yüce ve eşsiz olan Allah-ü Tealanın sıfatlarından âlimlerin Farsça zir ettiği her şeyi söylemek,yalnız “Yed=el”in farsça karşılığı müstesna olmak üzere,caizdir.Benzetmeye ve keyfiyete gitmemek şartıyla farsça “Rûyi Hudâ=Allah’ın yüzü” denilmesi de caiz olur. Allah-ü Teâlânın  yakınlığı da, uzaklığı da  mesafenin uzunluğu ve kısalığı kabilinden (maddi değil,

manevî)dir.Ancak keramet ve horluk manasınadır.(Yani müminin olgunluğu sayesinde ,Allah’a yakın olmak şerefine mazhar oluşu,yahut noksanı Allah’a ve Resulüne kerâmet (lûtuf ve ihsan) ve zillet (lûtuf ve ihsanını kesmek) manasındadır. İtâatli olan kul, Allah’a keyfiyetsiz (fizikî şartların dışında) olarak yakındır. Âsi kul ise, keyfiyetsiz olarak Allah’tan uzak olur. Yakınlık, uzaklık ve yönelmek, (mü’min olan) yalvaran kula râcidir (yalvaran kulla ilgili olarak kullanılır). Aynı şekilde Cennet’te komşuluk ve Allah’ın önünde bulunmak da keyfiyetsiz (sağ, sol, ön, arka, alt, üst, zaman ve madde gibi fizikî şartlar dışında) şeylerdir.

 

 

 

 

 

(Nimetler bitmez, tükenmez ve eskimez. Azab ta asla hafifletilmez. Hatta derileri değiştirilir ki azabı tadsınlar.)

 

  

 

 

 Kulların bülün fiilleri Allahın dilemesi, ilmi, hükmü, kudreti ile olucudur. (Yani fiillerin yaratılmasında kulun bir tesiri yoktur, sadece irade edebilir.)

  

 

 

 

 

 

(bel kemiğinden) çıkarttı. Onları akıllılar yaptı. Onlara hitab etti. imanla onlara emretti. Küfürden onları yasakladı. Onlar Allahın Rab olduğunu kabul ettiler. İşte bu ikrar onlardan iman oldu. Onlar bu fıtrat – islam yaratılışı- üzere doğrulurlar. (Herkese bu islam kabiliyyeti verilmiştir. İyiye kullanan kazanır, kötüye kullananlar mes’ul olur.)

 

 

 

 

 

 

dili ile küfretti. Hakkı inkarı ve reddetmesi, Allahın o adamı yardımsız bırakmasıyladır. İnanan kişi de kendi fiili ile inandı. O kişinin (hakkı) kabulü ve tasdiği Allahın o kişiyi başarıya ulaştırmasıyladır. (Hidayet etmek veya dalalete sokmak Allahın elindedir. Kul iradesini hangi tarafa kullanırsa Allah onu dilerse yaratır. Kötü işi kul yaparsa sorunlu olur, zira onu istemiştir. İyi iş yaparsa onunla sevap kazanır, bu da Allahın onu muvaffak etmesiyledir.)

 

   (Ezelde bilmesi ile sonradan yaratıldığı vakitte bilmesi arasında bir değişiklik yoktur. Eğer değişiklik olsa bu durumda Allahın ilim sıfatının değişmesi gerekir ki bu Allah için caiz değildir.)

 

. Fakat değişiklik ve ihtilaf mahlukatın katında ortaya çıkar. (Allahın ilminde ve diğer sıfatlarında bir değişiklik olmaz, değişen mahlukattır.)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(İlmi ezelisi ile bildi ve vakti gelince bilgisine uygun olarak yarattı.)

  

 

 

 

 

 

 

 

 (Allahın kelamı harf ve ses suretinde bize indirilmiştir fakat Allahın zatındaki kelamı böyle harf ve sesten münezzehtir.)

 

 

 

 

 

 

 

 

bahsedilen haberlerdeki sözler, o kimselerin sözlerinden aktarılan ve Allah tarafından bize haber verilen sözlerdir. Kuranda bulundukları cihetten Allahın kelamıdırlar, namazda okunurlar. Fakat vakitlerinde söyleyen kişilere nisbetle onların sözüdür.)

 

5-Allahu Teala ilmi ile alim olmaktan hiç ayrılmadı, ilim Allanın ezelde sıfatıdır. Kadir olmakla kadir olucu olmaktan hiç ayrılmadı. Kudret, Allahın ezelde sıfatıdır. Kelam ile konuşmaktan hiç ayrılmadı. Kelam. Allahın ezelde sıfatıdır. Yaratmak sıfatı ile yaratıcılıktan hiç ayrılmadı. Yaratmak Allah’ın ezelde sıfatıdır. Fiil sıfatı ile yapıcılıktan hiç ayrılmadı. Fiil, Allahın ezelde sıfatıdır. (Burda İmamı Azam rahmetullahi aleyhi fiil sıfatlarının da diğer kamil sıfatlar gibi olup ezelde sabit olduğunu beyan etmiştir. Eş’arilere göre ise ayrı bir fiil sıfatı yoktur.)

 

6-Fail (işi yapan) Allahu Tealadır. Yapmak (işi) ezelden beri sıfattır. Yapılan (meful) yaratılmıştır. Allahın fiil (sıfatı) mahluk değildir. Allah’ın bütün sıfatlan ezelde sabittir. Hadis değildir, mahluk ta değildir. (Halik için bir mahluk vasfı, uygun olmaz.)

 

7-Kim “Bu sıfatlar mahluktur veya sonradan olmuştur” derse; veya duraklasa veya bunlarda şüphe etse, o kişi kafirdir. (Allahı, layık olmadığı bir şekilde vasıflamıştır. Zira sonradan olan her şey hadis olup mahluk hükmüne dahildir. Halikı âlemin, mahlukuna benzemesi mümkün değildir.)

 

 

9-

 

10-Musa (Aleyhisselam) Allahın kelamını dinledi. Allahu Teala şöyle buyurdu: “Allah Musa (Aleyhisselam) ile konuşmakla konuştu.” Allahu Teala Musa ile konuşmadan evvel mütekellim idi. Allah ezelde halik idi daha mahlukatı yaratmamıştı. (Yani “Allah mütekellimdir” sözümüz “O’nun ezelden beri kelam sıfatı ile muttasıf olduğunu” bildirir. “Allah halıktır” sözümüz. O’nun ezelden beri yaramak vasfı ile vasıflandığını bildirir. Daha mahlukat yaratılmadan evvel de Allah yaratıcı, kelam edici, rızık verici, öldürücü, diriltici vasıflarıyla vasıflanmıştır. Vakti gelince mahlukunu yaratmış, rızıklandırmış. öldürüp diriltmistir.)

 

11-“Allahın misli gibi bir şey yoktur. Allah işitir, görür.” Allah Musa (Aleyhisselam) ile konuşunca, onunla ezeli şifalı olan kelamı ile konuştu. Allahın bütün sıfatları ezelidir. Diğer mahlukatın sıfatları böyle değildir (Onların sıfatları ezeli değil- hadistir. Allah ve sıfatları ezelidir.)

 

12-Allah bilir, bizim bilmemiz gibi değil, Allah kadirdir, bizim gücümüz gibi değil. Allah görür, bizim görmemiz gibi değil. Allah işitir. bizim işitmemiz gibi değil.

13

Allahın eli, vechi, nefsi vardır. (Bu sıfatlar Allah için kullanılır fakat manalarını bilemeyiz.)

 

14-Allahu Tealanın Kuranda “el, yüz, nefis” diye zikrettiği şeyler onun için birer sıfattır. Şekli bilinmez. Allahın “el” inden maksad kudretidir, nimetidir denmez. Çünkü bu (te’vil) sıfatı iptaldir. Sıfatı iptal etmek, kaderiye ve Mutezile mezheblerinin görüşüdür. (Onlar Allahın sıfatlarını kabul etmezler. Biz Allahın sıfatlarını kabul ederiz. Müteşahih olanların teviline kaçmayız. Ancak sonra gelen alimlerimiz bazı tevillerle bunları manalandırmışlardırki bozuk görüşlüler onları yanlış manalandırmasın.)

 

*Fakat “eli” keyfiyeti bilinmeyen bir sıfattır. Gazabı ve rızası, şekli bilinmeyen sıfatlarından iki sıfatıdır. (Gazablanması ve razı olması demekten gaye muraddır, yani gazabın ve rızanın gereğini yapar.)

 

15-

 

*O Allahu Teala eşyayı takdir etti ve ona hükmetti. Dünya ve ahırette Allahın ilmi, dilemesi, kazası, kaderi ve levhi mahfuzda yazması olmaksızın hiçbir şey olmaz. Muhakkak o eşyayı vasıfla yazdı, hükümle değil. (Ezelde herkesin halini ve vasfını bilerek onu levhi Mahfuz’a yazdı. İstediği şekilde olmasına hükmederek yazmadı, böyle olsa imtihan olmazdı, herkes mecbur olurdu.)

 

16-Kaza, kader ve dilemek Allahın ezelde mevcud olan keyfiyeti bilinmeyen sıfatlarıdır.

 

18-

19-

 

20-Bundan sonra her kim küfrederse muhakkak (evvel, verdiği sözü) değiştirdi. Kimde inanır tasdik ederse – verdiği söz- üzere sabit kaldı ve devam etti. Allah mahlukattan kimseyi ne iman etmesi üzerine; ne de küfretmesi üzerine zorlamadı. Mahlukatını, bazısı- mümin, bazısı- kafir olarak yaratmadı. Fakat onları şahıslar olarak yarattı. (Hepsini kendine kul olacak kabilîyyette yarattı. Sen kafir ol, sen müslüman ol diye ayrım yapmadı. Fakat şunu da bilmek gerekir ki her kime iman nasib ise yine de bu, Allahın lütfüdur, kendinden bilmesin.)

 

21-İman ve küfür kulların işidir. Allahu Teala, kim küfür halinde kafir olarak küfredecek, onu bilir. O, bu küfürden sonra iman edince, onu iman halinde mü’mi olduğu halde, ilmi ve sıfatı değişmeksizin bilir. (Kişinin halinin değişikliği ile Allahın sıfatı değişmiş olmaz.)

 

22-

 

*Taatların tamamı Allahın emri, mahabbeti. rızası, ilmi, dilemesi, kazası ve takdiri ile vacib olan şeylerdir.

 

23-İsyanlar ve günahların tamamı Allahın ilmi. kazası, taktiri ve dilemesiyle olucudur. Fakat mahabbetiyle, rızasıyla ve emri ile değildir. (Masıyetler ve günahlar, Allahın iradesi altındadır fakat onların işlenmesinden asla razı değildir. Mesela içkiyi, domuzu yaratmıştır fakat içilmesinden ve yenmesinden razı değildir. İmtihan için böyle takdir etmiştir.)

 

24-Bütün peygamberler (üzerlerine salat ve selam olsun) küçük ve büyük günahlardan, küfür ve çirkin şeylerden münezzehtirler. Peygamberlerden ayak sallantısı ve hatalar vaki oldu. (Yani Peygamberler ma’sumdurlar, günah işlemezler. Fakat ayak kayması dediğimiz bazı ikazlara uğramışlardır. Allahu Teala, onları yanlışlardan korur.)

 

25-

26-Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) den sonra insanların en faziletlisi Ebu Bekir Sıdık, sonra Hattab oğlu Ömer, sonra Affan oğlu Osman, sonra Ebu Taliboğlu Ali’dir. Allah hepsinden razı olsun. (Halife oldukları sıraya göre faziletleri beyan edildi.)

 

27-Bu “dört halife” hak ile beraber, hak üzere ibadet ettikleri halde onların tamamını severiz. Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin ashabından tamamını, ancak hayırla zikrederiz. (Onlar arasındaki olayları hayırla zikrederiz.)

 

“Müslümanlardan hiçbir kimseyi, helal görmedikçe büyük günah bile olsa, günah işlemek sebebiyle küfre nisbet etmeyiz. Ondan iman ismini yok etmeyiz, onu hakikatten mü’min diye isimlendiririz. (Günah işlemekle kişi imandan çıkmaz. Günahı helal görürse dinden çıkar.)

 

28- Günah işleyenin, kafir olmayıp fasık mü’min olması caizdir.

 

*

29-‘Müslümana günah zarar vermez’ demeyiz ve ‘o cehenneme girmez” de demeyiz. (Zira günahlar, cezayı gerektirir.) Dünyadan imanlı çıktıktan sonra fasık olsa bile, “ebedi cehennemde kalır’ demeyiz.(Ebedi cehennemde kalmak ancak kafirlere aittir.) İyiliklerimiz kabul, kötülüklerimiz affedilmiştir’ demeyiz. (Allanın azabından emin olmak ve rahme tinden ümit kesmek doğru değildir.)

 

30-Mürcie mezhebinin sözünde olduğu gibi demeyiz. (Bu mezhebe göre kişi imanlı ise artık günahlar ona zarar vermez.) Fakat “Ayıplardan uzak olduğu halde, bütün şartlarını toplayan hangi iyiliği işlerse, dünyadan çıkana kadar o iyiliğini küfür ve dinden dönmekle ibtal etmezse. Allah o iyiliğini za’y etmez, belki onu kabul eder ve onun üzerine o kişiyi sevaplandırır’ deriz.

 

31-Şirk ve küfürden başka günahlar, mümin olduğu halde ölüp tövbe etmezse bu (günahları işleyen) kişi Allahın dilemesine kalmıştır. (Allah) Dilerse günahı kadar o kişiyi azablandırır. dilerse onu affedip cehennemle asla azablandırmaz.

 

* Riya, amellerden bir amelde bulununca o kişinin mükafatını yok eder. Ucubta böyledir, (sevabı yok eder. Ucub: amelini beğenmektir.)

 

32-Mucizelcr peygamberler için sabittir. Kerametlerde veliler için haktır. İblis, deccal, firavun gibi Allah düşmanları için olan veya olacak olan işlerden rivayet edilen şeyleri, mucize ve keramet diye isimlendirmeyiz. Fakat onları, ihtiyaçların yerine getirmesi, kaza-i hâcat diye isimlendiririz. (Allah düşmanlarına isteklerinin bazısı verilirki imtihan kaidesi gerçekleşsin)

 

33- Bu durum şundandır ki Allahu Teala, düşmanlarının ihtiyaçlarını; onlar için istidraç ve azab olsun o şeyle aldanıp isyan ve küfür bakımından artsınlar diye giderir. Bu sayılanların tamamı caiz ve mümkün şeylerdir. (Onlara verilen imkanlar haddi zatında caiz ve mümkün olan işlerdendir.)

 

34-AIlahu Teala daha mahlukatı yaratmadan evvel halık, rızıklandırmadan evvel de rızık verici, sıfatları ile vasıflanmış idi. (Sonradan bir isim ve sıfat O’na gelmemiştir.)

 

* Allahu Teala ahırette görülür, Mü”minler cennette olduğu halde onu baş gözleriyle: bir şeye benzetmeksizin, keyfıyyeti olmadan, muhtevası olmadan, onunla mahlûkat arasında mesafe bulunmadan-görürler. (Mü’minler cennette iken, oranın kuvveti ile bakarak Allahu Teala’yı mekandan münezzeh olduğu halde ve mahlukat vasıflarından uzak olduğu halde görürler.)

 

35-İman, dil ile ikrar, kalb ile tasdiktir. Sema ve yer ehlinin imanı, inanılması lazım olan şeyler bakımından artmaz eksilmez, yakin ve tasdik bakımından artar eksilir. Mü’minler iman ve tevhid hususunda eşittirler, amellerde farklı farklıdırlar.(İnanılması gereken şeyler belli hususlardır. Bunların artması ve eksilmesi mümkün değildir. Bunları kabullenmek ve tasdik etmek te değişiklik olmaz. Bu yüzden iman etmek bakımından bütün mü’minler eşittir denilmiştir. Fakat imanın kuvvet ve parlaklığı değişir. Peygamberlerin ve ashabı kiramın imanı ile bizim imanımız bu bakımdan eşit değildir.)

 

36-İslam Allahın emirlerine boyun eğmek ve teslim olmaktır. Lügat bakımından iman ile islamın arası ayrıldı. Fakat İslamsız iman, imansız islam mevcud olmaz.. Bu ikisi sırt ile karın gibi birbirinden ayrılmaz. Din ismi iman, islam ve bütün şeriatlar (hükümler) üzerine vaki olur, kullanılır. İslam: teslim olmaktır. İman:tasdik etmektir. Fakat dinimizde imanlı olan için müslümandır deriz. İkisini birbirinden ayırmayız.)

 

37-Allahu Teala’yı, kitabında kendini vasfettiği gibi bütün sıfatlarıyla hak olarak biliriz. (Zahirde mes’ul olduğumuz şekilde sıfatlarıyla O’nu tanırız.)

 

Hiçbir kul Allaha layık olduğu şekilde ibadet etmeye güç yetiremez. fakat kul, kitabında ve resulünün sünnetinde emrettiği şekilde Allaha ibadet eder. (İstenen şartlara uygun olan ibadetlere, salih amel denir ve Allah indinde kabul görür.)

 

38-Bütün müminler Allahı bilmekte, kesin imanda, tevekkülde, mahabbette, rızada, korkuda, ümit ve imanda eşittirler. Bunların tamamına imanın haricinde farklıdırlar. ( Kişinin mahabbeti, rızası, tevekkülü, korkusu farklı olabilir. Fakat bunları kabullenip bunlara inanması, farklı değil her mü’minde aynıdır.)

 

39-Allah, kulları üzerine fazlu kerem sahibidir. Adildir. Bazan kulun hak ettiği sevaptan fazlasını, fazlu kerem olmak üzere ona verir. Adalet olmak üzere kulu günahından dolayı azablandırır. bazan fazlu keremiyle onu affeder, azablandırmaz. (Kula azab etmesi, adeletiyle muamelesidir. Kulun amelini kabullenip sevap vermesi ise fazlu keremindendir.)

 

40-Bütün peygamberlerin (üzerlerine salat selam olsun) şefaat etmeleri haktır. Peygamberimiz aleyhisselatu vesselamın ümmetinden günahkar müminlere ve azabı hak eden büyük günah sahihlerine şefaat etmesi de haktır, gerçektir. (Hadisi şerifte: ‘Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler içindir’ buyurmuştur.)

 

* Amellerin kıyamet gününde terazi ile tartılması haktır Peygamberimizin (Sallallahu aleyhi ve sellem) havzu kevseri haktır.

 

41-Kıyamet gününde davalarda iyilikleri vermekle kısas haktır. Eğer o zulmedenlerin iyiliği yoksa, zulme uğrayanın günahının zalimlerinin üzerine yüklenmesi haktır, caizdir. (Buna ahırette iflas denir.)

 

*

 

42-Allahu Teala fazlu kereminden dolayı dilediğini hidayete ulaştırır. Adaletinden dolayı dilediğini saptırır. Allahın saptırması kişiyi yardımsız bırakması demektir. Hızlan: kuldan razı olduğu şeye kulu ulaştırmaması diye tefsir edilir. Bıı hızlan. Allahtan adalettir. Aynı şekilde hızlanda olan kişiyi günahını üzere azablandırması da (Allahın adaletindendir.) (Yani:Adaleti ile muamele ederse kişiyi günahına karşılık azablandırır, yardımsız bırakır. İmana ulaşmak her ne kadar irade i cüziyyemizle alakalı ise de yine bu Allah tarafından ikramdır.)

 

43-Şeytan imanı mümin kuldan zorla ve kahren soyup alır. demeyiz. Fakat kul imanı terk edip bırakınca, o taktirde şeytan ondan imanı soyup çıkarır, deriz. (Kişi kendini tehlikeye atarsa, elbette başına gelene katlanacaktır, şeytanın bunda zorlaması ve tesiri yoktur, sadece vesvese verir.)

 

44-Münker ve Nekirin kabirdeki sualleri haktır. Kabirde ruhun kendi cesedine iadesi haktır. (Ruhu bedenle îrtibatlandırarak kabir hallerinden onu haberdar eder.) Kabir sıkıştırması haktır. Kabir azabı, kafirlerin tamamına ve bazı asi müminler için haktır, caizdir. (Kafirlerin bitmeyen cezaları, göz yummaya başlayınca, başlar. Sonsuza dek devam eder. Günahkar mü’minler için kabir azabı, onun ahırete günahsız çıkması içindir.)

 

45-Allahın sıfatlarından hangisini, alimler Farsça olarak söylem işlerse. “Farsça el tabiri hariç”, ismi yüce Allah için o şeyi söylemek caiz olur. (Başka lisanlar ile Allanın isim ve sıfatlarını kullanmak caiz olur. fakat bu ifade namazda geçerli değildir. Zira İmamı A’zam rahmetullahi aleyhi bu görüşünden son dönemlerinde vaz geçmiştir. Türkçedeki tanrı kelimesi ilah manasındadır. Allah manasında değildir.)

 

Keyfiyeti bilinmeden ve benzetme olmaksızın “Rabbim yukardadır” denmesi caizdir.

 

(Rabbim yücedir manasındadır. Mekan kast etmeden ve bîr şeye benzetmeden söylenirse.)

 

46-Allahın yakınlığı ve uzaklığı, mesafenin kısalığı ve uzunluğu kabilinden değildir. Fakat keramet, değerli olmak ve düşüklük manasındadır. (Filana Allah’a yakındır demek. Allah katında kıymeti vardır.

 

Filana Allahtan uzaktır demek, Allahın rahmetinden uzaktır, değeri düşüktür.) İtaatkar keyfiyeti bilinmeden Allaha yakındır, asi keyfiyeti bilinmeden Allahtan uzaktır. Yakınlık, uzaklık, yönelmek lafızları dua eden mümin kişiye de söylenir. (Kul Allaha yakın oldu, Allaha yöneldi gibi.)

 

“Cennette Allahın komşusu olmak. Allahın huzurunda durmak’ tabirleri de, diğerleri gibi keyfiyeti bilinmez.

 

47-Kuran, Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) üzerine indirilmiştir. Mushaflarda yazılmıştır. Allahın kelamı olması manasında bütün ayetler, fazilet ve değer bakımından eşittir. Şu kadar var ki bazıları için zikir fazileti, bazıları için zikredilenin fazileti vardır. Ayet’el kürsi misalinde olduğu gibi. Ayet’el kürsi de zikredilen Allahu Tealanın celali, azameti ve sıfatlarıdır. Ayet’el kürside iki fazilet bir araya geldi. Zikir ve zikredilen zat fazileti.

 

48-Bazı ayetler için sadece zikir fazileti vardır. Kafirlerin kıssaları gibi onlarda zikredilenin bir fazileti yoktur. Onlar kafirlerdir. Aynı şekilde Allahın isim ve sıfatlarının hepsi azamet ve değerde eşittir. Aralarında hiçbir farklılık yoktur.

 

49-Kasım, Tahir ve ibrahim Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem) in erkek çocuklarıdır. Fatıma, Rukıyye, Zeynep ve Ümmü Külsüm. peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem) in kız çocuklarıdır.

 

50-Akaid ilminin inceliklerinden bir mesele, bir kişiye kapalı kalsa, o kişi için derhal “Allah indinde doğru olan ne ise ona inanmak” ve sorup öğreneceği bir alim bulana kadar, öğrenmekten geri durmamak lazımdır. Talebi ertelemek ona caiz değildir; o hususta duraklaması ile mazur olmaz, eğer araştırmayıp duraklarsa, önemsemezse, kafir olur. (o mesele bilinmesi, inanılması zaruri lazım olan bir mesele ise.)

 

51-Miraç haberi haktır. Gerçektir. Bunu reddeden kişi dalalettedir ve bidatçıdır. (İsra’yı inkar eden kafir olur. zira o, ayetle sabittir. Miraç ise meşhur hadislerle sabittir. İnkar eden bid’atçı olur.)

 

52-Deccaalın çıkması, Yccüc ve Mecücün çıkması, güneşin battığı yerden doğması, İsa (Aleyhisselam) ın gökten inmesi ve diğer kıyamet vaktinin alametlerinden, hakkında sahih haberler (hadisler) bulunan şeylerin hepsinin meydana gelmesi haktır. Ve bunlar (olucudurlar) olacaktırlar.

 

Allahu Teala dilediğini, dosdoğru yola ulaştırır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                               ***************

 

 

Peygamber Efendimizin 

veda hutbesi

 

 

Allah'a hamd-ü senâ ederiz. O'na döneriz. Nefislerimizin fenalıklarından ve kötü amellerimizden O'na sığınırız. Allah'ın hidâyet ettiğini, kimse doğru yoldan çıkaramaz. Allah'ın şaşırttığını kimse yola koyamaz.

 

Şehâdet ederim ki Tanrı yoktur, sadece Allah vardır! Bir'dir, eşi ve benzeri yoktur. Yine şehâdet ederim ki Muhammed, O'nun kulu ve Rasûlüdür.

 

Ey Allah'ın kulları !..

 

Allah'tan korkmanızı ve O'na itaat etmenizi vasiyet ederim.

 

Ey İnsanlar!...

 

Sözlerimi iyi dinleyiniz... Çünkü bu seneden sonra bir daha sizinle burada tekrar buluşup buluşamayacağımı bilmiyorum..

 

Ey İnsanlar!..

 

Bugünün ne günü olduğunu biliyor musunuz? Burası, Belde-i Haram'dır.(Mekke'dir) Bugününüz nasıl mukaddes bir gün, bu ayınız nasıl mukaddes bir ay, bu şehriniz nasıl mukaddes bir şehir ise, biliniz ki canlarınız, mallarınız, ırzlarınız da; bu mukaddes gün, bu mukaddes ay, bu mukaddes şehir gibi yek diğerinize karşı mukaddestir. Bunlara tecavüz haramdır.

 

Ey Ashabım!...

 

Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünki her hâl ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski dalâletlere (sapıklıklara) dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız!

 

Ashabım ! ...

 

Eskiden câhiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalib'in torunu Rabia'nin kan davasıdır.

 

Ashabım! ...

 

Her türlü riba (tefecilik) kaldırılmıştır İlk kaldırdığım riba, Abdulmuttalib'in oğlu Abbas'ın ettiği ikrazlardır(borç vermelerdir) Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Eski câhiliyet devrinden kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. Borçlular, alacaklılara yalnız aldıkları parayı ödeyeceklerdir.

 

Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız...

 

Ashabım!.

 

Kimin yanında bir emanet varsa, onu sahibine versin. Hediyeler,  hediye ile karşılanır. Başkalarına kefil olan, kefaletin sorumluluğunu üstüne alır.

 

Ey İnsanlar!

 

Bugün şeytan sizin topraklarınızda yeniden nüfuz ve saltanat kurmak gücünü ebedî sûrette kaybetmiştir. Fakat siz; bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız, onu sevindirmiş olursunuz.

 

Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız!

 

Ey insanlar ! ...

 

Kadınların haklarına riayet ediniz. Bu hususta Allah'tan korkunuz. Siz kadınları, Allah emaneti olarak aldınız; onları  Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde haklarınız olduğu gibi, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; onların aile şerefini , sizin hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir.

 

Eğer razı olmadığınız herhangi bir kimseyi aile yuvanıza alırlarsa, onları uyarıp, sakındırabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşrû bir şekilde hertürlü yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarını sağlamanızdır. Onlar sizin haklarınıza riayet etsinler...Siz de onlara nezâketle muamele edin.

 

Bir kadının kocasının izni olmadıkça onun malından bir şeyi başkasına vermesi, helâl olmaz.

 

Kölelerinize gelince... Onlara da yediğinizden yedirmeğe, giydiğinizden giydirmeğe çalışın.

 

Affedemeyeceğiniz bir hata işlerlerse kendilerine izin verin. Fakat asla eziyet etmeyin. Çünkü onlar da Allah'ın kuludur.

 

Ey müminler!..

 

Sözümü iyi dinleyin, iyi anlayın...

 

Muhakkak ki Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Adem'in çocuklarısınız... Adem ise topraktandır.

 

Hiç kimsenin başkaları üzerinde üstünlüğü yoktur.

 

Şeref ve üstünlük, ancak fazilet iledir.

 

Müslüman müslümanın kardeşidir.

 

Bütün müslümanlar kardeştir, eşit hakka mâliktir.

 

Din kardeşinize ait olan herhangi birşeye, bir hakka tecavüz etmek, gönül rızası ile olmadıkça, başkası için helâl olmaz.

 

Haksızlık yapmayın...Haksızlığa da boyun eğmeyin.

 

Ahâlinin haklarını gasp etmeyin.

 

Sakın benden sonra kâfirlerin yaptığı gibi birbirinizle boğuşmayın..

 

Ey Müminler!

 

Size bir emanet bırakıyorum..Siz ona sıkı sarıldıkça, yolunuzu şaşırmazsınız. O emanet de Allah'ın kitabı Kur'ân 'dır!.

 

Ey Ashabım!

 

Nefsinize zulmetmeyin...Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır.

 

Ey İnsanlar!

 

Allah , herkese düşen miras hakkını Kur'ân 'da bildirmiştir. Mirasçılar için ayrıca vasiyetnâme yapmaya hâcet yoktur.

 

Ey İnsanlar!

 

Her câni kendi suçunundan kendisi sorumludur. Hiçbir câninin işlediği suçun cezasını evlâdı çekmez. Hiç bir evlâdın suçundan da babası sorumlu tutulamaz.

 

Ey İnsanlar!

 

Mutemâdiyen dönmekte olan zaman, Allah'ın gökleri, yerleri yarattığı günki vaziyete dönmüştür..

 

Bir yıl, ay ölçüsüyle 12 aydır.Bunlardan dördü, haram aylardır. Bunlardan üçü, arka arkaya Zilka'de, Zilhicce, Muharrem'dir. Dördüncüsü Receb'tir, ki Cümade-l âhire ile Şaban arasındadır. Bu sene  haram aylar eskilerine geldi. Hac mevsimi yine Zilhicce'nin onuncu gününe rastladı.

 

Ey İnsanlar!

 

Allah'a kulluk edin.

 

Beş vakit namazınızı kılın.Ramazan orucunu tutun.

 

Emirlerime itaat edin. O   takdirde Rabbinizin Cennetine girersiniz.

 

Ey İnsanlar!

 

Aşırı gitmekten sakınınız. Sizden öncekilerin mahvolmalarının  sebebi, dinde ifratta olmaları idi. Hac usûllerini benden öğrenin. Muhakkak olarak bilmiyorum, belki bu seneden sonra bir daha haccedemem.

 

Bu nasihatlarımı burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin. Olabilir ki, kendisine bildirilenler, burada bulunanlardan daha iyi anlayarak bunları korumuş olurlar.

 

Ey insanlar!

 

Yarın beni sizden soracaklar.. Ne dersiniz?

 

Risâletimi tebliğ ettim mi? Görevimi yaptım mı?..

 

(Ashab bu soruya hep bir ağızdan "EVET!..Yemin ederiz ki tebliğ ettin. Bize nasihat ve tebligatta bulundun. Böylece şehâdet ederiz." der.

 

Vâdi artık bu sözlerle çalkalanmaktadır.

 

Allah Rasûlü parmağını havaya kaldırarak, üç kez;

 

"Şâhid ol Ya Rabbi!"

 

"Şâhid ol Ya Rabbi!"

 

"Şâhid ol Ya Rabbi!"

 

Buyurur

Başkan'ın Mesajı
Aidat Borcu Sorgulama
Köşe Yazıları
Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa Özer (özer Koç)

Ahmed ceemal El Hamevi

Prf.Dr.Serdar demirel

N.Mehmet Solmaz

Mustafa Özer (özer Koç)

Mustafa Miyasoğlu

Mustafa Ekinci

Galip Boztoprak

Şeyma Kısakürek Sönmezocak

Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa cabat

Ebubekir Sifil

Ali Biraderoğlu

İbrahim Ulueren

Mustafa Özer (özer Koç)

Ali Biraderoğlu

Mustafa cabat

Günlük Gazeteler
Sponsorlarımız

Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı

© Copyright 2020  V4.1 Tüm Hakları Saklıdır. | Vakıf Sitesi


Top